N. CAN KANTARCI’DAN İLK ROMAN: “TEPEMİZDEKİ GÖLGE”

Emre Barca
1 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Karşılaştırmalı edebiyat okuduktan sonra çevirmenlik ve editörlük yapan N. Can Kantarcı’nın 2019’da Ramin Matin’in çektiği ilk uzun metraj senaryosunda, dev bir inşaat şirketinde çalışan bir mimar, Akdeniz’de organik tarım yapan Siren’in cazibesine kapılıyor, şehirden kendini hem fikren hem de fiziken kurtarmaya çalışıyordu. Kantarcı’nın Alfa’dan çıkan 694 sayfalık ilk romanı “Tepemizdeki Gölge”de ise yazar olma heveslisi çevirmen Mehmet Kunduracı, tanıştığı anda aşık olduğu Sude’nin teklifiyle Eskişehir’e döner. Sude çok geçmeden Mehmet’in burun büktüğü kayınpeder mesleği kunduracılığa el atar, işleri büyütür, Mehmet’in kurguculuğuyla şirketin kurgusu iç içe geçer, şehir, giderek ülke, dünya dar gelir… Kantarcı’nın ilk romanı psikiyatr koltuğunda akıp giden diyaloglarıyla hem yazarın kendisine, çevresine, kuşağına hem de zamanımıza, gelecek tasavvurumuza dair şeyler söylüyor…
N. Can Kantarcı

Her metnin kaçınılmaz olarak otobiyografik bir yanı olduğu söylenir. Kurgunun yazarın yaşamındaki olgulara hiç yer bırakmadığı varsayılan türlerde ya da örneklerde bile, bu hakikat değişmez. Böylece, metindeki farazi kurgu-olgu ayrımı ve metinle yaşam arasındaki sınır belirsizleşir. Karakterle yazar arasındaki fark bulanıklaşır ve üslupla yazarın günlük dili arasındaki ayrım ortadan kalkar. Yine de elbette, pratik nedenlerle, yazarın metninde yaşamından gösterdikleri, ifşa ettikleri ile okurdan gizleyip sakladıkları arasında bir oranlama yapılır ve metne otobiyografik denilip denilemeyeceğine dair bir uzlaşıya varılır. Bazı metinler diğerlerinden daha otobiyografiktir.

Tepemizdeki Gölge işte bu eşikte ikamet eden, metin yazmak ile hayatın hikayesini yazmak arasında salınan bir ilk roman. Başına gelen felaketten sonra, terapi seanslarında aslında kendi yaşamını yazmakta olan romanın kahramanı Mehmet Kunduracı zaten bir yazardır ve kitap boyunca pişmanlıkla ve kıvançla, suçluluk duygusuyla ve kendini aklama çabasıyla örer hayatının hikayesini.

Yazmak versus günlük hayat

Yazar ve yaşamının, yazarak yaşamanın, yazıyor ya da yazamıyor olmanın romanı olarak Tepemizdeki Gölge, Mehmet Kunduracı’nın ve bir felakete dönüşen yaşamının, onun feci yazarlık macerasının, yazmakla övünmesi, avunması ve yetinmesinin romanıdır. Öyle yüceltir ki Bay Kunduracı yazmayı, neredeyse diğer tüm erdemlerden muaftır, yazıyor olduğu için. Hiç olgunlaşmamış ve olgunlaşmaya da niyeti olmayan bir oğlan çocuğu olarak, yazabildiği, erkekliğini duyumsayabildiği ve hayat gönlünce ilerlediği sürece mutludur. Geriye kalan tüm mutsuzlukların sebebi ise ya başkalarıdır ya dünya ya da ülke.

Bay Kunduracı artık sadece başına kötü bir şey gelmiş biri değil, dünyanın başına da olabilecek en büyük kötülüğü açmış kişidir. Sahi neden tam her şey “mükemmel” yol alırken baş aşağı gitmeye başlar işler?

Ama her şey neredeyse mükemmel giderken, kimsenin beklemeyeceği şeyler olur. Bay Kunduracı artık sadece başına kötü bir şey gelmiş biri değil, dünyanın başına da olabilecek en büyük kötülüğü açmış kişidir. Sahi neden tam her şey “mükemmel” yol alırken baş aşağı gitmeye başlar işler? Ya da neden yazar böyle tasarlamıştır Bay Kunduracı’nın yaşamını? Çünkü, bu sağlam içgörüyle hayatlarımız hakkındaki uyku öncesi tasarılarımızı açığa çıkarır yazar: gizli korkularımızı ve aklımıza getirmek istemediğimiz beklentilerimizi. Gerisi ise hayattır. Daha doğrusu, akıp gitmekte olan, sürekli bizi doğrulamasını beklediğimiz, ilerlediğimiz şanlı yolda ayağımıza takılmamasını umduğumuz, ama içinden bir türlü kopamadığımız günlük hayat.

Çağdaş masallarımızın ifşası

Yazar, Tepemizdeki Gölge’de güç bir işe kalkışarak, bilim kurgunun yüksek derece kurgusallığını, günlük yaşamın aleladeliğinin içine böyle taşır. Üstelik hiç de yadırgatıcı değildir ortaya çıkan sonuç. Burada, yazarın formülünün tam da kurguyla yaşam olgularını iç içe geçirmek olduğu söylenebilir. Yazarın bu çetin görevi başarabilmesindeki temel etmen, kurgu-olgu arasındaki sözde ayrıma takılmadan, günlük hayatı yaklaşık 700 sayfa sürecek bilim kurgu bir “macera” şeklinde anlatabilmesidir.

Nasıl ki “Portnoy’un Feryadı”nda kendi’nin parodisi kendi’yi oluşturan ailevi, dini, toplumsal yapıları güçlü bir şekilde sarsıyor, hatta yerinden ediyorsa, “Tepemizdeki Gölge” de aynı yordamla çağdaş gündelik masallarımızı ifşa ediyor.

Ancak, belki de asıl çarpıcı olan, bu anlatının dürüst ve cesur bir ifşaya dönüşebilmesidir, ki bunu mümkün kılan da yazı-yaşam ilişkisini yerinden eden bir mizah ve ironinin sürekli iş başında olmasıdır. Nasıl ki Portnoy’un Feryadı’nda kendi’nin parodisi kendi’yi oluşturan ailevi, dini, toplumsal yapıları güçlü bir şekilde sarsıyor, hatta yerinden ediyorsa, Tepemizdeki Gölge de aynı yordamla çağdaş gündelik masallarımızı ifşa eder. Bu, yazıya katılan yaşamın gücüdür. Bay Kunduracı’nın söz ettiği türden bir esin değil, yaşamı kendine has bakışıyla kat eden bir yazarlık başarabilir ancak bunu. Yine de yazardan pay aldığı ölçüde aydınlanan Bay Kunduracı’yı hafife almamak gerekir. Belki de onun dillendirdiği gibi, Türk sözde hesaplaşmalar edebiyatının da bunu dikkate alması gerekir: Kendini fazlaca ciddiye almaktansa kendi’nin parodisini.

TEPEMİZDEKİ GÖLGE’DEN PARÇALAR

Sonuçta yanlış mıyım doktor bey?

Bütün ülke kendisinden vatan haini diye nefret ettiği için kimsenin selam bile vermediği Mehmet Kunduracı’nın “kırmızı oda”da, zorla bulunmuş, gizlice buluştuğu bir psikiyatra söylediklerinden notlar…

Kunduracılık bir anda çıkmadı tabii. Nasıl kademe kademe geldiğini geriye dönüp bakınca daha iyi anlıyorum. Önceden uyarılan ve başta çiselerken bir anda sağanağa dönüveren, ama yine de sırılsıklam ıslanana kadar pek sallamadığınız bir yağış gibi. Hani hasta olacağınızı bilseniz de kaçmadığınız. Her bir damlacığıyla.

“Diyorum ki, çocuk düşünsek mi?”
Orada durdum. Şıkırtılar kesildi. İnleyen nağmeler dondu. Garsonun eli havada çok yavaş hareket etmeye başladı. Nedense bunu hiç beklemiyordum. Ağzımı yavaşça açıp dudaklarımı dal­galandıra dalgalandıra “Çocuk mu? Sen ciddi misin?” dedim. 

Hiçbir şey olmamış gibi yapmak konusunda üstüme yoktur doktor bey. Bana dokun­mayan yılan sadece bin yıl değil, on bin yıl yaşasın, hatta müm­künse o on bin yılı beraber yaşayalım, ben yaşayamıyorsam ben­den sonra gelenler o yılan on bin yıldır yaşadığı için ona tapınsın mesela, değil mi? Ve hiçbir yılana asla dokunamasınlar. Böylece karşılıklı bir dokunmama kültü ortaya çıksın. Nasıl ama? Aslında isterdiniz böyle bir kült, tipinizden belli doktor bey.

İnsanlar, kurguya inanıyor doktor bey. Sadece okudukları, izledikleri şeylerde değil, deneyimledikleri olaylarda da belirli ritimler, belirli çıkışlar bekliyorlar. Ve elbette belirli kahramanlar. Ancak böyle anlamlandırabileceklerine inanıyorlar bir şeyleri. Bu yaklaşımın belirli noktalarda işleyebileceğini yadsımıyorum. An­cak hayat, bütün etmenleri değerlendirmeye alındığında, öyle bir şey değil maalesef doktor bey. Hayat çok rastgele, çok asimetrik. Herhangi bir noktasına perde asmak kolay değil. Asılsa bile sto­punu bulmanız çok zor. Üzerinize düşüverir ve inanmak istediği­niz kurguyu taşımaktan zaten kopmuş omuzlarınıza iyice yük bi­ner. Çökersiniz. Mehmet’in idrak etmeyi reddettiği de işte buydu.

Herhangi bir yazı örneği ve bakış açınıza göre onun alt ya da üst kolu olan yazın örnekleri kapalı uçlu kodlanmış, ana­log programcıklar değil midir sizce de? İnsanın temel bilgi aktarı­mı için ortaya çıkan bu kodlu ses verisi saklama sistemi, bir süre sonra, içinde bulundurduğu kaçınılmaz dolayımlama kapasitesi nedeniyle, hayatın önüne geçebiliyor.

Şöyle ki Mehmet’in zamanı, ya da belli bir süre içinde başına gelenleri diyelim, anlatıyla boyunduruk altına alma çabası, ha­kikate ona ancak penetre ederek ulaşılabileceği sanrısı, elbette diline de yansıyor. Yıllarca edebi çevirmenlik ve editörlük yapmış bu yazar adayının, hayatın rastgele asimetrisi karşısında afalla­dığında, sadece algısı değil, dili de groteskleşiyor.

Bir şey bize inandırıcı gelmezse ne olur? O sebep sonuç iliş­kisindeki minik esnetmeleri vermeden bir şey sunarsak ne olur? Deliliğin dağlarına giden ilk yamaca mı tırmanmaya başlarız? Olabilir. Her halükârda, benim size bir şey aktarmam gerekiyor ve bu aktarımımın belirli kıstaslar ölçüsünde inanılır olması ge­rekiyor.

E ama tabii insanlar da merak ediyor, bu herif ne iş yapıyor orada diye. Çünkü el yapımı ayakkabıcılıktan işi buralara geti­ren belli ki Sude. Sistemin nasıl çalıştığını Sude anlatıyor. Bense orada Braveheart’taki Longshanks’in çapsız oğlu gibi duruyorum. Beni kuleden fırlatacak babam eksik. Durmam da baba mesle­ğinden dolayı. Biyolojik olarak böyle bir durumum var yani.

Yahu o lafın gelişi be doktor! Robot zaten başka türlü nasıl olsun? Yarım yamalak robot diye bir şey mi var? Dengesiz robot mu var mesela? Ya da, ya da – bakın beni böyle konulara sokup tiyatrocu heyecanlarına kapılmama neden oluyorsunuz – kusurlu robot? Hadi tamam, belki o olabilir. Ama o da robotun kendisin­den değil, yaratıcısındandır yani, sanki. Bana öyle geliyor.

Öncesinde bambaşka şeyler vardı kafamda doktor bey. İs­tanbul’un hikâyelerini, gizemlerini, esrarlarını öğrenecektim. Bu şehrin yüzyıllar öncesi tarihini okuyacak, sadece bu tarihle yetin­meyip, araştırmalarımı her türlü efsane, mit, söylence, anlatı ve­saireyle de destekleyecektim. Sonra bu İstanbul üzerinden kendi mitolojimi yaratacak, günümüzdeki tuhaf yığının bir parça yakın gelecekte ne hale gelmiş olabileceğine dair spekülasyonlar yara­tacak, bu yarattığım spekülasyonlardan yeni bir şehir kuracak ve bu yeni İstanbul’un insanlarının hüzünlü, ironik, muzaffer, öfkeli hikâyelerini yazacaktım. Ama işler o şekilde gelişmedi, siz de bi­liyorsunuz.

“Haydi Allah taksiratını affetsin” dedi Abdül.
Ben tetiğin çekilmesini bekledim.
Bir ses geldi. Karanlık çöktü. Karanlık çökünce, sesi duydu­ğumdan da şüpheye düştüm.
Ben öldüm dedim.
Ben öldüm.
Sesim içimden soprano çıktı.

Benim üslubum zırt diye taklit edilebilecek bir üslup değildir. Üs­lup, bir günde ortaya çıkmaz. Bulunduğu coğrafyayla, ait olduğu zamanın ruhuyla ilişkiye geçerek biçimlenir. Üslup içerik ilişkisi ve bunun hakikat ve kelam üzerine kurulan bağlama bir türlü oturtulamaması günümüz Türkiye aydınının en büyük sorunla­rından biridir! Az önce sarf ettiğim cümlelerden hangisi akışı boz­maktadır doktor bey?

Küçükken yıldızlara ulaşmayı çok isterdim doktor bey. Oku­duğum çizgi romanlarda, bilimkurgu romanlarında, herhangi bir dergideki bilimle, teknolojiyle ilgili bir yazıda hep yıldızlarla ilgili bir şeyler arardı gözlerim. Ne zaman uzak galaksiler, bulutsular, yaşanma ihtimali olan başka gezegenler hakkında bir şeyler oku­maya başlasam, kendimi kaybederdim. Zamanın nasıl geçtiği­ni anlamazdım. Varlığım sanki erir, bütün evrenle bir olurdum. Dünyanın döndüğünü, güneşin etrafında büyük bir sessizlik için­de tur attığını, güneşin aynı şekilde Samanyolu’nun etrafında döndüğünü iliklerime kadar hissederdim. Bir hayat ağacı sanki göğüs kafesimden fışkırır, dalları önce benden, sonra odamdan, penceremden dışarı uzanır, gökyüzüne ererdi. Sonra gökyüzüyle yetinmezdi o dallar, mavinin tonları koyulaşırken bir anda uzayın siyahlığında buluverirdi kendilerini ve uzamaya devam ederler­di. Ta ki bir başka diyarda bir başka benden uzanan bir başka hayat ağacının dallarına kavuşana kadar. Ama o sırada babam beni aşağıya çağırır, atölyeye geç kaldığımızı söyler, yaz tatilimin içine ederdi. Göğsümden göklere uzanmış hayat ağacı dallarını bir anda toparlayıverip ortadan kaybolurken, ben de gözümde birer damla donuk yaşla kös kös aşağı inerdim.

Sen bize daldıkça be­raber derinleşeceğiz, yarattığımız yarlardan dalacak, uçurumlar­dan uçacak ve uzaklarda bir göz ağrısı yıldıza aşık gezegendeki bir büyülü dağın zirvesine yöneleceğiz ve o zirveye vardığımızda artık nerede olduğumuzu çoktan unutmuş olacağız; ta ki, ta ki, ta ki sen son bir defa giriş yaparken ve evrenimizin çeperlerinin son defa kasılarak daralıp genişlemesini sağlarken büyülü dağ muazzam hazzımıza karşı koyamayıp çatırdamaya başlayacak ve biz yavaş yavaş bedenimiz diye bilip var ettiğimiz bu düzlemde­ki varlığımızı tane tane toplamaya ve senin evrenine karışmaya başlayacağız. Saçlarımızın telleri, kaşlarımız, gözlerimiz ve tüm parmaklarımız, burnumuz, boynumuz, kulaklarımız, ensemiz ve göğüslerimiz, ellerimiz ve ayaklarımız, kollarımız ve bacaklarımız birer birer kaybolmaya başlayacak içine doğru.

Ve en önemlisi, hayalimi terk etme­miştim doktor bey. Bu coğrafyada bu hayalin ölmesi için sayısız salgın hastalık olduğu halde. Sonuçta yanlış mıyım, biz ülkemizi inşa ederiz, ülkemiz de bizi inşa eder be doktor bey? Ya. Ya…

Ne olacak biz dünya hâkimi olunca, ha? Ne olacak? New York’ta AVM, Srilanka’da toplu konut proje­leri, Arjantin’de kıraathaneler, dua okuyan çöp kutusu, zikirma­tik, lahmacun içi adana ya da hadi ennn iyi ihtimalle kendini bir bok zanneden beyaz yakalı. Bunlarla dolu bir dünya mı? Hayır kardeşim. İstemem. Eğer ben engel olduysam buna da, oh canı­ma değsin. Ooooh, canıma canıma değsin.

Yürürken bir bedel bu kadar büyük olmamalı diye düşündüm. Ülkeyi kalkındırmaya kalkmanın, bizdeki sonraki kuşaklara, be­nim gibi kendini sadece sanata adamak isteyenlere daha güzel bir dünya bırakmak istemenin bedeli bu kadar büyük olmamalıy­dı.

Haram para kazanmadık doktor bey biz. Haram para kazanmadık. Ayrıca sakın unutmaya kalkmayın, bu ülkede zanaatin dönüşümünde katkım var benim. Evet, birtakım teknolojiler kullanılmış olabilir ama üstüne basa basa söylüyorum, haram para kazanmadık! Yok şurasında şurdan gelme şu teknoloji, yok şu çip kullanılmış da falan. Ulan o çipe ne kadar emek harcandı sen biliyor musun? Ve bu ülkeye mal oldu sonuçta. Sen ne yaptın ya? Sen ne ürettin kardeşim? Senin varlı­ğının sonucu ne? Sen niye varsın? Sen boktan döner dürüm yiyip karı kıza bakmaktan, tavla oynayıp halı sahada top oynamaktan başka ne yaptın şu vakte kadar? İmkân olmadı dimi? Nah olmadı.

Artık gözlerimi kapatmıyorum. Fal taşı gibi açıyorum. Ola­bildiğince etrafıma bakmaya çalışıyorum. Lomboz gibi küçük pencereden dışarıyı görüyorum. Annemle babamın telefonumu açmaması o sırada yeniden geliveriyor aklıma. Sinirleniyorum. Şöyle önemli bir zamanda bile bu kadar saçma sapan bir şekil­de benim hayatımın önüne geçmeye çalışıyorlar, diye. Onca şeyi engelledikleri yetmemiş gibi. “Mehmet” diyen sesini duyuyorum yine Sude’nin. “Kalkıyoruz. Seni seviyorum.” Ben anlayamıyo­rum. Neden bu kadar dalıp gidiyorum? Geri sayım başlıyor dok­tor bey.

Hem zaten, zaten ben bariz bir şekilde kandırılmıştım. Kasıtlı olarak yanlış yönlendirilmiştim. Bunun için de kanunda bir şey ol­malıydı. Benim kimseye bir zararım olmamıştı şu ana kadar. Evet belki birkaç karıncayı çocukken incitmiş olabilirim ama kendimi bildim bileli herkesin iyiliğini istemiş bir insandım. Bunu göre­ceklerdi. Görmek zorundaydılar.

O yüzden de fabrikadan tarafa giden, sabahleyin işine gücüne giden insanlarla dolu, sıkış tıkış bir dolmuşa attım kendimi. Hayatımda ilk defa hoşuma gitti insanlarımızın o klima soğuğunda demlenmiş, yıkanmamış gömleklerinde, bluzlarında marine olmuş ter kokularına ev sahipliği yapan koltuk altları. Sa­rılacaktım onlara neredeyse. Sonuçta benim insanlarımdı onlar.

İnsanın en önemli özelliklerinden biri de taklit yeteneği dok­tor bey. Bir şeyleri taklit etmeye bayılıyorlar. Herhangi bir şeyi. Öyle ki, sanki taklit etmezse rahat edemeyecek, o derece. Bir şeymiş, biriymiş gibi yapacak illa. Ne oluyorsa öyle? Başka bir şey gibi olunca? Kendin olmak bu kadar fena demek. Ne bileyim, bana pek öyle gelmiyor. Taklidi bir öğrenme şekli olarak elbette anlıyorum. Ya da yeri gelince bir zorunluluk.
İşte, polisler önümü kestiğinde ben de benzer durumdaydım. Üzgün ve suçlu taklidi yapmam gerekiyordu.

“Buyrunuz efendim! Buyrunuz!” diye bağırdım kime bağır­dığımı bilmeden. “Yazar olmak isteyen ama beceremeyen biri! İşte benim o! Mehmet M. Kunduracı! İstediğiniz gibi, gönlünüzce yönlendirebilirsiniz! Çekinmeyin efendim! Buyrun, yönlendirin lütfen! Yönlendirin!”
Sude şaşkın şaşkın bana bakıyordu.
Gerçek özgürleştirir seni derler ya. Galiba doğruydu doktor bey.
Galiba doğruydu.
Gerçek sizi özgürleştirirdi. Önce özgürleştirir, sonra da yön­lendirirdi.

Çünkü… Çünkü beni dinleyecek bir insanla bu dünyada bir mekânı dostça paylaşmak istiyorum.

N. Can Kantarcı, Tepemizdeki Gölge, Alfa / Bilimkurgu, Temmuz 2020, 694 sayfa

 
^