SURİYE’DE GELİNEN NOKTA VE MÜLTECİLERİN GERİ DÖNÜŞÜ

Söyleşi: Didem Danış
10 Kasım 2022
Resimler: Tamman Azzam Storeys serisinden
SATIRBAŞLARI

Türkiye’de siyasi partilerin ve toplumun her kesiminin hemfikir olduğu neredeyse tek konu Suriyelileri geri göndermek. Ancak, bir çırpıda söylenen bu “geri gitsinler” isteğinin arkasında onlarca soru işareti var. Bunlardan biri “nereye?” sorusu, zira hâlâ çoğu bölgesinde ciddi güvenlik sorunları olan, savaşın yarattığı ekonomik ve sosyal yıkımın sürdüğü ve en önemlisi tarafların hâlâ birbiriyle çatışmaya devam ettiği bir ülke Suriye. Şam ve civarında Esad’ın baskıcı ve yozlaşmış yönetimi altında herhangi bir eleştirel ses çıkarmanın yasak olduğu bölgeye Suriyeli mültecileri göndermek hem insani hem de politik açıdan mümkün değil. Geriye Suriye’nin kuzey bölgeleri kalıyor. Ancak, orada da en az üç ayrı yönetimin hüküm sürdüğü parçalı ve çatışmalı bir ortam var. İdlib’te, Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülke tarafından “terörist örgüt” olarak kabul edilen Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) kontrolü elinde tutuyor. Halihazırda milyonlarca insanın çok zor koşullarda hayatını idame ettirmeye çalıştığı İdlib yeni mülteci dalgaları üretmeye aday. Askeri operasyonlar sonucu Türkiye kontrolüne geçen Afrin, Azez ve Cerablus’daysa daha önce Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen, sonraları Suriye Milli Ordusu adını alan ve irili ufaklı rejim muhalifi grupları barındıran silahlı güçler yer alıyor. Bu bölgenin doğusunda Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PYD ve onun silahlı kanadı olan JPG bulunuyor. Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerle ilişkisi bugünlerde çok bozulmuş olsa da 2014’e kadar PYD sözcüsü Salih Müslim pek çok kez Türkiye’yi ziyaret etmiş ve sıcak ilişkiler kurulmuştu. Türkiye’nin Suriye’de değişen öncelikleri bölgedeki aktörlerle ilişkilerini de sürekli dönüştürüyor.

Son aylarda yaşananlar yeni bir döneme girildiğine dair işaretler veriyor. Suriye’deki savaşın ilk yıllarında açık kapı politikası uygulayan ve bugün 4 milyona yakın Suriyeliye ev sahipliği yapan Türkiye’de hükümet bir milyon Suriyelinin ülkesine dönmesi gerektiğini yüksek sesle söylemeye başladı. İçişleri Bakanlığı’nın Suriyelilerin geri dönüşünü sağlamak üzere kimi oldukça sert çeşitli politikalar uyguladığı biliniyor. Bakanlık Eylül 2022’de, toplam 521 bin Suriyelinin geri döndüğünü açıkladı. Suriye’nin kuzeyinde inşa edilecek briket evler de geri dönüş sürecini destekleyecek bir proje olarak tanıtıldı. Ancak, geri dönüş meselesinin başta siyasi olmak üzere çok karmaşık boyutları olduğu aşikâr. Bunun örneklerinden biri de Ağustos ayında, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Esad hükümetiyle görüşmelerin başlayabileceğini, Suriye muhalefetinin Esad yönetimiyle uzlaşı yolları araması gerektiğini söylemesi sonrası yaşandı. Türkiye’nin Esad yönetimiyle yakınlaşmaya dair verdiği sinyaller Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde şiddetli protesto gösterileriyle karşılandı. Tüm bu gelişmelere ek olarak, Ekim ayı ortasında, İdlib’te hakimiyeti elinde tutan HTŞ’nin, Zeytin Dalı Harekâtı bölgesi olan Afrin’e doğru genişlemek üzere, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu güçlerine yönelik saldırıları gündeme geldi. 

Tüm bu karmaşanın ortasında, başta geri dönüş meselesi olmak üzere Suriye’deki duruma dair derinlikli bir analiz için uzun yıllar Suriye’de yaşamış Alman araştırmacı ve gazeteci Kristin Helberg’le görüştük.

Üzerine çok sayıda araştırma yaptığınız Suriye diasporası ile başlayalım. Suriye rejimine karşı ayaklanma sırasında Suriye diasporasının rolü ne oldu?

Kristin Helberg: Öncelikle Suriye diasporası ile sürgündeki muhalefet arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Eğer diasporayı yurtdışında yaşayan Suriyelilerin tamamı olarak tanımlıyorsak, o zaman Türkiye merkezli ulusal koalisyon gibi muhalif Suriye diasporası dediğimiz grupları farklı düşünmemiz gerekir. Ben diasporayı, asgari bir faaliyet, katılım ve inisiyatif öngören modern tanımdan yola çıkarak tanımlıyorum. Bu tanım, bir diasporanın ancak örgütlenme, çıkarlarını ortaya koyma ve hedeflerini açıkça belirleme yoluyla ortaya çıktığı anlamına geliyor. Bu anlamda, Suriye diasporasının iki ayrı parçası var: “Eski diaspora”, 20. yüzyılda ülkeyi terk eden Suriyelilerden oluşuyor. Bu grup yaklaşık 18 milyon kişi. Bir de 2011’den bu yana ülkeyi terk eden Suriyeliler var ki, uzmanlar bu gruba “yeni diaspora” adını veriyor. Yeni diaspora, Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak gibi komşu ülkelerin yanı sıra çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşıyor.

Siyaset bilimci, gazeteci ve yazar Kristin Helberg 2001-2008 arasında Şam’da muhabir olarak çalıştı. 2011’deki ayaklanma ve  ardından gelen çatışmaların uluslararası etkileri üzerine çok sayıda yazı kaleme aldı. Bu konularda Almanca yayınlanan iki kitabı bulunuyor: “Çarpık Görüşler – Aramızdaki Suriyeliler. Korkular, yanlış anlamalar ve değişen bir ülke üzerine” (2016) ve “Suriye Savaşı: Bir Dünya Çatışmasının Çözümü” (2018)

Eski diaspora 2011’deki devrimle birlikte uyandı. Bu kişiler daha önce siyasi olarak aktif değildi. Eski diaspora, çoğunlukla 1970’ler ve 1980’lerde Suriye’yi terk ederek Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerine yerleşmiş, oldukça varlıklı ve iyi bağlantıları olan iş insanı, doktor, mühendislerden oluşuyor. Bazılarının Müslüman Kardeşler’e bağlılığı vardı ya da sempati besliyorlardı, ama çoğu politik değildi. Suriye’deki devrimle birlikte kendilerini baştan tanımlamaya giriştiler, çünkü aniden doğdukları ülkeyi ilgilendiren bu ayaklanmada bir pozisyon almaları gerektiği gerçeğiyle yüzleştiler. Suriye içindeki Suriyeliler için insani yardım organize etmeye başladılar. ABD’de ve Avrupa’da Suriye Amerikan Tıp Derneği (SAMS) gibi çok etkili bazı tıp örgütleri var, çok büyük ağlar var. Bunlarla birlikte koca bir STK sahnesi ortaya çıktı. Daha önce hiçbir çatışma, ülke dışından gelen STK’ların bu kadar aktif olduğu bir ortam yaratamamıştı. Bu grupların Batı ülkelerindeki bağışçı topluluklarla iyi bağlantıları var. Bağışçılardan hibe alıyorlar ve Suriye’deki yerel örgütlere yardım götürüyorlar. Dolayısıyla, ülke içindeki Suriyelilere destek konusunda çok önemli bir rol oynuyorlar.

Almanya’daki Suriye diasporası içinde farklı türde faaliyetler yürütülüyor. Eski diaspora daha çok Suriye içindeki Suriyeliler için insani yardıma ve Almanya’ya gelen Suriyeliler için entegrasyon çabalarına odaklanıyor. Yeni diaspora, yani Almanya’daki politize olmuş Suriyeliler –çoğunlukla gençler, aktivistler, devrimciler– ise, devrimi Alman kamuoyuna anlatmaya ve Almanya ve Suriye siyasetini ilgilendiren sorunlarla ilgili kampanya yürütmeye odaklanıyor. Kısacası, eski diaspora çok da siyasi olmayan alanlarda kalarak insani yardım ve entegrasyon konularına odaklanırken, yeni diaspora siyasi olarak oldukça aktif ve halen devam eden savaşla ve bu savaşın ev sahibi ülkelerdeki etkileriyle meşgul oluyor.

Dediğiniz gibi, Suriye diasporası parçalı bir grup insandan oluşuyor. Ancak, genel olarak bakarsak, Suriye diasporasının gündeminde neler vardı? Özellikle sürgündeki Suriyeli muhalif grupların öne çıkardığı noktalar neler oldu?

Sürgündeki muhalifler son ayaklanmalara kadar Suriye devletine yönelik muhalefet yürütmedi. 2000’lerin başında Suriye’de yedi yıl yaşadım. O dönemde muhalefetin önde gelen aktörleri –entelektüeller, solcular, seküler gruplar, komünistler, liberaller ve bazı ılımlı dindarlar– ülke dışında sürgünde olan muhalefetten tamamen kopuktu. “Biz bu sistemi içeriden reforme etmek istiyoruz. Irak gibi olmak istemiyoruz,” diyorlardı. Irak onlar için kötü bir örnekti. “Biz dışarıdan rejim değişikliği istemiyoruz. Değişimi kendi yöntemlerimizle getirmek istiyoruz.” Sırf bu sebeple bile muhalif isimlerin çoğu Beşar Esad döneminde hapse girdi. Sadece siyasal reform istedikleri için yıllarca cezaevinde kaldılar.

Beşar Esad hakkında bir yanlış anlaşılma var. İnsanlar Esad’ın bir reformcu olduğunu düşündüler, ama bir modernleştirici olduğu ortaya çıktı. Ülkeyi ekonomik olarak açtı, ama siyasi olarak hiçbir şeyi değiştirmedi. Türkiye’nin de çok ciddi ticari ilişkileri vardı. Örneğin Türkiye o dönemde en büyük ekonomik ortaklardan biri haline gelmişti. Beşar Esad ve Erdoğan birlikte tatile bile gitmişti.

50 yıllık diktatörlük, 50 yıllık sessizlik, kamusal tartışmanın ya da siyasi söylemin olmadığı 50 yıl demek. Muhalifler Esad rejimi altında maruz kaldıkları otoriter düşünce tarzını izlediler. Dolayısıyla, sürgünde örgütlenmiş bir muhalefet olarak ülke içindeki insanları temsil etmek için gereken meşruiyeti kazanamadılar.

Bu ekonomik reformlar Suriye’de sosyal bir yarılma yarattı; fakirlerle zenginler arasında makas açılmaya başladı. Bazı kesimler bu neoliberal ekonomik model sayesinde çok para kazanabildi. Eskiden elit kesim parasını harcamak için Beyrut ve Dubai’ye gitmek zorundayken, Şam’da pahalı şeyler satın alabilir ve zenginliklerini sergileyebilir olmuşlardı. Diğer taraftaysa yatırım yapacak parası olmayan, ücretli işlerde çalışanlar vardı. Özellikle kırsal kesimde ve büyük şehirlerin banliyölerinde ekonomik durgunluk hakimdi ve buralarda yaşayanlar rejim tarafından ihmal edildiklerini hissediyorlardı. Önceki dönemde herkes neredeyse birbiriyle aynı konumdaydı. Hafız Esad döneminde, Esad ile Suriyeliler arasında bir toplumsal sözleşme vardı: “Siz siyasi olarak sessiz kalırsanız, ben de ekonomik olarak size refah sağlayacağım”. İnsanlar on yıllar boyunca baskı altında kaldı, özgürlüklerinden yoksun yaşadılar, ama nispeten maddi imkânları vardı ve herkes aynı gemideydi. Oğul Beşar Esad bu anlaşmayı bozdu. Sıradan insanların –devlet memurları, işçiler, çiftçiler, zanaatkârlar ve küçük esnaf– iyi bir yaşam sürebileceklerine ve çocukları için bir gelecek inşa edebileceklerine dair umutları tükendi. Bir yandan gündelik yaşam mücadelesi verirken, diğer yandan başkana yakın bazı işadamlarının nasıl utanmazca zenginleştiklerini izlemek zorunda kaldılar. Beşar bunu yaparak ayaklanmaya zemin hazırlamış oldu. 2011’e gelindiğinde, Beşar Esad yönetiminde on yıl dolmuştu ve insanlar kendilerini hayal kırıklığına uğramış hissediyorlardı. Baba Esad onları gözetiyordu. Oysa oğul Esat sadece elit bir kesime hizmet ediyordu. Bu durumda, Suriyeliler neden susmaya devam etsin ki? Neden sessiz kalıp bu otoriter yönetimi kabul etsinler? Çok kişi için artık kaybedecek bir şey yoktu, bu nedenle de rejime karşı ayaklandılar.

Ancak Suriye, içindeki muhalif kesimler halktan kopuktu. Ne destekçileri vardı ne de toplumun dezavantajlı kesimleri arasında popüler bir tabanları. Dolayısıyla, protestolar başladığında şaşırdılar. Bunun bir parçası olmak istediler. Bazıları yeraltına indi, bazıları da bu devrimi dışarıda desteklemek ve temsil etmek için ülkeyi terk etti. Birçok örgütlenme çabası bu şekilde başladı.

Muhaliflerin örgütlenme çabaları nasıl sonuç verdi?

Suriye muhalefeti içinde farklı eğilimlerden insanlar var; her yerde olduğu gibi Müslüman Kardeşler, seküler, solcu, muhafazakâr, milliyetçi ve liberal insanlar var. Ancak, Suriye örneğinde bu gruplar, siyasi olarak ne istediklerini hiçbir zaman gerçekten tartışmadılar. 50 yıllık diktatörlük, 50 yıllık sessizlik, kamusal tartışmanın ya da siyasi söylemin olmadığı 50 yıl anlamına geliyor. Ne istediklerini öğrenmek, birbirlerini tanımak ve birbirlerine güvenmek için zamana ihtiyaçları vardı. Birçoğu daha önce hiç tanışmamıştı. Örgütlenebilmeleri bir yıldan uzun sürdü. Böylece farklı örgütler, platformlar, koalisyonlar oluşturmaya başladılar, ancak tüm bu çabalar başarısız oldu çünkü temelde Suriyeli muhalifler uzlaşamıyor ve birlikte etkili bir şekilde çalışamıyordu. Aynı hataları tekrarladılar, Esad rejimi altında maruz kaldıkları aynı otoriter düşünce tarzını izlediler. Dolayısıyla, sürgünde örgütlenmiş bir muhalefet olarak ülke içindeki insanları temsil etmek için gereken meşruiyeti kazanamadılar.

Rejimin kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Suriyelilerin çoğu Esad rejimine karşı gerçekleştirilebilir bir alternatif olmadığını düşünüyor. En büyük sorun bu, çünkü kime sorarsanız sorun –Hıristiyanlara, Alevilere, hatta Sünnilere–, “Esad’dan sonra ne olacağını bilmiyoruz, bari bildiğimiz şeytanla kalalım” diyorlar.

Bu sözler Irak’ta olanları hatırlatıyor. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra İstanbul’da tanıştığımız pek çok Iraklı mülteci “Eskiden bir tane Saddam vardı, şimdi bin tane var. Böylesi çok daha karmaşık” diyordu.

Evet ama, Irak deneyimi farklı çünkü Amerikalılar Saddam’ı devirdi ve yerine ülke dışından Ahmed Çelebi’yi getirdi. Suriyelilerin istemediği şey tam olarak buydu. Değişimin içeriden, kendi içlerinde yetişmiş bir muhalefetten gelmesini istediler. Ama bu olamadı. Üstüne üstlük yabancı güçlerin etkisi işleri daha da kötüleştirdi, çünkü bu güçler silahsız direnişi ve sivil halkı yeterince desteklemedi ve korumadı. Herkes muhalif gruplar içinde sadece kendine müttefik aradı. Avrupalılar ve Amerikalılar daha seküler olanlara yöneldi, Katar ve Türkiye Müslüman kardeşlere odaklandı, Suudi Arabistan ise siyasal İslâm içindeki diğer muhafazakâr güçlere… İslâmcılar bu şekilde güçlendi çünkü Avrupa ve ABD Suriye’ye yatırım yapmaya hazır değildi. Batı, konferansları finanse ederek, insan hakları ve demokrasi hakkında bol bol konuşarak muhalefeti destekledi. Ancak, muhalefetin siyasi taleplerine destek olmayı reddettiler. Kurtarılmış bölgelerde yerel konseyleri desteklediler, hastaneler inşa ettiler, okulları ve kadın merkezlerini finanse ettiler. Ancak, bu yerler Suriye ya da Rus Hava Kuvvetleri tarafından bombalandığında oradakileri korumadılar. Batı yardımına güvenen insanlar ihanete uğradıklarını hissettiler.

Başından beri Suriye’de daha fazla çaba, para ve enerji harcayanlar Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye oldu. Böylece İslâmcılar hem ülke içinde hem de muhalefette üstünlüğü ele geçirebildi. Suriye muhalefetinin bugün İslâmcı görünmesi, Suriye’de bir tür siyasal İslâm isteyen bu dış aktörlerle doğrudan ilgili.

Başından beri daha fazla çaba, para ve enerji harcayanlar Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye oldu. Böylece İslâmcılar hem ülke içinde hem de muhalefet içinde üstünlüğü ele geçirebildi. Suriye muhalefetinin bugün daha İslâmcı görünmesi, Suriye’de bir tür siyasal İslâm isteyen bu dış aktörlerle doğrudan ilgili.

Suriye muhalefeti bugüne kadar 20. yüzyılın iki ana ideolojisi olan milliyetçilik ve İslâmcılık arasında sıkışıp kaldı. Bir yanda Arap milliyetçiliği kartını oynayan insanlar var, ki bu Kürt nüfus için temel bir sorun. Diğer yandaysa öteki mezheplerin korkularını ve çıkarlarını görmezden gelen İslâmcılar var. Muhalefet Eylül 2016’da, demokratik ve çoğulcu bir ülkeye siyasi geçişi ayrıntılarıyla ele alan bir belge üzerinde anlaştı. Ancak, Suriye’nin “Arap-İslâm karakteri”ni vurgulayan belge, Hıristiyanlar, Aleviler ve Dürzîler gibi diğer din ve mezhep gruplarını ikinci plana itiyor. Bu da Kürtlerle herhangi bir anlaşmayı oldukça zorlaştırıyor. Eğer çoğulcu bir toplum ve kapsayıcı bir hükümet inşa etmek istiyorsanız bu tutumu değiştirmeniz gerek. Hristiyan ya da Kürt bir kadının devlet başkanı olması mümkün olmalı. Bugüne kadar, koalisyon bu yaklaşımı pek kabul edilebilir bulmadı.

Kapsayıcı bir Suriyeli kimliği geliştirmek için mücadele eden yeni bir Suriyeli kuşağı var. Ancak, on yıllar boyunca Arap milliyetçiliğini desteklemiş, Kürtlüğün ve siyasal İslâm’ın her türüne zulmetmiş bir diktatörlük altında yaşamış insanlar için modern vatandaşlık anlayışını benimsemek çok zor. Suriyelilerin çoğu kendilerini Halepli bir Sünni, Kamışlılı bir Kürt, Salamiyahlı bir İsmaili, Deyri Zorlu bir Arap, Saidnayalı bir Hıristiyan, Sweidalı bir Dürzî olarak görüyor ve yerel bir topluluğun parçası olarak tanımlıyor. Kendilerini eşit vatandaşlar olarak görmedikleri gibi birleştirici bir Suriye devletine de ait hissetmiyorlar.

Suriye’deki çatışmalarda Türkiye ve Katar gibi ülkelerin rolünden bahsettiniz. Rusya, İran, BM ve AB gibi diğer uluslararası aktörlerin rolü hakkında neler söylersiniz?

Uluslararası toplum ne devrime ne de Esad rejiminin buna karşı şiddetli tepkisine yönelik ortak bir tutum belirleyebildi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi zaten en başından beri bölünmüş haldeydi. Rusya, Libya deneyiminden sonra, ne pahasına olursa olsun Beşar Esad’ı iktidarda tutmaya karar vermişti. Libya’daki NATO müdahalesi sivilleri koruma görevini aşırı şekilde esneterek, Kaddafi rejimini devirdi. Vladimir Putin de böylesi bir müdahalenin Suriye’de tekrarlanamayacağına karar verdi.

Amerikalılar önceki 10 yılı neredeyse bütün Arap başkentlerinin kontrolünü ellerinde tutarak geçirdiği için, Putin bir ayağını Ortadoğu’da tutmak istiyordu. Şam Rusya’nın bölgedeki son müttefikiydi. Tartus’ta, Rusların Akdeniz’deki jeo-stratejik çıkarları açısından çok önemli bir deniz üssü var. Rusya için, Suriye’de rejimi iktidarda tutmak Beşar Esad’ın şahsıyla ilgili değil, Suriye’de ülkeyi bir arada tutacak ve Moskova’nın kontrolünden çıkarmayacak otoriter bir aygıta sahip merkezi bir devlete ihtiyaçları var.

İran için ise Beşar Esad’ın kendisi önemli, çünkü Tahran’ın güvenebileceği büyük bir Şii topluluğu olmadığı için Esad ailesi İran’ın Suriye’deki çıkarlarını koruyor. Nüfusunun yaklaşık üçte biri Şii olan ve Hizbullah ve Haşdi Şabi gibi vekil örgütlerin Tahran tarafından başarılı bir şekilde yönlendirilebildiği Irak ya da Lübnan’ın aksine, İran’ın Suriye’de etki ve nüfuz alanlarını korumak ve genişletmek için Esad’a ihtiyacı var.

BM Suriye’de tamamen başarısız oldu. Güvenlik Konseyi işlevsiz kaldı. Suriyelilere insani saiklerle yardım etmeye çalışıyorlar, ama yardımı kimin yapacağına ve kimin alacağına rejim karar verdiği için bu yardımlardan istifade eden Beşar Esad ve yandaşları oluyor. İnsani yardım daha önce tanık olmadığımız ölçüde siyasallaşmış durumda. BM zaten çeşitli ülkelerde otoriter rejimlerle çalışmak zorunda kalıyordu. Ancak Suriye’de Beşar Esad insani yardımı kendi gücünü arttırmak ve güçlendirmek için kullanıyor. Bu durum 11 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. BM acil yardımlarının yüzde 80’i Batı tarafından finanse ediliyor, Almanya ikili anlaşmalarla bağış yapan en büyük bağışçılardan biri. Almanya’nın yaptığı yardımların büyük bir kısmının AB ve ABD tarafından yaptırım uygulanan rejime yakın kuruluşlara gitmesi ise tam bir skandal.

Suriyelilerin çoğu kendilerini Halepli bir Sünni, Kamışlılı bir Kürt, Salamiyahlı bir İsmaili, Deyri Zorlu bir Arap, Saidnayalı bir Hıristiyan, Sweidalı bir Dürzî olarak görüyor ve yerel bir topluluğun parçası olarak tanımlıyor. Kendilerini eşit vatandaşlar olarak görmedikleri gibi, birleştirici bir Suriye devletine de ait hissetmiyorlar.

Sahadaki uluslararası oyunculara ve Suriye meselesini nasıl ele aldıklarına bakarsanız, en büyük farkın ne istediğini bilen ve başından beri belirledikleri stratejileri izleyen ülkeler arasında olduğunu görürsünüz. Rusya ve İran’ın politikalarında başarılı olmalarının nedeni de bu. Neden orada olduklarını tam olarak biliyorlar ve hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapabilirler. Diğer tarafta ise ABD ve Avrupa gibi ne istediğini tam olarak bilmeyen ve hiçbir stratejisi olmayan güçler var. Batı 2011’deki Arap devrimleri konusunda hevesliydi: Mısır’da Mübarek istifa etmişti, Tunus’ta Bin Ali devrilmişti. Bu yüzden de Avrupalılar bir hayale kapılmışlardı, Esad rejiminin birkaç ay içinde devrileceğine inanıyorlardı. Bir strateji geliştirmeksizin beklemeyi tercih ettiler. Faaliyetleri hep gönülsüz oldu. Sahadaki Suriyeliler yıllardır hava bombardımanlarından korunmayı talep ediyorlardı, ancak ABD ve Avrupa Suriye’nin kuzey ve güneyinde uçuşa yasak bölge veya koruma bölgesi uygulamayı reddetti.

Sonra Suriye’de İslâm Devleti güçlenip, Avrupa’da, örneğin Kasım 2015’te Paris’te, saldırılar gerçekleştirdiğinde, hemen gidip Suriye’de IŞİD’in kontrolü altındaki şehirlere saldırmaya karar verdiler. Peki bu bize nasıl bir mesaj veriyor? Avrupa sivilleri korumak için Güvenlik Konseyi kararı alınmasında ısrar ediyor, ama terörle mücadele söz konusu olduğunda BM yetkisi olmadan gidip şehirleri bombalayabiliyor. Suriyeliler için bu su katılmamış bir ikiyüzlülük. Avrupalılar için bunun bedeli güvenilirliklerini kaybetmek oldu. Hepsinden önemlisi sivil toplum kendini terk edilmiş hissetti.

Rojava 2020

Türkiye’de, özellikle de toplumun seküler kesimlerinde, Suriyeli diaspora örgütlerinin cihatçı olmasa bile İslâmcı olduğuna dair güçlü bir inanç var. Bu doğru mu?

Türkiye’deki Suriye toplumu konusunda uzman değilim. Suriye’den kaçan ve Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin çoğunluğu muhafazakâr Sünni Müslümanlar, ama radikal değiller. Suriye’deki İslâm muhafazakâr bir İslâmdı. Siyasallaşmamıştı, çünkü hükümet 1980’lerde Müslüman Kardeşler’i ortadan kaldırmıştı. Yani Suriyelilerinki Türkiye’deki muhafazakâr Sünni Müslümanlarınkinden çok da farklı olmayan geleneksel bir İslâm’dı.

Ancak bahsettiğim gibi, muhalefet, Türk ve Katar hükümetlerinin desteğiyle siyasallaşmış bir İslâm’a yöneldi. Başlangıçta Erdoğan Esad rejimini devirme fikrine odaklanmıştı ve bu konuda yardımcı olacak her kim olursa olsun, cihatçılar bile olsa, hoş karşılanıyordu. Bu tür cihatçı gruplardan kaynaklanan tehlikeyi hafife aldı. Suriyeli İslâmcı isyancı gruplar ile uluslararası bir gündemi olan cihatçı gruplar arasında bir fark var. Dünyanın dört bir yanından cihatçı savaşçılar Suriye’ye gelip nasıl IŞİD’e katılabiliyorlardu? O dönemde İslâmcı gruplara desteğe açık olan Türkiye sınırından.

Cihatçı grupların varlığı Beşar Esad’a da yardımcı oldu, çünkü kendi rejiminden daha kötü görünen bir düşmana ihtiyacı vardı. IŞİD Suriye’nin bazı bölgelerini kontrol ederken, birçok kişi Esad’ın kötünün iyisi olduğunu savundu. Esad azınlıkları koruyormuş ve Suriye’yi teröristlerden kurtarıyormuş gibi yapabildi. Batı da “Esad sadece Suriyelileri öldürüyor, IŞİD ise Avrupalıları ve Amerikalıları öldürüyor” demeye başladı.

Genel olarak ayaklanmanın İslâmi açıdan radikalleşmesi Esad’ın çok işine geliyordu. Ve bu gelişme Türk hükümeti, Suudiler ve Katarlıların yardımıyla olabildi. Batılı ülkeler başlangıçta daha ılımlı olan isyancı grupları yüzüstü bıraktı. Bu gruplar Esad rejimiyle savaşabilmek için ihtiyaç duydukları finansman ve desteği alamadılar.

Ağustos ayında Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşmaya yönelik mesajlarını duyduk. Erdoğan artık Esad’ın devrilmesinden bahsetmiyor. Bu tutum değişikliği hem Suriyeli muhalifleri hem de Türkiye’deki mültecileri zorunlu geri dönüş konusunda endişelendiriyor. Bu değişen tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gelişmeler Suriyeli diaspora örgütleri tarafından nasıl algılanıyor?

Erdoğan 180 derecelik dönüşleriyle ünlü. PKK ile müzakereleri başlatan oydu. Daha sonra, Haziran 2015 seçimlerinde parlamentoda çoğunluğu kaybedince, Kürtlere karşı cephe aldı ve Türkleri kendi arkasında birleştirmek için onları baş düşman ilan etti. En azından Türkiye’yi uzaktan gözlemlediğinizde böyle görünüyor. Suriye’de de bu tür geri dönüşler görüyoruz. Türkiye’nin Suriye politikası uzun vadeli bir stratejiye dayanmıyor, daha ziyade taktikler üzerine kurulu. Son 11 yıl boyunca Ankara, Suriye politikasını çok akıllıca bir şekilde ayarladı. Başlangıçta Esad vardı, sonra IŞİD oldu ve Amerikalılar bugüne kadar terörle mücadelede müttefik olarak gördükleri YPG’ye silah verdi. Bu durum Kürt meselesini Erdoğan’ın odağı haline getirdi. Suriye’nin kuzeydoğusundaki savaşın nedeni de bu. Bu bölgeye yapılan askeri müdahaleler, çoğunluğu Kürtlerden oluşan yüz binlerce insanı yerinden etti. Uluslararası hukuka uygun olmayan bu operasyonları meşrulaştırmak için bazı rejim muhalifleri Türkiye’nin himayesindeki bölgelere yerleştirildi ve bu, Suriyeli isyancıları Erdoğan’ın Suriye’deki vekâlet savaşında YPG ve PYD’ye karşı savaşan Türkiye’nin paralı askerlerine dönüştürdü. Bu kişilerin bir zamanlar Suriye rejimine karşı göstericileri korudukları için göklere çıkarılan eski özgürlük savaşçılarından, Kürt oldukları için hemşerilerini öldürmek üzere Türkiye tarafından finanse edilen aşırılık yanlılarına dönüşmeleri çok üzücü bir düşüş. Suriye’de pek çok insan Suriye Milli Ordusu’nu sadece Ankara’nın emirlerini ve kendi kişisel çıkarlarını gözeten bir grup paralı asker olarak görüyor. Aslında Erdoğan’ın Beşar Esad’a açılma sözleri sürpriz değil, çünkü ona göre sınırda YPG savaşçıları yerine Suriye rejimi askerlerinin olması, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (AANES) ile uğraşmaktansa Şam ile çalışmak daha iyi.

Erdoğan Esad rejimini devirme fikrine odaklanmıştı ve bu konuda yardımcı olacak her kim olursa olsun, cihatçılar bile olsa, hoş karşılanıyordu. Ayaklanmanın İslâmi açıdan radikalleşmesi Esad’ın da çok işine geliyordu, çünkü rejimden daha kötü görünen bir düşmana ihtiyacı vardı. Ve bu gelişme Türk hükümeti, Suudiler ve Katarlıların yardımıyla olabildi.

Ancak açıkçası, Erdoğan’ın “Suriye muhalefetinin Suriye rejimiyle uzlaşması gerektiği” yönündeki talebi, 2011’den bu yana Esad’ın işlediği suçları görüp geçirmiş Suriyeli muhalifler açısından katlanılmaz. Kendilerini Türkiye tarafından ihanete uğramış hissediyorlar, çünkü rejim değişikliği isteklerinde Ankara’nın kendilerini destekleyeceğini düşünüyorlardı.

Ancak, bunun yakın zamanda bir yakınlaşmaya yol açacağından şüpheliyim, çünkü birçok bölge ülkesinin Şam’la ilişkilerini normalleştiriyor olmasından dolayı Beşar Esad’ın kendine güveni tazelendi. Bu nedenle, bir resmi görüşmeye başlamadan önce Türkiye’nin tüm askerlerini çekmesini talep ediyor.

Bu gerçek bir talep mi yoksa sadece retorik bir söylem mi?

Esad’ın Türkiye askerlerini çekmeden resmi temasları başlatmayacağını kastettiğini düşünüyorum. Ancak, iki ülkenin güvenlik konularında gizli görüşmeler yaptığı açık ve bu bir tür askeri işbirliğine dönüşebilir. Esad Türk varlığını “yasallaştırabilir”, ikisi birlikte YPG’ye karşı savaşabilir ve rejim tarafından ele geçirilmek üzere AANES’i çökertebilir.

Bu mülteci sorununu çözer mi?

Hayır, bu mülteci sorununu çözmüyor. Eğer Esad kuzeybatıdaki, İdlib de dahil olmak üzere, tüm kontrolü ele geçirirse 4 milyon sivil nereye gidecek? İdlib’deki insanlar Esad yönetimi altında yaşayamaz, zaten şimdiye dek birkaç kez Esad’ın gizli servisinden kaçtılar. Türkiye’ye yeni bir insan akını olur, ki bunu kimse istemez. Eğer Esad sınır bölgesini kontrol ederse, Erdoğan geri göndermeyi vaat ettiği bir milyon Suriyeliyi nereye yerleştirebilir? Beşar Esad Erdoğan’ın sözde 30 km’lik güvenlik bölgesini ele geçirirse, neredeyse hiçbir Suriyeli geri dönmeyecektir, çünkü büyük çoğunluğu rejimden kaçtı. Bütün bu fikrin arkasındaki sorun bu. Evet, Ankara ve Şam 1998 Adana anlaşmasına dayanarak Kürtlere karşı birlikte savaşabilir. Ancak gerçekte, eğer amaç Suriyeli mültecileri Suriye’ye geri göndermekse, Esad kuzeyi kontrol altına alırsa mültecilerin büyük çoğunluğu geri dönmeyecektir.

Esad’ın geri dönenleri kabul etme ihtimali yok mu? Çünkü Suriyelilerin hepsinin Esad rejiminin baskısından kaçmadığı, ülkedeki genel çatışma nedeniyle Türkiye’ye sığınanlar olduğu da dile getiriliyor. Bu anlatı, mültecileri doğrudan Esad rejimini suçlamadan resmediyor.

Esad sadece sadık ve zengin Suriyelilerle ilgileniyor. İnsanların kendi yönetimine boyun eğmesini ve ülkeye para getirmesini istiyor. Daha önce muhaliflerin elinde olan bölgelerden olan ve iktidarını sorgulayan hiç kimseyi geri almakla ilgilenmiyor. Kimlik kartında daha önce muhalif güçlerin kontrolünde olan bir bölgede yaşadığı yazan her Suriyeli tehlike altında, çünkü gizli polis onların hepsinin rejime karşı olduğunu varsayıyor ve her an tutuklanabilirler.

Mültecilerin geri dönüşünün güvenli, gönüllü ve onurlu bir şekilde olması gerekiyor. BM’nin söylediği de bu. Şu ana kadar gördüğümüz, binlerce insanın, özellikle de Lübnan’dan, Suriye’ye dönmek zorunda kaldıkları ve Lübnan’daki yaşamları dayanılmaz olduğu için döndükleri. Koşullar o kadar kötü ki, artık dayanamıyorlar. Çocuklar okula gidemiyor, yasal statüleri yok, çalışamıyorlar, kötü muamele ve zulüm görüyorlar, dolayısıyla aileleri için bir gelecek göremiyorlar. Bu Suriyeliler kendilerini kaybolmuş hissediyor ve bazıları ne olursa olsun evlerine dönmeye karar veriyor. “Lübnan’da bu yoksunluk içinde yaşamaktansa ülkemde ölmeyi tercih ederim” diyorlar. Bu gönüllü bir geri dönüş mü? Ben öyle düşünmüyorum. İnsan hakları örgütlerinden Suriye’ye döndükten sonra kaybolan ve hapsedilen insanlarla ilgili çok sayıda rapor aldık. Esad rejimi altında güvenlik yok.

Avrupalıların anlamadığı şey, insanları Suriye’ye geri göndermekten bahsederken, ülke içindeki Suriyelilerin çoğunun ülkeden kaçmayı düşündüğü. Politikamızın odak noktası ülke içindeki Suriyelilerin bulundukları yerlerde kalmalarına nasıl yardımcı olabileceğimiz olmalıdır. İnsanlara kalmaları için bir sebep vermeli, onları onurlu yaşam koşullarına kavuşturmalıyız ki ülkeyi terk etmesinler. Örneğin kuzeydoğuda insanlar Türkiye’nin saldırılarından korkuyor. Türkiye insansız hava araçlarıyla Kürt güçlerini hedef aldığı için düşük yoğunluklu bir savaş yaşanıyor. İnsansız hava araçları sivilleri de öldürebildiğinden bu saldırılar halk arasında sürekli bir korku yaratıyor. Suriye’nin kuzeydoğusunda insanların korku duymasının bir başka nedeni de IŞİD’in yok olmayıp yeraltına inerek yeniden dirilmesi. Bu nedenle insanlar ülkeden nasıl kaçacaklarını düşünüyor. Her an ülkeyi terk edebilmek için para topluyorlar. Dolayısıyla, şu an mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesinden bahsetmenin zamanı değil. Bunun yerine, yabancı donörler İdlib’deki yaşam koşullarını iyileştirmeli, altyapı ve tarıma yatırım yaparak kuzeydoğuyu istikrara kavuşturmalı ve Türkiye saldırılarını durdurmalı ve AANES’in Türkiye için bir tehdit olmadığını anlamalı.

Erdoğan ve Esad 2008’de Bodrum’da beraber tatile çıkmıştı

Türkiye’deki birçok muhalefet partisi Beşar Esad’la müzakere edebileceklerine ve onu mültecileri geri kabul etmeye ikna edebileceklerine inanıyor. Bu argümanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Esad’ı geri dönüş için ikna edebilirler mi? İkna edemedikleri takdirde önerdikleri ikinci seçenek, Suriyeli mültecileri Türkiye’nin kontrolündeki Kuzey Suriye’ye göndermek. Bunlar uygulanabilir öneriler mi?

Son kısımla başlayalım. Türkiye, üç askeri operasyonla ele geçirdiği 2016’da Halep’in kuzeyindeki bölgeye, 2018’de Afrin ve 2019’da Tel Abyad ile Resulayn arasındaki bölgelere insanları geri göndermeyi planlıyor. Geri dönüş kampanyası bu bölgelerde demografik bir değişime neden olacaktır, çünkü Türkiye Arapları, çoğunlukla Suriyeli Kürtlerin, ama aynı zamanda Yezidilerin ve bazı Hıristiyan Arapların yaşadığı yerlere geri göndermeyi planlıyor. Bu da 11 yıllık savaşın ardından zaten derin bir şekilde bölünmüş olan Suriye toplumunda daha fazla sosyal huzursuzluk ve gerilim yaratacaktır. Tüm bu yeniden yerleştirme ters etki yapabilir ve geri tepebilir. Ayrıca, bir bölgenin asıl sakinlerini yerinden edip başkalarını yerleştirerek o bölgenin nüfusunu demografik olarak değiştirmek uluslararası hukuka aykırıdır.

Türkiye’deki muhalefet partilerinin geri dönüş konusunda Beşar Esad’la müzakere edilmesi önerisine gelirsek; Esad’ın şu anda istediği ve gerçekten ihtiyacı olan şey para. Geri dönenler çok parayla gelen ve kendi yönetimine itaat etmeyi kabul eden Suriyeli mülteciler olursa, onları memnuniyetle kabul edecektir. Örneğin, Halepli bir işadamının birkaç yıl önce Gaziantep’e taşındığını ve yeni bir iş kurduğunu düşünün. Şimdi Türkiye’deki düşmanca ortamdan endişeleniyor, kendini güvende hissetmiyor, ailesi için korkuyor ve Halep’e geri dönmeyi düşünüyor. Orada bağlantıları ve yeniden yatırım yapacak parası var ve oğlunun askerlikten muaf tutulması için yaklaşık 7 bin avro ödemeye hazır. Bu Suriyeli aile geri dönebilir. Ama bu durumda kaç kişi var?

Rejimin asıl amacı Suriyelilerden mümkün olduğunca çok para koparmak. Askerlik hizmeti Suriyeli genç erkekler için temel sorun, askere alınmak istemiyorlar, ama muafiyet bedelini ödeyecek paraları da yok. Eğer Türkiye Beşar’ın kabul ettiği her mülteci için 10 bin avro ödemeye hazırsa, Beşar bunu kabul edebilir, ama bu gerçekleşmeyecek. Geri dönenlerin çoğunun hayatı tehlike altında olacak, çünkü Esad yönetimi altında her yerde kontrol noktaları var, ama bir güvenlik yok. Her an her şey olabilir. İnsanlar hâlâ hapsediliyor, gözaltı merkezlerinde sistematik işkence var, 100 binden fazla insan kayboldu. Esad yönetimindeki Suriye insanlığa karşı işlenen suçların devam ettiği bir yer. Hava bombardımanları azalmış olsa bile bu Esad rejiminin iyiye gittiği anlamına gelmiyor. Suriye’de insanlar sürekli korku içinde.

Erdoğan ile Esad barışırsa Suriyeli Kürtleri nasıl bir gelecek bekliyor?

Her şeyden önce, yine ayrım yapmak zorundayız, zira durum her zaman göründüğünden daha karmaşıktır. Kuzey ve Doğu Suriye özerk bir şekilde yönetiliyor, ama bu sadece Kürtlerin projesi değil. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi kendisini bir Kürt projesi ya da Rojava projesi olarak tanımlamıyor, çünkü Rojava sadece sınırdaki üç kantondan oluşuyor –Afrin, Kobani ve Cizire– bunlardan biri olan Afrin zaten Türkiye’nin kontrolünde. Aslında, AANES Deyrizor, Rakka ve Haseke’nin bir kısmındaki Arap bölgeleri de dahil olmak üzere Suriye’nin neredeyse üçte birini kontrol ediyor. AANES, bölgedeki tüm farklı etnik ve dini gruplarla birlikte bir “demokratik konfederalizm” inşa etmeye çalışıyor. Bu proje, uzun süredir Kürt devletini değil, özerkliği savunan Abdullah Öcalan’ın fikriyle uyumlu. AANES ve PKK arasındaki ideolojik bağ da bu. Suriyeli Kürtler Suriye devletini sorgulamıyor, bağımsız olmayı talep etmiyorlar. Kürtlerin 21. yüzyıl vizyonu Ortadoğu’daki sınırları kabul etmek ve Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de farklı devletler içinde özerklik kurmak.

Suriyeli Kürtler federal bir sistem, özyönetim, özerklik istiyorlar ve bu Esad’ın onlara vermek istemediği bir şey. Esad herhangi bir Türk hükümetiyle barış yaparsa, bu özerk yönetimin kademeli olarak sona ermesi anlamına gelecektir. Erdoğan için sınırda Suriyeli Arapların olması Kürtlerin olmasından daha iyi, çünkü özerklik fikrinin Türkiye’nin güneyine yayılmasından korkuyor.

Peki bu Kuzey ve Doğu Suriye’de işe yarıyor mu? Aşağıdan yukarıya bir yaklaşımı garanti altına almak için toplumsal düzeyde katılım var mı? Lider pozisyonlarda sorumluluğu paylaşan kadın ve erkekler var mı? Tüm etnik kökenler ve mezhepler temsil ediliyor mu? İnsanların Kürtçe, Arapça, Aramice gibi dilleri konuşmasına ve öğretmelerine izin veriliyor mu? Evet, büyük ölçüde. Kuzeydoğu’yu Esad rejimi bölgeleriyle kıyaslarsanız, durum çok daha iyi, çünkü daha fazla özgürlük ve daha az baskı var. Sadece insani konularda değil, diyalog ve sosyal uyum, çevre sorunları, kadınların güçlendirilmesi ve gençlerin rolü gibi konularda da çalışabilen yaklaşık 200 STK var. Dolayısıyla, Avrupalı siyasetçiler için önemli olan pek çok şey Kuzey Doğu Suriye’de uygulanabilir çünkü AANES buna açık.

Asıl sorun özyönetimin hâlâ PYD’nin kontrolünde olması. Böyle bir projeyi tek bir parti kontrol ederse, bu proje demokratik olamaz. En önemli soru, AANES’in PYD etkisinden sıyrılıp sıyrılamayacağı ve PYD’nin daha çok Suriyelileşerek PKK’den kopup kopmayacağıdır. Bu aynı zamanda, Türkiye’nin PYD’den daha az endişelenmesine de yol açacaktır. Suriye’nin kuzeydoğusundan Türkiye’ye doğru bir tehlike ben görmüyorum. Suriyeli Kürtler Türkiye’ye saldırmak istemiyor, bağımsız olmak da istemiyorlar. Esad yönetimi altında onlarca yıldır yaşadıklarından daha iyi bir şey inşa etmek istiyorlar. Federal bir sistem, özyönetim, özerklik istiyorlar ve bu Beşar Esad’ın onlara vermek istemediği bir şey.

Örneğin, Afrin’de BM yağmalama, mülksüzleştirme, sivillere kötü muamele ve tecavüz, dini mekânların tahrip edilmesi ve ibadet yerlerine saygısızlık belgeledi. Avrupalı siyasetçiler sessiz kalıyor, çünkü Erdoğan’ı mültecileri durdurmak için işlevsel buluyorlar.

Esad ve Erdoğan bir anlaşma yaparsa ne olur? Esad herhangi bir Türk hükümetiyle barış yaparsa, bu özerk yönetimin kademeli olarak sona ermesi anlamına gelecektir. Esad bölgeyi hiçbir zaman tamamen terk etmedi. AANES ve Şam arasında bir müzakere süreci var, çünkü özyönetimin daha fazla uluslararası tanınma ve destek alabilmesi için rejimle bir anlaşmaya ihtiyacı var. Ancak, Şam hiçbir konuda uzlaşmaya yanaşmıyor. Yerel bir otoriteye herhangi bir güç devretmek istemiyor. Esad bölge üzerinde tam kontrol istiyor. Dolayısıyla, görüşmeler çıkmaza girmiş durumda.

Eğer Beşar Esad, Türkiye ile varılacak bir anlaşmayla Kuzey Doğu’da kendi yönetimini yeniden tesis etme gücüne sahip olduğunu hissederse, bunu yapacak ve böylece AANES’i yok edecektir. Askeri güçle değil, ama yönetimin ve güvenlik güçlerinin adım adım ele geçirilmesiyle yapacaktır.

Foto: Newsha Tavakolian, IŞİD’e karşı çarpışırken ölen kadın savaşçılar, afişte: “İçimizdesiniz, hayat sizinle devam ediyor” yazıyor, Kamışlı, Rojava, Haziran 2015

Türkiye Kuzey’deki Suriyelileri geri gönderirse uluslararası tepki ne olur?

Erdoğan için sınır boyunca Suriyeli Arapların olması Kürtlerin olmasından daha iyi, çünkü özerklik fikrinin Türkiye’nin güneyine yayılmasından korkuyor. Yine de bu çok kötü bir fikir olur çünkü Suriye toplumu için daha önce bahsettiğim ağır sonuçları olacaktır. Ancak çok fazla uluslararası protesto ya da eleştiri olacağını sanmam. Örneğin, Afrin’de uluslararası hukuka aykırı şekilde bulunan ya da esas olarak destekledikleri Suriye Milli Ordusu tarafından işlenen suçlara dair BM raporları var. BM yağmalama, mülksüzleştirme, sivillere kötü muamele ve tecavüz, dini mekânların tahrip edilmesi ve ibadet yerlerine saygısızlık belgeledi. Avrupalı siyasetçiler sessiz kalıyor, çünkü Erdoğan’ı mültecileri durdurmak için işlevsel buluyorlar. Erdoğan’a Ukrayna savaşında Rusya ile arabulucu olarak da ihtiyaçları var. NATO’nun ise İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini kabul etmesi için Erdoğan’a ihtiyacı var. Öyle ki, Erdoğan bu kozu İsveç’i politikalarını Türkiye’nin terörizm tanımına uydurmaya ve Ankara’nın terörist olarak gördüğü Kürt muhalifleri sınır dışı etmeye zorlamak için kullanıyor. Dolayısıyla, Erdoğan kendini çok güçlü hissediyor ve bir bedel ödemeden pek çok şeyi yapabileceğini düşünüyor.

Erdoğan geçtiğimiz günlerde (20 Eylül) New York’ta yaptığı BM konuşmasında uluslararası toplumdan Suriye’nin kuzeyinde mülteciler için yeni evler inşa edilmesi konusunda destek istedi. 

Avrupalı siyasetçilere bunun Suriyeliler ve özellikle Kürt nüfus için nasıl bir felâket olacağını anlatmak gerçekten önemli. Ancak, Avrupalılar için Suriyeli mültecileri yeniden yerleştirmek kulağa çok hoş geliyor. Bu yönde atılacak her adımda barınma, arazi ve mülkiyet hakları göz önünde bulundurulmalı.

Suriye Savaşı: Bir Dünya Çatışmasının Çözümü adlı Almanca bir kitap yayınladınız. Suriye savaşı, sizin de anlattığınız gibi, Suriye halkına –evlerini terk edenler için olduğu kadar kalanlar için de– büyük bir felâket getirdi. Aynı zamanda, Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi mülteci kabul eden toplumlar için de zorlu bir imtihan oldu. Bu küresel çatışmanın sonuna yaklaştık mı? Bu çatışma hem Suriye halkı hem de komşuları için yakın gelecekte hangi yönlere evrilecek?

Bence Suriye’deki çatışma bizi her anlamda meşgul etmeye devam edecek. Bu insani bir felâket ve uzun süre de öyle kalacak. Yakın zamanda siyasi olarak çözülmeyecek bir çatışma. Beşar Esad Rusya ve İran’ın yardımıyla ülkenin büyük bölümünün kontrolünü yeniden ele geçirdiği için askeri bakımdan çoktan karara bağlanmış bir çatışma. Bu, donmuş cepheleri olan, ancak altta yatan dinamiklerin devam ettiği bir çatışma. Örneğin IŞİD’in yeniden dirildiğinden ve yeniden örgütlendiğinden bahsetmiştim. Yani kısık ateşte kaynayan bir kriz bu.

En olası senaryo her şeyin sürüncemede kalmasıdır ki, bu da bölünmüş bir ülkede feci bir insani durum ve ekonomik kriz anlamına gelir. Esad’ın yakın zamanda bir yere gideceğini sanmıyorum. İran ve Rusya’ya bağımlı, ama aynı zamanda güvenlik aygıtına ve hayatta kalmasına yardımcı olan bazı zengin işadamlarına da güveniyor. Şu anda ekonomik güç büyük ölçüde başkan ve eşinin elinde toplanmış durumda. Esad iktidarını sürdürmek için BM yardım sistemini kullanıyor, yaptırımlar nedeniyle ortaya çıkan yüksek karaborsa fiyatlarından faydalanıyor, Captagon gibi sentetik uyuşturucuların üretimi ve ticaretinden gelir elde ediyor. Ayrıca Avrupa’daki büyükelçiliklerden de para kazanıyor. Örneğin, Berlin’deki Suriye Büyükelçiliği Suriyelilerin pasaportlarını yenilemek için ödemek zorunda oldukları harçlardan milyonlarca avro kazanıyor. Dolayısıyla, Suriyelileri aşağılayıcı koşullarda tutarken Esad ve rejiminin hayatta kalmasını sağlayan çeşitli gelir kaynakları var.

Kendimize sormamız gereken en büyük soru, rejimi desteklemeden Suriye içindeki Suriyelilere nasıl yardım edebileceğimizdir. Bu Avrupa’da sorulan önemli bir soru. Kendimize karşı dürüst olmalı ve çatışmanın siyasi yollarla yakın zamanda sona ermeyeceğini anlamalıyız. Bu nedenle, Suriye’deki insanların daha iyi duruma kavuşması ve onlara daha etkin bir şekilde yardım edebilmemiz için krizi yönetmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Bunu yapmak için de Suriye’nin üç farklı bölgesinin her biri için ayrı bir yaklaşım geliştirmemiz gerekiyor.

Rejim bölgelerinde, Şam’daki BM kuruluşlarına baskı yapmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Planlar oluşturmalı ve yardımları buna göre dağıtmalılar, çünkü insani yardım tarafsız, bağımsız ve yansız olmalı. Suriye’de durum böyle değil. Suriye’nin kuzeydoğusu için doğrudan yatırım ile tarım, altyapı ve çevre desteği yapılmalı. Eğer doğrudan özerk yönetimle çalışmak istemiyorsanız, STK’lar aracılığıyla bölgeye yardım edebilirsiniz. İdlib’de donör ülkeler ve BM güçlerini birleştirmeli ve Türkiye’nin rızasıyla bölgeyi kontrol eden ve fiilen yöneten aşırılık yanlısı grup Heyet Tahrir El Şam (HTŞ) ile kuzeybatıda yardım için net bir çerçeve üzerinde müzakere etmelidir. Burada amaç uluslararası alanda terörist olarak sınıflandırılan HTŞ’yi meşrulaştırmak değil, İdlib halkının çıkarları doğrultusunda sivil toplum ortaklarının değerli çalışmalarını desteklemek. Suriye ile ilişkilerde geri dönüş, yerel koşullar hakkında bilgi ve kararlılık gerektiriyor. Eğer bu başarılamazsa, Batı’nın ödediği milyarlar Esad’ın gücünü daha da pekiştirecek ve en yoksulları daha da yoksullaştıracak. Gençler Avrupa’ya gidecek ya da aşırılık yanlısı gruplara katılacak. Daha fazla insanın mülteci olmasını ve yeni bir IŞİD’i önlemek istiyorsak, Suriye’deki yardımların en çok ihtiyacı olanlara ulaşmasını sağlamalıyız.

^