Mülteci ve yabancı düşmanı sağcı iktidarın ortağı faşist Avusturya Özgürlükçü Partisi’nin (FPÖ) başındaki Heinz-Christian Strache’ın 2017 yılında katıldığı kokainli bir partide Rus işadamının yeğeni olduğu iddia edilen bir kadınla yaptığı pazarlığın basına sızması sağcı Avusturya hükümetinin düşmesiyle sonuçlandı. Avrupa Parlamentosu seçimlerinden kısa süre önce patlak veren skandal, başta Almanya olmak üzere Avrupa sağını kısmen de olsa frenledi. Strache ve sağ kolu Johann Gudenus’un İspanya’nın İbiza adasında katıldığı gizli görüşmenin yedi saatlik kaydının sadece on dakikalık bölümü faşist FPÖ’nün hükümet ortaklığından çekilmesine, koalisyonun büyük ortağı Avusturya Halk Partisi’nin başkanı ve başbakan Sebastian Kurz’un güvensizlik oyu almasına ve hükümetin düşmesine yetti. Avusturya ve belki de Avrupa tarihine İbiza skandalı olarak geçen olayın ülke içindeki ve Avrupa genelindeki etkisini, yansımalarını ve muhtemel sonuçlarını RheinMain Wiesbaden Üniversitesi Toplumsal Bilimler kürsüsü öğretim üyesi İlker Ataç’tan dinliyoruz.
Irkçılığıyla bilinen Avusturya Özgürlükçü Partisi (FPÖ) düne kadar iktidarın koalisyon ortağıydı. Fakat bu ortaklık, FPÖ’nün başındaki Heinz-Christian Strache’ın iki yıl önce kokainli bir toplantıda, bir Rus işadamının yeğeniyle yaptığı “ahlâksız pazarlığın” videosu ortaya çıkınca bitti. Yedi saatlik olduğu söylenen gizli kamera kaydının çok azının kamuoyuna yansıması sağ iktidarı sarsmaya yetti. Avusturya siyasi tarihine İbiza skandalı olarak geçen olay tam olarak neydi ve sağ siyaset açısından sonuçları ne oldu?
İlker Ataç: Ekim 2017’deki ulusal seçimlerden Avusturya Halk Partisi (ÖVP) birinci çıktı. Partinin genel başkanı Sebastian Kurz, aşırı sağcı Strache’ın partisi FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi) ile koalisyona giderek hükümeti kurdu. Dolayısıyla Strache, skandal ortaya çıkana kadar başbakan yardımcısıydı. Strache’a söz konusu skandal partide eşlik eden Johann Gudenus da FPÖ’nün Meclis grup başkanıydı. Gudenus daha önce partisinin Viyana temsilcisiydi ve parti içindeki aşırı sağın da başını çekenlerdendi. Bu ikisi, ulusal seçimden önce İspanya’nın İbiza adasında bir Rus milyarderinin yeğeni olduğu iddia edilen bir kadınla uzun bir görüşme gerçekleştiriyorlar. Ne hikmetse bu yedi saatlik görüşmenin on dakikalık kaydı şimdi ortaya çıktı. Skandalı ifşa eden, Der Spiegel dergisi ve Süddeutsche gazetesinin dahil olduğu Alman medyası. Görüşme esnasında, masanın üstünde beyaz çizgi olarak görünen şeyin kokain olabileceği üzerine varsayımlar yapıldı. Strache ve Gudenus’un aşırı alkollü olduğu ise açık. Görüşmede Strache, Rus işadamının yeğeni olduğu söylenen kadına, Avusturya’nın yüksek tirajlı, sağcı Kronen Zeitung gazetesini satın almasını teklif ediyor. Hatta 2017 seçimlerini işaret ederek, bu gazeteyi seçimden hemen önce alması halinde oradaki birkaç gazetecinin atılıp yerine başka gazetecilerin alınabileceğini, bu gazetenin desteğiyle FPÖ’nün birinci sıraya yükselebileceğini söylüyor. Aynı zamanda Rus işadamının, FPÖ’ye 500 bin ila 2 milyon euro arasında bağış yapması durumunda, kamu ihalelerini almasında yardımcı olunacağı vaadinde bulunuyor.
Bunun Avusturya’daki yankısı nasıl oldu?
Demokratik toplum açısından bakıldığında, özellikle siyasi partilerin devlet gücüyle ilişkileri bakımından çok sıkıntılı söylemler olduğu için Avusturya’nın tek gündem maddesi haline geldi. Video 17 Mayıs cuma günü, akşam üzeri yayınlandı. Ertesi gün Strache, yirmi dakikalık bir basın toplantısında kamuoyundan, eşinden ve birkaç şahıstan özür dileyerek görevinden istifa etti. Fakat bunu yaparken de kendisine komplo kurulduğunu söyledi. Gudenus ise hem görevinden hem de partisinden istifa etti. FPÖ ise, tam seçim öncesine denk getirilen bu skandalı, Avrupa’da kendilerinin güçlenmesini istemeyenlerin bir komplosu olarak değerlendirdi. Böylece skandalı tipik bir sağcı popülist söylem üzerinden mağduriyete, Almanya’daki “solcu” gazetelerin tezgâhına bağladılar.
Bu söylem başta sağ taban olmak üzere Avusturya kamuoyunda nasıl karşılandı peki?
İbiza skandalının ortaya çıkmasından hemen sonra, geçen hafta sonu yapılan AB Parlamentosu seçimleri buna dair bir fikir verebilir. FPÖ 2014’teki AB seçimlerinde yüzde 19,7 oy almıştı. Bu sefer aldığı oy ise yüzde 17,2 oldu.
2017’deki genel seçimlerde kaç oy almıştı?
Yüzde 26 oy almıştı. İbiza skandalı öncesinde yapılan kamuoyu araştırmalarında FPÖ’nün AB Parlamentosu seçimlerinde yüzde 23-25 oranında oy alması bekleniyordu. Dolayısıyla, aslında oylarında yüzde 6-8 oranında düşüş olduğu söylenebilir. Ama tabii İbiza skandalının büyüklüğü göz önüne alındığında, bu oy düşüşünün daha yüksek olması beklenirdi.
FPÖ’nün Avusturya’da kemikleşmiş bir tabanının oluştuğu, ne yaparsa yapsın belirli bir kesimin oylarını almaya devam edeceği görülüyor. Bu da aşırı sağın, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın ne kadar ön planda olduğunu gösteriyor.
Düşüşteki azlığı neye bağlamak lâzım?
FPÖ’nün Avusturya’da kemikleşmiş bir tabanının oluştuğu, ne yaparsa yapsın belirli bir kesimin oylarını almaya devam edeceği görülüyor. Bu da aşırı sağın, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın ne kadar ön planda olduğunu gösteriyor. FPÖ zaten sistem karşıtı olduğu için böyle bir komplonun kurbanı olduğu propagandası yapıyor. Seçmenlerin bir kısmının FPÖ’yü seçme sebebi de bu zaten.
İbiza skandalının arkasında kim veya kimler var sizce?
Halen bilinmiyor, ama skandal sonrasında bile FPÖ’nün ciddi bir oy kaybı yaşamaması, kemikleşmiş oy tabanının göstergesi. Öte yandan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde en çok korkulan şey, aşırı sağın kuvvetlenmesiydi. Bunun önlenmesi gerektiğine dair bir toplumsal akım da vardı. Seçim sonuçları, aşırı sağın korkulduğu kadar güçlenmediğini gösterdi. Çünkü Avrupa kamuoyu da bu konuda temkinli davrandı ve katılım oranı yirmi sene sonra ilk defa yüzde 50’nin üzerinde oldu. Böylece görüldü ki, seçime katılım oranı arttığında aşırı sağ kuvvet kazanamıyor. Bu durum aynı zamanda Avrupa Birliği kurumlarına olan güvenin ve bu kurumların meşruiyetinin artmasına yol açar.
İbiza skandalının Avrupa genelinde bir etkisi oldu mu?
Bu konu tartışılıyor. Almanya’daki aşırı sağ parti AfD, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 10,5 oy aldı. Böylelikle 2017 Almanya federal seçimlerinde aldığı oy oranının altında kalmış oldu. AfD’nin FPÖ ile organik bağlantıları var. İbiza skandalı aşırı sağın demokratik değerleri paylaşmadığını kamuoyuna gösterdi. Dolayısıyla, İbiza skandalının Almanya’daki istikrar odaklı sağ seçmen üzerinde negatif etki yarattığı görülüyor. Aynı zamanda İtalya’da, Matteo Salvini’nin Lega’sı ilk kez yüzde 33 oy oranına ulaştı ve Avrupa’nın aşırı sağ kanadına lider olabileceğini iddia etti.
Fransa’daki faşist Ulusal Birlik Partisi (RN) lideri Marine Le Pen, İbiza skandalı sorasında yaptığı açıklamada, bu olayın kendilerini etkilemeyeceğini söylemişti. Nitekim Avrupa Parlamentosu seçimlerinde RN yüzde 23 civarında oy aldı.
Hatta oylarında bir düşmeden bahsetmek mümkün; RN 2014’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 25’e yakın oy almıştı. Dolayısıyla İbiza skandalı daha ziyade Almanya’daki aşırı sağı etkilemiş. Ulusal dinamiklerin baskın olduğu Fransa’da ise, aşırı sağ gücünü muhafaza etti. Yine de, RN’nin Macron’dan daha fazla oy olması önemli. Aynı zamanda merkez sağ ve merkez sol partiler, Almanya’da olduğu gibi büyük oranda oy kaybettiler. Yeşiller iki ülkede de kazandı.
Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, aşırı sağın korkulduğu kadar güçlenmediğini gösterdi. Katılım oranı yirmi sene sonra ilk defa yüzde 50’nin üzerinde oldu. Böylece görüldü ki, seçime katılım oranı arttığında aşırı sağ kuvvet kazanamıyor.
İbiza skandalından sonra Avusturya hükümetinde nasıl bir yarılma yaşandı?
İktidardaki ÖVP, bu skandalın içişleri bakanlığı tarafından soruşturulması gerektiğini, dolayısıyla FPÖ’lü bakanın istifa etmesini talep etti. İçişleri bakanı bu talebi kabul etmedi. Başbakan, cumhurbaşkanının belli bir bakanı görevden almasını talep edebiliyor. Nitekim Kurz, içişleri bakanını görevden alması için başvuruda bulundu. Bunun üzerine dışişleri bakanı hariç FPÖ’nün hükümetteki beş bakanı istifa etti.
Dışişleri bakanı niye kaldı?
FPÖ’yle bakanlığa gelmiş, ama FPÖ’lü olmayan bir bakandı ve “görevime devam edeceğim” dedi. Bunun üzerine Kurz, azınlık hükümeti kuracağını, boşalan koltuklara da bürokratları atayacağını söyledi. Ardından da Yeşiller’den türemiş küçük bir parti, önce başbakana karşı, sonrasında sosyal demokrat parti (SPÖ) hükümete karşı güven oylaması talep etti. Bu talep FPÖ’nün de desteğiyle kabul edildi.
27 Mayıs Pazartesi günü yapılan güven oylamasının sonuçları ne oldu?
FPÖ, SPÖ ve Yeşiller’den türeyen partinin oylarıyla birlikte hükümet düşürüldü. Bunun üzerine geçici hükümet kuruldu. Bir sonraki süreçte eylül ayındaki seçimlere kadar görevi yürütecek ikinci bir geçiş hükümeti göreve gelecek.
İbiza skandalının ırkçı FPÖ ile sağcı ÖVP arasında yarattığı ihtilaf, genel olarak Avusturya sağının geleceğe yansıyacak bir krizi anlamına geliyor mu?
Şu anda aralarındaki çelişkiler ve ihtilaflar öne çıkmaya başladı, ama eylül ayında yapılacak seçimlerden sonra, ÖVP ve FPÖ tarafından tekrar koalisyon hükümeti kurulması kimseyi şaşırtmaz. Zaten İbiza skandalının Avrupa Parlamentosu seçimlerine etkisi de bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Sonuçta FPÖ yüzde 2 oy kaybetti, ama ÖVP de oylarını beş-altı puan artırarak neredeyse yüzde 35’e yükseltti. Sebastian Kurz, zor politik durumlardan yararlanmayı başarıyor. Topluma belli bir istikrarı ancak kendisinin ve siyasi partisinin verebileceğinin altını çiziyor ve şu mesajı veriyor: “Her zaman skandala neden olan FPÖ yerine beni seç.” Ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ÖVP’nin özellikle bu aşırı sağa oy veren seçmenlerden oy aldığını görüyoruz. Aslına bakarsanız, FPÖ’yi hükümete getiren ve kilit bakanlıklara sahip olmasını sağlayan, ÖVP genel başkanı ve başbakan Sebastian Kurz. Ve aslında aşırı sağ partiyi koalisyon ortağı yaparak, bu krizin sorumlularından biri oldu. Kurz bir yandan FPÖ’yü eleştirirken, diğer yandan ÖVP ve FPÖ’nün içerik açısından birbiriyle çok iyi uyduğunu ve son bir buçuk yıl boyunca birlikte çok iyi çalıştıklarını tekrar tekrar vurguluyor. SPÖ ile büyük bir koalisyonun ise ülkeyi çıkmaza sokacağını, bir seçenek olmadığını söylüyor.
Aslında radikal sol ve yerel düzeyde farklı girişim ve sosyal hareketler mülteci ve göç konusunda yeni açılımlar yapabildiler. “Solidarity Cities”, dayanışmacı şehirler buna bir örnek. Diğer yandan sol hareket bunu kendi tabanına anlatmakta zorluk çekti. Ve bu mesela Almanya’da yer yer AfD’nin sol partiden oy devşirmesine yol açtı.
İbiza skandalı Avusturya’daki sosyal demokratlar lehine bir sonuç doğurdu mu peki?
Sosyal Demokrat Parti yüzde 24 ile bir önceki Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki aynı oy oranında kaldı, iki yıl önceki seçimlere göre de yüzde 3 oranında düştü. İbiza skandalından sonra sosyal demokratların oy kazanması beklenirken bundan faydalanamadılar. Bunun da farklı açıklamaları var. Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) 2006 ile 2017 yılları arasında ÖVP ile kurdukları siyasi koalisyonun ortağıydı. Bir buçuk senedir muhalefet partisi. Ama bu rolü üstlenirken, devlet partisi rolünden çıkıp kendisini toplumsal hareketlerle birleştiren sol bir parti niteliğine kavuşma konusunda zorluklar çekiyor. Özellikle neoliberal ve sağcı politikaların ön planda olduğu, sosyal haklar konusunda geri adımların atıldığı bir dönem oldu son bir buçuk sene. Sosyal Demokrat Parti bu koşullarda sol bir hareketin taşıyıcısı, sosyal hakları savunan bir parti haline gelemedi. 2017 seçimleri çok önemliydi. FPÖ oylarını 5,5 puan artırarak yüzde 26’ya ulaşmıştı. Halkçı Parti oylarını yüzde 24’ten yüzde 31,5’a çıkarmıştı. Avusturya’da sağ blok, hiç bu kadar kuvvetli olmamıştı. Toplam 183 sandalyenin 103’ünü sağ blok kazanmıştı.
Bunu besleyen etken ne?
2015 yılında mülteci krizi olarak da nitelenen göç hareketi, aşırı sağın güçlenmesinin önemli bir nedeni. Mültecilerin Macaristan ve Slovenya üzerinden Avusturya’ya ve devamında Almanya’ya geçmesinin, egemenlik meselesinin yeniden ulusal sınırlar ve kimlikler üzerinden kurulmasına, göç ve mülteci konularında güvenlikçi ve ırkçı bir dil üzerinden konuşulmasına yol açtığını görüyoruz. Aslında 2015 sonbaharından 2016 başına kadar Avusturya hükümeti, daha ziyade Almanya çizgisine yakın duruyordu. Mülteciler konusunda liberal, “hoşgörü” kültürünü savunan, sınırlarını geçici ve kontrollü olarak açan bir siyaset izliyordu. Fakat 2016 yılının başından itibaren, yani Almanya’dan çok önce bu siyasi yönünü değiştirdi. Entegrasyon, egemenlik ve güvenlik konularını ön plana çıkarmaya başladı. O dönemde Kurz dışişleri bakanıydı. Kurz, bu dönemde mülteci hareketlerine karşı Balkan rotasını kapatma misyonunu üzerine aldı ve bunu uyguladı. 2017 seçimlerinde girerken Kurz, Avrupa’ya göç yollarını kapatan bakan olarak kendisini öne çıkardı. Aynı zamanda, Avrupa’nın başka bir ülkesinde yaşayan AB vatandaşlarının sosyal yardımlarını kısıtlamayı ve Avusturya’da yaşayan yabancıların yardımlardan muaf tutulmasını önerdi. Bu konuda, sosyal yardımların sadece Avusturya vatandaşlarına verilmesi gerektiğini savunan FPÖ ile ortak bir noktada duruyorlar.
ÖVP-FPÖ koalisyonunun Avusturya’daki ekonomik-siyasi uygulamaları ne tür sonuçlar yarattı?
Son 18 aylık iktidarlarında otoriter bir popülizmin ülkeye hâkim olduğu söylenebilir. Sosyal yardım oranları kısıldı. Esnek iş yasası getirilerek azami çalışma saati 12’ye çıkarıldı. Orta ve orta-üst sınıf lehine vergi reformları yapıldı. Kurumsal vergi oranları düşürüldü. ÖVP, FPÖ ile karşılaştırıldığında, çok daha neoliberaldir. İki siyasi parti birlikte, neoliberal politikaların Avusturya ölçeğinde uygulanmasına önayak oldular. Özellikle göç alanında pozisyonları çok uyumlu. Sınır rejiminin sıkılaştırılması ve sınır dışı etme uygulamalarının ön plana çıktığı bir dönemdi. Aynı zamanda mülteci başvurusu yapma şartları ve yabancılar için aile birleşimi koşulları zorlaştırıldı. Göçmenlerin ve mültecilerin sosyal haklarında kısıtlamalar yapıldı. Mesela mültecilerin eşit sosyal haklara sahip olmaları için belli seviyede Almanca bilmeleri şartı getirildi. Aynı zamanda, hükümet kabinesinde silahlı kuvvetlerin, ordunun, polis gücünün ve istihbarat teşkilatının kontrolü aşırı sağcıların elindeydi. Keza bu süreçte siyasi elitler içinde antisemit ve ırkçı söylemlerin tekrarlandığı skandallar ortaya çıktı. Elbette muhalefette oldukları kadar açık bir ırkçı ve milliyetçi söyleme başvurmasalar da bu öğeleri iktidarın içine taşıdılar. Bu süreçte Sebastian Kurz “suskun başbakan” olarak anıldı. Çünkü FPÖ’nün tüm skandallarına rağmen, kendi iktidarını muhafaza etmek için suskun kaldı.
“Avrupa’da sağ yükselişte” gibi bir cümle ezber halini aldı ve Avusturya bunun çok tipik örneği. Fakat bir yandan da sağa, mülteci düşmanlığına, ırkçılığa karşı yükselen bir mücadele var. Sağın geneli aşırı sağın saldırganlığını sessiz kalarak desteklerken, sosyal demokratların da ırkçılığa bariyer koymaya çalışan solun veya liberallerin yanında çok güçlü durmadığı söyleniyor. Sizce yükselen sağa karşı yükselen bir solun koşulları oluşuyor mu?
Göç konusu, 1990’lardan beri Avrupa’nın sosyal ve sembolik olarak böleni. Avusturya için konuşursak, Sosyal Demokrat Parti 2015 yılından sonra çok bocaladı, göç konusu toplumu olduğu gibi partiyi de ikiye ayırdı. Bir yandan mültecilerin yanında duran, “hoşgörü” kültürünü savunan, toplumsal olarak liberal bir duruşu benimseyen, karşıtları tarafından kozmopolit olarak nitelendirilen bir duruş, diğer yandan ulusal sınırların yeniden kurulması taraftarı olan, göçmenlerin gelmesine ekonomik ve kültürel sebeplerden dolayı karşı olan ve merkez siyasi partilere mesafeli duran bir grup var. Her ne kadar göç ve mültecilik meselesinin ekonomik bir etkisi olsa da, kamusal tartışmaların merkezinde kültürelci bir bakış açısı baskın. 2016 yılının başından beri bu tartışma sosyal demokrat partiyi böldü ve parti baskın olan ulusal ve ırkçı söylemin dışına çıkmakta zorlandı. Bunu Almanya örneğinde de görebiliriz. Almanya’da Sol parti içinde de göçmenlerden yana ve göçmenlere karşı diye ayrışan ve kuvvetli bir sol duruş için gerekli altyapıyı sunamayan bir tartışma oldu. Aslında radikal sol ve yerel düzeyde farklı girişim ve sosyal hareketler mülteciler ve göç konusunda yeni açılımlar yapabildiler. “Solidarity Cities”, dayanışmacı şehirler buna bir örnek. Diğer yandan sol hareket bunu kendi tabanına anlatmakta zorluk çekti. Ve bu mesela Almanya’da yer yer AfD’nin sol partiden oy devşirmesine yol açtı. Aynı zamanda Viyana’da eylül ayından beri radikal ve bağımsız sol hareket yer yer sendikanın katılımıyla her perşembe sokağa dökülüyor. Özellikle geçen hafta hükümet krizine karşı binlerce kişi sokağa döküldü ve enerjisi yüksek, sokakları inleten yürüyüşler düzenlediler. Solun merkez Avrupa’daki en büyük sorunlarından biri, ekonomik ve sosyal meseleleri toplumsal tartışmaların merkezine koyabilme yetisi. Son birkaç aydır toplumsal ekoloji hareketinin özellikle refah seviyesi yüksek, Batı ve Kuzey Avrupa şehirlerinde tekrardan ön plana çıktığını görüyoruz. Bunun etkilerini Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de gördük. Mesela Almanya’daki Yeşiller Partisi, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy oranını yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkardı. Avusturya’da ise sorunlar yaşayan Yeşiller 2014 sonuçlarına yakın oy almayı başardı. Büyük Britanya ve Fransa’da “yeşil bir dalga” olduğunu görüyoruz. Her ne kadar AB seçimleri sosyal hareketlerin nabzını tutmak için çok iyi bir örnek olmasa da, merkez sağ ve sol partilerin bu konuda radikal adım atmaktan kaçınmaları, özellikle gençler tarafından kabul edilebilir bulunmuyor. “Friday for Future” hareketinin Avrupa’nın önemli şehirlerinde ekoloji konusunu toplumsal tartışmaların merkezine yerleştirmekte önemli işlevi var. Aslında solun krizi sürüyor. Toplumsal ekoloji hareketi bağlamında yaşanan heyecan, solun toplumsal olarak güçlenmesine yol açabilecek mi? Bunu önümüzdeki aylar gösterecek.