NADİRA KADİROVA’NIN HATIRLATTIĞI: GÖÇMEN EV İŞÇİLERİ

Ayşe Akalın
31 Ekim 2019
SATIRBAŞLARI

Nadira Kadirova’nın, yanında çalıştığı asker emeklisi iktidar milletvekili Şirin Ünal’ın evinde, her nasılsa Ünal’ın beylik tabancasını ele geçirip intihar ettiği iddia ediliyor. Özbekistan göçmeni Kadirova’nın ailesi korkutularak sindirilmeye çalışılıyor. İHD Kadirova’nın tacize uğradığını anlattığı kayıtların ellerinde bulunduğunu açıkladı. İktidar sahipleri İstanbul Sözleşmesi’ni masaya yatıradursun, kadın hayatının hiçe sayıldığı sonu gelmez vakalardan birine daha tanık oluyoruz. Öyle ki, AKP milletvekili Ünal dosyada şüpheli sıfatıyla dahi yer almıyor. Patriyarka bir sınıf olarak kadına düşmanlığını sergilemeye devam ediyor. Kadirova bir ezilendi. Hem kadın, hem göçmen, hem de kırılgan şartlarda mücadele veren bir ev işçisiydi. Ölümünün muktedirler tarafından katmerli bir vurdumduymazlıkla karşılanmasının bir nedeni de bu olmalı. Kadirova’nın şüpheli ölümünün ardından göçmen kadın ev emekçilerinin kölelik düzeyindeki çalışma şartlarına yakından bakıyoruz.


Nadira Kadirova’nın ölümü ardında pek çok soru bıraktı. Kamuoyunu tatmin edecek cevapların alınamamasının ötesinde, bu ölümün işaret ettiği önemli bir boyut da toplumun mevcut tabakalaşmasını gözler önüne sermesiydi. Bir tarafta parti ve devletin içiçe geçtiği bir dönemde, kuvvetli delillerle şüpheleri üzerinde toplayan, siyasi erkin üyesi bir milletvekili. Diğer tarafta ise, kimliğinde emeği kırılgan hale getiren neredeyse tüm unsurların buluştuğu genç, kadın ve göçmen bir ev işçisi. Ayrıcalıkların ve alt-sınıfın birbirine düğümlendiği bir vaka, adeta filmlerden hayatın içine düşmüş bir kudrete karşılık yoksulluk ve yoksunluk hikâyesi. Ve siyasi erkin şüpheli ölüme dair soruları yanıtlamamak için direnmesinin kamuoyundaki adaletsizlik hissini daha da kuvvetlendirmesi. Tüm bunların ışığında Kadirova’nın intiharı ya da öldürülmesi Türkiye’de çalışan ev işçilerinin durumunu ve çalışma koşullarını da kaçınılmaz olarak gündeme getiriyor.

İçerdeki dışarlıklı

Ev işçilerinin yaşam koşullarını birbirinin içine geçen iki ana çerçeve belirliyor. Birincisi işveren aileler, ikincisi ise ülkenin göç politikaları ve/veya orada süregelen hak düzeni. İşveren ailenin çalışanlarına sağladığı ortam denklemde kuşkusuz merkezi bir öneme sahip. Ev işçisini diğer işçilerden farklılaştıran unsur, onun özel alanın mahremiyeti ile dışarıdaki toplumun kamusallığının tam sınırında duran, iki farklı alanı birbirine taşıyan, ama kendine üçüncü bir alan açamayan bir konumda yer alması. Özel alan ile kamusal alan yalnız farklı değil, kendi aralarında çelişen de iki düzen. Gündelik hayatta, bu çelişkileri uzlaştıran davranışlar benimseyerek aradaki geçişleri kesintisizce yapmayı öğreniriz. Sabah pijamalarımızı çıkarıp iş kıyafetlerimize bürünürken aynı zamanda sevgi dolu bir ebeveynden mesleğinde rekabetçi bir çalışana ya da trafikte araçları sıkıştıran bir şoföre dönüşürüz. Akşam eve döndüğümüzde o günkü toplantının niye kötü geçtiğini düşünmeyi ertesi güne bırakarak ailemizle meyve soyup dizi seyrederiz. Böylesi iki ayrı zamansallıkta yaşamak günlük rutinde bir çelişkiye dönüşmez, çünkü bunlar evin eşiğinin iki tarafında yaşayageldiğimiz, kimliğimizin farklı kısımlarını ön plana çıkararak katıldığımız ayrı sosyalliklerdir. Ev işçisi için ise benzer bir geçiş söz konusu değil. O Simmel’in Yabancı’sıdır. Yani bugün gelen, ama yarın da kalandır. İçeride bulunmasına izin verilen, ama oraya ait olmasına izin verilmeyendir. Yabancı, kişisel özellikleri sebebiyle değil, onu içeride baştan mesafeli olarak konumlayan kimliği sebebiyle bu statüyü haiz olmuştur. Diğer bir deyişle, ev işçisi işveren ailenin içine aldığı, onlardanmış gibi yaptığı, ama o ailenin hep “dışarlıklı” kalan kişisidir.

Ev işçisi Simmel’in Yabancı’sıdır. İçeride bulunmasına izin verilen, ama oraya ait olmasına izin verilmeyendir. Ev işçisi işveren ailenin içine aldığı, onlardanmış gibi yaptığı, ama o ailenin hep “dışarlıklı” kalan kişisidir.

Tüm bu istisnai özelliklerinden dolayı ev işçisinin işvereninin “nasıl bir aile?” olduğu aslında meselenin düğüm noktalarından biridir. İşveren ailenin çalışanına daha iyi, daha saygılı davranma ihtimali yok değil, var ve nitekim bu tür örnekler de mevcut. Öte yandan, çalışana iyi çalışma koşulları sağlanmadığı durumlarda aileye bir yaptırım getirmek imkânsıza yakın. Bu sebeple de göçmen ev işçilerinin çalıştıkları ülkedeki ortalama deneyimi o toplumda aile kurumunun nasıl konumlandığından ve sınıfsal ya da ırksal olarak “farklı olanlar”la nasıl ilişkiler kurmayı benimsediğinden bağımsız olarak düşünmek mümkün değil. 

Topluma katılım ya da köle işçilik

Ev işçisinin işveren ailenin içindeki bu müphem konumunu dengeleyecek en önemli mekanizma o toplumda işlemekte olan göçmen/insan hakları düzeni. Bu çerçevede, örneğin Kanada’da ev işçisi ihtiyacı yakın zamana kadar, göçmenlere özel bir çalışma vizesi sağlayan “Live-in Caregiver” (Evde yaşayan bakım emekçisi) programı gibi uygulamalarla düzenleniyordu. Ev işçilerinin en az iki yıl boyunca işverenlerinin hanesinde yatılı çalışmasını zorunlu kılan program, iki yılın sonunda işçilerin süresiz oturma iznine başvurmasını mümkün kılıyordu. Böylece program ev işçiliğini ülkeye giriş vizesi almak için geçici süreliğine zorunlu kılsa da, iki yılın ardından işçilerin aynı meslek alanında ya da aynı işveren için çalışmalarını zorunlu tutmadığı, topluma tam katılım olanağı sağladığı için diğer örneklere nazaran olumlu sayılıyor.* 

Àngels Ribé, O Söylemedi, O Yapmadı, O Görmedi, 1977

Buna karşılık Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi Körfez ülkeleri, Filipinler, Endonezya, Sri Lanka gibi Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri ile resmi işbirliğine gidip “göçmen işçi ihracatı” yapıyor. Bu türden sistemlerde göçmen işçi istihdamı çoğunlukla göçmen işçiler için düzenlenmiş geçici, ancak yenilenebilir çalışma vizeleriyle sağlanıyor. Böylece, göçmen işçiler işverenleri onları istihdam ettiği sürece “kaçak işçi” statüsüne düşmüyor. Öte yandan, çoğunlukla parası bol, ama hak sistemi zayıf ülkelerdeki bu türden uygulamalarda göçmen işçinin haklarını, özellikle de işvereni nezdinde, koruyup güçlendirecek mekanizmalar yok. Çalıştıkları ülkenin iş yasaları kapsamına alınmıyorlar. Evin dışına çıkmaları dahi işverenin iznine tabi. İşçileri destekleyici mekanizmaların yasal ya da filli eksikliği, bizde de sıkça dile getirildiği üzere “işçilerin köleleşmesini” ete kemiğe büründürüyor.

Türkiye’nin bu iki sistemin arasında konumlanmış bir örnek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’yi göç alan bir ülke haline getiren başlıca unsur coğrafi konumu. Avrupa, Asya ve Afrika’nın kesiştiği noktada bulunması, ülkenin 1990’lardan itibaren küreselleşmenin dayattığı göç hareketlerinin kesişiminde kalmasına sebep oldu. Böylece Türkiye göçmen ve mültecilerin farklı saiklerle yerleştiği (ya da duruma göre Godot’yu beklediği), belirsiz bir süre boyunca emeğiyle çalıştığı bir coğrafya haline geldi. 2000’ler boyunca kademe kademe gerçekleşen düzenlemelerin sonunda, Türkiye’nin aldığı uluslararası göç 2013’te 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’yla resmi çerçeveye kavuştu. 

Parası bol, ama hak sistemi zayıf ülkelerde göçmen işçinin haklarını koruyup güçlendirecek mekanizmalar yoktur. Çalıştıkları ülkenin iş yasaları kapsamına alınmazlar. Evin dışına çıkmaları dahi işverenin iznine tabidir. İşçileri destekleyici mekanizmaların eksikliği “işçilerin köleleşmesini” ete kemiğe büründürür. 

Ev işçilerinin çalışma koşullarının düzenlenmesindeki dönüm noktası ise 2012’de 5683 sayılı Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Yasa’da yapılan değişiklikti. O zamana kadar göçmen işçilerin uyguladığı Türkiye’ye giriş-çıkış yaparak yasal statülerini uzatma yöntemi, Türkiye’de kalınan süre kadar ülkeye geri girememe kuralı sebebiyle askıya alındı. AB mevzuatıyla da uyumlu ve aslen turist vizeleri üzerinden yapılan bu düzenleme ev işçilerini elde kalan tek seçeneğe, çalışma izni başvurusuna yönlendirdi.

Bu yeni durum göçmenlerin hayatını epey zorlaştırdı. Bir göçmenin çalışma iznine başvurması onu istihdam etmenin bütün “cazibe”sini de ortadan kaldırmış oluyor. Çünkü genel bir kaide olarak, göçmenler ya çok pahalı ya da çok ucuz emek oldukları zaman istihdamda tercih edilir. Diğer bir ifadeyle, ya özel bilgi ve formasyona sahip olmaları koşuluyla özel statüde istihdam edilirler ya da tamamen “niteliksiz” addedilerek iş piyasasında mübadele edilen emeği daha da kırılganlaştırmak için tercih edilirler.

Böylece ikinci gruptaki göçmenler için çalışma iznine başvurmak kırılgan emeği yasal haklarla dengeleyecek, böylece değerini yükseltecek, yani “cazibesini” eksiltecek bir müdahale anlamına geliyor. Bu sebeple, 2000’lerden itibaren yasal mevzuata rağmen, göçmenlerin istihdam edildiği pek çok sektörde güvencesizliğin arttığını, emeğin değerinin ciddi oranda düştüğünü biliyoruz. Elbette asıl dönüşüm Suriye savaşının ardından Türkiye’ye gelen  göçmenler üzerinden gerçekleşti.

Sonuçta, çoğunlukla sadece göçmen oldukları için kalifiye addedilmeyen göçmen işçilerin çalışma iznine kavuşmaları zaten oldukça zor. Ancak, bu durumu tersine çevirebilecek, yani göçmen işçilerin çalışma izniyle istihdamını mümkün kılacak iki noktadan bahsetmek mümkün. Bunlardan birincisi, Kadirova’nın hikâyesi üzerinden ele aldığımız ev işçilerinin özel koşullarına ilişkin, diğeri ise tüm alanların düzenleyicisi olan devletin bu konuya yaklaşımıyla alâkalı. 

Àngels Ribé, Üçgen, 1978

Göçmen ev işçisinin makus kaderi

İlkinden başlarsak, özellikle ev işçileri örneğinde “kalifiye olmamayı” tanımlamak hiç de basit değil. Bunun sebebi ev işçiliğinin özel/kamusal alanın kesişimindeki konumu. Ev işçilerinin pek çoğunun icra ettiği bakım emeği, pek çok mavi yakalı işten farklı olarak, iletişime ve duygusal emeğe dayalı bir üretim alanı.  Bunun için pek çok işveren çalışanlarına özel bir ihtimam göstermek zorunda kalıyor. Çocuğunuzun haftasonu iznine gittiğinde arkasından ağladığı Necla ablası ya da annenizin kahvesini hangi takımıyla içmeyi sevdiğini bilen Olga hanım artık aileniz için biricik vazgeçilmez emekçiler haline geliyor. Bu yüzden çalışma izni için gerekli aylık primleri ödemeye razı olursunuz. Başka bir deyişle, bakım emeği, emeği biricikleştiren ve bu sebeple, çalışanından duygusal emeğe dayanan hizmet aldığı için işverenin emeğin yükselen maliyetini her şeye rağmen karşılamaya razı olduğu bir alan. Nitekim, 2012’de yapılan değişiklik aslında devletin yabancı işçileri emek piyasalarına yerleştirmesi anlamına gelse de, itirazsız karşılanmasının sebebi, bazı işverenlerin bu yasal düzenlemeyi maliyetine rağmen epeydir bekliyor olmasıydı.

Öte yandan, elbette her göçmen işçi işvereni açısından yeri doldurulmaz addedilmiyor. Bu durumda da soru, devletin bu alandaki düzenleyici sorumluluğunu nasıl ya da ne kadar yerine getirdiği. Bunun yanıtını da devletin emek ve göçün kesişmesinden ne beklediği sorusunun cevabında aramak lâzım. Neoliberal sistem devleti net bir şekilde sermayenin yanında konumlarken göçmen emeği de bundan payına düşeni aldı. Devlet bir yandan “kaçak” istihdamı düzenler gibi göründü, diğer yandan neoliberal sistem adına emeğin değerini düşürme görevini üstlendi. Kaçak istihdama dair pek çok düzenleme Türkiye’deki gibi uygulaması sınırlı, fiiliyatta karşılığı pek de olmayan mevzuatlar olarak kaldı.

Nadira Kadirova’nın şüpheli ölümünün ardından yayınlanan yazılarda, ev işçilerinin büyük çoğunluğunun çalışma izninin bulunmadığının altı çizildi ve bu durumun kabul edilemez olduğu vurgulandı. Bu elbette yerinde bir itiraz. Öte yandan, bu itirazların atladığı kritik soru, ev işçilerinin yasal izinle çalışıp çalışmadığının nasıl denetleneceği. Ev, ev işçisi için bir işyeri olmakla beraber, evdeki aile “işveren” olmadığı, yani ev işinin özel ile kamusal alanın kesiştiği noktada konumlanması sebebiyle, özel hanelerin mahremiyeti gereği iş müfettişleri evleri denetleyemiyor. Bu nedenle, ev işçilerinin çalışma izni, sadece Türkiye’de değil, başka yerlerde de yaptırımla düzenlenemiyor. Burada devletin yapabileceği tek şey, o da bu konuda bir siyasi irade varsa, hak ihlallerine dair gelen ihbarları değerlendirmek.

Peki ihbar nasıl yapılacak? Göçmen işçinin işveren aile içinde yaşadığı ekonomik, fiziksel ya da duygusal hak mağduriyetleri gerekli mercilere nasıl bildirilecek? Göçmen işçi bunun yolunu yordamını nasıl öğrenecek, haydi öğrendi diyelim, kendinde o gücü nasıl bulacak? Kadirova’nın başına gelenler ölümle sonuçlandığı için bir miktar ortaya döküldü. Peki, gündelik olarak yaşanan tacizler, muhtemel tecavüzler, ödenmeyen maaşlar, psikolojik, fiziksel şiddet mağduriyetleri? Göçmen ev işçisinin makus kaderinin nasıl değiştirilebileceğine bu geniş perspektiften bakmalıyız.


Göçmen ve yerli işçilerin beraber mücadelesi

Evet, ev işçisinin durumunun o ülkedeki aile kurumunun ortalama durumundan çok da farklı olması mümkün değil. Fakat ailenin demokratikleştirilmesi uzun vadeli bir hedef.  Öncelikli olarak bir yanda haklar düzlemini sağlamlaştırmak, diğer yanda göçmeni kamuoyu önünde kendini, durumunu, yaşadığı sorunları anlatabilmesi için desteklemek gerekiyor. Kadirova’nın abisinin sosyal medyada yayınlanan, kamuoyundan destek talep eden videosu göçmenlerin bunu kendi başlarına yapamadığının yalın bir ifadesi. Bir göçmen için “görünür olmak” başlı başına en tehlikeli şeylerden biri, çünkü böylece devlet nezdindeki “doxa”ya, yani göçmenlerin başlarına her geleni sükûnetle karşılama zorunluluğuna karşı gelmiş oluyor. Devletle göçmenler arasındaki yazılı olmayan hukukta bu kuralın ihlâlinin karşılığı derhal sınırdışı edilmek. Her sınırdışı etme de öncelikle göçmen kimliğini, ardından göçmen emeğini ve nihayetinde emeğin kendisini daha da kırılgan hale getiren siyasi bir müdahaledir.

Elbette kısa vadede öncelikli hedef, Nadira Kadirova’nın ölümünün kamuoyunu tatmin edecek şekilde aydınlığa kavuşturulmasını sağlamak olmalı. Bunu başarmak yaşam hakkının herkes için en temel hak olduğu gerçeğini sulandırmak,  göçmenleri ikinci sınıf insan muamelesine müstahak görenlere gerekli cevabı vermek adına çok önemli. Göçmenler de herkes gibi ve herkes kadar içinde bulundukları koşulları iyileştirmek, daha iyi bir yaşam kurmak istiyor. Onlar da hepimiz gibi haysiyet sahibi insanlar. Ancak Kadirova’nın ölümü bize çok önemli bir eksikliğimizi de hatırlattı: Göçmenlerin sorunlarını uzun vadede çözmek için göçmen ve yerli işçilerin aynı platformlarda bir araya gelmeleri gerekiyor. Çünkü göçmenlerin mahkûm edildikleri görünmezlik konumundan çıkıp işçi yoldaşlarıyla buluşması, emeğin değerini ve daha iyi bir yaşamı ortaklaşa savunmanın yegâne yolu.

* Buna rağmen Kanada hükümeti LCP programını göçmen işçileri yatılı olarak çalışmaya zorunlu tuttuğu ilk iki yıllık sürede yaşanan hak ihlalleri sebebiyle 2014 yılında sona erdirdi.
^