“ASLAN KADININ MİRASI” TÜRKÇEDE

Melike Koçak
19 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI

Ailesinin 1915’te Kastamonu’dan göçüyle doğduğu New York’ta sivil haklar hareketinden feminizme, Ermeni geçmişinin peşine düşmekten queer bir yaşam tahayyülüne… Arlene Voski Avakian’ın 1992’de yazdığı, “Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolcuğu” altbaşlığını taşıyan özyaşamöyküsü nihayet Aras Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Kitabın sayfaları, Avakian’ın yaşamı arasında kısa bir gezinti…
Arlene Voski Avakian

Aslan Kadının Mirası, Arlene Voski Avakian’ın kendini kurma, özneleşme sürecindeki eşikleri, kırılma anlarını açarak akan bir özyaşamöyküsü. Baba tarafı Avakianlar İran, anne tarafı Tutuyanlar Türkiyeli olan New York doğumlu Arlene’in “Amerikalılaşmak” isterken Ermeni kökleri, kültürüyle tanışması, onunla çatışması, barışması ve başka kültürlere, kimliklere, dillere, bedenlere açılmasının hikâyesi.

Kitap aile, din, kimlik, dil, kültür, ait olunan cemaat ve toplumun yeni kurulmakta olan bir yaşama güçlü müdahale ve etkileriyle beraber, yaşamın içindeki karşılaşma ve temas anlarına, onların açacağı farkındalık pencerelerine, gediklerine kapalı olmamanın yaratacağı değişim ve dönüşümü işaret ediyor. Bununla beraber ırkçılık, cinsiyetçilik, patriyarka, heteronormativiteyle sokakta, hayatta karşılaşma, onu duyma, görme, anlama ve adlandırmanın, bunların akademideki yansımalarıyla da birleşerek, bireyin hem kendi özneliğini kurmasına hem de kolektif, politik bir özneye dönüşmesine nasıl imkân açtığını gösteriyor.

Alfred Üniversitesi’nde sanat tarihi, iki yıl sonra başvurduğu Columbia Üniversitesi’nde tarih okuyan Avakian, Ithaca Koleji’nde yarı zamanlı çalışırken, önce Cornell’de, daha sonra Amherst’teki Massachusetts Üniversitesi’nin Kadın Çalışmaları bölümlerinin kuruluş sürecinde yer aldı. Yaşamı hiçbir zaman salt akademiyle sınırlı kalmadı. Kennedy suikastı, Vietnam Savaşı yaşanırken, Martin Luther King’in başını çektiği Sivil Haklar hareketi güç kazanırken Avakian da yürüyüşleri, öğrenci eylemlerini izliyor, zaman zaman da bunlara katılıyordu.

Hemen her alanda çeşit çeşit sebeple birbirinden uzak adacıklara, odacıklara, kompartımanlara hapsolduğumuz, ortak “düşman”a değil, kendimize, içimize, birbirimize patlayıp var olan fay hatlarını derinleştirdiğimiz, yetmezmiş gibi bunlara yenilerini de eklediğimiz son yıllarda, Avakian’ın yaşam öyküsü hepimize çok şey söylüyor. Satır aralarında da değil, apaçık. Çünkü Avakian başta kadın özgürlük hareketi olmak üzere insan hakları çalışmaları, siyah güç hareketi ve queer hareketin bir özneliğin yıkılarak, tersyüz edilerek kurulmasındaki etkilerini kişiler, örgütler, sokak hareketleri, özel hayatta ve kamusal alanda yaşanan durumlar, vak’alar üzerinden anlatırken, bu hareketlerin 60’lardan itibaren gelişim ve dönüşümünü de gösteriyor. Bugün Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde sahne sahne tanık olduğumuz şekilde yaşamı dışlayarak, öteleyerek, düşmanlaştırarak ya da kendine kapanarak, gömülerek değil, kendi dışındakini kapsayarak ve ona açılarak yaşamanın ve bunun kıymetinin ne denli önemli olduğunu hatırlatıyor. Görmenin, duymanın ve diyaloğun. Çok daha önemlisi, tüm bunları yaparken kendi yaşamından ve oradaki insanlardan yola çıkıyor. Bu, insanların yaşam hikâyelerinin birbirlerininkine tahakküm eden değil, dönüştüren bir etkiyle sızmasının yaratıcı ve çoğaltıcı etkilerinin görülmesini de sağlıyor.

Arlene kucakta, annesi Bercuhi ve babası Vağinag ile, 1939

“Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolcuğu” altbaşlığını taşıyan bu kitap tıpkı Arlene Voski Avakian’ın hayatının çok katmanlılığı gibi farklı düzlemlerde okunmaya açık. Okunan, söz konusu yolculukla beraber deneyimin ve dilin öteki’ni duyma, anlama aracı olabileceği, ben’in öteki karşısında nasıl etik bir konum alabileceği. Aynı zamanda, kolektif bir özne oluşun patikaları.

Diğer yandan hayallerin, hakikatin ve hafızanın iplerini sıkı sıkıya tutuyor Avakian. Bunları birbiriyle yer yer kavga ettirip yer yer barıştırıyor. Sürekli değişen, dönüşen, akışkan ve kendinden dışarıya açılarak genişleyen, çoğalan bir hayatın ve toplumsal mücadelenin nasıl kurulabileceğini, yaşanabileceğini örneklendiriyor.

Farklı kuşaklardan pek çok kadının hikâyesi ile Amerika’da yaşayan Yunanlar, Yahudiler, Ermenilerin birbirine benzeyen ve birbirinden ayrılan hikâyelerine yer veriyor kitap. Farklı sınıf ve etnik kimliklerden gelen kadınların mücadelesi, ırkçılık, kölelik, sömürü karşıtı mücadeleyle, siyahlarla, kadınlık-erkeklik hesaplaşma ve yüzleşmeleriyle uğraşırken queer olmak, yaşamak üzerinden eşcinsel mücadeleyle kesişiyor. Avakian, çok temelde, cinsiyetçilikle ırkçılığın akrabalığını ve buna nasıl karşı durulabileceğini kendi pratikleri aracılığıyla gösteriyor.

Aile üyeleri New York’ta, 1937. Arka sırada Howard Donigian, Bercuhi Avakian, Manuş Avakian, Elmas Tutuian, Koharig Avakian, ortada Arsenik Donigian

Kitap, Avakian’ın hayatının kıpırtılı ritmine kapılıp giderek, bir yaşamın nasıl şekillendiğini göstererek soluksuz bir okuma vaat ediyor. Merak, şaşkınlık, üzüntü, öfke, sevinçle beraber, baştan sona ince bir mahcubiyet ile utanç, okurun, özellikle Türkiyeli okurun peşini bırakmıyor.

Kitap bir özyaşamöyküsü, hatırat olduğu kadar, yer yer günce, yer yer hepimize yazılmış uzun bir mektup duygusu uyandırıyor. Tıpkı Avakian’ın yaşamında verili olanlar üzerinden çizilmek istenen sınırların gitgide muğlaklaşması, anlatılanların kişilerden kişilere ve Arlene Avakaian’a geçerek akması gibi, anlatı türleri arasındaki sınırlar da muğlaklaşıyor. Her alanda verili, tanımlı, belirli olandan özgürleştirici bir kopuş anlatısı olarak tınlıyor.

Hafıza, mekân ve kopuş

Anneanne Elmas Tutuyan’ın köklerinden, memleketi Kastamonu’dan koparılmasının açtığı çatlak ve oradan sızanları öğrendiği an, Arlene Avakian “mirası”na öfkelense de sonraları onu şefkatle sahipleniyor. Amerikalı bir Ermeni olarak yüklendiği bu tanıklık, aktarılan bu hafıza onun yaşamının ana omurgası olsa da, o ne salt bu hafızayı ne de bir şehri, insanı, kültürü yurt ediniyor.

Hem ailesiyle, hem üniversiteden itibaren eşi Tom O’Brien, çocukları Neil ve Hannah, sonraları sevgilisi Martha’yla şehirden şehre göçerken yerleşik bir özneye dönüşmek yerine göçebe bir özneliği tercih ediyor.

Avakian, cinsiyetçilikle ırkçılığın akrabalığını ve buna nasıl karşı durulabileceğini kendi pratikleri aracılığıyla gösteriyor.

İlişki, çalışma ve mücadele biçimi tercihleri de mekânla kurduğu bu hareketli, değişken bağa benziyor. Mesela aile evi kaçılacak, uzaklaşılacak bir mekânken, kendi evinin mutfağı koruyucu, şifa veren, güçlendiği bir sığınak onun için. Sonrasında antropoloji ile yemeği, sofra kültürünü bir araya getiren çalışmalar yapmasında bu gerçekliğin payı var şüphesiz. Şehirler, okullar, evler… hem yerleşilecek, kalınacak mekânlar hem mesafelenecek, her an kaçılacak. Peki yurdu neresi? O bir Amerikalı mı? Başlarda, giyim kuşam, konuşma, müzik, hatta gidilen kilise açısından hep Amerikalı olmak istiyor: “Amerikalı olmak için duyduğum istek en az Lucy Yenge’nin Amerikalı olmayı reddi kadar güçlüydü” (s.31) diyor. Amerikalı arkadaşı Carol’ın evine gittiğinde orayı sürekli kendi eviyle kıyaslıyor. Carol’ın anahtarının olması, annesinin işte olması, bu evde Şark halılarının, mutfakta pişen yemeğin olmaması, evin kimsesizliği, kokusu, mutfağa değil de Carol’ın odasına gitmeleri, arkadaşının naylon çorapları. Burası başka bir ev, kendi evlerine hiç benzemiyor. Bu kültürel farklılıklar, Yunan arkadaşı Thalia’nın evine gittiğinde azalıyor. Orayı kendi evine benzetiyor.

Bir Ermeni olarak anneannesinden öğrendiği geçmiş, onu Türkiye topraklarına, babasının geçmişi İran’a bağlasa da, “Ne Türk ne Farsiydiler. Ermenistan haritada neredeydi?” diyerek yersiz yurtsuzluğa dikkat çekiyor. Ne olmadığını bilir, ama “Ermeni olmak hakkında hiçbir şey net değil[dir]”, “Ermeninin ne olduğu sorusuna yanıt vermek zor[dur]”. Hatta kendi pozisyonunu “belli ki azınlıklar içinde bir azınlıktım” (s.38) diye tanımlıyor.

Arlene Avakian ve kızı Hannah, 1967

Bu belirsizlik, bilememe, tanımsızlık onda bir yara açmıyor. Bilakis, onun bir ihtimale, imkâna açılmasını sağlıyor. Hem yurt hem ev öylesine uzakta, geçmişte ki, o belki de bu sayede evleri, okulları, şehirleri, ilişkilenme biçimlerini, cinsiyetleri ve yönelimleri, akademiyi, çalışma ve mücadele alanlarını mutlak, değişmez, tek ve bir olarak tanımlamıyor, yaşamıyor. Patikalarda, kaçış çizgilerinde, hep ip üzerinde yürüyor; başka bir deyişle salınıyor.

Elmas Tutuyan’ın 1915’te yerinden, yurdundan edilmesinin yarattığı “hasar” elbette telafi edilemez. Hayatı, hayalleri, hafızası Türkiye topraklarında kıyıma uğratılmış, oradan sürgün edilmiş. Kaybedilen yurt, yarığa dönüşmüş bir sürgün. Ama o ne kurban ne mağdur. “ ‘İşte benim hikâyem yavrus’ dedi, ‘bu hikâyeyi bütün dünyaya anlatmanı istiyorum’.” (s.50) Avakian önce bunu kimseye anlatmak istemiyor, dinlediğine pişman oluyor; “Bilinmez, tuhaf ve herkesten farklı olmak yeterince kötüydü zaten. Ama hakir görülmek dayanılmazdı. Unutmayı istedim” (s.51) diyor. Ailesinden kaçmak istiyor. Ailesine, anneannesine, Türklere öfke duyuyor. Çünkü aile, onun için “Ermenistan demek” (s.53). Ermenistan’ın haritada nerede olduğunu bilmese de. Ancak o da tıpkı anneannesi gibi buradan bir mağduriyet devşirmiyor. Bu, ona nasıl ötekini duyma, görme imkânı açıyor, karşılaşma ve temaslara açık hâle gelmesini sağlıyorsa, Arlene de anneannesinin isteğini yerine getirip mirasının hakkını da teslim ederken yazdığı bu kitapla okuru kendisinin dışına çıkmaya, tali yollar, kişiler, anları ıskalamamaya çağırıyor. Kitap bu anlamda okurun önünde de yeni ve başkaya doğru bir alan açıyor.

Arlene Avakian “yuva”dan, “yuva” olayazmış her ne varsa hepsinden uzaklaşıyor ve böylece adım adım özgürleşiyor.

Kesişimsel bir yaşam sürmek

İşte Aslan Kadının Mirası bu özgürleşmenin fragmanları olarak akıyor. Fragmanın her bir parçası, zihnin, dilin, bedenin değişim anlarına nelerin sızdığını dillendiriyor, oyunbozan etkileri görünür kılıyor. Ait olduğu sosyo-ekonomik sınıfın farkına varma anları da bunlardan biri. “Amerikalılaşabilmek” için çabalayan, çocukluğu New York’ta geçen Arlene Avakian, New Jersey’e taşındıklarında başladığı okulda “Hayatımda ilk defa kendimi yoksul hissettim, dahası, kendimi daha önceleri de dışarıdan biri gibi hissetmiş olduğum halde…” (s.63) diyor. Sınıfsal bir dışlanma yaşıyor bu sefer; tüketim alışkanlıkları, annelerin kulüplere üyeliği, oturdukları evler… hepsi ona yabancı, uzak.

Arlene Avakian, 1977 civarları

Ancak daha öncesinde başka bir an vardır ki o, cinsiyeti nedeniyle dışlanacağı bilgisini öğrenmekle kalmayıp idrak ettiği andır. Erkek kardeşi doğduktan birkaç ay sonra annesi ve anneannesini “yemek odasında bebeğin üzerine eğilmiş ve tamamen ona odaklanmış bir halde” gördüğünde “Onlardan uzakta öylece dikilirken çemberin iki tarafının keskin bir hal alışını seyrettim. İçine giremezdim, ama şurası da açıktı ki, o da dışına çıkamazdı. (…) Ama o çember, beni dışarıda, onu içeride tutan o çember çok güçlüydü.” (s.33) Buradaki duygu gittikçe artarken Arlene Avakian, baba tarafından aile bireyleri arasındaki güçlü hiyerarşi anne tarafında olmasa da, kadınlarla erkeklerin pozisyonlarının, rollerinin aynı olmadığını gözlemliyor. Bunun sonucunda arkadaşı Susan ve Elise ile “ablası Rita gibi ‘kadınsı’ kadınlar olmayacağımız konusunda gizli bir anlaşma”ya (s. 38) bile varıyorlar.

Okuyacağı liseye karar verme süreci gibi üniversite seçim süreci de ailesi, özellikle annesiyle yaşadığı çatışmalarla geçiyor. Ama nihai kararı kendisi veriyor. Yurda yerleştiğinde kadın öğrenciler için yazılan yönetmeliklerin ne denli ayrımcı olduğunu görüyor. Kadınların hareketlerinin, yapıp edeceklerinin, bedenlerinin kontrol altında tutulmaya çalışıldığını, alkol, sigara tüketiminden sokağa çıkma saatine, hatta yemekhanede ikinci kap yemek alma hakkına kadar kadınların hemen her konuda ayrımcılığa maruz bırakıldığına tanık oluyor.

1991’de, Körfez Savaşı karşıtı bir gösteride

İşte tüm bunlar Arlene Avakian’ın feminist olma sürecinin taşlarını döşüyor. Ancak o Yahudilerin, siyahların maruz bırakıldığı ayrımcılığı da görmeye başlıyor. Aldığı “Kültürel Mirasımız” dersinde Ermenilere dair hiçbir ize rastlamadığında kıyım hakkında ilk ödevini yapıyor.

Tüm bu süreçte, “ne olmak istemediğimi biliyordum” (s.86) diyor. Olduklarını, olmak istediklerini çok bilemese de inat ve ısrarla yaşamaktan vazgeçmiyor. İrlandalı Tom O’Brien’la evleniyor. O akademik kariyer yaparken Avakian evde oğlu Neil’e baksa da öğrenme, sorgulama, anlama çabalarından hiç vazgeçmiyor. Bir süre o kapana kısılsa da, sonrasında kendini ev-eş-annelik sınırları içine hapsetmiyor. Bunların duygusal tahribatının kendisini teslim almasına müsaade etmiyor. Hem akademik alanda çalışmalara hem de toplumsal, siyasal alandaki mücadelelere katılmaya başlıyor. Sivil Haklar Hareketi, Siyah Güç Hareketi, Barış Yürüyüşü, Afro-Amerikan Derneği, Kadın Özgürlük Cephesi, Kadın Çalışmaları Bölümü gibi yapıların içinde yer alıyor ya da çalıştığı üniversitelerde kuruluş süreçlerine katılıyor.

Türkiye’ye ilk kez geldiği 2009’da, Hrant Dink Anısına Atölye Çalışmaları’nda konuşurken

Oğlunun gelişimindeki yavaşlığın, evliliğindeki ve Tom’un hal ve tavrındaki çalkantıların, arkadaşlarıyla ilişkilerindeki kopuşların hemen hepsinden kendini sorumlu tutarken bir terapiste danışmaya başlamasıyla beraber başka bir farkındalık yaşıyor. “Duyguları reddetmemin ne kadar yıkıcı olduğunu anlamaya başlamıştım” (s.146) diyor ve “çocuklara bakmanın dışında bir işe yarayabileceğini” (s.163) idrak ediyor. Üniversitede okutmanlığa başlıyor, ancak akademi de tıpkı aile, evlilik gibi zorlu bir mücadele alanına dönüşüyor onun için. Eril ve beyaz akademinin cam duvarlarına çarpıyor. Bir yandan da kendi oğlunun eğitim işleriyle uğraşırken okulların “normal” addedilenlere göre düzenlenmiş olmasıyla baş etmeye çalışıyor.

Sadece akademide, oğlunun okullarında değil, yakın arkadaşları arasında da zaman zaman dışlanıyor. Tehlikeli, cadı ilan ediliyor. Çoğunlukla erkekler tarafından, ama elbette kadınlar hariç değil. Anneannesinden sadece soykırım hafızasını değil, inat ve ısrar damarını da almış olmalı ki, bu dışlamalar, yok saymalar, tökezletse de onu düşürmüyor, yılmasına, vazgeçmesine sebep olmuyor. Edebiyat imadına yetişiyor. Doris Lessing’in romanındaki Martha Quest, onun evlilik, annelik deneyimleri üzerinde düşünmesini, onlarla hesaplaşmasını sağlıyor. Hayatına sadece sızmıyor, hemen her hücresinde coşkulu bir şekilde çağıldayarak akıyor. Onda değiştiren, dönüştüren kırılmaları hazırlıyor:

“Doris Lessing beni uçlara itmişti. ‘The Golden Notebook’u bitirdikten sonra girdiğim yastan aylar sonra çıkabildiğimde hem hayatımı, hem de dünyayı değiştirmek için çalışmaya kararlıydım. Kadınlar olarak kendimizi geliştirmek için özgür olmadığımızı fark etmiştim. Kişi kadın olarak ‘olması gereken yeri’ korumak uğruna insan olarak varlığını yerle bir etmek zorundaydı. Hem kendi yaşamımda hem de dünyada gerçek anlamda bir değişimin ancak kadınların kolektif çabasıyla gerçekleşebileceğini görüyordum.” (s.201)

Avakian renk, dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim nedeniyle kurulan duvarları, kapanan kapıları, örülen çatıları yıkacak çekiç niteliğinde bir farkına varma, yüzleşme, dile getirmeyi kayıt altına alıyor.

Değişip dönüştükçe oyunbozanlığı güçleniyor. Onun için feminist olmak, salt akademik bir çalışma, okuma alanı ya da kurmaca yaratmanın parçası değil, bir yaşama biçimi haline geliyor. Kendini tanıma sürecinin sonunda geldiği noktada kendini olduğu haliyle kabulleniyor. Özsaygısı gittikçe güçleniyor. Başkaları için “bir şekilde başka bir ekibi daha dağıtmayı başaran” (s.241) kişi olsa da “bu bendim” diyor. Kendisiyle barışması, kendisine şefkatle yaklaşması ve elbette kadın hareketi onun hayatının bambaşka bir deltada akmasını sağlıyor. “Süper kadın” olmayı hiç hedeflemiyor. Hatta yaşamı yenilgilerle geçiyor. Ama o artık, “Bir kez daha yenilmiştim, ama bu kez daha iyi yenilmişim” (s.314) diyebiliyor.

Lisansı bitirdikten sonra Teksas’ta siyah bir okulda çalışmaya başlayan, bir yandan ırkçılığın ne denli yaygın olduğuna tanıklık eden, bir yandan da kadınların özgürlüğü için mücadele eden Jane’e karşı hissettikleri üzerine düşünürken “kendimin de ‘queer’ olup olmadığımı sorguladım” (s.266) diyen Avakian, Gay Özgürlük Cephesi’nin iki üyesini dersine davet ediyor. Bu arada Tom’la arasındaki mesafe gittikçe açılıyor. Bir evde yaşamak ve evliliklerindeki sıkışma üzerine düşünüyor, zaman zaman da Tom’la konuşmaya çalışıyor, ancak tıkanma, boşanmalarıyla ve kendisinin de çocuklarıyla beraber şehir, ev değiştirmesiyle giderilebiliyor. Kopuş, bir kez daha, özgürleşmeye doğru zor ve çetrefil de olsa başka ve yeni bir yol açıyor. Bu, Avakian’ın belirgin özelliklerinden olsa gerek. Pek çok zor an yaşıyor. Sıkışıyor, sıkılıyor, bunalıyor, çözümsüz kalıyor, ancak bunlar bir yıkıma dönüşmüyor. Tüm bu olumsuzlukları, bir an geliyor, başka bir patikayı bulma, eğer bir patika yoksa onu açma çabasına ikâme ediyor.

2015’te İstanbul’da, Depo’da açılan “Nereye Gideceğimizi Bilmeden” sergisinde, Anti-Pop’un eseri önünde

Martha’yla ilişkisi ve sonrasında ömür boyu devam eden beraberliği de bedeninde, tutkularında daha önce farkında bile olmadığı patikalara saptığında nasıl özgürleştiğini gösteriyor:

“Martha’ya karşı hislerimin arkadaşlıktan çok öte olduğu barizdi. Onunla değilsem, onu düşünüyordum. Birlikteyken fiziksel bir yakınlığın özlemini çekiyordum. Söylediği birkaç şeyden ötürü, onun lezbiyen olduğunu varsayıyordum ve kendi hislerimi sözel olmayan yollarla ifade etmeye çabalıyordum. Haftalar boyunca koluna ya da omzuna dokunarak ya da birkaç tutkulu el sıkışması ile nasıl hissettiğimi göstermeye uğraştıktan sonra, hem bana karşı hiçbir cinsel çekim duymadığını hem de beni tam anlamıyla ‘karşı cinse ilgi duyan bir kadın’ olarak görerek yolladığım bütün emareleri ıskaladığını fark ettim. Mayıs ortalarında, artık ona hislerimi açık açık ifade etmem gerektiği gerçeğiyle yüzleştim, anlaşılan oldukça fena dil dökmem gerekecekti.” (s. 301)

Burası, tıpkı anneannesinin sürgün edilmesi, Amerika’da bile Ermeni olmanın Yunan veya Yahudi olmaktan farklı olduğunu fark etmesi, sınıfsal farklılıklar, siyahların maruz kaldığı ayrımcılıklar, patriyarkayla çocukluğundan itibaren karşılaşma anlarındaki kırılmalar gibi yaşamında önemli bir an. Avakian burada renk, dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim nedeniyle kurulan duvarları, kapanan kapıları, örülen çatıları yıkacak çekiç niteliğinde bir farkına varma, yüzleşme, dile getirmeyi kayıt altına alıyor. Daha da önemlisi, bunu okurlara açıyor.

Avakian’ın Kastamonu gezisini anlattığı yazı 8 Ocak 2016 tarihli Agos’ta yayınlanmıştı

Oyunbozan bir son

Aslan Kadının Mirası, Amerikalı bir Ermeninin feminist olma yolculuğunu anlattığı kadar, nasıl bir feminist olunabileceğini de tartışıyor. Diğerleriyle diyalog halinde, karşılaşmaların, etkileşimlerin, geçişlerin hareketli ve yaratıcı imkânlarına açık bireysel ve kolektif özneliği işaret ediyor. Avakian kendi geçmişiyle yüzleşirken yaşadığı dünyayla da yüzleşiyor. Kendine verili olanı kabul etmiyor. Hesaplaşma üzerine kuruyor yaşamını. Elbette kimi zaman içine kapanıyor, üzülüyor, kimi zamansa gergin, öfkeli oluyor. İkisinden de çekinmiyor, vazgeçmiyor.

Çocukluğundan itibaren okurlara açtığı hikâye bir uyum, uzlaşı hikâyesi değil, ki daha kapaktan bunun altı çiziliyor. Bu sadece bir başlık değil. Kitap, aynı zamanda “aslan kadınlar” kitabı da. Biri, hikâyesini torunu Arlene’e dünyaya anlatmak üzere emanet eden anneanne. 1915’te yaşanan Ermeni Soykırımı’nda çocuklarıyla beraber birbirinden ağır zorluklarla baş eden, askerdeki kocasından bir daha haber alamayan, ailesiyle beraber Amerika’da yeniden bir hayat kurmak için mücadele eden ve bunu başaran Elmas Tutuyan. Diğeri, çocukluğu ve genç kızlığı boyunca Amerikalılaşmak isteyen, anneannesinden duyduğu hikâyeyle ne yapacağını bilemeyen, azınlıkların maruz bırakıldığı baskı ve sömürü karşısında sessiz kalmayan, eşitlik ve hak mücadeleleriyle yolu kesiştikçe kendi geçmişiyle de yüzleşen, kişisel ve politik alanda direnerek varolan torunu Arlene Voski Avakian. Araçları, yöntemleri farklı olsa da yaşamları boyunca otoriteye karşı mücadele eden bu iki kadının birbirinden doğan, güç alan hikâyelerinin kitabı Aslan Kadının Mirası. Ve artık, Türkiyeli “aslan kadınlara” da emanet.

42 yıllık hayat arkadaşı, eşi Martha Ayres (sağda) ile İstanbul’da, 2015

Meral Camcı’nın özenli çevirisi, Ayşe Gül Altınay’ın okumaya hazırlık niteliği taşıyan sunuşuyla bu kitap, hem kendi feminist olma yolculuğumuza, edebiyatla, akademiyle, eşitlik ve hak mücadeleleriyle, kendimiz dışındakilerle ilişkilerimize bakmak, konforlu bir köşe bulup orada uykuya yatanları uyandırmak için, hem de Türkiye’den Amerika’ya sürgün edilen bir mirası, 1915’i bir kez daha duymak, yüzleşmelere alan açmak için başucumuzdan ayırmayacaklarımızdan.

Tam burada başka bir yazıya göz kırparak duralım. Arlene Voski Avekian’ın özyaşam öyküsü, Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek’te tartıştıklarının, “Oyunbozan feminist manifestosu”nun, yazıda dile gelenlerin yaşamdaki karşılığı sanki. Bu iki kitabı yan yana okumak, Avakian’ın yaşamına bu manifesto penceresinden de bakmak kim bilir hangi oyunbozanlıkları kışkırtacaktır.

^