Genç öldü, cesedi yakışıklı oldu. Ve efsanesi kendisini gölgeledi. Yalnız kendisini değil, Doors’u da… Tam elli yıl önce, 3 Temmuz 1971’de, ardında birçok şarkı, şiir ve soru işareti bırakarak öteki tarafa geçti. Kimilerine göre fasondu, kimilerine göre ilah… Galiba sevenlerin çoğu yanlış sebeplerle sevdi, sevmeyenler de aynı sebeplerle sevmedi. Ve galiba, sevmeyenler bile aslında gizli gizli sevdi. Yalnız Morrison’u değil, Doors’u da… Jerry Hopkins – Danny Sugerman’in “No One Here Gets Out Alive” kitabınının kılavuzluğunda “Kertenkele Kral”ın hikâyesini huzurlarınıza getiriyoruz. Roll’un Eylül 2003 sayısından naklen…
Paris, Nisan 1971… St. Germain bulvarında Astroquet adlı küçük bir bar, vakit ikindi. Kahramanımız, adeti olduğu üzere, tek tabanca demleniyor. Ellerinde gitarlarla bir grup genç Amerikalı içeri giriyor, bir masaya çörekleniyor. Bir süre sonra, bizimki yanlarına gidiyor, “nerelisin hemşerim” muhabbeti açıyor…
– Hangi eyalet?
– California.
– Ben de. Okul?
– UCLA…
– Öyle mi! Ben de 1964-65’te oradaydım.
– Hangi bölümde?
– Sinema.
– Bir grupla şarkı söylüyor musunuz?
– Evet…
– Ah, kusura bakmayın, birden tanıyamadım… Adım Phil Trainer, biz de Clinic diye bir grubuz…
İçkiler söyleniyor, gitarlar kılıflarından çıkarılıyor, kahramanımız “Crawling King Snake”i söylemeye başlıyor. Clinic ekibi Doors külliyatının bir ucundan giriyor, öbür ucundan çıkıyor. Şarkı aralarında sohbet koyulaşıyor. Konu müzik, rock starlığı, hayat… Jim Morrison, starlıktan gına geldiğini, yeni albümleri L.A. Woman’ın bir-iki hafta içinde çıkacağını, Robby Krieger’ın hak ettiği takdiri göremediğini, o güne kadar 250 defa asit attığını anlatıyor… Vakit ilerliyor, Morrison küfelik oluyor, Clinic’çiler sırtlayıp evine götürüyorlar.
Phil Trainer’ın o nisan gecesinden aklında kalan Morrison imgesi: “Sigarasına öyle bir asılıyordu ki… Sonra da öksürük, öksürük, öksürük…”
Morrison, barları ve kafeleriyle ünlü St. Germain’i mesken tutmuştu. Vaktiyle Sartre ve Camus’nün müdavimi olduğu Café de Flore Les ve Deux Magots, Scott ve Zelda Fitzgerald’ın favorisi La Coupole Morrison’ın da sık sık demir attığı adreslerdi. Ama favorisi Rock’n’Roll Circus’tı. Salaş, ancak prestijli bir mekândı; Led Zeppelin’i, Richie Havens’ı, Johnny Winter’ı, hatta Beach Boys’u ağırlamıştı. Ancak, 1971’e gelindiğinde, Paris’in “beyaz” trafiğinin başlıca üslerinden biri olmuştu.
Paris’te olma sebebini şöyle izah etmişti: “Rock starlığından gına geldi. Tanınmamayı tercih ediyorum. Hem Jim Morrison’ı ne zannediyorlar ki?”
Morrison canki değildi, arada kokain, hatta eroin çektiği oluyordu, ama iptilâsı alkoldü. Rock’n’Roll Circus’ta zom olduğu gecelerden birinde, onu yüklenip evlerinde misafir eden Herve Muller – Yvonne Fuka çiftine Paris’te olma sebebini şöyle izah etmişti: “Rock starlığından gına geldi. Tanınmamayı tercih ediyorum. Hem Jim Morrison’ı ne zannediyorlar ki?”
1 Temmuz… Paris sıcaktan kavruluyor. Morrison şişeden uzak durmaya gayret ediyor, bir yandan da yazmaya çalışıyor… Sık şık kalkıp aynaya bakıyor, uzun uzun yüzünü inceliyor. Karısı Pamela ve arkadaşı Alan Ronay endişeleniyorlar, kafasını dağıtmaya, neşelendirmeye uğraşıyorlar, ama nafile. Ertesi gün de aynı depresif hal devam ediyor. 2 Temmuz Cuma akşamı belki iyi gelir diye yemeğe çıkıyorlar, ancak Jim’in ağzını bçak açmıyor. Yemekten sonra Pamela’yı eve bırakıyor, Robert Mitchum’un başrolünde oynadığı Pursued’a gideceğini söylüyor.
Sinemaya gidip gitmediği, gittiyse de sonra ne yaptığı hâlâ meçhul. Rivayet muhtelif: Depresif bir durumda Rock’n’Roll Circus’a gitmiş, eroin çekmiş, fenalaşmış, evine götürülmüş, küvete konmuş. Sinemaya değil, havaalanına gitmiş, bir uçağa binerken görülmüş. Sinemadan sonra eve gelmiş, Pamela’ya kendini iyi hissetmediğini ve bir banyo yapacağını söylemiş…
2 Temmuz Cuma gecesi her ne olduysa olmuş ve 5 Temmuz Pazartesi sabahından itibaren Morrison’ın öldüğü haberi duyulmuştu. Londra gazeteleri Elektra’yı arayıp bunun doğru olup olmadığını soruyorlardı. Plak şirketinin Londra bürosu Doors’un menajerini arayıp durumu anlatınca, Bill Siddons önce “hadi canım” deyip geçmiş, sonra Pamela’yı aramıştı. Pamela çok kısa ve net konuşmuştu: “Hemen atla gel.”
6 Temmuz Salı günü Siddons Paris’teydi. Morrison’ın dairesinde onu Pamela karşılamıştı, bir tabut ve bir doktor raporuyla: “Ani bir kalp krizi…”
7 Temmuz Çarşamba günü, sessiz sedasız bir törenle, Piaf, Wilde, Balzac, Apollinaire ve Chopin’in ebedi istirahatgâhı Père Lachaise’de toprağa verilmişti. Cenazede beş kişi vardı.
8 Temmuz Perşembe günü, Pamela ve Siddons Los Angeles’a döndüler, resmi açıklamayı Siddons yaptı. Pamela eve kapanmıştı.
Aradan geçen otuz [elli] küsur yıldır Morrison’ın gerçekten ölüp ölmediği, öldüyse nasıl öldüğü tartışılıyor. Birçoklarına inandırıcı gelmeyen resmi açıklama şöyleydi: Cumayı cumartesiye bağlayan gece, Jim ve Pamela evde yalnızmış. Jim bir miktar kan tükürmüş, bu daha önce de olduğu için Pamela endişelenmemiş. Jim, kendini iyi hissettiğini, bir banyo yapacağını söylmieş. Pamela da yatıp uyumuş. Sabah 5’te uyanıp Jim’i yatakta göremeyince banyoya gitmiş ve Morrison’ı küvette hareketsiz yatarken bulmuş. Hemen doktor çağırmış, ama Jim çoktan ruhunu teslim etmiş…
Bu açıklamanın ölümünden altı gün sonra yapılmış olması şüphe doğurmuştu. Siddons, Morrison’ın teneffüs sorunu olduğunu, bu sebeple Paris’te bir doktora muayene olduğunu, cuma gecesi de aynı dertten şikâyet ettiğini sözlerine eklemişti. Şüpheleri artıran, Siddons’ın cesedi görmemiş olmasıydı. Gördüğü, sadece bir tabut ve tek bir doktorun imzaladığı ölüm raporuydu. Niye otopsi yapılmamıştı? “Çünkü” diyordu Siddons, “gerek görmedik, Jim’in son yolculuğunu barış ve huzur içinde yapmasını istedik”. Peki doktor kimdi? Pamela hatırlamıyordu. Rapor rüşvet marifetiyle elde edilmiş olamaz mıydı? Bu sorulara tatmin edici cevaplar verilemiyordu.
Paris’teki genel kanıya göre, Jim Morrison’ın ölüm sebebi aşırı doz eroindi. Doktor raporunda bunun geçmemesi şaşırtıcı değildi, zira burundan çekildiğinde eroinin saptanabilmesi için kan tahlili gerekiyordu. Jim’in banyo küvetinde bulunması bu tezi güçlendiriyordu, zira aşırı doz durumunda başvurulan ilk adres orasıydı. Eroin alkolle birlikte alındığında teneffüs yollarını ve sinir sistemini felç ediyor, hızlı ve acısız bir ölüm vuku buluyordu. İşaretler, Morrison’ın da bu akıbete uğradığı yolundaydı.
Kerouac’ın kankası, “Yolda”nın esin kaynağı Neal Cassady, Jim’in “rol modeli” olmuştu. Onun söylemini, hatta kitapta tarifi yapılan gülüşünü taklit ediyordu.
Gerek ölüm şekli, gerekse Morrison’ın kişiliği, basının da körüklemesiyle, akla ziyan rivayetlere çanak tutuyordu. Kimilerine göre, işin içinde büyücülük, cadılık, Charlie Manson’vari bir çılgınlık vardı. Kimilerine göre, karşı kültürü, hippi hareketini, yeni solu temizlemek isteyen FBl’ın işiydi. Kimilerine göre de, Morrison, Rimbaud gibi terk-i diyar etmişti. Belki Afrika’da bir yerlerdeydi. LA. Woman’daki “Mr. Mojo Risin’“in Afrika’ya gittikten sonra kullanacağı isim olduğunu söylememiş miydi?
Gerçeği Pamela’dan başka bilen yoktu. Ama o da, Morrison’ın ölümünden üç yıl sonra vefat etmiş ve sırrı beraberinde götürmüştü.
“Yolda”
Floridalı bir çamaşırhane sahibinin oğlu olan Steve Morrison, liseyi bitirdikten sonra Deniz Harb Okulu’na girer, Şubat 1941’de mezun olur, tayini Hawai’ye çıkar.
Wisconsinli komünist bir avukatın kızı olan Clara Clarke, annesinin erken ölümü üzerine babasıyla birlikte göç ettikleri Alaska’dan Hawai’ye kızkardeşini ziyarete gittiğinde, davet edildiği bahriyeliler balosunda Steve Morrison’la tanışır. Olaylar hızla gelişir, nişan-düğün derken, 8 Aralık 1943’te oğulları James Douglas doğar. Jim altı aylıkken, baba Morrison, Pasifik’te savaşa gider, savaş sonrasında bir süre Washington DC’de görev yapar, Kore savaşına gönderilir, dönüşte önce Florida’ya, sonra New Mexico’ya tayin edilir, her yeni görevle bir üst rütbeye terfi eder, 1957’de California’ya gelir… Jim 14 yaşındadır; 1957’nin California’sı, Beat kuşağının anayurdudur…
Vakit akşamüstü, Jim dört saattir okuduğu kitabı kapatır, derin bir iç çeker. Ertesi sabah yeniden okumaya başlar. Bu sefer, beğendiği paragrafları yanından eksik etmediği defterine kaydeder. Kitap, Jack Kerouac’ın Eylül 1957’de yayınlanan Yolda’sıdır.
Beatniklerin merkez üssü, Morrisonlar’ın oturduğu Alameda’dan otobüsle yalnızca 45 dakika mesafedeki North Beach’ti. Jim haftasonlarında soluğu orada alıyor, Allen Ginsberg ve Jack Kerouac’ın yayıncısı, şair Lawrence Ferlinghetti’nin ünlü kitabevi City Lights’a uğramazlık etmiyordu. Ferlinghetti, Kenneth Rexroth, Allen Ginsberg, Jim’in favori yazarlarıydı. Yolda’nın başkahramanlarından Carlo Marx, Allen Ginsberg’den başkası değildi. Ama Jim’e asıl büyüleyici gelen Dean Moriarty karakteriydi. Moriarty, Kerouac’ın kankası ve Yolda’nın esin kaynağı Neal Cassady’nin romandaki adıydı. Beatniklerin piri sayılan Cassady, Jim’in “rol modeli” olmuştu. Onun söylemini, hatta kitapta tarifi yapılan gülüşünü taklit ediyordu.
Akıllarına bir William Blake düştü: Algının kapıları temizlenirse… Huxley de ünlü kitabının adını bu dizeden almıştı. Bir rock grubu kurmaya karar verdiler: Doors.
Haylaz bir öğrenciydi, ancak yine de iki kez iftihar listesine girmişti. Üniversite sınavlarında matematik puanı 528’di (genel ortalama 502’yken). Sözelde de 630 puanla, 478 olan genel ortalamanın epey üstündeydi. Asıl açıklayıcı olan bu puanlar değil, okuduğu kitaplardı. Nietzsche’nin eserlerini hatmetmişti; Apollonyen – Dionizyak ikilemi, Jim’in sohbetlerinin başlıca konusuydu. Plutarkhos’un Hayatlar kitabındaki asil Yunanlıların ve Romalıların karşılaştırmalı biyografilerini okumuş ve Büyük İskender’e hayran kalmıştı. Hatta duruşunu (“başı sol omuzuna doğru hafif eğikti”) ve saç şeklini onunkine benzetmeye çalışıyordu. Doors’un ilk albümünün promosyonu için hazırlıklar yapılırken, “saçınıza nasıl bir şekil verelim?” diye sorulduğunda, Büyük iskender’in resmini gösterip “böyle olsun” diyecekti.
Başucu kitaplarından biri de Ulysses’ti. Lise edebiyat öğretmeni, Morrison’ı şöyle hatırlıyor: “James Joyce’u okuyan ve anlayan yegâne öğrenciydi. Ödevlerinde referans verdiği öyle kitaplar vardı ki, onları okuduğuna inanmakta zorlanıyorum. Hatta bir keresinde, bir öğretmen arkadaşımdan Jim’in sözünü ettiği kitapların milli kütüphanede mevcut olup olmadığını araştırmasını rica etmiştim. Çünkü o kitaplar sadece milli kütüphanede olabilirdi.”
Morrison sadece okumuyor, yazıyordu da. Gözlemlerini, duygularını, düşüncelerini kâğıda döküyordu. Ama gönlünde yatan nesir değil, şiirdi. Ve piri, Fransız sembolist şair Arthur Rimbaud’ydu.
Kod adı Stanislas Boleslawski
Liseden mezun olunca, Morrison, Florida Üniversitesi’ne kaydoldu. Kiraladığı odaya ayda 50 dolar ödüyordu, ailesi de yazdığı her mektup için ona 50 dolar veriyordu. Kardeşi Andy Morrison anlatıyor: “Mektuplarında hikâyeler anlatırdı. Mesela, gittiği sinemada yangın çıkıyor, herkes paniğe kapılıyor, çıkış kapılarına koşturuyor. Sükûneti koruyan tek kişi Jim. Yerinden kalkıp sahneye çıkıyor, piyanoya oturuyor, çalmaya başlıyor. Herkes sakinleşiyor ve sükûnet içinde salonu terkediyor. Bir başka mektubunda da, bir adamın bataklıkta boğuluşunu ayrıntılarıyla anlatıyordu.”
Florida Üniversitesi’nde, onda derin iz bırakan iki ders almıştı. Biri, Montaigne, Rousseau, Hume, Sartre, Heidegger ve Nietzsche’nin eserlerinin incelendiği toplumsal başkaldırı felsefesi dersiydi. Diğeriyse kitle psikolojisi. Sınıf arkadaşı Bryan Gates anlatıyor: “Profesör James Geschwender’i müthiş tartışmalara sürüklüyordu. Sınıftaki herkes onları hayranlıkla dinliyordu. Jim, insanın doğası hakkında o kadar çok şey biliyordu ki… Dönem sonunda Jim’in yazdığı ödev için Geschwender, ‘sınırlı bir temel eğitim almış olmasına rağmen olağanüstü bir tez, pekâlâ bir doktora tezi olabilir’ demişti.”
Lisedeyken, Norman O. Brown’un Freud’un tezlerini toplumsal tarihe uyarladığı Life Against Death (Hayata Karşı Ölüm) adlı kitabından çok etkilenmişti. Brown’a göre, insanoğlu arzularının bilincinde değildi, hayata düşmandı ve bilinçsiz olarak kendini tahrip etmeye yöneliyordu. Baskı sadece bireysel nevrozlar değil, toplumsal bir patoloji yaratıyordu. Jim’in tezine göre de, kitleler tıpkı bireyler gibi cinsel nevrozlara tutuluyordu; bu sapma, teşhis ve tedavi edilebilirdi.
Morrison, tezini sınamak istiyordu. Kampüste yapılan kalabalık bir toplantıda, yanındakilere şöyle demişti: “Bu kitleyi, gayet bilimsel bir şekilde psikolojik açıdan tahlil edebiliyorum. Sadece dördümüz, doğru bir tavır almak kaydıyla, bu kitleyi tersyüz edebiliriz, onları sağaltabiliriz, onlarla sevişebiliriz. Onları isyan ettirebiliriz.”
Komünal, kolektif bir zihniyet mevcuttu. Gelir dört eşit parçaya bölünüyordu. Şarkıların büyük çoğunluğu Morrison tarafından yazılmasına rağmen imza Doors’du.
Birinci yılın sonunda, Morrison, Florida Üniversitesi’ni bırakıp UCLA’de sinema okumaya gönül yatırmıştı. Yaz tatilinde bu düşüncesini babasına açtığında fena bir zılgıt yedi, kös kös Florida’ya döndü. İkinci yılında temel ilgi alanı Ortaçağ Avrupa’sı, Hieronymus Bosch’un resimleri ve tiyatroydu. Bosch’un resimleri üzerine hazırladığı dönem ödevinde, Hollandalı ressamın heretik bir cemaate üye olduğunu, resimlerinde de Hıristiyan teolojisine savaş açtığını savlamıştı. Godot’yu Beklerken üzerine yazdığı ödevdeyse, Beckett’ın ünlü oyununu bir içsavaş parodisi olarak yorumlamıştı. Ortaokul yıllarından beri yaptığı çeşitli muzırlıklar, çıkardığı “arıza”lar, alkolle haşır neşir oldukça giderek büyüyordu. Sarhoş kafayla, bir polis arabasındaki polis şapkasını aynasızların kahve molasından istifade ederek araklamaya çalışırken yakalanıp tutuklanmış, ama hocalarının devreye girmesiyle yırtmıştı. Bu, ilk resmi vukuatıydı, arkası gelecekti.
Florida’daki ikinci yılında Morrison sahneyle tanıştı. Harold Pinter’in absürd piyesi Gitgel Dolap’taki iki rolden birine seçilmeyi başarmış, oyunun künyesine adını Stanislas Boleslawski olarak yazdırmıştı. Stanislas, ünlü Rus aktör ve metod oyunculuğunun babası Stanislavski’den mülhemdi, Boleslawski ise ABD’ye göç etmeden önce Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Stanislavski’yle çalışan Polonyalı yönetmen Richard Boleslawski’den geliyordu.
Jim, UCLA’de sinema okumayı iyice kafaya koymuştu, Florida Üniversitesi’ndeki ikinci yılını UCLA’ye hazırlık olarak görüyordu. Babasının muhalefetine rağmen Jim bildiğini okumuş ve kaydını UCLA’in sinema bölümüne naklettirmişti. Okul altın çağını yaşıyordu, Stanley Kramer, Jean Renoir ve Joseph von Sternberg gibi kalburüstü yönetmenler hocalık yapıyor, öğrenciler kendilerini geleceğin sinemacıları olarak görüyordu. O öğrencilerden biri de Francis Ford Coppola’ydı. Jim’in okuldaki kankası, birçoklarına göre Sergei Eisenstein’in “reenkarnasyonu” olan Dennis Jacob’du. Kıyamet’te Coppola’nın asistanlığını yapacak olan Jacob bir kitap kurduydu. Jim, hayatında ilk defa kendisinden daha fazla kitap okumuş biriyle tanışıyordu. İkisinin de gözde filozofu Nietzsche’ydi. Jim daha lisedeyken Ahlâkın Soykütüğü Üstüne’yi ve İyi ve Kötünün Ötesinde’yi hatmetmişti. Üniversite yıllarındaysa Müziğin Özünden Tragedyanın Doğuşu, Brown’un Hayata Karşı Ölüm’üyle birlikte başucu kitabı olmuştu. Jim’le Dennis saatlerce Nietzsche üzerine konuşurlar, filozofun kitaplarını birbirlerine yüksek sesle okurlardı. Günün birinde, Dionizyak teması üzerine tartışırlarken akıllarına bir William Blake dizesi düştü: “Algının kapıları temizlenirse, her şey gerçekte olduğu gibi görünür göze.” Aldous Huxley de ünlü kitabı Algının Kapıları’nın adını bu dizeden almıştı…
Jim ve Dennis, bir rock grubu kurmaya karar verdi. Doors: Open and Closed (Kapılar: Açık ve Kapalı).
Jim’in öteki kankası, Brooklynli bir polisin oğlu olan John DeBella’ydı. Yılda 200 kitap okumakla ünlü DeBella, o günleri şöyle anlatıyor: “Olayımız şamanizmdi, esinlenmiş bir şair olarak şaman. En çok ilgimizi çeken felsefi mesele, gerçeklikle düş arasındaki perdeyi kaldırmaktı. Sınıf arkadaşımız Phil Oleno, Carl Jung’u su gibi biliyordu, ondan çok şey öğrendik.”
Oleno hakikaten bir Jung uzmanıydı; Jim, Jung’u pek tutmasa da, Oleno’yla filmlerin ve yönetmenlerin sembolizminin psikanalizin yöntemleriyle incelenmesi üzerine saatlerce konuşuyorlardı. Jim, psikanalizin Ferenczi kanadını kendine daha yakın buluyordu. Ferenczi de, Jung gibi, Freud’un çalışma arkadaşıydı ve yine Jung gibi Freud’unkinden farklı bir paradigma geliştirmişti. Ferenczi’ye göre, nevrozlu hastaların ortak noktası, ebeveynleri tarafından sevilmeyen, kabul görmeyen çocuklar olmalarıydı. Deva, sevgi ve şefkatti; yasaklamalar yerini müsamahaya bırakmalıydı. Oleno’yla Jim, çeşitli film projeleri geliştiriyordu. Oleno’nunki Rimbaud’nun hayatıydı, Jim’in Rimbaud’yu canlandırmasını istiyordu. Jim’se, Nietzsche’nin hayatından ünlü bir anekdotu film yapmak istiyordu. Nietzsche’nin bir atın dövülüşüne tanık olması; atı kurtarması, ona sarılıp ağlaması… Soundtrack ise alkış sesi olacaktı.
Bir Jim Morrison filmi
Jim, mezuniyet ödevi için kameraman olarak DeBella’yı seçmişti. Bir senaryo yazmamıştı, senaryo filmin çekim sürecinde oluşacaktı. Filmin konusu, film çekme sürecinin sorgulanmasıydı; soyut ve birbirleriyle bağlantısız bir takım olaylar bir araya gelecekti. Film, Jim’in bir yeşil alanda otururken bir tutam ot kopararak başını geri atıp yere yatmasıyla açılıyor, sonra Outer Limits adlı bir TV programının logosu görülüyor, derken kamera, üzerinde sadece sutyen, külot, kemer ve ince, yüksek topuklu ayakkabı olan uzun boylu bir kadını (DeBella’nın Alman kız arkadaşını) baştan aşağı ağır ağır görüntülüyor. Kamera ayakkabıları gösterdiğinde, kadının bir televizyonun üzerinde durduğu anlaşılıyor, ekrandaki görüntüyse bir Nazi resmigeçidi. Sonraki sahne bir apartman dairesi, duvarlar Playboy modellerinin dart tahtası olarak kullanılan resimleriyle kaplı. Bir grup erkek, porno seyretmeye başlıyor. Fakat film kopuyor, adamlar ayağa fırlayıp projektöre birtakım el işaretleri yapıyorlar. Kesme. Bir kız geliyor, DeBella’nın gözbebeğini yalamaya başlyor. O âna kadar gördüğü/çektiği görüntülerden temizleyip arındırmak istercesine. Son sahnede, televizyon kapatılıyor, görüntü yavaş yavaş kayboluyor, beyaz bir çizgi haline geliyor, sonra bir noktaya dönüşüyor ve kararıyor.
Jim’i çok seven hocası Ed Brakow, filmi seyrettikten sonra şu yorumu yapıyor: “Beni feci bir hayal kırıklığına uğrattın.” Ve Jim okulu bırakıyor.
“Tutarlı bir felsefe söz konusu değil. Performansımız bir metamorfoz çabası. Ayın karanlık yüzüyle iştigal ediyoruz, ama müziğimiz aydınlığın kapılarını zorluyor.”
“Moonlight Drive”
Müzik epeydir Jim’in kafasını kurcalıyordu. Florida’dan arkadaşı Sam Kilman, Jim’i UCLA’de ziyaret ettiğinde aralarında şu diyalog geçmişti:
– Sam, bir grup kurmaya ne dersin?
– Boşversene… Yedi yıldır davul çaldığım yok. Ayrıca, grup kursak sen ne çalacaksın?
– Ben şarkı söyleyeceğim. Şarkı…
– Becerebilir misin ki?
– Hayır. Beceremem.
– Peki grubun adı ne olacak?
– Doors. Bir bilinen var, bir de bilinmeyen. İkisini ayıran bir kapı. Benim olmak istediğim o: Kapı…
UCLA’yi terkettiği yaz, Jim, bir sahil kasabası olan Venice’i mesken tutmuştu. Venice, filizlenen hippi hareketinin merkez üssüydü. Bir ağustos ikindisinde okul arkadaşı Ray Manzarek’le karşılaştı.
– N’aber Jim? New York’a gittiğini sanıyordum.
– Buradayım, Dennis Jacob’da kalıyorum.
– Neler yapıyorsun?
– Pek bir şey yapmıyorum… Yazıyorum…
– Ne yazıyorsun?
– Şarkı… Birtakım şarkılar…
Şarkı lafını duyunca Manzarek meraklanmıştı. Manzarek, Rick and The Ravens adlı grubuyla Santa Monica kulüplerinde çalıyordu. Sinema bölümünün birçok öğrencisi gibi, Jim de onları dinlemeye giderdi. Bir defasında, “Louie Louie’yi çalarken Jim’i sahneye davet etmiş, şarkıyı birlikte söylemişlerdi.
Manzarek’in ısrarı üzerine Jim, “Moonlight Drive”ı okumaya başladı: “Hadi gel yüzelim mehtaba / Tırmanıp dalgalara / Dalalım gecenin karanlığına / Şehrin uykuya sakladığına…” Jim bitirdiğinde, Ray yerinden sıçradı: “Bunlar bugüne kadar duyduğum en güzel rock sözleri. Gel bir grup kuralım.” Teklif Jim’in çok hoşuna gitti, “oldum olası yapmak istediğim şey bu” dedi.
Manzarek, Jim’den dört yaş büyüktü. 1939’da, Chicago’da, işçi sınıfından bir aileye doğmuştu. Konservatuarda klasik piyano eğitimi aldıktan sonra DePaul Üniversitesi’nde ekonomi okumuş, mezun olduktan sonra da hukuk master’ı yapmak üzere UCLA’e gelmiş, fikir değiştirip sinema bölümüne kaydolmuştu. 1961’de bir aşk kırgınlığı onu okulu bırakıp orduya yazılmaya sevketmiş, Tayland’da orduevinde piyano çalmış, keyif verici maddelerle ve Doğu felsefesiyle tanışmış, ordudan usanmış, askeri psikiyatriste eşcinsel eğilimleri olduğu yalanını atarak terhis olmayı başarmış ve Jim’in UCLA’ye kaydolduğu yıl okula geri dönmüştü. Manzarek, okulun en parlak öğrencilerinden biriydi, yaptığı filmler büyük takdir topluyordu. Evergreen adlı çalışmasında, Alan Resnais’nin Hiroşima Sevgilim’inden esinlenen bir sahnesinde kız arkadaşı Dorothy Fujikawa’nın çırılçıplak gözükmesi okul yönetiminin tepkisini çekmiş, Manzarek sahneyi kesmeyi reddedince, filmi UCLA’in sinema festivalinde gösterime sokulmamıştı. Manzarek kampüste bildiriler dağıtarak durumu protesto etmiş, okul yönetimi geri adım atmış ve film sansürsüz gösterilmişti. Jim, bu tavrından ötürü Manzarek’i çok tutuyordu. Manzarek yüksek lisans diplomasını alırken dekan Colin Young, onun için “uzun metrajlı filmler çekebilecek bir öğrenci” demişti. Newsweek de “yeni sinemacılar” haberinde Manzarek’in kısa filmlerinden övgüyle söz etmişti.
Ancak Manzarek için ağır basan müzikti. Morrison’ın şiirleri yeni bir grup kurma arzusu yaratmıştı. Meditasyon grubundan arkadaşları John Densmore ve Robby Krieger’i Doors fikrine ikna etti ve grubun temelini attı.
Newsweek’e noktayı ünlü lafıyla koymuştu: “Biz erotik politikacılarız.” Time’a da rock tiyatrosu yaptıklarını söylemişti: “Kendimizi müziğimize gizleyerek ifşa ediyoruz.”
Bas yok, Manzarek var
John mimar bir babanın oğluydu, 12 yaşından beri davul çalışıyordu. Üniversitede caza ve Hint felsefesine sardırmıştı. 19 yaşındaki Robby Krieger grubun en genciydi, bir mali müşavirin oğluydu. UCLA’de fizik okuyordu. John’la birlikte Psychedelic Rangers adlı bir grupta çalıyordu. Gitarını flamenkodan folka, blues’dan rock’a, geniş bir yelpazede maharetle gezdiriyordu. Çekirdekten üç müzisyen ve bir şair: Kare kurulmuştu. Jim bir mektupla ailesini durumdan haberdar etti, bir grup kurduğunu, solistlik yaptığını anlattı. Baba Morrison –o sıralarda amiralliğe terfi etmişti– zehir zemberek bir cevap yazdı. Jim’in maymun iştahlılığından girdi –vaktiyle piyano derslerini yarım bırakmıştı–, çocukluğundan beri ailesini umursamadığından çıktı. Şimdi de kalkmış grup kuruyordu; dört yıldır bunun için mi üniversite parası ödemişti? Jim’in yaptığına kepazelik denirdi. O mektuptan sonra Jim ailesini defterden sildi, anne ve babasıyla bir daha hiç görüşmedi. Doors yola çıkmıştı. Haftanın beş günü prova yapıyorlar, düğünlerde, eş-dost partilerinde çalıyorlardı. “Louie Louie” ve “Gloria” gibi kulakların alışık olduğu şarkılarla başlayıp kendi besteleriyle devam ediyorlardı. Jim hâlâ mahçup ve tutuktu. Ya sırtını seyirciye dönüp söylüyor ya da iki eliyle mikrofona tutunup gözlerini kapıyordu.
Birkaç kulübün kapısını çalmışlar, ama reddedilmişlerdi. Gerekçe hep aynıydı: Basçıları yoktu. Bir-iki bas gitarist denemişlerdi, ama olmuyordu. Ya sound’larını değiştireceklerdi ya da bastan vazgeçeceklerdi.
Ocak 1966’da London Fog isimli küçük bir kulüpte iş buldular. Haftada altı gün, 9’dan 2’ye kadar çalıyorlar, karşılığında adam başı 5 dolar alıyorlardı. Her gece 15’er dakikalık beş molaları vardı, bu molalarda elli metre ötedeki ünlü Whisky A Go Go’ya gidip Love’ı seyrediyorlardı. Love, o sıralarda Los Angeles underground’unun en popüler grubuydu ve Jim, hedeflerini “Love gibi olmak” diye özetliyordu.
Doors, London Fog’da pişiyordu. Manzarek, Fender’in bas klavyesini keşfetmiş, sol eliyle onu kullanıyor, sağ eliyle de org çalıyordu. Bas sorunu böylece halledilmişti. 1966 şubatına gelindiğinde, repertuarlarında 40 şarkı vardı, bunların 25’i kendi besteleriydi. Dahası, Doors artık yekpareydi, bir grup olarak çalıyorlardı. Manzarek’in atak ve hafif tertip kilise çağrışımlı orgu, John’un cazvari davulu, Robby’nin blues ve flamenko esintili gitarı, Jim’in pütürlü tenor-bariton sesiyle Doors özgün bir sound geliştirmişti. Dahası, Ray’in ifadesiyle, “komünal, kolektif bir zihin” mevcuttu. Grubun ortaklık yapısı da pek rastlanmayan cinstendi. Gelir, dört eşit parçaya bölünüyordu. Şarkıların büyük çoğunluğu Morrison tarafından yazılmasına rağmen imza Doors’du. Kararlar da oy çokluğuyla değil, oy birliğiyle alınıyordu.
Mayıs 1966, Doors için bir dönüm noktasıydı. Whisky A Go Go’da çalmaya başlamışlardı, isimleri Los Angeles underground’unda kulaktan kulağa yayılıyordu: “Whiskey’deki grup görülmeye değer, solistleri manyağın önde gideni.”
Doors’u dinlemeye gelenler arasında müzik sanayiinin kalburüstü isimleri de vardı: Beach Boys’un prodüktörü Nick Venet, Mamas and Papas’ın menajeri Lou Adler, Elektra’nın kurucusu Jac Holzman… Ortak kanıları, Holzman’ın yorumuydu: “Bunlarda iş yok.” Ancak Love’ın solisti Arthur Lee aksini düşünüyordu ve Holzman’ı ik na edecekti. Holzman, Doors’u dördüncü dinleyişinde “peki” demiş ve altı albümlük bir anlaşma teklif etmişti: 2.500 dolar avans ve albüm satışlarının yüzde 5’i…
1967’nin ilk haftasında ilk single’ları (“Break On Through”) ve ilk albümleri (The Doors) piyasaya çıkıyor ve Doors efsanesi başlıyordu. Basın bildirisinde, Morrison şöyle diyordu: “Doors şarkıları hem uzaydan gelmiş gibidir, hem de antik çağlardan; karnaval müziğidir. Şarkı bittiğinde bir anlık sessizlik olur. Odanıza yepyeni bir şey gelmiş gibidir…” Morrison, kendisi için de şunları söylüyordu: “Yayında 22 yıl gerilmiş bir ok gibiyim. Başkaldırı beni hep cezbetmiştir. İktidarla uzlaştığınızda siz de iktidar olursunuz. Kurulu düzeni yıkmaya dair fikirleri seviyorum. Başkaldırıya, isyana, kaosa dair her şey ilgimi çekiyor…” Beğendiği grupları şöyle sıralamıştı: Beach Boys, Kinks, Love… Şarkıcılardan Sinatra ve Elvis’i, oyunculardan Jack Palance ve Sarah Miles’ı seviyordu. Biyografisine, basın danışmanının bütün itirazlarına rağmen, ailesinin olmadığını, anne ve babasının çoktan vefat ettiğini yazdırmıştı. Albümün piyasaya çıktığı hafta, San Francisco’da Golden Gate Park’taki Human Be-In konserinde ön grup olarak sahne almışlar, “Break On Through”yla başlayıp Morrison’ın Maharishi’ye ithaf ettiği “Take It As It Comes”la devam etmişlerdi; üçüncü şarkıya geçtiklerinde, aslında Young Rascals ve Sopwith Camel’ı dinlemeye gelmiş olan kalabalık pür dikkat kesilmişti. Üçüncü şarkı, Krieger’in yazdığı “Light My Fire”dı: Golden Gate Park hipnotize olmuştu. Sıra “The End”e geldiğinde milletin aklı şaşacaktı: “Baba, seni öldürmek istiyorum / Anne, seni düzmek istiyorum…”
Village Voice’un yazarı Richard Goldstein, “The End” için şu yorumu yapmıştı: “Rock edebiyatı kavramına burun kıvıranlar bu sert ve uzun şarkıyı dinlesinler. Morrison seksüel bir şaman.” Haziran sonunda “Light My Fire” Top Ten’e girmiş, bir ay boyunca adım adım yükselerek 25 Temmuz’da 1 numaraya oturmuştu. İlk albümleri yayınlanalı sadece yedi ay olmuştu; zirvedeydiler.Erotik politika
Ağustos ortasında “Light My Fire” hâlâ liste başıydı ve Doors, ikinci albümleri Strange Days’in kayıtlarına başladı. Albüme adını veren “Strange Days”, Manzarek sayesinde moog sintisayzırının kullanıldığı ilk şarkılardan biriydi, olmuştu; “Horse Latitudes” ve “People Are Strange”, Jim’in Doors öncesinde yazdığı iki şiirdi. “You’re Lost Little Girl”se Frank Sinatra’nın Mia Farrow için söylemesini arzu ettikleri bir baladdı. “When The Music’s Over”, öfkeli bir protesto olduğu kadar (“Dünyayı istiyoruz ve şimdi istiyoruz”), Jim’in azraille flörtünü dile getiriyordu: “Büyük uykunun derinliklerine batmadan önce / duymak istiyorum / çığlığını kelebeğin.”
1967 güzünde bir Doors fırtınası esiyordu. Albüm satışları bir milyonu geçmişti; salonları, stadları tıklım tıklım dolduruyorlar, kapasitesi on bin kişinin altındaki mekânlarda çalmıyorlardı. Doors konserlerinin alâmet-i farikası “hamile suskunluk” tabir ettikleri duraklamalardı. Bir şarkının ortasında müzik duruyor ya da Morrison hecelerin arasında susuveriyordu. New York’ta, “The End”i çalarken tam dört dakika süren bir suskunluğa gömülmüşler, salon düdüklü tencereye dönmüş, seyirciler infilak noktasına geldiğinde şarkı yeniden başlamıştı. “Bir duvar resmi seyretmek gibi oluyor” diyordu Morrison, “ne kadar dayanabileceklerini sınamak hoşuma gidiyor, kaynama noktasına geldiklerinde onları azad ediyorum. Hangi âna kadar susacağımı çok iyi biliyorum. İnsanlar heyecanlanıyor, korkuyor. Korku heyecan vericidir. İnsanlar korkmayı sever. Tıpkı orgazm öncesi gibidir. Herkesin hoşuna gider.”
Doors medyanın da gözdesi olmuştu. Elektra’nın basın sözcüsü Danny Fields’ın ifadesiyle, “Jim medyaya tam da istedikleri şeyleri veriyordu: Çarpıcı cümleler, kapsül laflar, slogansı ifadeler… Yazarlar onun hakkında yazmaktan hoşlanıyordu.” Newsweek’e şöyle demişti: “Bizimkisi bir arayış, bir kapı açılıyor, bir kapı kapanıyor. Tutarlı bir felsefe ya da politika söz konusu değil. Bizim performansımız bir metaformoz çabası; bir yılanın deri değiştirmesi gibi. Şu sıralar ayın karanlık yüzüyle iştigal ediyoruz. Ama müziğimiz aydınlığı ve özgürlüğün kapılarını zorluyor.” Noktayı ünlü lafıyla koymuştu: “Biz erotik politikacılarız.” Time’a da, rock tiyatrosu yaptıklarını, müzikle şiirsel dramayı buluşturduklarını söylemişti: “Kendimizi müziğimize gizleyerek ifşa ediyoruz.”
Yeni bir yön arıyordu. Çevresine “bir yıl içinde yeni bir yaratıcılık biçimi geliştiremezsem eğer, nostaljiden başka bir şey olamam” diyordu.
1967 ekiminde Doors 50 bin kişiye çalıyordu. Aynı günlerde 35 bin kişi de Vietnam savaşını protesto etmek için Pentagon’a yürüyordu. Ülke ikiye bölünmüştü. O dönemde Morrison en radikal iki şarkısını yazdı. “Unknown Soldier’da, Vietnam’daki meçhul askeri anlatıyordu; “Five To One”daysa her beş Amerikalıdan sadece birinin savaş yanlısı olduğunu söylüyordu: “Onların silahları var / Bizse çoğunluğuz / Eninde sonunda kazanacağız.”
Morrison çiçek çocuğu değildi, astrolojinin sahte bir bilim olduğunu düşünüyor, ister İsa’ya, ister Buda’ya olsun, din referanslı felsefelerin dogma olduğunu söylüyordu.
1968, müzikte Doors yılıydı. Üçüncü albümleri Waiting For The Sun on haftada 750 bin satmış, single’ları “Hello I Love You” derhal liste başı olmuş, Doors’un bir milyondan fazla satan ikinci 45’liği unvanını kazanmıştı. Morrison’ın şarkılaşmaya direnen uzun şiiri “The Celebration of the Lizard” (Kertenkele Kasidesi) albüm kapağına metin olarak basılmıştı. Morrison sürüngenlere olan tutkusunu şöyle anlatıyordu: “Kertenkele ve yılan, bilinçaltıyla ve kötücül güçlerle özdeştir. İnsan hafızasında yılana reaksiyon gösteren derin bir sır var. Yılan, korktuğumuz her şeyin timsalidir.”
Doors konserlerinin her biri ayrı bir hadiseydi. Hır çıkmadığı, ortalığın karışmadığı, Morrison’ın ve seyircilerin zıvanadan çıkmadığı, polisle itiş-kakış yaşanmadığı, yerel otoritelerin illallah demediği, basının ateş püskürmediği Doors konseri vaki değildi. Ama, Miami’de olanların eşi benzeri o güne dek görülmemişti. Bunda Morrison’ın Living Theatre’da seyrettiği Paradise Now adlı radikal oyunun payı büyüktü.
Morrison, öteden beri plakların, geçmişteki devrimlerde kitapların, manifestoların oynadığı rolü oynayacağına inanmıştı. Bu inancını sürdürüyordu, ama içine kurt düşmüştü. Kendine yeni bir yön arıyordu. Çevresine “bir yıl içinde yeni bir yaratıcılık biçimi geliştiremezsem eğer, nostaljiden başka bir şey olamam” diyordu. Antonin Artaud’yu okuduğundan beri “Vahşet Tiyatrosu”na hayrandı. 1968 yazında Living Theatre üzerine okuduğu yazılar, bu tiyatro grubunun Artaud’nun varisi olduğuna işaret ediyordu. Aradığı cevabın Living Theatre’da olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ramparts dergisindeki yorumu yakınlarına naklediyordu: “Living Theatre bir kumpanya değil, özgürlük savaşçıları. Cenneti burada ve şimdi kurmayı hedefleyen bu insanlar, kanun ve düzen adındaki baskıcı totaliter devlete karşı mücadele ediyorlar.”
1969 şubatında Living Theatre Güney California Üniversitesi’ne geldiğinde, temsillerini beş gün üst üste seyretmişti. Paradise Now, oyuncuların sahneden ziyade salonda oynadıkları bir temsildi. Kışkırtıcı sorular, kışkırtıcı suskunluklar, kışkırtıcı cevaplar art arda geliyordu. Amaç seyircileri şaşırtmak, sarsmak, provoke etmek, harekete geçirmekti. Soyunmak da vasıtalardan biriydi, ama asla yasal sınırların ötesine geçilmiyordu. Morrison çok etkilenmişti. Doors konserlerindeki gösterilerine siyasi bir içerik vermek için epeydir kafa yoruyor, ancak bunun biçimini bulamıyordu.
28 Şubat’ta beşinci defa Paradise Now”u seyrettikten sonra, Doors’un Miami konserine gitmek üzere uçağa bindi, konser saatine kadar içti.
Vince yetişene kadar Jim meşin pantolonunun fermuarını indirmişti bile. Sonrasına dair rivayet muhtelifti. Peki maksadı neydi? Sorunun cevabı, konser öncesindeki Living Theatre performansında yatıyordu. Ancak, ne polis ne mahkeme meselenin fikri boyutuyla alâkadar olacaktı.
Miami vukuatı
Manzarek, John’a işareti verdi, “Break On Through” başladı. Konserleri genellikle o şarkıyla açarlardı. Yaklaşık on dakika çaldılar, ama Jim oralı değildi. Seyircilerle sohbet ediyordu. Doors durdu, salon sessizliğe gömülünce Jim mikrofonu aldı ve sonradan kâbusa dönüşecek gecenin açılış konuşmasını yaptı: “Devrimden bahsetmiyorum. İyi vakit geçirmekten bahsediyorum. İyi vakit geçireceğiz. Hazır mısınız?”
Doors, ilk albümlerinin ünlü şarkısını, “Back Door Man’i çalmaya başladı. Jim ilk dörtlükten sonra sustu. Ve herkesi şaşırtan bir söyleve başladı: “Silme salaksınız, itilip kakılıyorsunuz ve sesinizi çıkarmıyorsunuz. Size ne söylenirse onu yapıyorsunuz. Daha ne kadar boyun eğeceksiniz? Kölesiniz hepiniz. Bunu değiştirmek için ne yapmayı düşünüyorsunuz? Ha? Ne yapmayı düşünüyorsunuz?..” Ve “Five To One”ı söylemeye başladı: “Balo bitti, gece yaklaşıyor.” Sonra söylevine devam etti: “Devrimden bahsetmiyorum, gösteriden bahsetmiyorum, sokaklara dökülmekten bahsetmiyorum, iyi vakit geçirmekten bahsediyorum, dansetmekten, komşunuzu sevmekten, dostluktan, aşktan bahsediyorum…” Gömleğini çıkardı, seyircilere fırlattı. Seyirciler gömleğine üşüşürken elini kemerine attı. Tehlikeyi sezen Manzarek, Vince’e seslendi: “Durdur onu…” Vince yetişene kadar Jim meşin pantolonunun fermuarını indirmişti bile. Sonrasına dair rivayet muhtelifti. Kimilerine göre, Morrison penisini çıkarıp teşhir etmişti, kimilerine göreyse, Vince’in müdahalesi tam zamanındaydı. Morrison’sa, her şeyi hesap ederek yaptığını, pek adeti olmadığı halde o gün külot giydiğini söylüyordu. Peki maksadı neydi? Sorunun cevabı, konser öncesindeki Living Theatre performansında yatıyordu. Ancak, ne polis ne mahkeme meselenin fikri boyutuyla alâkadar olacak, “teşhir”in devamında vuku bulanlar da tuz biber edecek, Morrison ve Doors ağır bir bedel ödeyecekti. Vince ve Manzarek’in çabaları kâr etmeyecek, Morrison aralara provokatif söylevini serpiştirecek, bir seyircinin uzattığı kuzuyu kucağına alıp “onu düzerdim, ama daha çok genç” diyecek, daha sonra da bir polisin şapkasını alıp salona fırlatacak, ardından seyircileri sahneye davet edecekti. Tam bir kaos halinde son bulan konserin etkisi yıllarca sürecekti. Konserden sonraki üç gün boyunca Miami basını ateş püskürmüş ve 5 Mart’ta Morrison hakkında, genel ahlâka aykırı davranmaktan dava açılmış, Konser Organizatörleri Birliği de üyelerini Doors’un konserlerini iptal etmeye çağırmıştı.
1 Mart 1969’daki Miami konserinden davanın sonuçlandığı 30 Ekim 1970’e, Morrison “çılgın rock starı” imajını “rönesans şairi”ne dönüştürmeye çalıştı. Verdiği mülâkatlarda durulmuş, oturmuş, olgunlaşmış bir portre çiziyordu. Hâlâ “erotik politikacı” olup olmadığı sorulduğunda, o lafı sadece basının ilgisini çekmek için sarfettiğini söyleyecekti. Şiirlerini topladığı Tanrılar, Yeni Yaratıklar’ın yayınlanmasının ardından, “Soft Parade” adlı müzikal şiiri Doors’un dördüncü albümüne ismini veriyordu. Soft Parade’daki şarkıların yalnızca yarısı Morrison’a aitti ve grubun tarihinde ilk defa şarkıların yanında Doors ibaresi yerine yazarın ismi zikrediliyordu. “Easy Ride” ve “Shaman’s Blues”da Morrison şairliğini konuşturuyordu ama, albümün single’ı Krieger’ın yazdığı “Touch Me”ydi. Krieger’ın Otis Redding’e ithaf ettiği şarkı neredeyse “Light My Fire” kadar satmış, ancak gelirin büyük kısmı Miami meselesinden ötürü avukatlara gitmişti. Konserleri iptal edilen, radyo istasyonları tarafından kara listeye alınan Doors mali krize girmişti. Manzarek’in ifadesiyle, Miami vukuatı bir milyon dolara mâlolmuştu. Ve Elektra, noele kadar yeni bir albüm çıkarmaları için baskı yapmaya başlamıştı.
Doors’un beşinci albümü, adını Manzarek ve karısı Dorothy’nin Los Angeles’ın kenar semtlerinden birinde keşfettikleri otelden –iki kişilik bir odanın geceliği 2.5 dolardı– alıyordu: Morrison Hotel. Şubat 1970’te piyasaya çıkan albüm, eleştirmenler tarafından tezahüratla karşılanmıştı. Creem’in editörü Dave Marsh “Doors iyi olduğunda, onlardan iyisi yok, bu albüm bugüne kadar dinlediğim en iyi albüm” derken, Rock Magazine şu yorumu yapıyordu: “Morrison’ın eskisi gibi seksi olmadığı söyleniyor, yaşlanmış, şişmanlamış. Albümde göbeği görülmüyor, ama taşakları duyuluyor. Morrison Hotel, Doors’un en güzel albümü.”
Jim’in “Abortion Stories” adlı şiirinden uyarlanan “Peace Frog” 1969 Amerika’sını resmediyordu: “Kan var ayak bileklerime kadar sokaklarda / Kan var Chicago’da.” Üç şarkının, “Roadhouse Blues”, “Blue Sunday” ve “Queen Of The Highway”in esin perisi Pamela’ydı ve ilişkileri, Morrison’ın “Queen…”de dediği gibi, uzatmaları oynuyordu: “Keşke sürse biraz daha.”
“The End”
30 Ekim’de sonuçlanan mahkeme Morrison’u suçlu bulmuş ve altı ay hapse, 500 dolar para cezasına çarptırmıştı. Temyize başvuran Morrison, 50 bin dolar kefaletle serbest bırakılmıştı.
Bu arada Elektra, Doors albümlerinden yaptığı 13 şarkılık bir derlemeyi 13 adıyla piyasaya sürmüştü. Doors’un Elektra’yla yaptığı sözleşmeden azad olabilmesi için yeni şarkılardan oluşan bir albüm yapması gerekiyordu. Kolları sıvayıp stüdyoya girdiler; albüm umduklarından çok daha çabuk şekillendi. Grup Morrison’ın Venice günlerinden iki şiirini, “Cars Hiss By My Window” ve “The Wasp”ı şarkılaştırırken, Morrison da 1968’de bestelenen “The Changeling”in sözlerini yazdı, Antonioni’nin Zabriskie Point’i için yaptıkları “L’America” hazırda bekliyordu. Albümün lokomotifi Morrison’ın iki yeni şarkısıydı: Otobiyografik şiir niteliğindeki “LA. Woman” ve “Riders On The Storm”.
Uzun bir ayrılıktan sonra, 11 Aralık’ta Dallas’ta, 12 Aralık’ta New Orleans’da sahneye çıkacaklardı. Dallas konseri iyi geçti, altı bin kişi “Riders On The Storm’u ayakta alkışladı. Ama New Orleans, sonun başlangıcıydı. O gece, Manzarek, Jim’in tükendiğini gözleriyle görmüştü: “Herkes aynı şeyi gördü. Konserin ortasına doğru bütün enerjisi tükenmişti. Ruhen de bitap düşmüştü.” Mikrofonu ayaklarından tutup yere vurmaya başladı, vurdu, vurdu, vurdu. Sonra da seyirciye fırlattı ve gidip davulun yanına çöktü. Orada kalakaldı. Kımıldamadan, hiçbir şey söylemeden… Bu, Doors’un bir dörtlü olarak son sahne görüntüsüydü. Tükenişin görünürde tek sebebi vardı: Morrison, üniversite yıllardan beri, kelimenin tam anlamıyla ölümüne içiyordu. 1962-70 arasındaki bütün Morrison öyküleri sonu şiddete ve rezalete varan sarhoşluk öyküleriydi. Doors’un daha ilk günlerinde, Robby Krieger şöyle diyecekti: “Binbir güçlükle bir konser ayarlıyorduk, sonra da Jim’i sahneye ayık çıkarabilmek için mesai yapıyorduk. Usandık ve bakıcılığını başkaları üstlensin diye menajer tuttuk.” O da çare olmayınca, Dylan’ın kankası Bobby Neuwirth’e müracaat edilmiş, yüklü bir ücret karşılığında Jim’e göz kulak olmakla görevlendirilmişti. Neuwirth de çok geçmeden pes edecekti: “Jim’i içkiden vazgeçirmek mümkün değil. Yapılabilecek tek şey, onunla birlikte içmek…” 1970’te, bir mülâkatta alkol bağımlılığını şöyle anlatacaktı: “Üzerimdeki baskıyla baş edemiyordum… İçki, hayatı çekilir kılıyor. İnsanı gevşetiyor, muhabbet yaratıyor. Biraz kumara benziyor. Gece içmeye çıkıyorsun, ertesi gün kendini nerede bulacağını bilmiyorsun. İyi gelebilir, feci olabilir –zar atmak gibi. Düşünmek yerine, düşünceyi öldürmeyi tercih ediyorsun. Eroin ve müsekkinler acıyı öldürüyor, alkolse düşünceyi… Esrarı, marijuanayı sevmiyorum, çünkü torbacılarla muhatap olmaktan nefret ediyorum. İçki öyle değil, köşedeki bara gidiyorsun, masana koyup içebiliyorsun…” “Kozmik eşim” dediği Pamela’nın yardımının dokunması mümkün değildi, o da alkole ve yatıştırıcılara bağımlıydı, ayrıca seyrek de olsa Jim’den gizleyerek eroin kullanıyordu. Aralarında kavga, gürültü hiç eksik olmuyordu. İlişkileri poligamdı, ama sorun kıskançlık değil, kişilik çatışmasıydı.
“LA Woman”daki “Mr. Mojo Risin”in “Afrika’ya uzadıktan sonra” kullanacağı isim olduğunu söylüyordu. 19 yaşında şiiri bırakıp Kuzey Afrika’yı mesken tutan Rimbaud’nun hayatı, ergenliğinden beri Jim’e büyüleyici geliyordu. Yeni albümdeki üç şarkının sözleri (“LA Woman”, “Riders On The Storm”, “The Wasp”) kaçma/kaybolma arzusunu dile getiriyordu.
Albüm bitmek üzereydi, Jim’in vokallerinin kaydı tamamlanmıştı. Elektra’yla yapılan anlaşmanın şartları yerine getirilmişti. Morrison’ın kimseyle alacağı vereceği kalmamıştı. Artık kendisine yeni bir yön çizmek istiyordu ve Paris zorunlu istikamet gibiydi. Gazeteci dostu Salli Stevenson’ın ifadesiyle, “Paris onda bir sabit fikirdi; orada kendini bulacağını, hayatının bir sirke çevrilmesinden kurtulacağını düşünüyordu”. Yola çıkmadan önce birkaç yayıneviyle temas kurdu, bundan böyle kendini yazmaya adayacaktı. Karısı Pamela şubat ortasında Paris’e uçtu; Jim’in sükûnet içinde çalışabileceği ortamı hazırlayacaktı. Mr. Mojo Risin’, Pamela’dan yirmi gün sonra, 5 Mart 1971’de yola çıktı. Sonrası malûm: Öyle ya da böyle, Rimbaud’nun izinden gidiyordu.
Derleyen: Yücel Göktürk
Roll, sayı 79, Eylül 2003