ANNIE ERNAUX'DAN BABAMIN YERİ VE YALIN TUTKU

Emek Erez
29 Mayıs 2022
Resimler: Leonor Fini
SATIRBAŞLARI

Annie Ernaux Seneler’de kısa bir paragrafta şöyle yazıyor: “Hafızanın dayanılmaz alanında, ölüm döşeğindeki babasının şu görüntüsü var, hayatında sadece bir kere, o da onun düğününde, kullandığı takım elbise giydirilmiş ceset, merdiven tabutun geçemeyeceği kadar dar olduğu için, yatak odasından giriş katına naylon torbanın içinde indirilmişti.”

Burada onun/onların hikâyesine eklenerek anlatılan, Ernaux’nun Babamın Yer adlı kitabında babanın ve yazarın yaşamıyla kesişen bir anlatıya dönüşüyor. Kitap yazarın öğretmenlik sınavlarını vermesinden iki hafta sonra babanın ölümünü ve sonrası rutin işlemleri anlattığı bir girişle başlıyor. Bu metinde artık Seneler’de onun hikâyesi olarak anlatılana yazarın kendi yaşamındaki izlerin de dahil olduğunu görüyoruz. Bu nedenle kitap daha çok kişisel hafızayla ilişkileniyor.

Annie Ernaux

Farklılaşan üslup

Ancak, bu metin ölen babanın ardından yazılmış, duygularla yoğrulmuş, ağıtı andıran bir anlatı da değil. Çünkü Ernaux burada da kendi üslubunu yaratıyor. Böylece, öznel alana dokunan, ama babanın yer yer bir edebiyat karakteri olarak da yorumlanabilecek anlatısıyla karşılaşıyoruz. Yazarın bu üslubu bilerek seçtiği de şu cümlelerden anlaşılıyor:

Yokluklara ve mecburiyetlere katlanarak geçmiş bir hayatı anlatmak için ne sanatın tarafını tutmaya ne de ‘sürükleyici’ ya da ‘dokunaklı’ bir şey yapmaya çalışmaya hakkım var. Babamın sözlerini, hareketlerini, zevklerini, hayatına damga vurmuş olguları, benim de paylaştığım bir varoluşun bütün nesnel alâmetlerini bir araya getireceğim.”

Babamın Yeri’nde sınıfsal kaygılar, içselleştirilmiş “aşağıda” olma duygusu öne çıkıyor. Fakir bir çocukluğun ardından gelen sınıf atlama, ferah bir yaşam sürme, çocuklarını kendisinden daha iyi şartlara kavuşturma çabası metinde ailenin temel endişesi olarak belirginleşiyor.

Ernaux’nun tercih ettiği bu üslup metinde şu açıdan işlevselleşiyor: Yazar bir baba imgesinin etrafında dönüp durmak zorunda kalmıyor, ayrıca babanın hikâyesi sıradan, dönemin Fransa’sında yaşayan, sorunları, çelişkileri zamanının kaygılarını yansıtan bir insanın anlatısına dönüşerek bir karakter niteliği kazanıyor. Bu sayede öznel olanla bir ara bölge yaratılıyor. Sonuçta, metni kişisel bir baba anlatısı olmaktan çok kendi döneminde benzer sıkıntıları yaşayan insanlar anlatısı olarak okumak da mümkün oluyor.

İçselleşmiş sınıfsal kaygı

Babamın Yeri’nde sınıfsal kaygılar, içselleştirilmiş “aşağıda” olma duygusu öne çıkıyor. Fakir bir çocukluğun ardından gelen sınıf atlama, ferah bir yaşam sürme, çocuklarını kendisinden daha iyi şartlara kavuşturma çabası metinde ailenin temel endişesi olarak belirginleşiyor. Sınıfsal konum olarak alt tabakaya ait olmanın getirdiği kompleks aşılamıyor, işçi olmak, taşralı olmak, farklı dil ve şive özelliklerine sahip olmak taşınması gereken bir yükmüş gibi algılanırken, bir türlü aşılamayan arada kalmışlık duygusu beraberinde geliyor.

Baba yoksulluktan kaçışın yolunu farklı işler deneyerek bulmaya çalışırken durum iyiye gitse bile tedirginlikten kurtulamıyor. Elinde olanı tutmak, diğerlerine göre iyi denebilecek şartları, yani sınıfsal ayrıcalıklarını kaybetmemek, devamlı temkinli ve tutumlu olmak, ailenin her bireyine dayatılan bir şeye dönüşüyor. Bu durum Ernaux’nun cümlelerine yansıyor:

Mutluluğun altında, söke söke kazanılan refahın gerginliği. Dört elim yok ya. Su dökmeye gidecek vakit dahi bulamıyorum. Gribi bile ayakta geçiriyorum. Vesaire. Hep aynı nakarat.”

Kavuşulan konumun korunması için verilen emek bir çeşit vicdan yükü oluşturmaya dönüşüyor. Kıymet bilmek, kanaatkâr olmak bir varoluş meselesi haline gelirken, aile bireylerinin üzerinde bir disiplin pratiğine dönüşüyor. Yazar bu durumu, “her şeyin pahalıya mal olduğu bir dünya görüşü” olarak yorumluyor. Bu görüşte birden fazla elbise, bebekler, silgi, kalemtıraş, kışlık bot, tespih, dua kitabı, haftada bilmem kaç kere alınan “et” hepsi birer ayrıcalık ve korunması gereken konum olarak karşımıza çıkıyor.

Çünkü baba için yoksulluk, belki de çocukluğunun zor koşullar içinde geçmesinin de etkisiyle, korkutucu, refahı kaybetmek, esnaflıktan işçiliğe geri dönmek, patron olarak çağrılmanın sonlanması aile için hiç geçmeyen endişe, ki daha kitabın başında babanın naaşı hâlâ evdeyken annenin iş yerini açması da bunun göstergesi olabilir.

Olduğu şeyden utanma hissi

Tüm bunlar ait olunmak istenen sınıfla olduğun arasında sıkışıp kalınan bir varlık savaşına dönüşüyor. Hatasız davranma, resmi bir kurumda bir kelimeyi yanlış yazdığın için geçmeyen utanma duygusu, başkası ne der takıntısı, hep “aşağıda” olduğunu bilmenin getirdiği his olarak bedende taşınan bir damgaya dönüşüyor. Yazarın cümleleriyle ifade edersek:

Babam, önemli olduklarını düşündüğü kişiler karşısında çekingen bir tutukluğa bürünür, tek bir soru sormazdı. Kısacası, zekice davranırdı. Bu zekâ aşağıda olduğumuzu algılayıp onu mümkün olduğunca en iyi şekilde gizleyerek reddetmekten ibaretti. Bütün bir akşam boyunca bize, müdirenin, ‘Bu rolde kızınız şehir kıyafeti giymeliderken ne kastettiğini sorup durması. Olduğumuz durumda, yani aşağıda olmasaydık, mutlaka bileceğimiz bir şeyden haberdar olmamanın utancı.”

Yaşamı boyunca olduğu şeyden utanmak, ekonomik olarak daha iyi koşullara kavuşsa bile bedenine yapışan “köylülük” hissinden kurtulamamak biraz da sınıf bilincinin olmamasından kaynaklı bir durum.

Çünkü “utandırılmadığında” bile utanmanın, koşullarının sebebinin senden değil içinde bulunduğun zamandan, dünyanın krizlerinden, savaştan, yöneticilerden kaynaklandığını görmeyip, bunu bir varlık yarası haline getirmenin bununla ilişkisi kurulabilir, ki Ernaux’nun Babamın Yeri’nde bu durumu iyi gözlemleyip anlatıyı farklı açılardan düşünmemize izin verdiğini söylemek gerekir.

Mesafesiz öznel alan: Yalın Tutku

Ernaux Babamın Yeri’nde öznel alanla mesafeyi, nesnel bir dil kurarak yarattığı üslubuyla koruyor. Yazarın bizzat özne olarak katıldığı Yalın Tutku bu açıdan farklılaşıyor. Bu sefer tamamen yazarın alanındayız. Yalın Tutku çekincesiz, hislerin hiç saklanmadığı, ahlâki kodların, toplumsal gözetimin umursanmadığı, Babamın Yeri’nde sık sık ifade edilen “başkası ne der” kaygısının pek hissedilmediği, cüret eden bir metin olarak karşımıza çıkıyor.

Kitap bir “yasak aşk” deneyimini yazarın dilinden aktarıyor. Ernaux metinde, derin bir tutkuyla bağlandığı A’dan bahsederken, gizliliği korumak için onun hakkında pek ayrıntıya girmiyor. Kitaba sızanlardan, A’nın kültürel bakımdan “yabancı” olduğu, hızlı araba sürdüğü, Alain Delon’a benzetilmekten hoşlandığı gibi küçük bilgilere ulaşabiliyoruz. Yazar onu, “doğu ülkelerinin birinden gelen biri” olarak tanımlıyor. Ayrıca, ilişkide Ernaux’nun kendisini arzuya bu denli kaptırmasının altında yatan belki de çok az görüşebilmeleriyle, A’nın evli olması nedeniyle iletişimin şartlarının onun tarafından belirlenmesiyle ilgili. Şu cümleler buna işaret ediyor:

Ernaux, Babamın Yeri’nde öznel alanla mesafeyi, nesnel bir dil kurarak yarattığı üslubuyla koruyor. Yazarın bizzat özne olarak katıldığı Yalın Tutku bu açıdan farklılaşıyor. Bu sefer tamamen yazarın alanındayız. Yalın Tutku ahlâki kodların, toplumsal gözetimin umursanmadığı, Babamın Yeri’nde sık sık ifade edilen “başkası ne der” kaygısının pek hissedilmediği bir metin olarak karşımıza çıkıyor.

Evli olmasının bana dayattığı kısıtlamalarona telefon etmemekmektup göndermemekizah edemeyeceği için armağan yollamamakdaima onun özgürlük olanaklarına bağlı kalmakbeni isyan ettirmedi.”

Ernaux, kendisinin de “beni isyan ettirmedi” demesinden anlaşılacağı üzere, her ne kadar iletişimin eksikliğini çekse de bundan şikâyet etmiyor, tam tersine haz alıyor bile denebilir. Yazar bu metinde içinden taşanı genellikle sakınmadan ifade ediyor, her ânın üzerindeki etkisini, duygularının yoğunluğu okura direkt olarak aktarıyor.

Bu nedenle vurgulamak gerekir ki, bu kitapta, edebiyatta çok sık rastladığımız “kötü öteki kadın” imgesiyle karşılaşmıyoruz. Bu imgeyi kıran, tutkunun saflarında dolaşırken hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmayabileceğinin altını çizen bir anlatıyla baş başa kalıyoruz. Bu anlamda metin edebiyat tarihi açısından da önemli bir yere yerleşiyor.

Yalın Tutku’nun hemen başında izlediği pornodan yola çıkarak şöyle yazıyor Ernaux: “Bence yazmak da buna yönelmeliydi, cinsel birleşme sahnesinin yarattığı bu etkiye, bu bunaltıya ve bu şaşkınlığa, ahlâk yargılarının askıya alınmasına.”

 Yalın Tutku bir iç dökme metni olarak da yorumlanabilir. Ernaux anlatı boyunca tamamen kendi benlik alanından seslenirken, tutkunun bazen dönüştüren, bazen hiçliğe düşüren, bazen de yaşama bağlayan yanını açık yüreklilikle ifade ediyor. Yazar maskesinin olmadığı, Virginia Woolf’un deyimiyle “evdeki melek”in[1] öldürüldüğü, yani kadınların üzerinde taşıyıp içselleştirilmesine çalışılan, toplumun ahlâkçı gözünün bertaraf edildiği bir yazma biçimiyle karşılaşıyoruz.

Yalın Tutku’nun hemen başında, izlediği pornodan yola çıkarak şöyle yazıyor Ernaux: “Bence yazmak da buna yönelmeliydi, cinsel birleşme sahnesinin yarattığı bu etkiye, bu bunaltıya ve bu şaşkınlığa, ahlâk yargılarının askıya alınmasına.”

Can Yayınları tarafından yayınlanan Annie Ernaux kitapları Seneler, Babamın Yeri (Çev: Siren İdemen), Yalın Tutku (Çev: Yaşar Avunç)

Yıkıcı bir cevap

Yalın Tutku bu cümlelerle okura bir söz veriyor gibi görünüyor ve sözünü tutuyor. Özellikle cinselliğin kadın için tabuya dönüştürüldüğü, gizli saklı yaşanması gereken bir şeymiş gibi algılandığı, toplumsal cinsiyet rolleriyle kadınların yaşamlarına müdahale alanı haline getirildiği, sadakatin sadece kadınlar için geçerli olduğu fikrinin sabitlendiği bir dünyada, Ernaux bu kitapla tüm bunlara yıkıcı bir cevap veriyor da denebilir.

Sadece bu da değil, insanlara konumlarına göre biçilen yaşam tarzını da aşındırıyor Ernaux, çünkü entelektüel, yazar, kadın, bu kimliklerin ona getirdiği davranış kalıpları da yıkılmış oluyor. Dünyayı unutmak, yaşamının odak noktasını tek kişi haline getirmek, hayatını onun hayatına uydurmak için sıkıntı çekmek, kendi varlığını unutmak, sevilen kişinin her hareketine bir anlam yüklemek gibi çoğu zaman “hastalıklı” görülebilecek edimlerin, arzunun alanında olduğunuzda farklı anlamlara gelebileceğini göstermeye çalışıyor. İçinde bulunduğu durum şöyle yansıyor yazarın cümlelerine:

Geçen yılın eylül ayından bu yana bir erkeğin, bana telefon etmesini, evime gelmesini beklemekten başka bir şey yapmadım. Markete, sinemaya gidiyor, kuru temizlemeciye giysileri götürüyor, okuyor, ödev kâğıtlarına bakıyor, tamamen eskisi gibi davranıyordum, ama bu eylemlere uzun süredir alışık olmasaydım, fevkalade bir çaba harcamadan hiçbirini yapamazdım.”

“Sosyal ben” ve “ferdi ben”

Ernaux içinde bulunduğu durumu açıklıkla ifade ederken, toplum içinde kendi deyimiyle “saplantısını” gizlediğini de ifade ediyor. Çünkü benlik kendinin alanındayken ve başkalarının alanındayken farklı sunumları beraberinde getiriyor. Her ne kadar Ernaux metnin genelinde bir benlik onayına ihtiyaç duymasa da, metnin satır aralarında, özellikle başka ortamlara girdiğinde, çocuklarına karşı, yaşadığını gizleme ihtiyacı hissediyor ve kendiliğinden taviz vermek zorunda kalıyor. Bu açıdan şu cümleler örneklenebilir:

Sık görüştüğüm insanların önünde, saplantımı sözlerime yansıtmamaya çalışıyordum, fakat bu sürekli sürdürülmesi güç bir dikkat gerektiriyordu.”

Elbette, yazarın böyle davranması nedensiz değil, çünkü hem toplumsalın gözünde konumlandığı yer hem de kendisinin bile “saplantılı” olarak tanımladığı tutku alanı çok çabuk kınanmaya, akıl dışı bir yere sabitlenmeye uygun, ki sonrasında kurduğu cümleler bunu açık ediyor:

Seneler’de kullanılan üslupla yaratılan “kolektif bellek”le örülü dönem hikâyesi, Babamın Yeri’nde biraz daha kişisel alana kaydırılırken, Yalın Tutku tamamen bireysel olana yaslanıyor. Bu da yazarın bu üç metninin belleğin farklı alanlarında düşünülebileceğinin göstergesi oluyor.

Kuaförde konuşkan bir kadına rastlamıştım, başı lavabonun içine doğru eğik vaziyette, ‘sinir tedavisi görüyorum’ deyinceye kadar herkes kendisine normal yanıtlar veriyordu. Personel hemen, çaktırmadan, bu önüne geçilmez itiraf bir akıl bozukluğunun kanıtıymış gibi, kadına soğuk bir mesafeyle yanıt vermeye başladı. ‘Bir tutku yaşıyorum’ demiş olsam aynı şekilde anormal görünmekten korkmuştum.”

Yazarın yaşadığı bu durum akla George Herbert Mead’in, Zihin, Benlik, Toplum[2] adlı kitabında, “ferdi ben” ve “sosyal ben” hakkında işaret ettiklerini getiriyor:

Eğer kişi toplumda konumunun ne olduğunu biliyorsa ve kendisinin belirli bir işlevi ve ayrıcalığı olduğunu da düşünürse, bunların tamamı ‘ferdi ben’e göre tanımlanır, fakat ‘ferdi ben’ bir ‘sosyal ben’ değildir ve ‘sosyal ben’ olamaz. ‘Ferdi ben’ kişinin ilgi odağında değildir; kendimizle konuşuruz, ama kendimizi görmeyiz. ‘Ferdi ben’, diğerlerinin tavırlarının alınmasıyla oluşan benliğe tepki verir. Bu tavırları alarak ‘sosyal ben’i yaratırız; ‘sosyal ben’e de ‘ferdi ben’ olarak tepki veririz

Ernaux burada, “ferdi ben”e göre konumunun farkındadır, buna göre verdiği tepkiyle “sosyal ben”in alanına geçer. “Sosyal ben” başkalarının verdiği etkiyle oluştuğundan, yazarın toplumdaki yerini gözden geçirmesine sebep olurken, kuaförde akıl dışı yere konumlanan kadının gördüğü tavırla karşılaşma endişesinden, “bir tutku yaşıyorum” demenin sonuçlarını düşünmek zorunda kalır. Bu nedenle, metinde, çok az da olsa yazarın kendisi olamadığı, durumunu ifade etmekten kaçındığı anların varlığından söz etmek gerekir.

Ernaux Babamın Yeri’nde kurduğu dil ve üslupla okuru tam olarak kişisel belleğin alanına sokmuyor, çünkü nesnel ifadeler, babanın kaybı sonrası beklenen “dokunaklı” anlatıyla buluşturmuyor okuru. Öznel alanla bir mesafe yaratarak babayı zamanının içinde bir karakter olarak düşünmeye izin veriyor. Ancak, Yalın Tutku’da okurun tam olarak kişisel olanın alanına girmesini sağlıyor. Yaşadığı tutku deneyiminin üzerinde bıraktığı etkiyi başkasının yargılayabilecek gözünü devreden çıkararak ifade ediyor.

Böylece, Seneler’de kullanılan üslupla yaratılan “kolektif bellek”le örülü dönem hikâyesi, Babamın Yeri’nde biraz daha kişisel alana kaydırılırken, Yalın Tutku tamamen bireysel olana yaslanıyor. Bu da yazarın bu üç metninin belleğin farklı alanlarında düşünülebileceğinin göstergesi oluyor ve Ernaux’nun kendi yazını içinde değişen üslubunu da yakalamayı sağlıyor.

ALTINI ÇİZDİĞİMİZ SATIRLAR

Yalın Tutku

Benim için tek bir gelecek vardı, o da yeni randevu saptamak, hep bir sonraki telefonun çalmasıydı.

Artık kimi beklediğimi bilmiyordum. Arabanın frenini, kapının çarpmasını, beton eşikte ayak seslerini –yaklaşması beni her zaman dehşete düşürmüştür –işiteceğim o an kıskıvrak bağlamıştı beni.

Her bir nesnenin bir jesti, bir ânı imlediği, bir müzedeki herhangi birinin karşısında hiçbir zaman duyamayacağım güç ve acıdan bir tablo oluşturan bu dağınıklığı olduğu gibi saklamak isterdim.

Çoğu zaman bu tutkuyu bir kitap yazıyormuş gibi yaşadığım izlenimine kapılıyordum: her sahnede aynı başarı ihtiyacı, her ayrıntıda aynı kaygı.

İlişkimi çocuklarımdan tümüyle gizli tutmayı yeğlerdim, tıpkı daha önce flörtlerimi, maceralarımı ailemden gizlediğim gibi. Kuşkusuz, yargılardan kaçınmak için.

Şarkılar yaşadığım şeye eşlik ediyor, onu meşrulaştırıyordu.

Bu ilişkide benim için kronoloji yoktu; sadece onun varlığını ve yokluğunu biliyordum.

Kıskançlığının belirtisi sandığım cümleleri hevesle not ediyordum, ki bunlar bence aşkının tek kanıtıydı.

Ona yazdığım mektupları evden çıkarken veriyordum. Okur okumaz bunları küçük parçalara bölüp otoyolda atabileceğinden kuşkulanmak, yazmayı sürdürmemi engellemiyordu.

Kimi zaman kendi kendime, belki bütün gününü bir saniye bile beni düşünmeden geçiriyor diyordum. Kalktığını, kahvesini içtiğini, konuştuğunu, güldüğünü gözümün önüne getiriyordum, sanki ben yokmuşum gibi.

Hislerime ve tutkuma, onun hayali hikâyelerine sınırsız bir biçimde bağlanmamı engelleyecek şeylere karşı çıkmaya pekâlâ hakkım varmış gibi geliyordu.

Bunları yazmaktan doğal olarak hiçbir utanç duymuyorum, çünkü yazıldıkları an, bunları görenin sadece ben olduğum an ile başkaları tarafından okunacakları an arasında geçecek süreyi düşündüm, ki bu ikincisi sanıyorum hiçbir zaman gerçekleşmeyecek.

Altı ay önce Fransa’dan ayrılıp ülkesine döndü. Muhtemelen onu bir daha asla göremeyeceğim. Önceleri, sabahın ikisinde uyandığımda benim için yaşamak ya da ölmek farksızdı. Tüm bedenim ağrıyordu. Acıyı koparıp atmak isterdim ama her yanımı sarmıştı.

Zamanın beni hiçbir yere götürmeyeceği duygusu; beni sadece yaşlandırıyordu.

Babamın Yeri

Annem merdivenin başında belirdi. Muhtemelen öğle yemeğinden sonra odaya çıkarken eline aldığı peçeteyle gözlerini kuruluyordu. Donuk bir sesle “bitti” dedi.

Annem dükkânı sadece cenaze günü kapadı. Yoksa müşterilerini kaybederdi ve böyle bir şeyin altından kalkamazdı. Müteveffa babam yukarıda yatıyor, o ise aşağıda pastis ve kırmızı şarap servisi yapıyordu.

Anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer yok. Dümdüz bir yazı bana doğal geliyor.

Proust ya da Mauriac’ı okurken, babamın da çocukluğunun geçtiği zamanlardan bahsettiklerine inanamıyorum. Babamınki Ortaçağ’a aitti.

Askerlikle birlikte babam dünyaya giriş yaptı.

Annem aşktan her zaman utandı. Birbirlerini okşamaz, sevgilerini belli etmezlerdi. Babam onu benim önümde hızlı bir baş hareketiyle yanağından, mecburmuş gibi öperdi.

Kazıklanmaktan, her şeylerini kaybedip sonunda yine işçiliğe düşmekten korkuyorlardı.

Her daim sermayeyi kediye yükleme korkusu.

Yoksulluğa ve zahmete katlanarak, ufak ufak, sefalet sınırının biraz üstünde yerlerini aldılar.

Babam içmezdi. Mevkisini doldurmaya çalışıyordu. İşçi değil de esnaf gibi görünmek.

Yavaş yavaş yazıyorum. Bir hayatın bütün olgular ve seçimler bütünü içinden açıklayıcı örgüsünü ortaya çıkarmaya gayret ederken, gitgide babamın kendine has yüzünü kaybettiğim hissine kapılıyorum.

Yazarken, aşağı sayılan bir yaşam biçimine itibarını iade etmek ile ona eşlik eden yabancılaşmanın reddi arasında ince yol.

Şeylerin zaruri olarak kutsallaştırılması. Herkesin her lafının altında imrenme, kıskançlık, kıyas arama.

Hep temkinli konuşmak, münasebetsiz bir kelime edivermenin anlatılamaz korkusu, neredeyse gaz kaçırmak kadar kötü.

Hayatında bir müzeye adım atmışlığı yoktu.

Köylü gibi davranmak, gelişmemişliğin, yol yordam bilmemenin, kılık kıyafet, dil ve adap konularında geri olmanın işaretiydi.

Bir gün gurur dolu bakışlarla: “Seni hiç mahcup etmedim.”

Hayatı gittikçe daha çok seviyordu.

Evde hiçbir şey tamir ettirilmezdi, eşyalara karşı kayıtsızlık.

İçine girdiğim burjuva ve kültürlü dünyanın eşiğinde bırakmak zorunda kaldığım mirası gün ışığına çıkarma işini bitirdim.


[1] Ayrıntı Yayınları, 2017, Çev. Esra Çakıruylası.

[2] Heretik Yayınları, 2017, Çev. Yeşim Erdem

^