Eğer blues çalıyorsanız, Fleetwood Mac’in ilk yıllarını dinlemek size müthiş bir acı ve keyfi aynı anda tattırır. Keyiflidir, zira kendilerinin de çalarken çok eğlendiğini, bu eğlencenin sizlerce de rahatlıkla paylaşılabileceğini hissettirirler. Olayda zorlama hiçbir şey yoktur. Bonkördürler. İstisnasız, her dinlediğinizde kendinizi iyi hissedersiniz. Acı verir, çünkü beyaz bir blues sanatçısı olmanın getirdiği her türlü ego, his ve el-ağız aksanı problemini aşmanın yanısıra, kapışmadan dost olarak kalabilmeyi başardıkları ortadadır. O anda aklınıza, beraber blues çaldığınız birine sade çalması için sarfettiğiniz emek, zaman ve geriye kalan anksiyete gelir. Mac dinlemek farklı bir deneyimdir.
Hâlâ bu kadar sevilmelerinin –Rumours veya Tango In The Night döneminden bahsetmiyoruz; biz o Mac’ten nefret ederiz–, iyi hatırlanmalarının sebeplerini ifade etmeye çalıştık. İkinci sebep ise Peter Green.
Jeff Beck’in fuzz box, Alvin Lee’nin sürat ile uğraştığı dönemlerde Peter Green, ekonomik soloları, Freddie King ve Otis Rush kadar doğru vibratosu, bending becerisi ile “blues çalıyoruz” diyenlerin çok önündedir.
Peter Green, Then Play On albümü ile sınırlayacağımız birinci Mac döneminde İngiltere’den çıkan en iyi blues gitaristlerinden biri olarak bilinir. Zamanın blues okulu Mayall bandosunda devamsızlığı ile problem yaratan Clapton’ın yerini almanın zorlukları hakkındaki merakınızı ansiklopedilerden giderebilirsiniz. Önemli olan:
Hep karşılaştırıldığı veya aynı eküriye konduğu dönemin diğer gitaristleri Clapton, Page, Beck, Webb, Lee beşlisi ile arasında yalnız teknik değil, büyük yaklaşım farklılıkları da bulunmaktadır. 1966 Bluesbreakers ve Cream dönemindeki Eric Clapton Albert King, Otis Rush ve Buddy Guy dinlerken, Jimmy Page biraz Otis Rush, biraz da Blind Willie Johnson ile iktifa ediyordu. Jeff Beck’in fuzz box, Alvin Lee’nin sürat ile uğraştığı dönemlerde Peter Green, ekonomik soloları, Freddie King ve Otis Rush kadar doğru vibratosu, bending becerisi ile “blues çalıyoruz” diyenlerin çok önündedir. Bir diğer ilginç husus, çok sevmesine rağmen, az önce saydığımız isimlerden farklı olarak, Jimi Hendrix’e hiç öykünmemiştir. Hendrix’i izleyip dehşete düşen Clapton, değil çalışını, saç modelini bile değiştirirken, Green Hendrix hengamesinin yanından geçip gitmiştir.
“Artık blues çalmıyorum. O kadar derin bir şey ki! Bana acı veriyor blues çalmak. Blues’u anlamak mümkün değil; içine girdikçe batıyor, bitiyorsunuz. Blues’a hayatını veren bizler için bile blues çok uzak. Kayboldum.”
Eylül 1996, MOJO
Peter Greenbaum, 1946 Doğu Londra doğumlu bir Musevi. Çocukluğu hep inançları, ritüelleri ile alay edenlerle, onu aşağılayanlarla geçmiş. “Black Magic Woman”ın konu mankeni Sandra Eldson’a göre Green, blues vasıtası ile iletişim kuruyordu insanlarla: “Bu onun blues’uydu. Musevi olmanın blues’u…” Green, çocukluk sıkıntılarını Mr. Wonderful albümünün son parçası “Trying So Hard To Forget”te dile getirir. Aynı sıkıntılar ve hüzün, “Need Your Love So Bad” adlı Mac standardında belirginleşir. Yeryüzünde kaç beyaz bu kadar hüzünlü blues çalabilir?
Green’in trajedisi 1968 Amerika turnesi ile başlıyor. Grateful Dead klanı ile takılan Mac ekibi, bu sırada LSD’nin mucidi Agustus Stanley Owsley III tarafından yakın takibe alınıyor. Mick Fleetwood ve John McVie’nin tribi kötü sonuçlanıyor, ama Green o tribi hiç unutmuyor: “İnanılmaz bir süratle düşünüyordum. Düşünceler akıp giderken bir yandan da nasıl bu kadar süratli düşündüğüme şaşıyordum. Bir saat falan durmadan aktı bu düşünceler. Sonra bir boşluk oldu. Bitti. Kafam boşalmıştı.” İkinci ağır tribini Münih’te bir jet sosyete partisinde yaşar: “Döndüğümde bir başka adam vardı önümüzde. Sonra oturduk, saatlerce Allah ve din konuştuk. ‘Allahı görmek ve inançlarımı tartışmak istiyorum kendimle. Bilmiyorumların ortasındayım’ dedi. Sonra zaten bu parayı reddetme hadisesi başladı. Hepimizi sıkıştırmaya başladı parayı reddetmemiz için” diye anlatıyor Mick Fleetwood o günleri.
“Green Manalishi, para denen modern tanrı hakkındadır. Hepimizi o yönetiyor. Bir gece ruhum bedenimden çıktı ve geri dönmem kâbus oldu. O zaman farkettim bu zenginlik, bu para beni bu hale getirdi.”
Eylül 1996, MOJO
12 bar üç akor blues’ların sonu Then Play On albümü ile gelir. Üçüncü gitarist Danny Kirwan’ın olağanüstü güzellikteki parçalarının ağırlıkta olduğu albüm Green’e göre Mac’in LSD albümüdür. Menajer ve prodüktörleri Mike Vernon ise bu derece planlanmış bir albümün LSD etkisinde yapılamayacağını, elemanların tripteyseler bile hiç de öyle göstermediklerini belirtiyor.
“Oh Well” ve “Rattlesnake Shake”, Fleetwood Mac’in Elmore James ve Freddie King’e vedasıdır. Bu döneme ait parçaları, onun normaliteden kopuşunun ve Mac’in günümüzde de süregelen özürlülük halinin başlangıcını haberler: “Oh Well”de Green, “İçinde bulunduğum durumla ilgili çaresizim / Allah’la konuştum ve yanına oturdum / Bana seni sorma, cevabım beklediğin değildir” derken, “Man Of The World”de korkunç yalnızlığını parçadaki bütün gitarlara bulaştırmıştır. Albümde yer alan ve nispeten bu dörtlüden daha az bilinen “Show Biz Blues”da Green, durumu müzikal bazda ifade etmektedir: “Ne yaptığımı, kim olduğumu veya ünümü takan var mı?”
“Turnenin ortasındaydık ve İsveç’teydik. Bıktım bu müzikten ve paradan dedi, ayrılacağını söyledi. Kararının kesin olduğunu biliyorduk. Turnenin bitmesini bekledi ki, biz zor dunımda kalmayalım. Konuştuk, anlaştık ve öyle ayrıldı.”
Mick Fleetwood
Green, turnenin bolca LSD ile çıktığı son konserinin çıkışında verdiği demeçte, Büyük Ruh’un yanında olduğunu ve kendisini enerji dolu hissettiğini söylüyordu. Bu sıralarda “Green Manalishi” listelerde iki numaraya vurmuştu. Mac’ten ayrılışını takiben piyasaya çıkan 1970 tarihli End Of The Game (Oyunun Sonu) albümünü Zoot Money ile beraber on saatte kaydetti: “Bu da benim LSD albümümdü.”
Uzun zaman ortadan kaybolduğu “en ağır zamanlar” döneminde mezar kazıcılığı ve kadavracı asistanlığı yaptı. 1979 tarihli In The Skies albümüne dek iki müzikal faaliyet dışında gitarı eline almadı: 1972’de İskoç blues şantözü Maggie Bell’in grubu Stone The Crowes’un elektroşoktan ölen gitaristi Les Harvey’nin yerini aldı. Eksiksiz, katıldığı tüm provaların sonunda turneye çıkmayı reddedip grubu ortada bıraktı. Bir de efsanevi 1971 Fleetwood Mac ABD turnesi var.
“Black Magic Woman”ın konu mankeni Sandra Eldson’a göre Green, blues vasıtası ile iletişim kuruyordu insanlarla: “Bu onun blues’uydu. Musevi olmanın blues’u…”
Sonradan Green’in yerine gruba alınan İngiltere’nin sayılı blues piyanist-şarkıcılarından Christine “Perfect” McVie aktarıyor: “Öyle bela bir turneydi ki! Jeremy (Spencer) Allah’ın Oğulları tarikatı sayesinde yarı delirmiş, Danny ise alkolden uyuşmuştu. Los Angeles’a depremden hemen sonra inmiştik ve gökyüzü sapsarıydı. Jeremy iner inmez ortadan kayboldu. Saatlerce aradıktan sonra boş bir hangarda kafası sıfır numara traşlı bulduk. Jeremy’yi bir daha göremedik. Eh, o gidince repertuardan altı parça çıkıyor; biz de Peter’ı çağırdık. Zor bela ikna ettik. Ama bir türlü şarkı söyletemedik. O turneden tek aklımda kalan, 45 dakikalık enstrümantal ‘Black Magic Woman’ ve aval aval bakan dinleyiciler.”
1979’da In The Skies ile geri dönen Peter Green, kardeşinin tanıtım sorumlusu olarak çalıştığı PVK Records için Little Dreamer (1980) ve Watcha Gonna Do (1981) gibi son derece boktan iki albüm kaydetti. Sonradan, bu albümleri kardeşinin kariyeri için yapmak zorunda kaldığını açıkladıysa da, bu açıklama ortadaki vahameti kaldırmaya yetmedi. Stüdyoya çoğu kardeşinin bestesi olan çok sıradan parçaları çalmak için giren Green, santimlerce uzunluktaki tırnakları ile prodüktörü dehşete düşürürken, “In The Skies”, “Proud Pinto” ve “Carry My Love” dinleyenlere bir nebze eski günleri hatırlattı.
“Mecburdum. Çoğunu Mickey yazdı. Bence funky değil ama, çok bluesy biralbüm oldu. Ronnie Johnson iyi bir gitarist. Bir de o Kızılderiliyi seviyorum, Jesse Ed Davis’i.”
Eylül 1996, MOJO
Sonraları pek duyulmadı sesi. Bir gün onu Kadıköy iskelesindeki gazete bayiinin mandalına kıstırılmış Guitar Player dergisi kapağında yağlı uzun saçları, mü’min sünnet sakalı ve tatlı gülümsemesi ile görmüştüm. Geri dönüyordu. Sonra güvenilir ve az bulunur mecmua MOJO peşine düştü. Önce yarım, sonra tam bir röportaj ile bizimkine sahip çıktı. Bu gelişmeleri, ameliyatla blues gitaristi olan Gary Moore’un tamamı Green blues’larından oluşan Blues For Greeny albümü hızlandırdı. En son ikinci röportaj, ki Eylül 1996’da yapılmıştı, bize Green’in dönüşünü muştuladı. Blues’cular çabuk sevinir, üzülür ve unutur. Bu sefer büyük sevindik Greeny!
Roll, sayı 7, Mayıs 1997
PETER GREEN ANLATIYOR
Her şeyi tekrar öğreniyorum
Tekrar gitar çalmak nasıl bir şey?
İyi. Çok iyi. Yeniden öğreniyorum, bu durum beni mutlu ediyor. Şimdi birkaç gitarım var. Eskiden hiç yoktu. Şimdi her öğleden sonra, hatta bazen bütün gün gitar çalıyorum. Açıyorum country kanallarını televizyonda, çalıyorum.
Eski günlerdeki gibi mi?
Yok, alâkası yok. Artık blues çalmıyorum. Blues çalmak beni yaralıyor. O eski melankolik parçaları çalmak istemiyorum açıkçası.
“Man Of The World” sahiden çok hüzünlü…
Evet öyle, ama tehlikeli bir melankolizm değil. Biraz yüzeyden bir şey. Şimdi bakıyorum da, Jeremy’yi, hatta Mick’i bile unutmuşum. Mick ile şimdilerde tekrar görüşüyoruz. Her seferinde bizim eski zamanlardan bir şeyler getiriyor ve çalar çalmaz ağlamaya başlıyor.
“Kendimi hep metal işçiliği yapıp marangozluğu hayal eden talihsiz bir sanatkâr gibi hissettim blues çalarken. Ben blues çalabilmek için çok gencim. Blues zenci ihtiyarların müziği. Mesela dün ‘Spoonful’ çalıyordum. Howlin’ Wolf ve Hubert Sumlin… İşte blues o.”
Sen eskileri dinliyor musun peki?
Hayır. Eğer bir yerde jukebox falan varsa, biri çalarsa, ancak o zaman. Zaten kayıt süreci hâlâ çok net olarak zihnimde. Evde bir setim yok müzik dinlemek için. Favorilerimi sorarsan, başta “Albatross” gelir. Sonra da “Green Manalishi” ve “Need Your Love So Bad” . Şimdi bu parçalar artık paslandı benim için. Eski günlerde onları yeterince çaldım. Artık ilerlemek istiyorum. Geçen yılbaşında bir yere davetliydim ve partide “Green Manalishi”
çaldılar. O sırada bir kız bana dans teklif etti. Nesine dans edeceğim diye düşünürken parçanın içindeki Afrikan davulları farkettim. Eski Mac parçaları, benim kafamda artık çok başka yerlere geldi.
Yeni parçalar var mı?
Gitar çalmak, bence gölgelerle ifade edilebilecek ses yoğunlukları ve cümlelerden oluşur. Pastel gölgeler ve renkler… “Oh Well” bu farklılığa sahip, iki bölümlü ve farklı tonlara
sahip bir parça.
O zamanlar seni gitar tanrısı olarak görüyorlardı…
Anlamıyorum! Daha tam gitar çalamazken beni göklere çıkardılar. Daha öğreniyordum o zamanlar! Misal, Wes Montgomery ile karşılaştırırsan ben gitar bile çalamıyorum. Kapasitem ve tekniğim çok sınırlı. Mesela John McLaughlin!
Ama o çok teknik ve ruhsuz seninle karşılaştırılırsa!
Sakın öyle deme! Müzisyene öyle söylenmez. Caz, teknikle ruhun birleştiği bir şey.
İnsanların seni hâlâ çok beğenmesinin sebeplerinden biri, senin müthiş duygulu çalman…
Evet, hissetmek… Bence öyle değil. Hissetme dedin mi Otis Redding’in gitaristi Steve Cropper aklıma geliyor. Bir zamanlar, özellikle Steampacket ve Peter B’s ile çok soul çaldık biz.
Hâlâ müziği insanlarla iletişim kurmak için bir araç olarak görüyor musun?
Evet, içimdekini lafa dökme konusunda hâlâ çok başarısızım. Eskiden hem müzik yapmak çok zor geliyordu hem de konuşarak anlaşmak. Şimdi her şeyi yeniden öğreniyorum.
Müzik seni hâlâ ürkütüyor mu? Eski röportajlarında müzik yapmanın çok karmaşık ve sana zarar veren bir şey olduğunu söylüyordun.
Blues haricinde hiçbir müzik beni artık korkutmuyor.
İnançların… O zamanlar nasıl hissediyordun?
İsa! İseviydim!
Şimdi?
Melekler ve Hıristiyanlık bana iki kat boş geliyor.
Şu paradan kurtulma dönemleri…
Bir gün bana bir görüntü göründü o günlerde. Bir tezgahtâr kızın görüntüsü, para falan sayıyordu. Sonra bir sesin “bak ünlü olmak seni özünden, sınıfından nasıl uzaklaştırdı!” dediğini duydum. Tamam, ben hiçbir zaman bir tezgahtâr veya bir yer cilacısı olamayacaktım ama, bu tecrübe beni zedeledi, değiştirdi. İsevi olursam kurtulurum diye düşündüm, sarılacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Sonra menajerim Clifford Davis vasıtası ile Afrika’daki açlık felaketini içeren bir film izledim. Warner Bros’tan gelen tüm parayı buraya yardım yapılması için bağışladım. 12 bin pound. Biafra görüntüleri… Çok zengindim ve aç insanları televizyonda fındık ezmesi yiyerek izlemekteydim. O zamanlar çok kötüydüm. Bir nevi hastalık aslında. LSD’nin ışığına inanıyordum. LSD ile Musevi olmanın ezikliğinden, blues’un derinliğinden kaçabileceğimi zannediyordum. Boktan bir evlilik yapmıştım, parmağımı kaldıracak halim yoktu. Yaptığım müzik bir yana, gitarda ve müzikte bilmediklerimin çokluğu ile hayal kırıklığına uğramıştım. Sonra Santana “Black Magic Woman”ı, Aerosmith “Rattlesnake Shake”i yaptı. Çalışmama gerek kalmayacak kadar para gelmeye başladı…
BB King senin için “blues çalıp da tüylerimi diken diken edebilen tek beyaz” demiş.
O onun kibarlığı! 60’larda beraber çıktığımız turneyi kastediyor olmalı. Kendimi hep metal işçiliği yapıp marangozluğu hayal eden talihsiz bir sanatkâr gibi his settim blues çalarken. Ben blues çalabilmek için çok gencim. Blues zenci ihtiyarların müziği. Mesela dün “Spoonful” çalıyordum. Howlin’ Wolf ve Hubert Sumlin… İşte blues o. İngiltere’de eskiden Sumlin gibi gitar çalmak için her şeyimizi vermeye razıydık.
Bu aralar devamlı televizyon izliyorum. Özellikle de MTV’yi. Gerçi o aradaki animasyonlar beni hasta ediyor, ama yeni grupları izlemek çok hoşuma gidiyor. Tam bir Björk hastasıyım. Hatta geçenlerde onun “Human Behaviour” parçasının videosunu almaya gittim, salak bir disko versiyonu ile karşılaştım; çok bozuldum. Red Hot Chili Peppers ve Luniz – Ed çok iyi. PJ Harvey’yi Brit ödüllerinde izledim. Tatminkâr. East 17 gibi yumuşak şeylerden de zevk alıyorum. Fakat Soundgarden müthiş! Gitaristleri bambaşka! Yalnız Suede var ya, işte onlardan nefret ediyorum. “Animal Nitrate” parçaları beni tiksindiriyor! Şimdi ne oldu onlara, pek görünmüyorlar?