Zaven Biberyan’ı ilk ne zaman okudunuz?
Masis Kürkçügil: Zaven Biberyan’ı Payel Yayınları’ndan çıkan Yalnızlar romanıyla tanıdım. Aynı dönemde yaşadık, tabii ben çok gençtim, fakat hiç rastlaşmadık. Yeniden bir okur olarak tanışmam, daha sonra Karıncaların Günbatımı adıyla yayınlanan Babam Aşkale’ye Gitmedi kitabıyla oldu. Böylece onu çizgi dışı bir solcu yazar olarak merak etmeye başladım. Bu adam nereden gelir, nereye gider? Onu yaratan koşullar nelerdir, hangi çevreyle ilişkisi olmuştur? Edebiyatçı kişiliğinin yanısıra gazete yazarlığı da düşünülürse, beni daha da meraklandıran 1946 yılındaki Nor Lur (Yeni Haber) gazetesiyle olan ilişkisiydi. Fakat Ermenicem kıt, ortaokuldan sonra kullanmadığım için unuttum. Bu kaynaklara nasıl ulaşacağımı da bilemiyordum. Allahtan geçen yıl Talin Suciyan kitabında (Modern Türkiye’de Ermeniler, Aras) Biberyan’ın gazete yazılarına yer verdi. Tabii yeniden onun üzerine düşünmemi gerekli kılan otobiyografisi oldu.
Mahkûmların Şafağı’nda size çarpıcı gelen neydi?
Bir sanatçı, insan, Ermeni olarak da, bir solcu olarak da böyle kör bir dönemde nasıl böyle kendine has bir tip ortaya çıktı? Edebiyat da bir yaratımdır. Allah vergisi değil, büyük bir emektir. Bir otodidakt, ama ufak yaştan beri çok büyük bir okur. Bir de sert, ihtiras sahibi biri. Otobiyografisinde görülüyor, çocukluğundan itibaren yaşadığı bir öfke var. Bu öfkenin de gerekçeleri var. 1921 doğumlu olduğuna göre, şahsiyetinin oluştuğu, ergen olma yaşları 1930’lu yıllar, Türkiye’de Güneş Dil Teorisi’nin, milliyetçiliğin rejimin direği haline geldiği bir dönem. Böyle bir dönemde kendini koruma, “ben de varım” deme kaygısıyla bedenen de ayakta kalmak için birtakım antrenmanlar yapıyor, kendisini bir gerilla gibi yetiştirdiğini söylüyor. Ben de bir kenar mahalle çocuğu olarak bu işe takmıştım, çünkü etraftaki taarruz sadece ideolojik değildir, her an olabilecek bir fiziki taarruz beklentisi içinde olursunuz. Dolayısıyla, o yıllarda kendisini inşa ederken tepkisel bir milliyetçiliğe de sürükleniyor, çelik gibi olmaya da çalışıyor. İşin garip yanı bunu beceriyor da, hem de tek başına. Benim hayatımda çok önemli hocalarım oldu, onlardan karakter olarak da, kültür olarak da feyz aldım. Biberyan pek kimseden bahsetmiyor. Kendi yolunu sınama-yanılma yoluyla açmış. Diplomasız bir insan, ama çok dilli. Ermenicenin, Türkçenin, Fransızcanın hakkını vermiş. Askerlikte Ermeniceyi öğreneceğim diyor, çünkü Fransız okulundan mezun. Aile de Ermenice konuşuyor belli ki. Ermenice her ne kadar Hint-Avrupa dili olsa da Kafkas etkisi vardır. Kafkas dilleri fonetik bakımından zengindir. Biberyan askerde oturup sözlükle cebelleşiyor. Sözlükle çalışmak ciddi ve nankör bir çabadır. Bu otobiyografinin orijinalinin birinci hamur kâğıda dolmakalemle yazılmış halini gördüm, dikte hatası yok. Fransızlar bile hata yapmadan yazamaz. Buzkıran gibi kendi yolunu kendisi açıyor, nereye gittiği de belli değil. Özellikle de otobiyografinin bittiği 1946’ya kadar. Hazin olan durum, 25 yaşında bitiriyor kitabı. Sonraki hayatını bilmiyoruz.
Çok iyi bir gözlemci, eleştiriyi kendine, cemaatine yönelten bir adam Biberyan. Toplumla derdi var, onu anlamaya, açıklamaya çalışıyor. Bu köhne dünyaya hem edebi hem de geniş anlamıyla siyasi bir meydan okuma onunkisi.
Biberyan’ın hayatına damgasını vuran 42 ay süren nafıa askerliği oluyor galiba…
Babam ve iki kardeşi de toplu askere gittiler. I. Dünya Savaşı’nda amele taburları vardı, onlara silah vermezlerdi, farklı bir elbise giyerlerdi. Sonra da katledildiler. Nafıa askerleri de yol yapımı gibi işlerde çalıştırılırdı. Seferberlik ilan edildiğinde kendi imkânlarınızın üzerinde bir iş yapıyorsunuz, dolayısıyla eldeki teçhizattan yiyeceğe kadar her şey yetersiz kalır. Piredir, bittir, her askerde olur. Ama şu var: Yanınızdaki diğer askerlere göre siz eğer çok daha namüsait durumlarda yaşamak zorunda kalıyorsanız, size çok açık bir biçimde ayrımcılık güdülüyorsa, yani açıkça sizi vatan haini olarak gösteriyorlarsa, hatta örtük biçimde Ermeni Soykırımı’na gönderme yaparaktan istikbalinizin benzer olacağı hissettiriliyorsa, bu normal askerlikle kıyaslanmaz. Bu işsizlik gibi, aşağılanmak gibi bir şey değildir, esaret gibi bir şeydir.
Sizin ailenizde bu askerlik travması nasıl yaşandı?
Babam anlatmazdı, bizi sakınmak isterdi. Genellikle bu tür felaketlerden birçok ailede söz edilmezdi. Nihayetinde bu ülkede yaşıyorsun, geçmişe değinmek çocuğun kimyasını bozabilir, dolayısıyla her şey normalmiş gibi yaşanırdı. Nafıa askerliği üzerine elimizde çok bilgi yok. Biberyan’ın anılarındaki hikâyeler dehşetengiz. Bu askerlik süresi boyunca bir şeyler de okuyabiliyor, Shakespeare okuyor mesela. Yazdıklarının dışında ne biriktirdi, onu bilemiyoruz. Müthiş bir gözlem gücü, ayrıntı merakı var, deftere aldığı notlar da hafızasını tazeliyor belli ki…
60’lı yıllardan sonra Türkiye’de Ermeni devrimciler oldu, ama bunlar kendi toplumları içerisinde kendi kültürleriyle öne çıkmış insanlar değildi. Nor Or kuşağı dediğimiz bu insanlar öyle değil, Ermeni edebiyatını biliyorlar, Ermenice yazıyorlar. Onlarla sonraki dönem arasında radikal bir farklılık var. O yüzden bu kuşağın özel bir önemi var.
1944-46 arasında, Almanya’nın yenilgisi ve Sovyetler Birliği’nin Nazizme karşı mücadelesinin belirginleşmesinden sonra, hem üniversite gençliği içinde hem de genel olarak Nazi karşıtı bir hareket gelişti. Buna paralel bir şekilde Nor Or’da göreceğimiz bir Ermeni solcu kuşak ortaya çıktı. Bu ilginçtir, çünkü soykırımdan, 1915’ten sonra insanlar gitti, bir de 1922’den sonra gidenler oldu. “Bu ittihatçılar başa geçti, başımız belaya girecek” diyenler sürgüne gitti. İçlerinde çok sayıda entelektüel de vardı, dolayısıyla onların birikiminden yoksundu bu kuşak. 1921 doğumlu Biberyan 1941’de yirmi yaşında askere gidiyor, tam da bu dönemde bu solcu kuşak yetişiyor. Azımsanacak bir rakam değildir, nüfusa oranla baktığımızda. Örneğin TKP 1979’da politbüro üyesi Ahmet Saydam’ın öldüğünü duyurur, onun Aram Pehlivanyan olduğu çok sonra öğrenilir.
Zaven Biberyan Nor Lur’un ardından 1946’da Nor Or’a geçiyor. Nor Or o korkunç baskı yıllarından sonra hem düzenle, devletle uzlaşma içinde olan Patrikhane başta olmak üzere Ermeni cemaatinin yöneticilerine karşı çıkar, hem de eşit vatandaşlık hakları için devlete kafa tutar. Bu insanlar nasıl oluştu? Belki de bu daha sonra Hrant’ın Agos’ta yaptığına benzer bir durum.
Biberyan bu iklimin etkisiyle mi solcu oldu?
Edebiyat alanında okuduğu bazı kitapların adını veriyor, ama siyaseten kendisini solculaştıran şu kitap mı, bu kitap mı, onu bilemiyoruz. Mantıksal analizle çıkarabileceğimiz bir husus şu ki, Sovyetler Birliği’nin Nazizme karşı ayakta kalması Ermeni milliyetçisi olsa da, olmasa da Ermeniler için önemli olmuş olabilir. Ayakta kalmış bir Ermenistan, kendilerinin de yok olmamaları için, bütün tarihlerinden geride kalan sığınak gibi görülmüş olabilir. Kimse Kapital’i okuyarak solcu olmaz zaten. Zaven Biberyan’ın otobiyografisinde geçmeyen, ama yakın ilişkide olduğu Aram Pehlivanyan çok önemli. İki sosyalist parti kuruluyor 1946’da, biri bazı eski TKP’lilerin de olduğu Esat Adil’in partisi, diğeri doğrudan doğruya TKP’ye bağlı, Şefik Hüsnü’nün kurduğu parti. Bu ikincisinin İstanbul örgütlenmesinde önemli görevler üstlenen biri Aram Pehlivanyan. Nor Or’da da onunla birlikte hareket ediyor Zaven Biberyan. Aram Pehlivanyan önemli bir şair, Aras’tan şiir kitabı da çıkmıştı.
40’ların basın dünyasında Ermeni gazeteleri oldukça çeşitlilik arz ediyor…
Zaven Biberyan Nor Lur’u aldığı zaman günde 200-300 basılan gazete ondan sonra dört bin tiraj yapar hale geliyor. Bugün Agos o kadar satmıyordur, birçok sol dergi de satmıyordur. 1944-46 arasında hem Ermeni cemaatinde bir rönesans oluyor, hem de sendikalar kuruluyor, insanlar sendikalara hücum ediyor. 1946’da çok ilginç simalar bu iki partili hayatın içine girmiş. TKP’nin denetiminde olan hareket Demokrat Parti’yle de ilişki kurmuş, ortak dergi çıkartma faaliyetine girmiş. Çok kısa da sürse, Stalinistlerin tek parti iktidarına karşı yürüttüğü bir tür “demokrasi cephesi” fikriyatı var. Böyle bir canlanma, tartışma var.
Zaven Biberyan Nor Lur’u aldığı zaman günde 200-300 basılan gazete ondan sonra dört bin tiraj yapar hale geliyor. Bugün Agos o kadar satmıyordur, birçok sol dergi de satmıyordur. 1944-46 arasında hem Ermeni cemaatinde bir rönesans oluyor, hem de sendikalar kuruluyor, insanlar sendikalara hücum ediyor.
Şunun da altını çizmekte yarar var: 60’lı yıllardan sonra Türkiye’de Ermeni devrimciler oldu, ama bunlar kendi toplumları içerisinde kendi kültürleriyle öne çıkmış insanlar değildi. Nor Or kuşağı dediğimiz bu insanlar öyle değil, Ermeni edebiyatını biliyorlar, Ermenice yazıyorlar. Onlarla sonraki dönem arasında radikal bir farklılık var. O yüzden bu kuşağın özel bir önemi var.
Her cemaatte arayış içinde olan insanlar vardır. Üç aşağı beş yukarı her azınlık şunun bilincindedir: Biz eşit değiliz. Sizi onurlandıran, “eşit vatandaş olmak senin de hakkın” diyen birisinin varlığı onur verir, her zaman için böyle bir kesim olacaktır. Bir de, II. Dünya Savaşı’ndaki nüfusa göre Nazizme karşı mücadelede en fazla insan kaybeden Ermenistan halkıdır. Savaştan sonra erkek nüfus kalmadığı için Ermenistan tüm dünyaya çağrı yaptı, insanlar orayı cennet zannederek gittiler. Cennet olmadığını kısa sürede anladılar. Burada iyi kötü küçük burjuva hayatı yaşayanların bir mesleği var, evine ekmek giriyor. Bütün imkânlarını orada da elde edebileceğini sanıyorsun, gidiyorsun ve felaket bir rejimle karşı karşıya kalıyorsun. Ama öyle bir hayal de vardı.
Zaven Biberyan da Sovyet Ermenistanı’nın çekiciliğine kapılıyor, ama gitmiyor.
Evet, yazılarında Ermenistan’a göçün propagandasını yapıyor, ama gitmiyor. Birçok insan gitmedi. Şunu da unutmamak lâzım, bu adam Kadıköylü. Bunu anlatmak zor, ama birçok İstanbulludan daha fazla İstanbullu. Vatan dediğiniz şey bayrakla kaim değildir. Mekânla insan arasındaki ilişki çok önemlidir. Buradan göç etmek zorunda kalan insanlar babayurdu diye burada yaşayan insandan daha çok o mekânı merak eder. O mekânı, semti, sokağı kutsal bir yer olarak telakki eder. Zaven Biberyan’ın gitmemesini kendi hayatıma da bakınca çok iyi anlıyorum. O dönemin Kadıköy’ünü, Büyükadası’nı bir anlatıyor ki, mest oluyorsun.
Nor Lur’un son döneminde Sansaryan’da bir süre tutuklu kalıyor…
Türkler Sansaryan der. Sanasaryan’dır doğrusu, Erzurum Kongresi’nin de yapıldığı Sanasaryan Ermeni Lisesi’nin İstanbul’daki vakıf binasıdır. Ben de Sanasaryan’da epey kalmış biriyimdir… Solculuğun bir tarafı kitabi, bir tarafı da mücadeleyle ilgilidir. Mücadele olmadan solculuk lafta kalan bir şeydir. Müesses nizamla cebelleşmek kaçınılmaz bir şey. Onun alengirli işlerini de emniyet-i umumiye yapar. Sonunda bir şekilde düşersiniz buraya. Dolayısıyla, bu bir bakalorya sınavıdır. Oradan alnının akıyla çıkmış olmak Zaven Biberyan’da bir ışıldak işlevi görüyor. Yani önünü görme imkânı oluyor. Aslında sorgusu çok ciddi bir şey değil, fakat neden bu sorguda onu bu kadar haşlamışlar, bunu o dönemin karakteriyle açıklamak lâzım. Nihayetinde bir manşetin kim tarafından atıldığını sorguluyorlar, Biberyan’ı günlerce orada bunun için tutuyorlar. Ermeni olmasanız böyle bir şeyden ötürü sorguya çekilmezsiniz. “Bu manşeti ben attım, ama sürmanşeti ben koymadım” diyor. Kim ihbar etmiş? Gazetedeki diğer yönetici, ama onun zaten polisle işbirliği var. Dolayısıyla, bu hikâye bir örgüt sorgulaması da değil. Ama bir taraftan da bu kadar küsurat bir mevzu için adamı zorluyorlar. Azınlıksan bir kere sana ajan gözüyle bakarlar, ajanlık teklif edilir. Bir taraftan kendisine yediremiyor, ama bir taraftan da oyun oynuyor. Ve orada geçirdiği süre ona moral veriyor, özgüvenini kazanıyor. Gerçekten ajan olan kişiyi de gammazlamıyor. Eyvallah demeyen bir adam zaten, kendini de acımasız bir şekilde eleştiren bir adam.
Cezaevinden çıkınca Nor Or’un davetine “yeni bir umut ışığı” diye icabet ediyor, ama kısa süre sonra Beyrut yolları görünecek. Mahkûmların Şafağı da böylece bitiyor.
‘46 macerası bitince sanıyorum hüsrana kapılıyor. Çünkü 1946 insanlarda bir umut yarattı. Karanlık bir dönemden sonra, nafıa askerliği, II. Dünya Savaşı derken, nihayet gazeteciliğe başlıyorsunuz, büyük bir meydan okuma içine giriyorsunuz, Nor Lur’u dört bin okuyucuya ulaştırıyorsunuz, 25 yaşında birdenbire maestro oluyorsunuz, devlete, cemaate, patrikhaneye meydan okuyorsunuz ve sonra tırpan yiyorsunuz. Sonra da dönemin solcu Ermeni entelijansiyasıyla birlikte hareket ediyorsunuz, fakat Nor Or da geçici de olsa kapatılıyor. Bu da tipik bir şey, niye Nor Or’u kapatırsın? Ermeni oldukları için elbette. Nor Or çevresinde TKP’li olanlar tevkifata uğruyor, arkadaşları tutuklanıyor. Bunun üzerine o da Beyrut’a gidiyor. Tam açıklayamıyoruz, neden Beyrut’a gitti. Bu konularda ketum çünkü. Otobiyografi ne yazık ki 25 yaşında bitiyor. 60’lı yıllar da ilginç olabilirdi.
Yazılarında Ermenistan’a göçün propagandasını yapıyor, ama gitmiyor. Şunu unutmamak lâzım: Bu adam Kadıköylü, İstanbullu. Vatan dediğiniz şey bayrakla kaim değildir. Mekânla insan arasındaki ilişki çok önemlidir. O dönemin Kadıköy’ünü, Büyükadası’nı bir anlatıyor ki, mest oluyorsun.
Yalnızlar’ı ilk okuduğunuzda Ermeni bir genç olarak neler düşünmüştünüz?
Ben Ermeni ortaokulundan mezunum, ama liseyi Türk okulunda, Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi’nde okudum. O tarihlerde Ermenilikle ilgili bir derdim yoktu. Bu romanı okuduk, ama kitapla öyle bir ilişkim olmadı. Zaten gündelik hayat bana Ermeniliğimi hatırlatırdı. Emniyet-i umumiyeye düştüğünüz zaman da hatırlarsınız bunu. Gündelik hayatınızda, farkında olurlar ya da olmazlar, yakın arkadaşlarınız da hatırlatır.
Mihri Belli’nin Zaven Biberyan’a “gâvur” demesi gibi bir durum başınıza geldi mi?
Gelmez olur mu! Bunun iyi niyetle, kötü niyetle ilgisi yok. Çünkü ideoloji böyle bir şeydir. İnsanlar hâkim ideolojiyle donanmış şekilde ortaya çıkarlar ve bu hâkim ideolojiden arınma sürecidir sizin insanlaşma süreciniz. Bu açıdan bunu normal karşılamak lâzım. Doğru bulmak, haklı göstermek için değil ama, o insanlar da sosyalizmi henüz öğreniyordu, sosyalizmi milliyetçilik zannediyorlardı, çok arkadaşımız milliyetçilikten geldi. Bizim kuşağımızda bir Kemalistle sosyalistin tarih bilinci konusunda herhangi bir ayrılık yoktu. Başkalarının tarih bilinciyle tarih yapamazsınız, ama herkes eskiden bir altın çağ olduğunu, o çağda bir ulusal kurtuluş savaşı verildiğini ve cumhuriyetin harika bir şey olduğunu anlatıyordu.
Yalnızlar’ın kahramanı Gülgün Müslümanlaştırılmış bir Ermeni yetim, bu dikkatinizi o zaman çekmiş miydi?
Biz onları çevremizden biliriz. Bazı şeyler konuşulmaz, ama insanlar farkındadır. Anneannemiz gibi sevdiğimiz Yozgatlı bir komşumuz vardı, tehcirden kurtulmaydı, bize gördüğü cinayetleri anlatırdı. Herkese de anlatırdı. Normal, öyle yaşamış. Bizim elimizde rakamlar, kitaplar yoktu, ama bunları bilirdik. Yalnızlar’ı okuyup da bu tür vakaların olduğunu öğrenmek durumunda değildik. Ama söylenmez, ifade edilmezdi. Gariptir, ama azınlık olmanın getirdiği bir koruma içgüdüsüdür.
İkinci romanı Meteliksiz Âşıklar’daki genç Sur Ermeniliğinin gündelik hayatına getirdiği zorlukları fazlasıyla yaşıyor, bir yandan da ailesiyle bir kuşak çatışması içine giriyor…
Bunlar benim otobiyografime de girebilecek ayrıntılar. Kitapta geçen 6-7 Eylül’ü de hatırlıyorum tabii ki. Biz Feriköy’ün arka sokaklarında oturuyoruz, babamın terzi dükkânı Pangaltı’da cadde üstünde, dükkân mahvedilmiş, tanıdığımız birçok insanın dükkânlarının önünde jandarma duruyor. Ama gençliğimde cemaat içindeki gerilimi pek hissetmezdim, ortaokuldan sonra Türk arkadaşlar edinmiştim. Kiliseyle ilişkim de çok erken kesilmişti. Sesin filan güzelse mutlaka koroya dahil ederler, ama ben bir de çok genç yaşta ateist oldum, 12 yaşında Zebur, Tevrat, İncil okumuştum, abuk sabuk sorular sormaya başlamıştım. Uzun bir hikâye. Bilmeyerek de olsa çok iyi bir şey yapmışım. Lisede çok iyi arkadaşlarım oldu. Vedat Günyol’la tanıştım ve hayatım değişti. Boyum, fiziğim var, hırgüre bayılırdım, serseri de olabilirdim…
Neler değiştirdi Vedat Günyol hayatınızda?
Fransızca öğretmenimizdi. Okul 880 kişiydi, onun hocalığına o anlamda değer veren belki de on kişiydik. Bizim dersimize girmezden önce de onunla ilişki kurmuştum. Öyle bir kişiliği vardı ki, ilişkiye geçme ihtiyacı hissederdiniz. Sonra meyhane arkadaşımız oldu. Babam “Bunun bir babası da sizsiniz” derdi. Solcu olmamızda da büyük etkisi var. Kendisi farkında değildi tabii. Babeuf’ün Devrim Yazıları kitabını çevirince yargılanmışlardı. Biz de nedir ne değildir derken Babeuf ve ardından Fransız Devrimi üzerine bir şeyler okumaya başlayınca arkası geldi. Editörlük mesleğini seçmemde de onun etkisi vardır. Her çarşamba Yeni Ufuklar dergisinin bürosuna giderdim. 12 Mart’ta beraber hapis yattık. Sonra Yurt Ansiklopedisi’nde birlikte çalıştık. Mülteci olduğumuzda her yıl bizi (Almanya’daki Hüseyin Erdem olmadan olmaz) ziyarete gelirdi. Biberyan’la Meydan Larousse’ta –Vedat hoca kelime oyunlarını sever, Meydan Kâbus derdi– birlikte çalışmışlardı.
Anneannemiz gibi sevdiğimiz Yozgatlı bir komşumuz vardı, tehcirden kurtulmaydı, bize gördüğü cinayetleri anlatırdı. Herkese de anlatırdı. Normal, öyle yaşamış. Bizim elimizde rakamlar, kitaplar yoktu, ama bunları bilirdik. Yalnızlar’ı okuyup da bu tür vakaların olduğunu öğrenmek durumunda değildik.
Zaven Biberyan da kiliseyle hep bir tartışma içerisinde. Meteliksiz Âşıklar’da da, Karıncıların Günbatımı’nda da kiliseye yönelik eleştirel tutumu çok net.
Karıncıların Günbatımı’nın ilk sayfaları beni çok çarpmıştı. Edebi olarak da, ideolojik olarak da çok kuvvetli. Müthiş bir gerilim var. Babam Aşkale’ye Gitmedi hikâyesinden tutarsak, babanın neden gitmediğini anlayana kadar klasik bir polisiye inceliğinde yazıyor. Bu büyük bir beceridir. Ailenin ne kadar kokuşmuş bir kurum olduğunu o kadar sert bir eleştirellik içinde yapıyor ki. Türk edebiyatında böylesine bir aile kurumu eleştirisi bulmak mümkün değil. Çok iyi bir gözlemci, eleştiriyi kendine, cemaatine yönelten bir adam, cemaatindeki rezillikleri, eşitsizlikleri, tahakkümü birinci derecede öne çıkartan biri. Zaven Biberyan’ın toplumla derdi var, onu anlamaya, açıklamaya çalışıyor. Bu köhne dünyaya hem edebi hem de geniş anlamıyla siyasi bir meydan okuma onunkisi.
1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili adayı oluş süreci belirsizliğini koruyor. Sonra yine TİP kontenjanından Şişli belediye meclis üyesi olmuş…
Yaşasalardı, o çevrede bulunmuş insanlara sormak lâzımdı herhalde. Belli ki ‘46’dan kalma solcu cemaatleri tanıyor Biberyan, solla yeniden bir tanışma söz konusu değil. Adam yazar olmasaydı, bu otobiyografi ve romanlar çıkmasaydı iyice unutulacaktı. TİP 1963’ten itibaren kendini solcu olarak ifade eden insanlar için bir çekim merkezi olmuştu. Ben üyesi olmadım ama, TİP başka bir duygu, toplum içinde bir rüzgâr yarattı. 450 kişilik Millet Meclisi’nde 15 kişiyle milletin kimyasını bozdular. Sonra Adalet Partililer kalkıp TİP’lileri dövdü. Neden? Çaresizlikten. Ele aldıkları konular açısından toplumun kimyasını değiştirdiler. Bir daha da o düzeyde bir umut yeşermedi…
1+1 Express, sayı 178, Aralık 2021