1927’de, devrimin onuncu sene-i devriyesi münasebetiyle Vsevolod Pudovkin yönetiminde çekilen St. Petersburg’un Sonu Ekim’i fabrikada çalışmak için köyden kente göç etmek zorunda kalan bir işçinin gözünden anlatır. Filmin başlarında, genç işçi Petersburg’a gelince kameranın odağı şehri “süsleyen” çar heykelleri ve abidevi yapılara kayar. Taşralı müstakbel işçiyi bir süre o heykellerin, o anıtsal yapıların zaviyesinden, yukarıdan görürüz.
Genç işçi ve ona refakat eden yaşlı kadın küçüldükçe küçülür, neredeyse mikroskobik bir hal alır. Petersburg “aşağıdakilerin” üzerine bir heyula gibi çökmektedir.
“Kemikler üzerine inşa edilen şehir”
St. Petersburg, yahut Ekim’in arifesindeki adıyla Petrograd, bizde “deli” lâkabı reva görülen “Büyük” Petro’nun bir “çılgın projesidir”. Rusya’nın müstakbel “Batılı” başkenti, Çar Petro’nun Batı’ya yönelme ve mutlakiyetçi merkezileşme politikalarının gereği olarak, 18. yüzyılın başlarında Neva Nehri’nin üzerinde, Finlandiya Körfezi’nin ucunda “sıfırdan” inşa edilmeye başlanır. Bataklık üzerine kurulan şehrin inşasında Rusya’nın dört bir yanından toplanıp zorla bu işe koşulan köylüler, mahkûmlar ve savaş esirleri, yani köle emeği kullanılır.
Tarihçilere göre, inşaatın ilk 18 yılında 540 bin kadar mujik çalıştırılır ve çalışma koşulları öylesine acımasızdır ki, bunlardan on binlercesi “projenin” yapımı sırasında hayatını kaybeder (tahminler 30 ila 100 bin arasında değişmektedir.)
Ölenler, öyle cenaze merasimi ya da mezar gibi formalitelere bakılmaksızın, şehrin temellerine atılır. Bu nedenle St. Petersburg “kemikler üzerine inşa edilen şehir” diye de bilinir. Köyden göçen müstakbel işçiye tepeden bakan heykellerin adeta koruduğu şehir budur.
“Bronz Süvari”
Heykel deyip geçmeyelim. Marshall Berman çarların şehri St. Petersburg’u “ele geçirmek için mücadele eden edebi geleneği” Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) “Bronz Süvari” adlı şiiriyle başlatır. 1837’de, Puşkin’in ölümünden sonra yayınlanan şiirde, küçük bir memur olan Yevgeni’nin yaşadığı hayal kırıklıkları neticesinde Büyük Petro heykelinin karşısına çıkması aktarılır. Yevgeni’nin 1782’de dikilmiş heykele meydan okuyuşu Berman’a göre kritik bir dönüşüme işaret eder: “Bu romantik çağın büyük, radikal anlarından biridir: ezilen sıradan insanın ruhundan fışkıran Prometeusvari meydan okuma.”
“Bronz Süvari” alttan almaz elbet. Heykel canlanıp Yevgeni’nin peşine düşer, nereye gitse onu kovalar durur. Petersburg’da ezilenlerin onlara tepeden bakan abidelerle muhtemelen ilk karşılaşması böyle alçaltıcı bir yenilgiyle biter. Ancak, kavga başlamıştır bir kere ve Yevgenilerin talihinin döneceği gün elbet gelecektir.[1]
Lenin’in bedeninin tahnit edilerek “sonsuza kadar” korunması kararı herkesi memnun etmez. Lenin’in eşi Krupskaya bir protesto mektubu yayınlar: “Yoldaşlar, İşçiler, Köylüler! Sizden büyük bir ricam var. İlyiç için duyduğunuz kederin kendini dışsal hürmetle ifade etmesine izin vermeyin. Ona anıtlar inşa etmeyin… İlyiç adını onurlandırmak istiyorsanız kreşler, çocuk bahçeleri, evler, okullar yapın.”
Devrimin onuncu yılı münasebetiyle çekilen bir başka film, Sergei Eisenstein’ın meşhur Ekim’i, çarların şehrinin zaptı ve ondan alınan intikamla, Petersburg’daki abidevi Çar III. Aleksandr heykelinin, onyıllardır yukardan bakıp horladığı kalabalıklarca parçalanışıyla, yıkılışıyla başlar. Gün gelmiş, devran dönmüş, Yevgenilerin Bronz Süvari’ler karşısındaki kaderi nihayet değişmiştir.
“Aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur” diye yazıyordu Walter Benjamin. “Kemikler üzerine inşa edilen” Petrograd tam da Benjamin’in kastettiği anlamda bir barbarlık belgesidir. Çünkü bu kentin “kökenlerini düşündükçe ürküntüye kapılmamak elde değildir”. Şehir, Benjamin’in tabiriyle, onu yaratmış “dehaların” ürünü değildir yalnızca, o aynı zamanda “bu dehaların çağdaşlarına dayatılmış anonim angaryanın da bir sonucudur”.[2]
Petersburg, Mısır’da İbrani kölelerce inşa edilen piramitler ya da Paris’te, 1848 Haziran’ında yenilen işçilerce yapılan Opera binası gibi sınıfsal eşitsizliklerden, toplumsal ve siyasal tahakkümden, bunlarla ilişkili savaş ve katliamlardan neşet ettiği ölçüde birer barbarlık belgesidir. Yenenlerin yenilenlere dayattığı tabiyetin, “anonim angaryanın” ürünüdür. Şehri süsleyen ve yenenleri, muktedir olanları ululayan o anıt ve abideler bunu her gün hatırlatır.[3]
Vendôme’un yıkılışı
İşte “ayakların baş olduğu” hemen her devrim o “barbarlık belgelerinin” parçalanmasıyla başlar. Rusya’da çar heykelleri alaşağı edilir, 1871’de, Komün Paris’indeyse Vendôme sütunu yıkılır. Her iki örnekte de kent merkezinin zaptı dünün muktedirlerinin tarih ve geleneğini ululayan simgelerin yok edilmesi, böylece o mekânın kurtarılması anlamını taşır.
Bu yaratıcı yıkım eylemi, Marx’ın (ve daha sonra Lenin’in) ifade ettiği devrimin mevcut devlet aygıtını parçalaması gereğinin sahneye konulmasıdır adeta. Eskinin devleti önce onu simgeleştirip ebedileştiren anıtlarda parçalanmakta, tuzla buz edilmektedir. Bu kelimenin gerçek anlamında bir özgürleşme deneyimidir.
Napolyon’un fetihlerini öven Vendôme sütunu komünarlarca alaşağı edilirken “bir kaldırım taşını kaldıran denizci […] onu I. Napolyon’un kafasına fırlatmak istiyordu, ama ona engel oldular. Bunun üzerine yurttaş Henri Festriné molozların tepesinden konuştu. ‘Yurttaşlar’ dedi, ‘kendisine lâyık bu pislik üzerinde yatan bu adamla birlikte bu sütunun yıkılışını gördük… Cumhuriyeti ökçeleri altında ezen bu adam, şimdi insanların ayaklarının altında yere kapaklanmış durumda.”[4]
Vendôme sütununun da, çar heykellerinin de yıkılması o nesnelerin somutlaştırdığı ideolojik temellere ve egemenlerin tarihine bir saldırıdır. Radikal bir biçimde değişen güç ilişkilerinin, ayakların baş olmasının mekânda tescil edilmesidir adeta. Günümüzde bu devrimci geleneğin devamını, beyaz üstünlüğünün ve sömürgeciliğin birer nişanesi addedilen heykellerin (köle tacirlerinin, Konfederasyon liderlerinin ya da sömürgecilerin heykellerinin) alaşağı edilişinde görmek mümkün.
Elveda Lenin
Bugün Ekim Devrimi dendiğinde Pudovkin ya da Eisenstein’ın filmlerindekilerden başka yıkık heykeller geliyor akla: Wolfgang Beck’in Elveda Lenin’inde helikopterin taşıdığı sökülmüş Lenin heykeli, Theodoros Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı’nda mavna üzerinde taşınan ve kendisine adeta bir cenaze merasimi düzenlenen yıkık Lenin heykeli… Sovyet yüzyılının bitimiyle sökülen, ambarlara tıkılan ya da unutulmuşluğa terkedilen sayısız heykelin fotoğrafları…
Bu heykellerin çoğu Stalin devrinde, Lenin’i bir kült statüsüne çıkaracak şekilde üretilmiştir. Yani devrimin kendi karşıtına dönüştüğü, emekçilerin diktatörlüğü olmaktan çıkıp emekçiler üzerinde bir diktatörlüğe dönüştüğü yıllarda.
Şubat ve Ekim 1917’de çıplak ellerle devrilen heykellerin yerini 1989-1991’de ve sonrasında, yine benzer bir toplumsal kabarışla devrilen başka heykellerin alması söz konusu değildir. 1917 ile 1989-1991 arasında bu anlamda bir simetri yoktur. Lenin’in heykellerinin sökülmesi bir kalkışmanın değil, resmi-bürokratik bir sürecin, elitler arası bir mücadele ya da rota değişiminin ürünüdür.
Gelin hikâyeyi baştan alalım: Ekim Devrimi’nden hemen sonra, hâkim sınıfın sözde şanını mekâna kazıyan barbarlık abidelerinin yerine, Aydınlanma Halk Komiseri Lunaçarski’nin deyimiyle, “devrimcilere ve sosyalizmin büyük savaşçılarına” adanmış heykel ve anıtların yerleştirilmesi kararı alınır. O zamana dek böylesi anıt ve heykeller ulusun sürekliliğini ve devletin görkemini kusarken yeni abideler ezilenlerin enternasyonalist geleneğini mekâna nakşetmeyi hedefler. Onaylanan “sosyalizmin savaşçıları” arasında Marat, Danton, Babeuf, Heine, Fourier ve Owen gibi Rus olmayan figürler ağırlıktadır.
Heykeller artık devlet büyüklerine değil, çarlara, devlet adamlarına suikast düzenlemiş devrimcilere adanır. Heykeli yapılacaklar listesi çoğulcu bir devrimci geleneğe atıfta bulunur. O listede Marx’ın büyük muarızı Bakunin de vardır, Bolşeviklerin uslanmaz eleştirmeni Plehanov da. Dahası, Lunaçarski söz konusu abidelerin mütevazı olması gerektiğini vurguluyor ve “her şey geçici olsun” diye yazıyordu.[5]
Oysa hikâye Lunaçarski’nin istediği o “mütevazı ve geçici” abideler yolundan hızla sapacaktır. Lenin 25 Ocak 1924’te ölür ve hemen akabinde Cenaze Komisyonu, Lenin’in bedeninin tahnit edilerek “sonsuza kadar” korunması kararını alır. Lenin’in ölümünden yaklaşık bir sene önce, Mısır-Luksor’da firavun Tutankamon’un mumyası bulunmuştur ve bu keşif dolayısıyla mumyalama pratiklerine yoğun bir ilgi söz konusudur.
Bu karar herkesi memnun etmez elbette. Partinin kurucu kadrolarından, Bolşevik militan ve Lenin’in eşi Nadejda Krupskaya 30 Ocak 1924’te, Pravda’da bu kararla ilgili bir protesto mektubu yayınlar: “Yoldaşlar, İşçiler, Köylüler! Sizden büyük bir ricam var. İlyiç için duyduğunuz kederin kendini onun şahsına yönelik dışsal hürmetle ifade etmesine izin vermeyin. Ona anıtlar inşa etmeyin… Vladimir İlyiç adını onurlandırmak istiyorsanız kreşler, çocuk bahçeleri, evler, okullar yapın.”[6]
Bu protestoya rağmen Lenin’in bedeni mumyalanır ve bir katafalka konur. Cenazeden bir gün önce Yüksek Sovyet önünde Stalin, “sözüm ona Lenin’in partiye vasiyet ettiği kutsal emirleri tek tek saydığı, sonra da büyük bir tumturakla bunlara sonuna kadar uyulacağına parti adına yemin ettiği uzun bir ağıt” olan, adeta dinsel bir metni andıran “Lenin’e Ant”ı okur.[7] Stalin aynı yıl “Leninizm emperyalizm ve proleter devrimler çağının Marksizmidir” formülasyonunu ortaya attığı Leninizmin Esasları adlı çalışmasını yayınlar ve katı bir “Leninci” ilmihal yaratmaya koyulur.
Stalin’in bu yaklaşımını Lenin’in Toplu Eserleri’nin ilk editörü olan ve 1917’nin “Temmuz Günleri” sonrasında yeraltına inen Lenin’in, kaleme almakta olduğu Devlet ve Devrim’in taslağını, eğer öldürülürse mutlaka yayınlaması için teslim ettiği kişi olan Lev Kamanev’in bir yorumuyla kıyaslayabiliriz. Kamanev’e göre, Lenin’in bir “Leninizmin ders kitabı” yazması mümkün olamazdı ve “Lenin’in çalışmaları için hiçbir şey ilmihale dönük bir eğilim kadar ters olamazdı”. Ona göre, Lenin’in bütün yazıları baştan sona, somut bir tarihsel durumun gerilimleri ve dersleriyle iç içe geçmişti. Bu nedenle de Lenin’in düşünceleri ancak bütün eserinin somut tarihsellikle ilişkisi içerisinde kavranabilirdi.[8]
Sosyalizmin tahnit edilmesi, Lenin’in mumyalanarak düşüncelerinin “Leninizm” adlı bir kateşizmin konusu haline getirilmesi, devrim içinde bir karşı devrimci sürecin gelişimi derinleştikçe devrimin ihanete uğrayışını abidelerin gölgesi altına ya da bir duvarın arkasına gizleme gereği kendisini giderek daha fazla ortaya koyacaktır. Bugün yıkılan Lenin heykelleri işte böyle ortaya çıkar.[9]
Hoşgeldin Lenin
Günümüzde SSCB’nin yıkılması üzerine Lenin heykellerinin yıkılması bir “özgürleşme eylemi”, “kızıl totalitarizmin” nihai mağlubiyetinin timsali olarak sunulup hatırlanıyor. Fakat Minna Henriksson “Gizli Lenin” adlı foto-enstalasyonunda bu hususta önemli bir hatırlatmada bulunur. Henriksson’a göre, “Baltık devletlerinde Lenin heykelleri ‘kızıl terör’ uygulayan totaliter ve baskıcı devletin bir sembolü olarak okunmuştur. Buna göre, heykellerin 1991 Ağustos’unda devrilmesi bir özgürleşme jestiydi. Lenin heykellerinin Riga’da çıplak ellerle devrilmesi ve tahrip edilmesi bir şekilde hafızalarda yer etmiş bir olaydır. Aslında bu hadise, belediye tarafından kamyon ve vinçlerle gerçekleştirilmiştir.”[10]
Yani Şubat ve Ekim 1917’de çıplak ellerle devrilen heykellerin yerini bu sefer, 1989-1991 aralığında ve sonrasında, yine benzer bir toplumsal kabarışla devrilen başka heykellerin alması söz konusu değildir. 1917 ile 1989-1991 arasında bu anlamda bir simetri yoktur. Lenin’in heykellerinin sökülmesi bir kalkışmanın değil, resmi-bürokratik bir sürecin, elitler arası bir mücadele ya da rota değişiminin ürünüdür.
Lenin heykelleri bugün de devletlû çatışma ve çekişmelerin nesnesi. Lenin’in sahipsiz, yani devletsiz kalmış heykelleri günümüzde siyasal saflaşmaların ilginç bir biçimde merkezinde yer almaya devam ediyor. Ukrayna’nın işgali sonrasında Batı ülkelerindeki kimi Lenin heykelleri Ukrayna bayrağının renklerine boyanıyor. Finlandiya NATO’ya girme kararı alırken ülkedeki az sayıdaki Lenin heykelinin kaldırılması hararetli bir tartışmayı kışkırtıyor.[11] Hindistan’da iktidardaki BJP’nin faşist taraftarları Tripura eyaletindeki Lenin heykelini alaşağı ediyor.[12]
Bundan bir süre önce Almanya’nın batısındaki Gelsenkirchen şehrinde kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan bir partinin, merkezinin önündeki sokağa bir Lenin heykeli koyması, büyük tepkilere yol açmış ve şehri adeta ikiye bölmüştü.[13]
“Komünizmin hayaleti” ölmüş, bitmiş, “artık olmayan” bir şey değildir. Tersine, henüz gerçekleşmemiş bir beklentidir. Dünyaya musallat olmaya devam eden hayalet, “reel sosyalizmin” yitip gitmiş hayaleti değil, henüz gerçekleşmemiş (kayıp) geleceklerin hayaletidir. Komünizmin harabeleri o kayıp gelecekleri hatırlatan zaman seyyahlarıdır.
“Komünistsizleştirme” politikaları çerçevesinde Ukrayna’daki Lenin heykelleri birer birer yıkılıyor. Ülkede Sovyet dönemi sembollerinin tamamen yasaklanmasının ardından, yaklaşık 900 Lenin heykeli “Leninopad” denen bir süreçte sökülmüştü.[14] Rusya ise Ukrayna’yı işgali sırasında SSCB’nin ve özellikle de “büyük yurtseverlik savaşının”, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hatıralarını seferber etmek üzere Sovyet devri sembolleri kullanabiliyor. Ancak bu, “antifaşist direniş” geleneğini devletleştirerek milli bir temaya çeviren Rusya’nın Lenin’e sahip çıktığı anlamına gelmiyor elbet. Daha işgalin hemen başında yaptığı konuşmada, “operasyonun” aslında Lenin’in ve Bolşeviklerin gayrimilli uluslar politikasını (yani Ukrayna’yı) düzeltmeye dönük olduğunu bizzat Putin vurguluyordu.
Lenin heykelleri dünyanın dört bir yanında beklenmedik şekillerde karşımıza çıkıyor, dünya işlerine musallat oluyor. Günümüzde Lenin’in (neyse ki) bir devleti yok. Alex Callinicos’un hatırlattığı üzere, Amerikan, Fransız ya da Çin devrimlerinin aksine, Ekim Devrimi’ni kutlayacak bir devlet artık yoktur. 1917 devrimi bu bakımdan “öksüz kalmış” bir devrimdir.[15]
İşte o devrim adına dikilmiş, ama aslında devrimin içeriden çürüyüşünü gizlemeye koşulmuş heykel ve abideler bu devletsizlik halinde bu sefer bambaşka bir anlama bürünme potansiyeli kazanır. SSCB artık bir “yok ülke” olduğundan onu cisimleştiren nesneler beklenmedik bir ütopik enerjiyle donanır.
Yönetmenliğini Ahmet Murat Öğüt, Aylin Kuryel, Begüm Özden Fırat ve Emre Yeksan’dan oluşan bir kolektifin üstlendiği Hoşgeldin Lenin adlı belgesel bu öksüz kalma halinin yaratabileceği potansiyel anlamlar açısından ilginç bir örnek. Film, Akçakoca’da bir balıkçının denizde bulduğu, nereden geldiği belli olmayan, tahtadan bir Lenin büstü hakkındadır.
Hoşgeldin Lenin 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla birlikte atılan heykellerden biri olduğu düşünülen, yaklaşık iki sene boyunca Karadeniz’de yolculuk eden ve sonunda belediye binasındaki tozlu depoda “korunma” altına alınan bu heykelin hikâyesini anlatır. Heykel, ilçe ahalisi arasında, heykelin kimde kalması gerektiğine dair bir dizi tartışmayı tetikler.
Ancak, en önemlisi, bu öksüz heykelin ilçe halkına bir an için bile olsa yıkılmış ve yenilmiş bir ütopyanın varlığını hatırlatıvermesidir. İlçe sakinlerinden birinin heykel (yani Lenin) için “belki de buraya bizi örgütlemeye gelmiştir” demesi, bu sahipsiz (devletsiz) heykellerin politik açıdan taşıyabileceği tekinsiz mânâya dair iyi bir örnektir.
Sen Ben Lenin
Bu yıl gösterime giren ve Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın yazdığı, Taştan’ın yönettiği Sen Ben Lenin adlı film de aslında aynı hikâyeyi anlatır. Hatta Hoşgeldin Lenin’de aktarılan hikâyenin bir devamı olarak da düşünülebilir. Sen Ben Lenin’de devletsiz kalmış Lenin heykelinin devrimci potansiyellerinin ehlileştirilmesi gündeme gelir.
Karşımıza Lenin’in değil, kasabanın Lenin’i dönüştürdüğü bir manzara çıkar. Heykel, kasabanın turistik gelişimi için sergilenen bir nesneye dönüştürülür. Ahalinin bir kısmıysa Lenin heykelini adeta bir türbe gibi görerek ona çaputlar bağlamaya başlar. Bu durum Lenin heykelinin ütopik potansiyellerinin berhava olmasına rıza göstermeyenlerin direnişine neden olacaktır. Lenin direnmeye devam etmek, “belki başka kasabaları değiştirmek” için kurtarılmalıdır.
“Geleceğe açılan bir delik”
Owen Hatherley “eski SSCB’nin orasına burasına dağılmış olarak bulunan avangard projenin kalıntılarını” Arkadi ve Boris Ştrugatski’nin Yol Kenarında Piknik romanındaki uzaylı kalıntılarına benzetir. Bizde Uzayda Piknik diye yayınlanan romanlarında Ştrugatski kardeşler uzaylıların dünyada altı noktaya yaptıkları kısa süreli ziyaretin sonrasını aktarır. Her biri “Bölge” diye anılan bu ziyaret yerleri uzaylıların bıraktığı nesnelerle doludur.
Yıkık heykellerin, komünizmin harabelerinin gündeme getirdiği “aktif nostalji” sadece geçmişte yarım kalmış ve yenilmiş umutların hatırlanması değil, eksik kalan ne varsa hepsinin gelecekte tamamlanması özlemiyle doludur. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de yönelir.
“Uzaylı ziyaretçilerin geride bıraktığı tuhaf ve teknolojik yönden fantastik nesnelerin dağınık halde bulunduğu Bölge, çevresi kapatılmış, bozulmuş ve harabeye dönmüş bir alandır. Bölge uzayan bir zaman duygusu veren, tehlikeli ve hüzünlü bir yer, bacaların artık tütmediği endüstriyel bir mıntıkadır. Bununla birlikte, Bölge’de sözcüğün tam anlamıyla insanların bütün dileklerinin karşılığı vardır; son kertede burası bütün insanlık için sonsuz mutluluk umudunu vaat eder.”[16]
Ziyaret yerleri “geleceğe açılan bir delik”tir artık. “O delikten sizin iğrenç dünyanıza öyle çok pislik atacağız ki, orada her şey değişecek. Hayat farklı bir hal alacak. Her şey adil olacak. Herkes ihtiyacı olan her şeye sahip olacak. Fare deliği, öyle mi? O delikten bilgi fışkırıyor. Bilgiye sahip olunca herkes zengin olacak, yıldızlara uçacağız, istediğimiz her yere gideceğiz. Bizim deliğimiz böyle işte.”[17]
Bölgeler insanlar tarafından anlaşılmayan garip ve tehlikeli fenomenler sergiler ve uzaylılar tarafından geride bırakılmış, açıklanamaz, görünüşte doğaüstü özelliklere sahip araçlar içerir. İşte Owen Hatherley, Sovyet devriminin militan modernliğinin sergilendiği kalıntılarının günümüzde Ştrugatski’lerin Bölgeler’iyle benzer özellikler taşıdığını savunur. Komünizmin harabeleri uzaydan gelmiş gibidir. Tam da bu nedenle mevcut gerçekliğin ötesinde, hatta ona karşı konumlanabilirler.
“Kapitalist gerçekçilik” çağında yenik ve yitik devrimin harabeleri bize olağandışı, insanların kaderlerini ellerine almaya cüret ettikleri garip, tehlikeli ve cazip bir geçmişi hatırlatır. Lenin’in sahipsiz-devletsiz kalmış heykelleri, “komünizmin harabeleri”, sermayenin toplumsal tahayyülü heyula gibi kapladığı bir devirde beklenmedik bir biçimde karşımıza çıkar. Onlar elbette her şey gibi ticarileştirilebilir, alınır satılır, tüketilir bir nesneye dönüştürülebilir. Ancak, gene de bize artık var olmayan bir geçmişin haberlerini taşırlar.
Komünizmin harabeleri Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında andığı “komünizmin hayaletinin” işaretleridir adeta. Sen Ben Lenin’de eski belediye binasının tavan arasında duyulan o ses de muhtemelen o heyulanın sesidir. Ancak dikkat: Mark Fisher’in vurguladığı üzere, “komünizmin hayaleti” ölmüş, bitmiş, dolayısıyla “artık olmayan” bir şey değildir. O tersine, (gerçekten) “henüz olmamış” bir şey, ne kadar cezbedici olsa da henüz gerçekleşmemiş bir beklentidir, üstelik de “mevcut davranışı şekillendiren bir beklenti”.[18]
Dolayısıyla, dünyaya musallat olmaya devam eden hayalet, “reel sosyalizmin” çoktan yitip gitmiş hayaleti değil, komünizmin “bize beklememiz gerektiğini öğrettiği, ama asla gerçekleşmeyen geleceklerin”, bir başka tabirle, henüz gerçekleşmemiş (kayıp) geleceklerin hayaletidir.[19] Lenin’in devletsiz heykeli ve komünizmin sair harabeleri bize o kayıp gelecekleri hatırlatan bir nevi zaman seyyahlarıdır. Sadece geçmişten gelmeyen, geleceğe de işaret eden, belki gelecekten de gelen zaman yolcuları.
“Gelecek Olarak Hatırlamak”
Devletsiz kalmış, aslında göçmen haline gelmiş Lenin heykellerinin kazandığı bu beklenmedik politik muhteva devrimci kopuşlara dair hatıraların unutuluşa kolay teslim olmayan inatçı doğasıyla da alâkalıdır.
Daniel Bensaïd tam da bu hususu vurgular: “Başarısız yahut ihanete uğramış olsun, devrimler ezilenlerin hafızasından kolayca silinmez. Gizil başkaldırılar, hayaletimsi varlıklar, yer kaplayan yokluklar şeklinde şebekeleri ve parolalarıyla, geceleri gizli toplantıları ve gümbürtülü patlamalarıyla pleblere ait bir kamusal alanın moleküler oluşumunda varolmaya devam ederler.”[20]
Yersiz yurtsuzlaşmış Lenin heykelleri, Bensaïd’in bahsettiği o hayaletimsi varlıkların, o yer kaplayan yoklukların iyi bir örneğidir aslında. Küratörlüğünü Begüm Özden Fırat’ın üstlendiği 2017 tarihli “Felaket ve Rüya Âlemi” adlı iş tam da bu unutulmaya direnen heykellerin yıkıcı imaları da olabilecek çok anlamlılığını vurgular:
“Bu anıtlar çürümeye terk edilmiş, yıkılmış ya da bulunmayacakları bir yere gömülmüş olsalar da (…) yerel belleklerde yaşıyor, umulmadık coğrafyalarda gün yüzüne çıkıyor. Bazen nostaljik bir geçmiş anlatısı, bazen de bir karabasan olarak ‘Sovyet ütopyası’ bugüne musallat olmaya devam ediyor.”[21]
Gerçekten de söz konusu heykeller, devrimin öksüz kaldığı koşullarda o “mitik ve yitik ütopyayı” hatırlatır. Fakat bu hatırlama eyleminin devrimci bir enerjiyle buluşması onun ancak geleceğe yönelmesiyle mümkündür. Sezgin Boynik’in küratörlüğünü yaptığı “Gelecek Olarak Hatırlamak” adlı işte vurgulandığı gibi, “Ekim’i bir geçmiş olarak değil, fakat gelecek olarak hatırlamak” gerekir. Bu da ancak “Ekim hafızasını tarih kıskacından kurtarıp onun güncelliğini vurgulamak” ile mümkündür.[22]
“Manifesto” ve stalker’lar
Günümüzde kapitalizme bütünsel bir alternatifin kolektif zihinsel ufkun dışına sürgün edilmesinin yol açtığı amnezi bizi Sovyet ressamı Aleksander Kosolapov’un “Manifesto” adlı resmindeki çocuklara benzetiyor. Resimde yıkıntıların ortasında yere düşmüş, yıkılmış kızıl bir Lenin büstünün hemen altında bir metni okumaya, onu adeta çözmeye çalışan çıplak küçük çocuklar görürüz. Okumaya çalıştıkları metin Komünist Manifesto’dur.[23]
Enzo Traverso bu resim hakkında şöyle yazar: “Ütopya yerle bir olmuştu; parlak gelecek diye sunulan şey bir enkaz yığını gibi uzanıyordu. Komünizm yeniden keşfedilmesi, baştan yorumlanması gereken anlaşılmaz bir metne dönüşmüştü. Lenin kaidesinden düşmüştü düşmesine ama, başı hâlâ tam, bakışları sıkıntılıydı; sitemi heykelini kıranlara karşı mı, yoksa heykelinin yapılmasına karar verip de onu seçmediği bir rolü oynamaya mecbur bırakanlara karşı mıydı, bilmiyoruz.”[24]
İşte Kosolapov’un resmindeki gibi yıkıntılar arasında eski yazıları çözmeye çalışan bizler, “ayaklanmacı genel grev” ya da “uzatmalı halk savaşı” gibi stratejik hipotezlerin (Daniel Bensaïd’in deyimiyle) “yetimlerinden” başka bir şey değiliz.[25] Komünizm harabelerinin arasında dolanan bizlerin işi, Ştrugatski’lerin romanında devletçe kapatılmış Bölge’yi gizlice dolaşarak uzaylıların geride bıraktığı o mucizevi nesneleri dünyanın geri kalanına taşımaya çalışan stalker’lara benziyor.
Aktif nostalji
Geçmişimizin harabelerinin altında kalmayıp yıkıntılar arasında günümüzün kapitalist gerçekçiliğine karşı seferber edebileceğimiz ütopik çıkış noktalarının peşine düşmeliyiz. Çünkü harabeler bize tarihin sadece kazananların tarihi olmadığını, mevcut olanın mutlak olmadığını, başka türlüsünün de pekâlâ mümkün olduğunu, olabileceğini hatırlatır.
Yıkık heykellerin, komünizmin harabelerinin gündeme getirdiği “aktif nostalji” sadece geçmişte yarım kalmış ve yenilmiş umutların hatırlanması değil, eksik kalan ne varsa hepsinin gelecekte tamamlanması özlemiyle doludur. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de yönelir. Jodi Dean’in yazdığı gibi: “Komünizmin yıkıntıları arasında sıkışıp kalmak yerine o yıkıntılarda eski umutları ve dersleri bulup çıkarabilir, örgütlenip inşa ederken bu kalıntıları kullanabiliriz.”[26]
Harabe deyip geçmeyelim. Yirminci yüzyılın büyük felâketlerinin, yaşanan o devasa hayal kırıklıklarının akabinde komünizmi yeniden düşünmek, onu bir kez daha somut bir ütopya haline getirmek ancak geçmiş ve gelecek felâketlere dair bir duyarlılıkla mümkün. Yani “felâketin gölgesinde duran ya da enerjisini ve kahramanlığını felâket hipotezinden alan” bir tarih ve güncellik kavrayışıyla.[27]
İlerleme ve evrimsel dönüşüme iman, tarihin nasıl olsa safımızda olduğuna dair güven günümüzün komünizmi açısından dün olduğundan daha da büyük bir çıkmaz. Günümüzün komünizmi ister istemez bir felâket komünizmi olacak, Enzo Traverso’nun ifadesiyle, “yaşanan yenilgilere, daima eli kulağında olan felâketlere dair keskin bir duyguyla yüklü” olacaktır.[28] Yani bir bakıma harabeler içinde ve harabelerle birlikte kurulacaktır.
1+1 Express, sayı 180, Yaz 2022
[1] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 2004, s. 243-254.
[2] Walter Benjamin, “On the Concept of History”
[3] Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı –”Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, çev. U. Uraz Aydın, Versus Kitap, 2007, s. 64-68
[4] Bkz. Christopher Winks, “Harabeler ve Temel Taşları Paris Komünü ve Vendome Sütunu’nun Yıkılması,” Devrimci Romantizm (der. Max Blechman) içinde, çev. Bilal Çölgeçen, Versus Kitap, 2007, s. 119-140
[5] Bkz. Susan Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felâket –Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe Karışması, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2004, s. 56-9
[6] Buck-Morss, age, s. 84-88
[7] Moshe Lewin, Sovyet Yüzyılı, çev. Renan Akman, İletişim Yayınları, 2008, s. 52
[8] Akt. Paul Le Blanc, “How they saw Lenin”
[9] Bu sürecin tafsilatlı bir aktarımı için bkz. Foti Benlisoy – Y. Doğan Çetinkaya, Gelecek 1917: Tarih Kültür Devrim, Habitus Yayınları, 2018
[10] Kasım 2017, “Gizli Lenin”, TÜYAP ARTİST 2017
[11]“Finland’s last statue of Lenin is a heated debate”
[12] Shamsul Islam, “Hatred for Lenin shows Hindutva gang’s hatred for our freedom struggle”
[13] “Gelsenkirchen: Controversial Lenin statue erected in German city”
[15] Alex Callinicos, “The orphaned revolution: the meaning of October 1917”
[16] Owen Hatherley, Militan Modernizm, çev. Servet Yeşilyurt,Habitus Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 62
[17] Arkadi ve Boris Ştrugatski, Uzayda Piknik, çev. Recep Yılmaz, Nirengi, Ankara, 2014, s. 43
[18] Mark Fisher, Ghosts of My Life –Writings on Depression, Hauntology and Lost Futures, Zero Books, Winchester, 2014, s. 19
[19] Fisher, age, s. 27
[20] Daniel Bensaid, Köstebek ve Lokomotif –Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler, çev. U. Uraz Aydın, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 25
[21] Kasım 2017, “Felaket ve Rüya Alemi”, TÜYAP ARTİST 2017.
[22] Sezgin Boynik, “Gelecek Olarak Hatırlamak”
[23] Bkz. Susan Buck-Morss, age, s. 81-83
[24] Enzo Traverso, Solun Melankolisi Marksizm, Tarih, Bellek, çev. Elif Ersavcı, İletişim yayınları, İstanbul, 2018, s. 120
[25] Daniel Bensaïd, “On the return of the politico-strategic question”
[26] Jodi Dean, Yoldaş –Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme, çev. Ali Karatay, Minotor Kitap, İstanbul, 2021, s. 47
[27] Miguel Abensour, Ütopya –Thomas More’dan Walter Benjamin’e, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Versus Kitap, İstanbul, 2009, s. 89
[28] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu –Tarih, Bellek, Politika, çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul,2009, s. 80