Felâket üzerine felâket ve her seferinde sermayenin kârına kâr katması. Özetle, “kıyamet döngüsü”. Bu döngü kendisini nasıl var ediyor, nelerden besleniyor, kırılması nasıl sağlanabilir? “Veba”dan “Kaçış”a, “Alice”ten “Manifesto”ya, Platonov’dan Benjamin’e uzanarak yakın plan…
Albert Camus Veba’da, insanlar “felâkete inanmıyorlardı” diye yazar ve ekler: “Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçekdışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider.” İnsanlar, “felâketlerin olanaksızlığını varsayıyor”, yani “kendileri için hâlâ her şeyin olanaklı olduğunu düşünüyorlardı.” Böylece “işlerini yapmayı sürdürüyorlardı, yolculuklar ayarlıyorlardı ve düşünceleri vardı. Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşüneceklerdi ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felâketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.”[1]
Felâkete gerçekten inanmak istemiyor, Camus’nün deyimiyle, onun olanaksızlığını varsayıyoruz. Onunla karşı karşıya kaldığımızda da onun esas olarak geçici bir durum, başımıza nasılsa gelmiş bir kaza olduğunu düşünmek istiyoruz. Oysa felâketin eninde sonunda “geçip gidecek kötü bir rüya” olmadığı bir çağda yaşıyoruz. “Bildiğimiz dünya” gözlerimizin önünde sona eriyor.
Tarımın ve kentlerin gelişimine olanak veren, son 12 bin yıldır bildiğimiz manada insan uygarlığının içinde şekillendiği, alışılmadık ölçüde istikrarlı iklim koşullarının egemen olduğu “Holosen” dönemi, yani o “bildiğimiz dünya” yok artık. Jeolog Colin Waters ekolojik kriz sonucu gerçekleşen dönüşümlerin son Buzul Çağı nihayete ererken gerçekleşenler kadar büyük olduğunu vurguluyor. “Burada bir dünyadan bir başkasına doğru ani bir değişime bakıyor olabiliriz” diyor.
Dünya’nın, sadece insanlar değil, tüm canlılar için büyük önem taşıyan kritik fiziksel karakteristiklerinde niteliksel bir değişim yaşanıyor. İklim değişimi üzerine çalışmalarıyla tanınan kimyager Will Steffen’in deyişiyle, “Çok sayıda biyofizik göstergenin açıkça Holosen değişkenleri sınırlarını aştığı bir noktaya vardık. Artık benzeri olmayan bir dünyada (no-analog world) yaşıyoruz.”[2]
Yaşadığımız bu sarsıcı dönüşümün giderek daha fazla görünür hale gelmeye başlayan felâketli sonuçlarını tasavvur etmekte zorluk yaşıyoruz. Karşı karşıya olduğumuz felâketi, daha doğru bir tabirle birbirini tetikleyen felâketler silsilesini zihnimizde canlandırmakta zorlanıyoruz. Mesela Marmara’nın, koca bir denizin ölümünü nasıl tahayyül edebiliriz ki?
Felâketi hâlâ eski normalle kıyaslayıp onu düzeltilebilecek bir anomali olarak düşünmenin ferahlığına sığınıyoruz. Felâket dışında bir normal olmadığını, bu yeni dünyanın yeni normalinin ardışık felaketler olduğunu yok sayıyoruz.
Princeton Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen bir çalışma, küresel ısınmanın 1,5 C’de sınırlandırılmasının mümkün olmaması halinde tropikal kuşakta yer alan ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ına ev sahipliği yapan çok geniş bir coğrafi alanın insan yaşamı için uygun olmaktan çıkabileceği uyarısında bulunuyor. Dünya nüfusunun (dile kolay) yarısına yakınının muhtemel, ama çok da uzak olmayan bir gelecekte yerini yurdunu terketmek zorunda kalabileceğini tasavvur etmek mümkün mü?
Peter Fleming’in ifadesiyle, “henüz gerçekleşmemiş, fakat düzeltici tedbirler alınmazsa gerçekleşmesi muhtemel distopik ve tüyler ürpertici gelecekler”in hayaletleri şimdiden aramızda dolaşıyor. “Yaklaşmakta olan post-kapitalist karartma dört bir yandan ikaz sinyalleri gönderiyor”.[3] Karanlık muhtemel geleceklerin gölgesi şimdiden üzerimize düşüyor, pandemi gibi örneklerde o ıstıraplı geleceklerin adeta birer kostümlü provasını sunuyor.
Kaçış ve normale dönüş
Çoğu zaman felâketi hâlâ eski normalle kıyaslayıp onu bir sapma, nasılsa bir şekilde düzeltilebilecek bir anomali olarak düşünmenin ferahlığına sığınıyoruz. Felâket dışında bir normal olmadığını, bu yeni dünyanın yeni normalinin ardışık felaketler olduğunu yok sayıyoruz.
Hal böyle olunca, felâket onu yaratan gerçekliği değiştirmeye dönük bir itkiden ziyade aslında bizzat o felâketin müsebbibi olmuş “normale” dönüş özlemine yol açıyor. Paul J. Franklin’in yönettiği ve pandemi sırasında Slavoj Zizek’in “içinde olduğumuz ana mükemmelen uyan bir film” diye övdüğü The Escape (Kaçış, 2017) adlı kısa film, bu durumu gerçekten iyi özetliyor.
Kendisine rüyalarındaki dünyaya kaçma deneyimi için bir teklifte bulunulan Wayne adlı başkarakter, 16 dakikalık filmin büyük bölümünde, evdeyken, işteyken, eşiyle, çocuğuyla, arkadaşıylayken hep bu kaçış teklifini düşünüyor görünür. İzleyici Wayne’in gündelik hayatın rutininden firar edip hayallerindeki o başka dünyaya açılan kapıdan geçip geçmeyeceğini merakla bekler.
Sonra birdenbire Wayne’e bu alternatif dünyaya kaçma deneyimi teklifini yapan kişinin sesini duyarız. Wayne uyanır. Aslında o teklifi çoktan kabul etmiştir. Onun kaçmayı tercih ettiği dünyası, film boyunca izlediğimiz geçmişte kalmış, yitirilmiş “normal” dünyasıdır. Filmin sonunda Wayne’i, harabeye dönmüş, bir kısmı sular altında kalmış, bir kısmıysa çöle dönüşmüş eski Londra’nın kıyısında yürürken görürüz. Wayne’in kıyamet sonrası dünyasında özleyebileceği tek dünya, geçmişindeki o sıradan, alışılageldik, normal hayatıdır.
Alice’in diyarı ve biz
Felâket normalden bir sapma sayıldığında normale dönüş pekâlâ makûl bir seçenek olarak görülür. Pandeminin yarattığı şu uzatmalı olağanüstü halden çıkıp eski normalimize dönmeyi hangimiz arzulamıyor ki? “Normalleşme” mevcut siyasal iktidarın müsebbibi olduğu felâketlere karşı ana akım muhalefetin çok tutan temel taleplerinden biri haline gelmedi mi?
Felâketin sonrasında eski normale döneceğimiz fikri bizi rahatlatıyor, kapitalizmin bir üretim tarzı kadar bir yıkım tarzına dönüştüğü bu süreklileşmiş felâketler çağında yaşadığımızı unutturuyor. Oysa eski normale geri dönüşün mümkün olmadığı olağanüstü zamanlarda yaşadığımızı pekâlâ içten içe hissediyoruz.
Dünyanın sonuna benzer bir şeyi kafamızda canlandırmak zorunda olduğumuz bir çağdayız. Pandeminin de, müsilajın da, durdurulamazsa Kanal İstanbul’un da parçası olduğu felâketler silsilesini, mevcut ve olası tüm sonuçlarıyla tahayyül edip dehşete düşmemiz gereken bir devirde.
Bugün müsilaj karşısında duyduğumuz dehşetin bir benzerini yarın kuraklıkla ve süper yangınlarla karşılaştığımızda duyacağımız açık. Alice Harikalar Diyarı’nın başlarında, Alice yeleğinin iç cebinden çıkardığı saate bakarak “eyvah çok geç kaldım” diye söylenen bir tavşanın peşinden bir tünele düştükten sonra, “O kadar çok olağanüstü şey olmuştu ki, Alice artık, imkânsız çok az şey olabileceğini düşünmeye başlamıştı” diye yazıyordu Lewis Carroll.[4]
Alice’le benzer bir halde olduğumuz pekâlâ öne sürülebilir. Düne kadar “olmaz öyle şey” dediğimiz pek çok şeyin gerçekleştiğini görüyoruz görmesine de normale dönmek dışında hiçbir şey düşünemiyor, mevcut felaketli olağanüstü halin karşısına bir başka olağanüstü hali çıkarmaktan başka çaremiz kalmadığını kabul edemiyoruz.
“Kapsam ihmâli” ve Kumsalda bekleyiş
Felâketin olası boyutları karşısındaki apati, aslında “kapsam ihmâli” ya da “savsaklaması” (scope neglect) denen bir halin ürünü. Bu, insanların kendi sınırlı yaşam çevrelerini aşan bir felâketin kapsamını tahayyül edebilmesine mani olan düşünsel bir yetersizlik olarak tanımlanabilir. Buna göre, kendi doğrudan yaşam çevremizdeki bir felâket karşısında hızlı kolektif tavırlar geliştirebilirken bu doğrudan çevreyi aşan kitlesel-büyük felâketler karşısında tam bir aldırmazlık sergileyebiliyoruz.
Bir insanın, bir hayvanın ölümü, bir ağacın kesilmesi karşısında dehşete düşüyor, ama on binlerce insanın ya da yüz binlerce hayvanın ölümü, milyonlarca ağacın kesilmesi karşısında aynı dehşet hissini yaşamıyoruz. Çoğu zaman yanlış bir biçimde Stalin’e atfedilen “Bir ölüm trajedidir, bir milyon ölüm ise istatistik” sözündeki gibi felaketin kapsamı büyüdükçe bir trajedi olmaktan çıkıyor.
İngiliz yazar Nevil Shute’un 1957’de yayımlanan ve büyük ilgi gören Kumsalda adlı romanında tam da böyle bir ölçek ya da “kapsam savsaklamasının” örnekleriyle karşı karşıya kalırız. Roman, nükleer silahların kullanıldığı bir dünya savaşı sonrasında, ölümcül radyoaktif bulutların Avustralya’ya gelişini, yani bu kıtada kaçınılmaz yok oluşu bekleyen insanların hikâyesini anlatır.
Daha sonra Gregory Peck, Ava Gardner ve Fred Astaire gibi yıldızların rol oynadığı aynı adlı bir sinema filmine de konu olacak romanda neredeyse tüm karakterler yaklaşan felâketin kaçınılmaz olduğunu bilse de ona inanamaz, felâketin boyutlarını bir türlü idrak edemezler. Felaket yaklaşırken son dakikaya kadar gündelik rutinlerini harfiyen sürdürmekten başka bir varoluşu düşünemezler.
Yüzbaşı Peter Holmes’un tepkisi tipiktir: “Sorun şu ki, bunların olacağına ben pek inanamıyorum. Siz inanıyor musunuz? (…) Bu –dünyanın sonu bu. Hiç buna benzer bir şeyi kafamda canlandırmak zorunda kalmamıştım.” Romanın ana karakterlerinden Moira ise şöyle konuşur: “Hiçbirimiz bir gün bunların olacağına inanmıyoruz –yani bize olacağına”.[5]
Oysa tam da dünyanın sonuna benzer bir şeyi kafamızda canlandırmak zorunda olduğumuz bir çağdayız. Pandeminin de, müsilajın da, durdurulamazsa Kanal İstanbul’un da parçası olduğu felâketler silsilesini, mevcut ve olası tüm sonuçlarıyla birlikte tahayyül edip dehşete düşmemiz gereken bir devirde.
Kıyamet döngüsü
Hiç şüphemiz olmasın: Sermaye düzeni felâketi bir başka felâketle aşmakta, krizden fırsat çıkarmakta mahirdir. Sermayenin önüne çıkan her sınır onun için yeni bir başlangıç ve genişleme imkânıdır. Kapitalizmin krizler karşısındaki “yaratıcı” esnekliği, yeni pazarlar, yeni teknolojilerle felaketin ertelenmesi ya da sonuçları ancak daha sonraya ötelenebilen bir başka felaketle örtülmesi, bitimsiz bir felaketler silsilesine neden olur. Bu durum, Evan Calder Williams’ın deyişiyle, bir “kıyamet döngüsüne” yol açar.[6]
Bu kıyamet döngüsünün iyi bir örneği, ekolojik krizin sermaye birikim süreçlerinin genişlemesi açısından yeni olanaklar yaratması. Örneğin, küresel ısınmanın en ikonik boyutlarından olagelmiş Kuzey Kutbu’ndaki buzul kütlelerin erimesi süreci, bölgenin deniz ticaretine açılması ve yeni fosil yakıt kaynakları açısından muazzam bir fırsat olarak görülüyor. Kuzey Kutbu’nda deniz üzerindeki buzul kümelerinin 2035 yılına gelindiğinde yazları tamamen ortadan kalkacağı tahmin ediliyor.
Kuzey Kutbu, “yok oluş yoluyla sermaye birikiminin” tipik örneği. Sermaye birikim süreçlerinin neticesi olan iklim değişikliğinin yol açtığı sonuçlar birikim süreçlerini derinleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabiliyor. “Kıyamet döngüsü” böyle işliyor.
Bir süre sonra da tıpkı dinozorların yerküre üzerinde dolaştığı zamanlarda olduğu üzere, Kuzey Kutbu denizinde yaz-kış buz kalmayacak. Bu durum Kuzey Deniz Yolu’nun açılması ve deniz altındaki fosil yakıt rezervlerinin kullanılır hale gelmesi açısından sermaye için devasa olanaklar yaratıyor.
Yeni bir okyanusun yıl boyunca kargo gemilerine açık hale gelmesi, seferlerin hızını önemli ölçüde artırarak uluslararası deniz taşımacılığında bir devrim anlamına gelecek. Kuzey Kutbu sadece deniz ticareti açısından önemli değil. ABD hükümetine bağlı Jeolojik İnceleme Ajansı (US Geological Survey), dünyanın henüz keşfedilmemiş doğal gaz kaynaklarının yüzde 30’unun, petrol rezervlerininse yüzde 13’ünün Kuzey Kutbu’nda olduğunu tahmin ediyor. Birleşik Krallık hükümetine bağlı Bilim Ofisi (Office for Science), bölgenin taşımacılık, madencilik ve turizm alanında 100 milyar doları aşan bir yatırım potansiyeli taşıdığını iddia ediyor.[7]
Yani Kuzey Kutbu’nun buzullardan arınması, ABD’den Kanada ve Rusya’ya, Norveç’ten Çin’e hemen herkesin üzerine atlamaya hazırlandığı bir tür ticari nimet. Kuzey Kutbu’nun önümüzdeki yıllarda emperyalistler arası rekabetin yoğunlaşacağı bir bölge olacağını tahmin etmek güç değil. Trump dönemi Dışişleri Bakanı olan Mike Pompeo’nun Kuzey Kutbu’nda deniz buzullarının erimesini, bir “fırsatlar ve bolluk” kaynağı olarak gördüğünü beyan etmesi bundan. Son yıllarda bölgede askeri güç gösterileri ve tatbikatların sayısının artması da bir tesadüf değil.
Kuzey Kutbu, “yok oluş yoluyla sermaye birikiminin” tipik bir örneği. Sermaye birikim süreçlerinin neticesi olan iklim değişikliğinin yol açtığı sonuçlar tam da sermaye birikim süreçlerini derinleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabiliyor. “Kıyamet döngüsü” işte böyle işliyor; felâket kapitalizminin rutin işleyişi içerisinde kârlı bir felâket, daha da kârlı bir başka felâketin koşullarını yaratıyor.
Bu bakımdan Marmara Denizi’ni kaplayan müsilajdan gübre, tarım ilacı ve temizlik malzemesi imal edileceğine, deniz salyasının bir “ekonomik fırsat” sayılabileceğine ilişkin değerlendirmeler hiç de öyle gülüp geçilecek şeyler değil.[8] Erdoğan’ın “Şu müsilajla ilgili bakın Marmara ne durumda… Felâket değil mi? Esasen Kanal İstanbul’a İstanbul’un geleceğini kurtarma projesi olarak bakıyoruz” şeklindeki sözleri de öyle gaf falan değil.
Unutmayalım, Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bir ara, “peki burjuvazi bu krizlerin üstesinden nasıl gelir” diye retorik bir soru sorup hemen cevabı yapıştırırlar: “Daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açarak ve bu krizleri önlemenin yollarını tıkayarak.”[9]
Kapitalist yamyamlık
Bu kriz ve kıyamet döngüsü kapitalizmin alâmeti farikası. John Bellamy Foster’ın dediği gibi, “Kapitalizmin en arsız ekolojik yıkım esnasında birikim yapma, (örneğin atık yönetme endüstrisinin gelişimi yoluyla) çevresel bozulmadan kâr elde etme ve dünyayı hem insan toplumu hem de dünyadaki canlı yaşamın büyük bölümü için geri dönülemez noktaya varıncaya kadar yok etmeye kapasitesini küçümsememeliyiz.”[10]
David Harvey, “sermayenin çevresel felaketler ortasında dolaşım ve birikimini sürdürmesi pekâlâ olasıdır” derken aynı hususa işaret eder. “Çevresel felaketler ‘felâket kapitalizminin’ bolca kâr etmesi için çok sayıda fırsat yaratıyor. Korunmasız ve kırılgan toplulukların açlıktan kırılması ve büyük ölçekli habitat yıkımları sermaye için (bunlar isyan ve devrimlere yol açmadıkça), tam da dünya nüfusunun önemli bir bölümü her nasılsa lüzumsuz ve harcanabilir addedildiğinden illa sorun teşkil etmeyecektir. Sermaye kâr arayışında insanları ortadan kaldırmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir.”[11]
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bir ara, “peki burjuvazi bu krizlerin üstesinden nasıl gelir” diye retorik bir soru sorup hemen cevabı yapıştırırlar: “Daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açarak ve bu krizleri önlemenin yollarını tıkayarak.”
Sermaye varlığını sürdürmek, kendi kendini yeniden üretmek için zaruri olan koşulları hiçbir çaba sarfetmeden, hiçbir “bedel” ödemeden elde etme eğilimindedir. Atmosferin sera gazı salımını soğurma kapasitesi de işe koşulacak sağlıklı bedenlerin teşekkülü de bu koşullar arasındadır. “Sermaye bu koşullar olmadan yaşayamıyorsa da mantığı onu bunlardan vazgeçmeye sürükler.” Çünkü bu koşulların “bedelini” üstlenmeye kalkışması kârından vazgeçmesi anlamına gelir. Bu nedenle de “birikimi tehlikeye atmaktansa sistemin kendi varoluş koşullarını yamyam misali yemesi evladır!”[12]
Dolayısıyla, kapitalizm güçlü bir karşı basınçla karşılaşmadığı takdirde pekâlâ yerküreyi tahrip etmeye devam edebilir ve sonuçta tüketilmiş bir Dünya olmaksızın da yaşayabileceği kaçış yolları bulabilir. Jeff Bezos’tan Elon Musk’a dünyanın en zenginlerinin kafayı uzayın kolonizasyonuna takmış olması “manidar” değil mi? Ian Angus, “herhangi bir şey onu durdurmazsa sermaye sonsuza kadar genişlemeye çalışır; ancak Dünya sonsuz değil” derken haklıdır elbette.[13] Ancak Dünya’nın sınırsız olmayışı kapitalizmin sınırsız genişleme eğilimine pekâlâ engel olmayabilir.
Felaket komünizmi
Sovyet yazar Andrey Platonov, 1934’te, “SSCB’nin olmadığı bir dünya, kaçınılmaz bir biçimde kendi kendini gelecek yüz yıl içerisinde ortadan kaldıracaktır” diye yazıyordu. Platonov aslında tam da günümüzü, devrimin geri çekildiği koşullarda serpilen kapitalist yıkım olasılığını tarif ediyordu. Kapitalizmin alternatifsiz kalışı, onun imhacı-cinai itkilerini bütünüyle dizginsiz bırakmış durumda.
Bu koşullarda felâket, “bir başka dünya” mücadelesinin merkezi bir alanı olmak zorunda. Yirminci yüzyılın büyük felaketlerinin, yaşanan o devasa hayal kırıklıklarının akabinde komünizmi yeniden düşünmek, onu bir kez daha somut bir ütopya haline getirmek, ancak geçmiş ve gelecek felâketlere dair bir duyarlılıkla mümkün. Yani “felâketin gölgesinde duran ya da enerjisini ve kahramanlığını felâket hipotezinden alan” bir tarih ve güncellik kavrayışıyla.[14]
İlerleme ve evrime iman, günümüzün komünizmi açısından dün olduğundan daha da büyük bir çıkmaz. Walter Benjamin’i hatırlayalım: Devrim artık “tarihin lokomotifi” filan değil. O trenin sonsuzca yenilenen felâketlere doğru gidişini durduracak bir imdat freni. Dolayısıyla, günümüzün komünizmi ister istemez bir felâket komünizmi olacak, Enzo Traverso’nun ifadesiyle, “yaşanan yenilgilere, daima eli kulağında olan felaketlere dair keskin bir duyguyla yüklü” olacaktır.[15]
Out of the Woods kolektifinin ifadesiyle, çağımızda, “ismine yaraşır her komünizm artık felâket komünizmi olmak durumundadır.”[16] Yani çağımızın devrimci pratiği, felaket ile normallik arasındaki yanıltıcı ayrıma dayanarak değil, kapitalist felaketin içinde, ona karşı ve onu aşmaya dönük olarak şekillenecektir. Platonov’un o basbayağı gerçekçi kehanetini boşa çıkarmanın tek yolu bu.