ÇİN’İN YÜKSELİŞİNİN KISA TARİHİ-I

Söyleşi: Ulus Atayurt
27 Ekim 2022
Sajjad Ahmed, Bir Kapitalist Rüya, 2016
SATIRBAŞLARI

16-22 Ekim 2022 tarihleri arasında ÇKP’nin 20. kongresinden Xi Jinping’in üçüncü dönem daha parti genel sekreterliği ve devlet başkanlığına devam etmesi kararı çıktı. Bu Mao döneminden beri bir ilk. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?*

Ceren Ergenç

Ceren Ergenç: Bu beklenen bir sonuçtu. Kongrede yeni politbüro daimi komitesi üyeleri de seçildi Esas merakla beklenen ise başbakanın kim olacağıydı, çünkü başbakanın Xi’yle aynı hizipten olması durumunda Xi’nin 2018’deki anayasa değişikliğinden beri adım adım ördüğü güç konsolidasyonu gerçekleşirdi. Aksi olursa ve en güçlü rakip hizip konumundaki Parti Gençlik Kolları başbakanlık koltuğunu ele geçirirse, siyasette bir genişleme yaşanabilirdi. Şu anda Xi’nin müttefiki, Şangay valisi Li Qiang’ın başbakan olması kesinleşmiş görünüyor. Buna sürpriz bir gelişme denebilir. Başbakanlık yarışının Xi’nin gücünü bölecek eski Parti Gençlik Kolları başkanı Hu Chunhua ve Xi’nin beraber çalışmayı kabul edebileceği eski başbakan yardımcılarından Wang Yang arasında geçeceği düşünülüyordu, çünkü Li Qiang, yazın iki ay süren Şanghay karantinasını yönetemeyerek gözden düşmüştü. Fakat kongre sırasında önce Wang Yang Politbüro Merkez Komitesi’ne giremedi, ardından Hu Chunhua Ulusal Halk Kongresi Daimî Komitesi’ne giremeyerek elendi. Li Qiang’ın yakın tarihli bir siyasi başarısızlıktan sonra, deyim yerindeyse, küllerinden doğması, Xi’nin herhangi bir uzlaşma adayını dahi kabul etmeyeceğinin işareti.  Bu kongrede Xisizm’in parti anayasasına girmesiyle de artık yeni bir döneme geçildiğini söyleyebiliriz. Önümüzdeki dönemde yerli pazarların öncelenmesi, Tayvan’ın anakaraya katılması, küresel ticarette paralel tedarik zincirlerinin kurulmasıyla ilgili hamlelerin daha kararlı yapıldığına tanık olabiliriz.  

Yeni döneme geçilirken, bugün varılan yerin başlangıç noktasını ve devamındaki kilometre taşlarını gözden geçirelim. “Önemli olan kedinin rengi değil, fareyi yakalamasıdır” sözüyle ünlü Deng Xiaoping’in döneminde (1978-1992) komünizmi terk etmeden yoksulluğu aşmak şiarıyla başlayan ilk liberalleşme dalgasını Çin Şok Terapisinden Nasıl Kaçındı (Routledge, 2021) kitabında Isabella Weber şöyle tasvir ediyor: “Önce tarımda deney yapıldı. Komün sistemi kaldırılırken kotalar aileler üzerinden devam etti. Fazla üretim pazara açıldı. Ardından kentlerde planlı ekonominin kurumları pazar ekonomisine geçiş için kullanıldı. Kamusal üretim birimleriyle devlet pazara dahil oldu. Bu seçimde 1980’lerde Doğu Avrupa’da yapılan gözlemlerin de payı vardı.” Bu resme katılır mısınız?

Çin’in Soğuk Savaşın bitmesinin ardından SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dönüşümünü en iyi izleyen aktör olduğu doğru. Bunu bugün ABD’li akademisyenler ve siyasetçiler de kabul ediyor. 1980’lerde Doğu Avrupa’ya ziyaretler yaptılar, dönüşümü derinlemesine incelediler. Kendi dönüşüm modellerini buradan çıkardıkları derslerle kurdular. Öncelikle, kent yerine kırsal ekonominden başlamaya karar veriyorlar. Onu pazara açtıktan sonra kent ekonomisine bağlıyorlar.  Sanayileşmenin başarılabilmesi adına kentlerin ekonomideki ağırlığı tedricen artırılıyor. Ama o dönemde “ekonomiyi nasıl dönüştürürüz” sorusundan daha geniş bir ders çıkardılar. Hâlâ da bu dersi uyguluyorlar: Herhangi bir dönüşüm için hazır bir reçete ya da baştan planlandığı gibi uygulanan bir rota yerine, daha pragmatik, deneme-yanılmaya yer açan bir yol izlemek en doğrusu. Bu yöntemin rejimin ve parti devletin bekası için önemli olduğu kanaatine vardılar. Zira Doğu Bloku’nda kapitalist dönüşümün bir reçeteyle uygulanması, tamamen ya da kısmen işlememesi büyük bir halk tepkisine neden olmuş ve ortaya çıkan öfke siyasi iktidarlara yönelmişti. Çin’in buradan çıkardığı makro ölçekteki sonuç ekonomi politikaları olabildiğince esnek planlamak, işe yaramadıkları zaman hızlı değiştirebilmek, işleyen planların yan etkilerini hemen ortadan kaldırmak oldu. Katılıktan kaçınmak  ekonomik sorunlar öfkeye dönüşüp siyasal iktidara yönelmeden dönüştürülebiliyordu. Dolaysıyla, bir Çin modelinden bahsetmek güç, çünkü model sürekli değişiyor. Ama illa bahsedeceksek, model planlamadaki esneklik ve hızlı karar değiştirebilme yetisi olarak nitelendirilebilir. 

22 Ekim’deki kongrede Xisizm’in parti anayasasına girmesiyle de artık yeni bir döneme geçildiğini söyleyebiliriz. Önümüzdeki dönemde yerli pazarların öncelenmesi, Tayvan’ın anakaraya katılması, küresel ticarette paralel tedarik zincirlerinin kurulması ile ilgili hamlelerin daha kararlı yapıldığına tanık olabiliriz.

Dönüşüm öncesinde, Milton Friedman dahi Çin’e gitmiş, “şok doktrini” planını parti yetkililerine kabul ettirdiğine dair vehme kapılmış. Oysa, Çin yönetimi II. Dünya Savaşı sonrasında Federal Almanya’daki “Erhard mucizesini”, ordo-liberalizmi de yerinde inceleyip uygun bulmamış. Yoksulluktan çıkışı liberalleşmede görmüşler, ama nasıl olacağına dair epey derin bir tartışma yürütülmüş.

Bugün de Çin rejimi için kesinlikle bunu söyleyebiliriz. Dışardan bakıca her şeye politbüro karar veriyor, emrivakiyle uygulatıyor izlenimi ediniliyor. Oysa, karar alma süreçleri şeffaf olamasa da epey katılımcı. Kararlar öncesinde birçok mecraya danışılıyor, çeşitli örnekler derinlemesine tartışılıyor. Karar alma sistemiyle ilgili bir diğer yanılgı da partide kararların oy birliğiyle verildiği ve hemen uygulamaya geçildiği yönünde. Oysa, 1980’ler boyunca Çin Komünist Partisi içinde çok büyük çatışmalar yaşandı. Rejimin gidişatına dair endişeleri sadece 1989’da Tiananmen’de sokağa çıkan halk kitleleri değil, parti içindeki gruplar da dile getirdi. Her karar aşamasında çok uzun süren tartışmaların ardından muhalifler ikna edildi. 1990’lardan itibaren ise ÇKP içinde yoğun tartışma ortamı azalmaya başladı. Görüş ayrılıkları daha minör, spesifik politikalarla sınırlı hale geldi.  1980’ler toplumsal açısından çok daha çalkantılı yıllardı.

Liberaller Tiananmen katliamını şöyle tasvir ediyor: Daha çok kapitalist demokrasi isteyen öğrenciler katledildi. Oysa Naomi Klein, o dönemde öğrenci liderlerinden olan Wang Hui’nin Çin’in Yeni Düzeni (Theodore Huters, 2006)kitabına referansla başka bir tablo çiziyor: Göstericiler arasında liberalleşmeden şikâyetçi kentli proletaryave artan eşitsizliğe karşı çıkan Marksist öğrenciler başı çekiyordu. Tiananmen 1990’larda ucuz işgücüne ve ihracata dayalı modele seslerini yükseltme ihtimali olan kesimlerin şiddetle bastırılmasına vesile oldu. Katılır mısınız?

Evet. Tiananmen Doğu Bloku’ndaki gibi rejim karşıtı bir gösteri değildi. Meydandakiler reformları eleştiriyordu. Burada bir parantez de açayım. Katliamdan dolayı gösteriler başkent Pekin’deki Tiananmen Meydanı ile özdeşleşse de, bir araya gelen öğrenciler ve işçiler birçok büyük kentte meydanlara çıkmıştı. Tüm ülkeye yayılan, dönüm noktası mahiyetinde bir hareket söz konusuydu. Amaç rejimi değiştirmek değildi. Ekonomik reformları kıyasıya eleştiren sınıf temelli bir hareket söz konusuydu. Bu yüzden de hareket şiddetle bastırıldıktan sonra ÇKP’nin kendisini toparlaması birkaç yıl aldı. O dönemde devlet başkanı Deng Xiaoping bir sınıf analizi yaptı. Katliamdan üç yıl sonra, 1992’de, ülkenin daha zengin güney eyaletlerine yaptığı gezide bir yandan kapitalist dönüşümün devam edeceğinin işaretlerini veriyor, diğer yandan da muhtemel muhalefete göz yumulmayacağını sezdiriyordu.

Çin Komünist Partisi kongresi

Dolaysıyla, 1990’larda “Asya Kaplanları”nın ilk yıllarını andıran, ihracata ve ucuz işgücüne dayalı büyüme modeli sırasında Tiananmen’den çıkarılan ders, işçi sınıfı üzerindeki baskıyı artırmak mı oldu?

Evet. Dönüşümün potansiyel muhalefetini sindirmek işlevi gördü. 1990’larda bastırma işlevini üstlenen Deng Xiaoping’di. 1992’deki güney gezisi sırasında artık devlet başkanı değildi, ama liberalleşmeyi başlatan lider kültünün sahibi olarak hâlâ bir nevi iktidardaydı. Ancak reformların toplum ve devlet arasındaki ilişkiyi değiştiren bir başka boyutu daha var. Deng Xiaoping’in niyeti kapitalist dönüşümü sağlama almaktı. ÇKP’nin daha ılımlı, liberal kanadını temsil ediyordu. Onun tercihi muhalefeti sisteme dahil ederek sessizleştirmekti. Zaten 1990’lar boyunca siyasi gücü yettiği ölçüde bunu yapmaya çalıştı. Ancak ondan bir kuşak önce gelen, Mao döneminde iktidarda bulunan “parti büyükleri” işçi ve öğrencilerin meydanlara çıkmasını rejime ve parti devlete büyük bir tehdit olarak algıladı, hareketi şiddetle bastırma yolunu seçti. Bu da ÇKP içinde büyük bir kırılma yarattı. Muhalefeti sistemin içine çekerek sessizleştirmek isteyenler aslında bir ölçüde müzakereye alan bırakıyordu.

Hu Jintao dönemi (2002-2012) çok daha çoğulcu, özgürlükçü bir dönemdi. Ama Xi Jinping döneminde müzakere yerine bastırma yoluna geri dönüldüğünü görüyoruz. Sembolik açından bunun tarihsel kökenlerini Tiananmen’deki o geceye, kavgayı “parti büyüklerinin” kazanmasına geri götürebiliriz.

Katliamın yapılacağını anlayınca, katliamdan önceki gece Deng Xiaoping’in yardımcısı Zhao Ziyang meydana inip öğrenci liderleriyle konuştu, onları meydandan çekilmeye ikna etmeye çalıştı. Öğrenciler vazgeçmeyince Zhao Ziyang devlet adına göstericilerden özür diledi. Ancak katliam olacağını açıklıkla söyleyemedi. Özrün sebebi daha ılımlı kanadın parti içindeki mücadeleyi kaybetmesiydi. Gerçekten de bu tarihi dönüm noktasının ardından toplum ve devlet arasındaki ilişki belli bir yola girdi. Müzakere yerine bastırma ön plana çıkmaya başladı. Öte yandan, devlet ve halk arasındaki ilişki zaman içinde farklı liderler altında farklı biçimler aldı. Örneğin Hu Jintao dönemi (2002-2012) çok daha çoğulcu, gazeteciler ve akademisyenler açısından özgürlükçü bir dönemdi. Ama şimdi Xi Jinping döneminde müzakere yerine bastırma yoluna geri dönüldüğünü görüyoruz. Sembolik açından bunun tarihsel kökenlerini Tiananmen’deki o geceye, kavgayı “parti büyüklerinin” kazanmasına geri götürebiliriz.

Sosyolog Ho Fung Hung ABD-Çin geriliminin 2008 krizinin ardından, Çin’in piyasa ekonomisinde frene basmasından kaynaklandığını söylüyor. 1990’larda ABD-Çin ilişkililerinde Wall Street’in ağırlığının artığını, “insan hakları” söyleminin pek kullanılmadığını ekliyor. 2012 Obama-Clinton Asya Ekseni (Pivot to Asia), Trans Pasifik Ortaklığı (TPP, 2017) planlarının bundan kaynaklandığını öne sürüyor. Tayvan’la ilgili tasarıların sayısının artmasını da buna yoruyor. Sizce ABD-Çin ilişkilerinde dönüm noktası neresi? Bunun Çin’in ekonomik tarihi ile ilişkisi nasıl? 

Yaptığınız zamansal bölümleme doğru. 1990’larda gelişen ihracatın ardından, 2001’de, Çin ABD’nin desteğiyle Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edildi. Deng Xiaoping’in 1992’de küresel ekonomiye eklemlenme konusunda güvence vermesinin ardından, Çin’in ABD hegemonyasını tehdit etmeden neoliberal düzene dahil edilebileceği düşünüldü. Bu ara dönem 10 yıldan biraz uzun sürdü.  O dönemde ekonomik işbirliği ön plandaydı. Çin de buna uygun davranıyor, dış politikada “barışçıl bir arada yaşam” doktrinini savunuyordu. Hatta zamanla gelişmekte olan ülke konumundan çıkıp merkeze doğru yol almaya başladığında bile, “Çin’in barışçıl yükselişinden” bahsediliyordu. Öte yandan, o dönemde ABD’de, Çin’deki insan haklarına pek vurgu yapılmadığına pek katılmıyorum. Demokrat Parti’nin liberal kanadı bu konuda epey tutarlı davrandı. O dönemde gündem daha çok Tibet’ti. Doğu Bloku  ülkelerinde rejim değişikliği ve Orta Asya’daki yeni cumhuriyetlerin ardından, Çin’deki azınlıklar –tıpkı 1949 devriminin sonrasında olduğu gibi– “acaba bağımsızlığımızı kazanabilir miyiz?” diye düşündü. Tibet’in bağımsızlığı ABD’li bir grup siyasi tarafından epey desteklendi. Dolaysıyla, 1990’lar ABD-Çin ilişkisi açısından biraz çelişkili bir dönem. Bir yanda çok sıkı bir ekonomik işbirliği var, diğer yanda Demokrat Parti’nin liberal kanadı insan hakları konusunda baskı yapıyor.

Bir Çin modelinden bahsetmek güç, çünkü model sürekli değişiyor.Ama illâ bahsedeceksek, model planlamadaki esneklik ve hızlı karar değiştirebilme yetisi olarak nitelendirilebilir.

Bu dönemde Çin’de, Japonya ve ABD karşıtı bir milliyetçilik de yükseliyor. Hatırlarsınız, kasıt var mı yok mu bilmiyoruz, ama Bosna Savaşı sırasında, 1999’da, ABD Çin’in Belgrad büyükelçiliğini vurdu. ABD tarafı bombalamanın bir yanlışlık olduğunu söylüyor. Ama o zamanlamayla böyle bir yanlışlığın yapılması epey zor gözüküyor. Bu olay Çin tahayyülünde ABD’nin Çin’in yükselişini baskılamaya çalıştığı anlamı kazandı. O haleti ruhiye bugün de devam ediyor.  Burada bir parantez açmak lâzım. Çin’de “Yüzyıllık Aşağılanma” yaygın kullanılan bir kavram. 1839’da Afyon Savaşları ile başlayan ve İngilizlere karşı kaybedilen hegemonyayı tanımlar. 1842’de imzalanan Nanjing Anlaşması Çin’in imzaladığı ilk eşitsiz anlaşma sayılır. Ardından, 100 yıldan fazla süre boyunca Batılı sömürgeci güçler tarafından önce Çin’in parçalanması, ardından Soğuk Savaş sırasında izole edilmesi dönemi geliyor. Belgrad’daki bombalama bu aşağılanma söylemine tam anlamıyla oturdu. 1990’larda “Yüzyıllık Aşağılanma” söylemi kamuoyunda hızla yayıldı. Yani, ABD’nin ekonomik işbirliği adına o dönemde tam manasıyla geri çekildiğini, iki ülke arasından siyasi çekişme olmadığını söyleyemeyiz.

Şimdilerde “II. Soğuk Savaş” diye nitelendirilen zıtlaşmanın tarihsel öncüllerini 1990’lara dayandırabiliriz. Ama iki ülke arasındaki ilişkide 2008 krizi çok önemli bir dönüm noktasıydı. Ancak buna 1997’deki Asya finansal krizini eklemek gerekir. Çok yara almadan çıktığı 1997 ve 2008 krizleri Çin’in küresel güç yarışındaki düşünce şeklini değiştirmesine neden oldu. 1997 kriziyle finansallaşmaya, küresel finans sistemine entegrasyona, en azından kendi bankacılık sisteminde ket vurmaya karar verdi. Öte yandan, finansallaşmaya emlâk sektöründe engel olamadı. Bu açıdan ABD’ye benzedi. Günümüzde Çin’in de çok büyük bir emlâk balonu var. Ama bankacılık sistemi hâlâ çok sıkı kontrol edildiği için emlâk balonu büyük ihtimalle ABD’deki gibi patlamayacak.

Çok yara almadan çıktığı 1997 ve 2008 krizleri Çin’in küresel güç yarışındaki düşünce şeklini değiştirmesine neden oldu. 1997 kriziyle finansallaşmaya, küresel finans sistemine entegrasyona, en azından kendi bankacılık sisteminde ket vurmaya karar verdi.

1997’de, “Asla Kaplanları” diye bilinen Hong Kong, Singapur, Güney Kore, Tayvan ve periferilerindeki Güneydoğu Asya ülkeleri neredeyse çökme noktasına geldiğinde, ABD ve batıdaki müttefikleri yardıma koşmadılar ya da koşamadılar. Onların yerine, yükselen bir bölgesel güç haline gelmiş Çin yardım elini uzattı. Çin’in bugün dahi, Asya-Pasifik bölgesinde sahip olduğu gücün ekonomik ve manevi kaynaklarını 1997 krizine geri götürebiliriz.  

Batıda, Çin’de 1990’larda yayılan liberal ekonomi ve ihracata dayalı büyüme modeliyle ortaya çıkacak “orta sınıfların”, tüketim toplumunun liberal demokrasiye geçişi tetikleyeceğine dair beklentiler vardı. Oysa tarih böyle ilerlemedi.

Orta sınıfların demokrasi talep edeceği kuramı Soğuk Savaş döneminde, post-kolonyal dünya düzeni görüşü içinde ortaya atılmıştı. O dönem için bile başarısı kuşkuluydu. 1990’larda bu retorik Çin için de ortaya atıldı. O dönemde Çin’de belirmeye başlayan orta sınıfı siyaseten “geliştirmek” adına ABD epey yatırım yaptı. Çin’deki STK’lar Hong Kong üzerinden desteklendi, batı dünyasında okumaları için Çinli öğrencilere çok cömert burslar verildi. Ama 1990’larda, Çin’de gelişen orta sınıf 1980’deki gibi bazı kamusal aydınların batıcılığını benimsemedi. Batıda eğitim alan genç kuşaklar tam da “yurt dışı milliyetçiliği” tabirine uygun davrandı. Batıda ayrımcılığa maruz kalan öğrenciler ülkeye milliyetçi hislerle döndü. Batı sisteminin özünde işlemediğini ve Çin’e asla uygun olmadığını düşündüler. Nihayetinde, “orta sınıf” aslında biraz muğlak bir terim. Dönemin devlet başkanı Jiang Zemin (1993-2003) akıllıca bir hamleyle yeni gelişen üst sınıfın ve büyük sermayenin ÇKP üyesi olmasının yolunu açtı. Dolayısıyla, siyasi güç talep etme potansiyeline sahip grupları sisteme entegre etti. Ardından bu durum “üç temsil” kuramıyla –ileri üretici güçlerin gelişme taleplerinin, Çin’in ileri kültürünün, Çin halkının temel çıkarlarınım temsili– 2002’de anayasaya dahil edildi. Böylece batıda orta sınıfların liberal demokrasi getireceğini vazeden modernizasyoncu eğilim hayal kırıklığına uğradı.         

Köln’de bir duvar resmi

2008 krizinin ardından Çin liberal ekonomide frene basıyor. Çin’de üretim yapan ABD’li şirketlerin olanakları kısıtlanıyor.  “Guo jin min tui” sloganıyla (“KİT’ler ilerliyor, özel sektör küçülüyor”) devlet ekonomide yeniden dümene geçiyor. Bu dönemde Beyaz Saray ilk defa Çin’in ABD’li şirketlere davranışından yakınıyor ve ABD Asya-Pasifik’e yöneliyor. 2008 krizi nasıl bir dönüm noktasıydı? 

Çin 2008 krizinden çok fazla etkilenmedi. Ekonomisi küresel ölçekteki kriz nedeniyle bir ölçüde küçüldü. Buna rağmen yapılan gözlemler sonucunda çok önemli kararlar alındı. Emlâk sektöründeki finansallaşma tehlikesi görüldü, fakat engellenemedi. Bu Çin’in çözemediği en önemli başlıklardan biri. Öte yandan, sanayide sıçrayış yapmak için sadece özel sektöre ve piyasaya güvenemeyeceklerini gördüler. 2008 krizi öncesinde neredeyse bütün KİT’ler özelleştirilmiş, sanayinin dümeni özel sermayeye teslim edilmişti. 2008’den sonra yeni bir “kalkınmacı Asya devleti” fikri ortaya atıldı. Fakat bu yeni model, devlet-sermaye ilişkisi açısından oldukça neoliberal ilkelere sahip. Tekstil gibi emek yoğun sektörlerden teknoloji yoğun sektörlere geçişin yolunu pazarın kendi dinamiklerine bırakmaktansa, devlet eliyle olmasa bile, onun yönlendirmesiyle yapılmasına karar verildi. Bu yöneliş bir açıdan Asya Kaplanları’nın ilk dönem stratejilerine benziyordu. Ama 1970’lerdekinin aksine, neoliberal döneme uygun bir taslak çizildi. Mesela, bir yandan özelleştirilen KİT’ler yeniden devletleştirilirken, diğer yandan KİT’lerin başına CEO’lar atandı. Bu CEO’ların çoğu ABD burslarıyla ABD’de eğitim almış kuşaktan seçildi. Çoğunluk hisseleri devletin elinde olan bu yeni kuşak KİT’ler Çin’in ağır sanayi, enerji ve ABD ile başabaş bir mücadele halinde oldukları dijital dönüşüm, yeşil dönüşüm alanlarındaki yeni teknoloji atılımının önderliğini yapıyor. Bu kilit sektörlerdeki KİT’ler özel sektörün yatırım alanlarını, hatta Kuşak ve Yol’u da hesaba katarsak yatırım coğrafyalarını yönlendiriyor.

2008 krizi sonrası, sanayide sıçrayış yapmak için sadece  özel sektöre ve piyasaya güvenemeyeceklerini gördüler. 2008 öncesinde neredeyse bütün KİT’ler özelleştirilmiş, sanayinin dümeni özel sermayeye teslim edilmişti. 2008’den sonra yeni bir “kalkınmacı Asya devleti” fikri ortaya atıldı. Fakat bu yeni model neoliberal ilkelere sahip.

Fortune Global listesindeki Çin devletine ait KİT’lerin sayısı 20 yılda 10’dan 124’e çıkıyor. Öte yandan, Çin hâlâ büyük ölçüde ihracata dayalı, döviz biriktirip kredi dağıtan bir sanayi ülkesi sanılıyor. Ama son yıllarda esas büyüme sermayenin ikinci çeviriminden geliyor. Çin’in borcunun GSYH’ye oranı yüzde 330’ye dayandı. Bu türden bir ekonominin sınırları neler?

Aslında iki sorunun cevabı bağlantılı. Nasıl oluyor da bunca şirket bu kadar kısa zamanda Fortune 500 listesine girebiliyor? Bunun için Çin’in geleneksel iktisadi yapısına ve devletin buna müdahalesine bakmak lâzım. Çin’in sanayideki gelişmesi ve ekonomik büyümesi piyasa koşullarına bırakılsaydı, Çinli şirketler daha çok emek yoğun sektörlerde KOBİ düzeyinde kalmayı tercih edecekti, çünkü Çin’in rekabet avantajı nüfusundan ve ucuz işgücünden geliyordu. Bu durum KOBİ’lere yeteri kadar kâr sağlıyordu. Bu yüzden de devlet yeniden kamulaştırma yaptı ve sanayi alanında yeni KİT’lere özel teşvikler ve izinler verdi, belli sektörlere önderlik yapmaları sağlandı. Böylece dünya devleri arasına giren Çin şirketleri ortaya çıktı. Bütün bunlar “yeni kalkınmacı devlet” dediğimiz dönemde hayata geçirildi.

Öte yandan, doğrudan sanayiye değil, emlâka, inşaata yönelen Evergrande örneğinde sembolleşen özel “zombi şirketler” de ortaya çıktı. Devlet bu şirketlerin yükünü de taşıyor.

Zaten bu yüzden “yeni kalkınmacı devletin” başına mutlaka “neoliberal” ibaresini de eklemek gerekiyor. Aslında bunlar çelişkili kavramlar gibi gözüküyor, ama heyhat, Çin’de bu iki durum bir arada yaşanıyor. Bankacılık sektörü çok sıkı denetlense de emlâk ve inşaat sektöründe çok büyük bir finansallaşma yaşandı. Sadece şirketler değil, yerel yönetimler de büyük bir borç yükü altına girdi. Tabiri caizse, “ekonomi fazla ısındı”. Bu sorunu ilk önce tüm ülkede gereksiz altyapı yatırımlarıyla çözmeye çalıştılar. Küçüklü büyüklü her kente yapılan stadyumlar, kongre merkezleri, fuar alanları inşaat sektörünün finansallaşmasının sonucuydu. Çin sorunu ülke içinde çözemediği ölçüde dışarıya da taşıdı. Bu yüzden Kuşak ve Yol girişimi neredeyse tamamıyla bir iç politika uzantısıdır. Nedenlerinden biri de kontrolden çıkan finansallaşmanın dışarıya taşırılmasıdır. Zombi şirketler gerçekten de büyük bir tehlike oluşturuyor. Artık sıkı denetlenen bankacılık sistemi dışında faaliyet gösteren finansal mekanizmalar da ortaya çıkmaya başladı. İlk önce büyük şirketler, ardından yerel yönetimler bu gri alandaki finansal yapılardan borçlanmaya başladı. Bugün gerek hane halkı, gerek şirket, gerekse yerel hükümet borçlanmaları tavan yapmış durumda.

Xi Jinping döneminde Çin’in istihdam ve emek rejimi tam anlamıyla neoliberalleşti. Güvencesizlik ve prekarya sınıfı çok hızla arttı. Şu anda neredeyse patlayacak noktada. Üniversiteden mezun olan gençlerin ebeveynlerinden daha iyi koşullara sahip olma imkânları yok.

Bu finansallaşma eğilimi aşırı üretim ve birikim kapasitesi iç pazara yönlendirilerek, hane gelirleri artırılarak çözülemez miydi?

Çin aslında iç tüketimi artırma yolunu denedi, ama işe yaramadı. Mao dönemi yoksulluğundan gelen Çin toplumu her ne kadar bir ölçüde orta sınıflaşmışsa da hâlâ geleneksel olarak tasarrufu tüketime tercih ediyor. Mesela, evlenmek için kültürel açıdan ev sahibi olma şartı var. Peki genç bir çift yüz binlerce dolar değerindeki bir evi nasıl alıyor? ABD’deki gibi mortgage ile borçlanmıyor. Annelerin, babaların, hatta büyükanne ve büyükbabaların tasarruflarını bir araya getiriyor. Bu yüzden de batılı anlamda tüketim kültürü gelişmiyor. Ayrıca, bu eski usul yöntem kredi havuzu fazla genişlemediği için Çin’in emlâk balonun niye patlamadığını da açıklıyor.

Geçen yıl Xi Jinping, ÇKP’nin 100. yıldönümünde, Mao’ya göndermeyle aşılması gereken üç dağdan bahsetti: Barınma, eğitim, sağlık. Hanelerin özellikle eğitim alanında epey borç yükü var. Ev fiyatları milyon dolarlarla ifade ediliyor. Bu alanlarda ülkedeki somut durum nasıl? David Harvey bu yönelimin sola kayışın habercisi olabileceğini düşünüyor. Katılır mısınız?

Harvey Çin analizinde ağırlıklı olarak dünya sistemleri kuramını kullanıyor. Daha çok devlet ölçeğinde analiz ediyor. Bu nedenle, Çin’i küresel hegemonik mücadelede solda konumlandırıyor. ABD’yle kıyasladığınızda Çin elbette daha solda yer alıyor. Ancak, ölçeğimizi ulus-altı düzeye çekince karşımıza neoliberal bir devlet çıkıyor. Sadece finansal açıdan da değil, örneğin özellikle Xi Jinping döneminde, Çin’in istihdam ve emek rejimi tam anlamıyla neoliberalleşti. Güvencesizlik ve prekarya sınıfı çok hızla arttı. Şu anda neredeyse patlayacak noktada. Üniversiteden mezun olan gençlerin ebeveynlerinden daha iyi koşullara sahip olma imkânları yok. Bu Çin’in en büyük toplumsal sorunlarından biri. Genç işsizliği Mao sonrası dönemin en yüksek noktasında ve yükselmeye devam edecek. 1997’de çıkan İş Kanunu’ndan itibaren, her tür neoliberal emek rejimi tedricen yerleşti. Buradan bakınca Çin’i solda konumlandırmak güç. Barınma, sağlık ve eğitimde sola kayılacağına dair görüşe de katılmıyorum. Eğer illâ da bir “sola kayış”tan bahsedilecekse, bu şu anki devlet başkanı Xi Jinping değil, selefi Hu Jintao döneminde yaşandı. Jintao özelleştirmeler sonrası yaşanan büyük işsizliğin ve kent yoksulluğunun önüne geçmek için refah devleti politikalarını bir ölçüde yeniden inşa etti. Barınma ise topyekûn pazar ekonomisinde kaldı. Eğitim ve sağlık kısmen kamulaştırıldı. Köyden kente göçen ailelerin çocuklarının devlet okuluna gitmesini sağlayan eğitim reformu yapıldı. Şimdi, barınma, eğitim ve sağlığın aciliyet arz ettiği kesinlikle doğru. Zaten Jinping de bunu dile getiriyor. Peki çözüm önerisi ne? Neoliberalleşmeye hız vermek. Zira hizmeti özel şirketler verecek. Sağlık ve eğitim hizmetleri taşeronlaştırılıyor. 1980’lerde batıda başlayan bu türden “yeni kamu yönetimi” Çin’e Xi Jinping döneminde yerleşti. “Dağları” bu şekilde aşmayı planlıyorlar. 

*Bu soru-cevap Express’in güz sayısında yayınlanan söyleşiye ÇKP kongresinden sonra eklenmiştir. Ayrıca, buradaki bazı bölümler sayfa kısıtı nedeniyle dergide yer alamamıştır.

Son dönemlerde zenginlerin varlıklarını yurt dışına çıkarmaları engelleniyor, özel şirketlere sermaye kontrolleri geliyor. Bunun toplumsal huzursuzlukla, yavaşlayan ekonomiyle de ilişkisi var mı?

Var. Toplumsal huzursuzluğa karşı sıkı önlemler alınırken 2018’deki anayasa değişikliğiyle devlet başkanının karar alma yetkileri artırıldı ve iki dönem kuralı kaldırıldı. Xi Jinping herkese “ bir dönem daha iktidarda kalırsa neler yapacak” sorusunu sordurtuyordu. 22 Ekim kongresindeki karar öncesinde büyük ve orta ölçekli yerel sermayeyi kontrol altına almaya başladı. Her geçen gün daha çok CEO yolsuzluklar yüzünden kovuşturmaya uğruyor. Çin’in en zengin patronlarından, Alibaba’nın sahibi Jack Ma yolsuzluk iddiasıyla soruşturuldu. En son yarı iletkenleri üreten dev Tsinghua Unigroup’un başındaki Zhao Weiguo soruşturmaya uğradı. Aynı şekilde, federal bölgelerde, Türkiye ölçeğine göre epey büyük sermaye grupları kontrol altına alınıyor. Zenginlerin yurt dışına para kaçırması engellenmeye çalışılıyor. Örneğin, yakın geçmişte Kanada’nın Vancouver kentinin nüfusu Çin’den giden zenginlerle hızla arttı. Parti kongresi öncesinde yerel sermayenin yine yurt dışına kaçmaya çalıştığı konuşuluyordu. Kaçmak istenen ülkeler arasında Avrupa’da İspanya ve Portekiz, Asya’da Singapur ve Malezya da yer alıyor. Singapur’a Ulusal Güvenlik Yasası öncesi ve sonrasında Hong Konglu sermaye zaten kaçmıştı. Şimdilerde Singapur’da Çinli sermayedarlara vatandaşlık hakkı vermek için talep edilen miktar bir hayli attırıldı. Zenginler Xi Jinping’in üçüncü dönemimin ne getireceğini bilmedikleri için de kaçıyor

^