KARA TREN: MUVAFFAK “MAFFY” FALAY (1930-2022)

Söyleşi: Serkan Seymen
22 Şubat 2022
SATIRBAŞLARI

Muvaffak Falay: Müziğe nasıl başladım, onu merak ediyorsun sen şimdi, değil mi? Ben İzmir’de, Buca’da doğdum. Babam ziraat müdürüydü. Hep dışarılarda çalışırdı. Tire, Kuşadası, Ödemiş, Menemen filan, hep oralardaydı. Ayda yılda bir gelirdi, görürdüm. Neyse, pederi boşver zaten… Annem ve iki ablam ve abim beraberdik. Evde piyano vardı. Annem alaturka söylerdi. Beş-altı yaşındayken Karşıyaka’ya taşındık, iki katlı bir eve. Ablamlar piyano çalardı, abimse keman. Öğlenleri sıcak olurdu, beni uykuya yatırırlardı, onlar müzik çalardı. Klasik müzik, Bach’lar falan. Hâlâ hatırlıyorum, yatarım içerde, o sesler, o müzik kulağıma gelir, o seslerle bayırlarda, kırlarda, cennette olduğumu hayal ederim.

Hemen yazıldık bandoya

İlkokul bitti, bir film makinası buldum evde, çarşafı kurup film göstermeye başladım. Zanaata bir yatkınlığım vardı. Annemler dedi ki, bu çocuğu Sanat Mektebi’ne verelim. İzmir’in Güzelbahçe’sinde okul. Okulu bir gördüm ben, hapishane gibi, kocaman bir kapısı var. İçeri girdik, üç ay marangozluk, üç ay demir işleri, üç ay da makinaymış. Üfff! Kocaman masalar, aletler her yanda, herkes çat çut çalışıyor. En çok bir ay falan gittim okula, ondan sonra okula diye çıkıp arkadaşlarla İzmir’i gezmeye başladık. Birkaç ay sonra mektepten mektup geldi tabii. Ben dedim, gitmem artık o okula.

Sonra annem dedi ki, “oğlum benim işim var Ankara’da, sen bir süre baban­ da kalacaksın”. Babam da Kuşadası’nda. Bindirdiler beni trene, kısa pantolon var üzerimde daha. 40’lı yılların başı o zaman, daha 11 yaşında falanım. Peder beni bir gördü, hemen terziye girdik, tak tak ölçüler alındı, elbiseler dikildi. Körüklü çizmeler falan alındı. Adam Ziraat Mühendisi ya, oğlu çok şık olmalı diye düşünüyor. Hasır diye bir restoran vardı, dedi ki babam, “her gün git burada yemek ye”. Keyfim yerinde. Deniz kıyısındayım bütün gün. Balıkçılar falan, onların yanındayım. Bir tane kahve var, Çolak Ahmet’in kahvesi, hemen birkaç arkadaş edindim. Bütün gün tavla mavla geçiriyoruz zamanı. Denize giriyoruz, balıkçılara, balıklara bakıyoruz, cennette gibiyim ben anlayacağın. O zaman Kuşadası şimdiki gibi değil, haftada bir gün otobüs geliyor İzmir’den…

Dizzy Gillespie’ye bir hediye alayım dedim. Turistik bir mağazaya girdim, böyle uzun köylü çarığı gibi çoraplar vardır, aldım, evine asar diye verdim. Baktı önce, sonra oturdu yere, ayakkabıları çıkarıp giydi onları, konseri verdi onlarla. Çok büyük, yüksek insandı, babamdan çok sever sayarım onu.

Kahvede tavla oynarken baktım, koskoca bir dolap. Zincirli, üstten kilitli. Merak ettik tabii, ne var bunun içinde? Sorduk, “sazlar” varmış. Ne sazı ya? Bando sazlarıymış, iyi. Biz tavlaya devam edelim. Ustası olmuşum ama artık tavlanın. Sonra bir duyuldu ki bando kurulacakmış, İzmir’den hoca geliyormuş. Ulan dedik, boş boş duruyoruz burda, hemen yazıldık bandoya. Hoca geliyor, geliyor derken geldi. Bi baktık ki, bir hoca böyle heybetli, ayağında çizmeler, jokey kıyafeti gibi bir kıyafet üstünde, elinde de bir kamçı. Biz bir korktuk! (gülüyor) Çocuğuz daha ya! Sazlar açıldı, öyle şimdiki gibi pistonlu değil, eski çakmaklı sazlar, biliyor musun? Hoca dedi, hemen sazları temizleyin, ağızlıkları yıkayın”. Biz koşuşturduk, yıkadık geldik. Dedi böyle üfleyeceksiniz, aldı eline, “dooooooooo”. Bana perdeli trombon verdi. Aldı bizi karşısına, uzun sesler üfletiyor, alıştırıyor. O adam nasıl etti, yaptı, bilmiyorum, bize kısa zamanda notaları, her şeyi öğretti. Üç ay falan geçti, biz başladık marşları çalmaya. Dattiri dat dat dit dat dit dat çalıyoruz. Sürekli meşk yapıyoruz. Hoca gidince, herkes bırakıyor aletlerini, çıkıyor. Benim gözüm trompette. Bir gün, herkes gidince hemen trompeti aldım. Trombondan sonra bana kuş gibi geldi alet. Yandan çarklı eski bir trompet. Anam, ben bir aldım trompeti, gittim deniz kıyısına. Bop bap bop bip bip bop bap bap bop bip bip bap bap dop bap bap dop bapala dop çalıyorum. Duymuşum bir yerden bunu, ilk çaldığım böyle bir şey. Durmadan bunu çalıyorum. Hoca geliyor, hemen tabii trombonu alıyorum gene. Kimse bilmiyor benim trompeti aldığımı. Bir sene falan geçti böyle işte.

O elindekini çalarım

Bayramlarda çaldık, düğünlerde falan çaldık. Bir gün Amerika’dan misafirler gelmiş, onlara çaldık, bir fotoğrafımız var, durur hâlâ, Amerikan bayrağı var, altında biz Selçuk’ta çalıyoruz… Neyse, bir gün dediler, “annen geri döndü Ankara’dan, İzmir’e gidiyorsun”. Geri döndük biz de. Bir gün arkadaşlarla fuara gittik. Bilir misin fuarı? Lozan kapısından giren o dümdüz yoldayız, fuar zamanı da değil, şimdiki Göl gazinosunun olduğu yerde yürürken, şak dedim durdum. Bir ses geldi çünkü kulağıma. Arkamı bir döndüm ki… Aman kardeşim, 45 kişilik bir bando geliyoooorrr! İzmir Şehir Bandosu… Bir baktım beş altı trompet, bir-iki klarnet, trombonlar, davullar… Baktım arkadaşlar gitmiş, ben kalmışım orda. Bandonun peşinden gittim. Binaya girdiler. Kapıyı biraz daha araladım, baktım hazırlık yapıyorlar meşk için. Uzun boylu bir adam var, elinde büğürlü var. Flügelhorn vardır ya, ona o zaman büğürlü derlerdi. Herif beni gördü, bana doğru geliyor, ben korktum pıstım, “ulan n’apıyosun orda” dedi bana. Ben de ona “o elindekini çalarım” dedim. Adam şaşırdı, “gel bakayım içeri sen” dedi. Herkes toplandı, hoca geldi yanımıza. Adı Fuat Türkoğlu, hâlâ hayatta bildiğim kadarıyla, çok istiyorum onu bir bulup ziyaret etmek. “Çal bakayım evladım” dedi bana. Ben başladım: “bi bap bap ba bap bap bi bap bap ba dabaraba dap dap da”… “Aaa caz çalıyor” dediler.

Caz maz duymuşluğum yok bu arada. “Nota okur musun? dedi. Dedim okurum. Açtılar bir sayfa, oku bakalım dediler. Bir şey çalmadan önce hemen tonuna bakacaksın, kaç tane diyez, bemol var, dikkat edeceksin. Bir baktım, bir tane bemol var, si’nin üzerinde, demek ki bütün si’leri bemol çalacağım. Kafaya hemen aldım bunları, fa sol la si sol la do re fa sol si okudum ben. Hoca dedi ki, “oğlum sen her gün gel buraya, biz çalışalım seninle”.

Batu Akyol’un 2013 tarihli belgeseli “Türkiye’de Caz” yakında Mubi Türkiye’de gösterimde

İzmir’in en güzel zamanları

Ben n’oldum biliyor musun, ayaklarım kesildi yerden. Koştura koştura çıktım, Pasaport’a kadar koştum, hemen atladım ordan vapura, Karşıyaka’ya gelince gene koşarak eve. Anneme dedim, böyle böyle… Bir sevindi o da. Ne olacak bu çocuk diye üzülüyorlardı çünkü. Ertesi gün erkenden kaldırdı beni, beş kuruş mu, beş para mı ne verdi, elime sandviç de tutuşturdu. Arban trompet metoduna başladık biz. Her şeyi öğretiyor bana. Her gün gittim oraya. Aradan geçti zaman, Oğlum gel, otur bakalım orkestraya. Artık bizimle çalacaksın. Maaşın da ayda 34 lira” dediler. Hayatta bu kadar sevindiğimi hiç hatırlamam. Haydi gene koşarak eve, anneme müjdeyi vermeye…

O zamanlar daha cazdan mazdan haberim yok hâlâ. Caz deyince bize aklımıza düğünlerde çalan orkestralar, onların o davulları, zilleri falan geliyor… (gülüyor) Cahiliz o zaman daha, hangi senenin İzmir’inden konuşuyoruz burada. Ama çok şükür o zamanlar geldim hayata, en güzel zamanlarıydı İzmir’in. Bizim sokakta o zaman benim hayatta gördüğüm Türkiye’ye gelmiş geçmiş en büyük müzisyen Erdoğan Çaplı otururdu. Kerim Çaplı’nın babasıdır, ordan bilirsin belki. Adam nasıl piyanist biliyor musun, aaaa, öylesi yok işte. Bizde piyano var diye, gelir bize çalardı. Annem konuştu onunla, beni Ankara’daki konservatuvarın sınavına hazırlamaya başladı. Başladık çalışmaya. Sonra hadi Ankara’ya, imtihana… Anne bana eskilerden bir elbise dikti. Ben tiril tirilim. Fakiriz tabii o zamanlar, peder hayırsızın teki. Neyse, ağızlığımı aldım geldim ben Ankara’ya. İmtihanı geçtim, ilk bir yılı da okumadan geçtim. 1954 yılında mezun oldum okuldan.

Konservatuar hapishane

İşte o zamanlar mektepten kaçıp düğünlere, balolara, Ankara Palas’a gidiyoruz, tangolar, fokstrotlar, latin, İspanyol müzikleri çalıyoruz. Ama caz nedir, hâlâ bilmiyorum. Bizim konservatuvarın çok yakınında oturan Kaya diye bir arkadaş vardı, çok yüksek bir arkadaştı. Bana bir gün Muvaffak, gel yarın, sana bir caz dinleteceğim” dedi. Ulan dedim, caz da ne ya? Ertesi gün, ben hemen ondayım. Çıkardı gramofonu, başladı kurmaya. Eski taş plaklardan birini çıkardı taktı. Bir şeyler çalmaya başladı, ben iyi duyayım diye kulaklarımı açtım, kafamı soktum borunun içine. Bir saksofon, bir trompet, uçuyorlar sanki… Ama görüyorum neler çaldıklarını, anlıyorum. Hiiiiii…. Aman dedim bir daha çal, bunlar da kim? “Oğlum” dedi, “bunlar Charlie Parker ve Dizzy Gillespie”. O andan itibaren o konservatuvar bana nasıl geldi, biliyor musun? Hapishane. Benim bütün hayatım değişti artık. Benim bütün hayatım caz oldu ondan sonra. Tahir diye abimiz vardı, Tahir Baba derdik, müthiş caz hastasıydı, sabahlara dek İsveç, İngiltere, Amerika radyolarını dinlerdi. Amerika’nın Sesi Radyosu’ndan makaralı teyplere kayıt yapardı. En sonunda ben de gittim, Webster Chicago eski o makaralı teyplerden aldım bir tane.

Caz bambaşka bir şey. Hayatı vereceksin, sürüneceksin, büyük müzisyenlerin yanında “slave”, esir, köle olacaksın, sıkıntı çekeceksin ve kendini öldüreceksin önce, Charlie Parker gibi, ondan sonra caz çalarsın işte.

50’li yıllar, biz başladık Ankara’da her Pazar jam session yapmaya. Kimler gelirdi, bilir misin? Erol Pekcan gelirdi mesela, ilk başta davulu vardı ama, çekinirdi çalmaya, zor bela çaldırdık ilk ona. Beraber gittik ilk gece Amerikan sefaretine, çalacağız. 800 lira veriyorlar, o zaman için korkunç para… ‘54’te mektep bitti, benim kafamda Amerika’ya gitmek var. Gideceğim New York’a, caz öğreneceğim. Önce gittim askere, ilk altı ay Ankara, sonra kur’a çektim, İskenderun. Hava 45 derece sıcak. Flütçü bir arkadaş vardı, tanırsın aslında ya, ama şimdi unuttum bak adını. Akşam dedi paşaya çalacağız, sen de gel, ben sonra konuşurum onunla, rahat edersin. Bir İspanyol parçası hazırladım onlar için. Caz maz anlamaz o adamlar, biliyor musun, onlara İspanyol daha iyi gider. Çaldık biz, sonra gitti paşaya, “Muvaffak Falay Ankara’dan arkadaşımız, kendisini bölüğe veriyorlarmış” dedi. Paşa hemen “yok” dedi, “burada kalır”. Oturuyorum bütün gün ağacın gölgesinde, trompet çalışıyorum. Askerler de etraftan geçerken durup bana bakıyorlar öyle garip garip. Askerlikte ben artık trompeti yedim bitirdim.

22 Nisan 1956, Ankara. Dizzy Gillespie’yle el sıkışan Muvaffak Falay, yanında Erol Pekcan var, kontrbasıyla Süheyl Denizci ve tromboncu Sabahattin Doğanöz

“My name is Mafak” dedim, kadın utandı kaçtı

Döndüm Ankara’ya, bir duydum ki Dizzy Gillespie Ankara’ya geliyormuş. İran’da çalmışlar, ordan Ankara. Arkadaşlarla hazırlık yaptık hemen. Erol Pekcan, Süheyl Denizci, havaalanında çalıyoruz. Kocaman da bir pankart var, kızlar tutuyor: Welcome Dizzy”… Adamlar hayatlarında böyle karşılama görmemişlerdir. Tayyare geldi, iki yüz metre önümüzde durdu. Kapı açıldı, aaa Araplar iniyor merdivenden. Plaklarını dinliyoruz ama, Arap olduklarını hiç bilmiyoruz ki!.. Plaklar deyince aklıma geldi, Dizzy’nin çok eski bir plağı vardır, üzerinde Yunan kıyafetleri ile, böyle entarili, o plağın arkasına bak, Ankara’dan Muvaffak Falay’a selamları vardır… Neyse, bize doğru birisi geliyor, o mu bilmiyoruz, biz başladık çalmaya, adam geldi iki metre önümüzde durdu, fotoğrafımızı çekti. Biz de finale geliyoruz artık, “dava bap dava bap du vapppp” dedik, Dizzy’yle biz böyleyiz. (elleriyle kucaklaşma işareti yapıyor) Bende daha İngilizce falan yok, çat pat konuşuyoruz. What’s your name?” dedi bana. Şimdi bak, benim ismim Muvaffak. Ama bütün arkadaşlarım hızlı konuşunca Mafak derlerdi. Sorunca “Mafak dedim ben de. Tekrar sordu: What’s your name?” Tekrar “Mafak” dedim. Adam inanamamış gibi bir daha sordu. Karısına seslendi. Kadın geldi, tekrar sordu. “Mafak” dedim, aaa kadın utandı kaçtı. Döndü bana bir şeyler söyledi. O sıralar İngilizce hiç bilmem ama, büyük adamın söylediği aynen girdi kulağıma: “You have a fantastic name. If you come to America, you will be very famous… Ben nasıl bozuldum. Nejat diye bir arkadaş var, bir sürü dil biliyor, dedim böyle böyle oldu, nedir bu hikâye? “Ulan allah seni kahretsin. Senin ismin ne demek biliyor musun? Anasını siken demek. Motherfucker be salak. Şimdi beyaz Amerikalılar motherfucker” der. Ama siyahlar (ayağa kalkıp aksam ve hareketleri taklit ediyor) “Hey shit ma fuck, hey man bullshit ha, ma fuck” derler. Allaah, benim dünya başıma yıkıldı. İsmimden nefret ettim. Aklıma geldi o zaman, küçükken annemler bana “Mafili” falan derdi. Dedim benim ismim “Maffy” bundan sonra…

Dizzy’nin çorapları

Sonra Amerikan sefaretinde çalıyoruz bir gece. Önce ben çalıyorum. Dizzy de bizden sonra jam yapacak, çıkmış duvardan dinliyor beni. Aşağıda da insanlar toplanmış, bizi dinliyorlar dışarıdan, ama içeri girmelerine izin vermiyorlar. Dizzy geldi, çok yüksek adam tabii, görevlilere “bu adamları içeri almazsanız ben çalmam” dedi. Hepsini aldılar içeri. Beraber fotoğraflar çektirdik, onun trompetini çaldım falan… Sonra New York’a gittiğimde bana bir trompet hediye etti, hâlâ durur bende.

Ankara Yeni Sinema’da üç konser verdiler. Sahneye geldi, Mafak” deyip duruyor. Bizim mektebin müdürü Mithat Felmen vardı, “Oğlum bak seni çağırıyor” dedi. Sahneye çıktım ben de, bana gümüş bir sigaralık uzattı. İçine de “karşılıklı caz sevgisi için Dizzy’den Falay’a” diye bir yazı yazdırmış. Bu arada fantastic trompet player” falan diye konuşuyor benim için. Dedim, ulan ertesi akşam ben de ona bir hediye alayım. Ne alacağız? Turistik bir mağazaya girdim, böyle uzun köylü çarığı gibi çoraplar vardır, aldım, evine asar diye verdim. Baktı önce, sonra oturdu yere, ayakkabıları çıkarıp giydi onları, konseri verdi onlarla. Çok büyük, yüksek insandı, babamdan çok sever sayarım onu. Amerika’ya gidince, bir gazeteye demeç vermiş. Onu da kestim sonra, o sigara tabakasının içinde hâlâ durur: State deparment tour in middle east in Ankara, Dizzy Gillespie discovered a trompet player. Dizzy says as good as Miles Davis…” “Miles Davis kadar iyi” diyor. Ben cazı bilmiyorum ama, çok iyi çalıyorum o zaman. En sonunda da “Amerika’ya caz öğrenmeye gelecek” demiş, “üç karısı var” diye bitirmiş. Ama zannetmem, Dizzy söylememiştir öyle, o haberi yazan öyle yazmıştır. O sıralar bizde bir tane bile yok, o ayrı. (gülüyor)

Stockholm 1972

Dere geliyor dere

Sonra bir Almanya işi çıktı, ben atladım uçağa, Frankfurt’a. Oradan Belçikalı bir big band’e girdim, onlarla İsveç’e geldik. Orada çaldık uzun süre, Panayır diye bir yer vardı, baktım İsveçli çocuklar grubu kurmuşlar, caz çalıyorlar. Ara verdiler, gittim yanlarına, dedim “ben Türkiye’den trompetçiyim, çalayım mı sizinle?” “Aa tamam, çık ikinci yarı, çal” dediler. Ben bir patlattım orada, akılları durdu adamların. Basçı yanıma geldi, “senin gibi trompetçi yok İsveç’te, sen burada kal, çok iş yaparsın” dedi. Tamam dedim, kalıyorum burada. Epey çaldık onlarla, sonra İsveç’in güneyinde bir yerde çaldık, ben dedim hadi allahaısmarladık. Atladım benim Volkswagen’a, bastım Stockholm’e. Kolayca kontrat yaptım, üç kulüpte birden çalışmaya başladım. Gündüzleri stüdyodayım, herkes plağına beni çağırıyor. İşler çok iyi gidiyor. Stockholm’de eski şehir denilen bir bölge var, orada kilerlerde caz kulüpleri var, adamlar dumanı çekmiş, kafaları iyi, caz çalıyorlar. Onlarla bir sene takıldım ben.

Sonra Almanya’da European Jazz Stars diye bir konser oldu. Plağı da vardır. Orada ben çıktım: Maffy Falaaayyyy, Türkeiiiii O zamanların en baba cazcıları geldi her ülkeden. O grupla altı-yedi albüm çaldım ben. Sonra gene İsveç’te çaldım durdum uzun süre.

Okay’a çaldım bir şey, bir baktım, ohooo, takır tukur, hiç olmaz, swing sıfır. “Oğlum” dedim, “bak caz yapamazsın, bu zor iş, senden olmaz”. Aldım trompeti, bir 9/8 çaldım, baktım, tak tiki takk çalıyor. Kanında var adamın onlar.

İşte öyle ben İsveç’te çalarken, bir baktım bir Türk orkestrası gelmiş. Kuşadası’ndan arkadaşım Ulvi Temel bir orkestra yapmış, dans müziği çalıyorlar. Gece arabayla giderken, ışıklarda duruyorum, bir baktım bir otobüs geçiyor. Üzerinde kocaman Ulvi Temel yazıyor, ben hemen bap bap yaptım, o da beni gördü, hemen indik aşağıya, kucaklaştık. Orda bir restoranda çalıyorlar. Gittik oraya, sabaha kadar takıldık. Dedi “aman benim piyanist gidiyor, bana çalar mısın?” Güzel de para veriyordu, tamam dedim, çalarım. Davulcu da kim biliyor musun: Okay Temiz. Ama o da gidecekmiş. Daha Okay gitmeden, ben gidiyorum bunların yanına. Yanımda da hep Don Cherry var. O da tam deli, beni herkese trompet hocam diye tanıtıyor. Don’la her gün ormana gidiyoruz, çalıyoruz, Türk müziğine hasta, öğret bana n’olur deyip duruyor. Dari didu didu dadari didu darididu didu dadari didu, aksak ritmlerde çalıyorum ben ona. Bunları yazdırıyor bana, çalışıyor. Don Cherry’ye dedim, “bizim çocuklar çalıyor, bir de Türk davulcusu var, gidip bir bakalım mı?” Gittik, bizimkiler şov yapıyor. Bir ara 9/8’den girip “Dere geliyor dere” falan çalıyorlar. Bu arada Okay bunları çok iyi çalıyor. Birkaç sene konservatuvara gitmiş, kovmuşlar sonra, ama yapmış bu arada bir şeyler, fena değil… Don Cherry bayıldı buna.

Muvaffak Falay, İsmet Siral ve Okay Temiz 1973

Oğlum, swing olsun azıcık

Bir gün evde oturuyorum, kapı çalındı, bir baktım Okay. Üzgün, süklüm püklüm, para pul yok. Aldım ben bunu eve. Ağlamaklı durumda. Gittik bir arkadaşın yazlık evine, dedim kur burada davulları, çalış, hem de evde kal. Düşündüm ki, eli ayağı caza giderse iyi olur, biz bunla çalışırız. Davulcu sıkıntısı da var zaten. “Okay gel bakalım” dedim, “sana bir şey çalacağım, eşlik et”. Buna çaldım bir şey, bir baktım, ohooo, takır tukur, hiç olmaz, swing sıfır. Birkaç kez denedik, olmayacak. “Oğlum” dedim, “bak caz yapamazsın, bu zor iş, senden olmaz”. Aldım trompeti bir 9/8 çaldım, baktım, tak tiki takk çalıyor. Kanında var adamın onlar. Acıdım şimdi ben buna, durumu kötü. Bu adama bir yardım edeyim. Biz öyle hep yardım ederiz ya, sonunda kötülük görüp gene yardım ederiz. Neyse, yaptık hemen bir grup, başladık kulüplerde bizim havaları çalmaya. Biz bir popüler olduk mu sana!.. Üç dört de plak kontratı, Sevda diye meşhuruz artık caz çevresinde.

Okay ilk başta fena değildi, hafif çekingen çalıyordu. Sonra Türkiye’ye gitti geldi, darbuka biçiminde o büyük bakır davullardan yaptırdı, tangırrrrr tungurrrr yıkıyor ortalığı. Oğlum dur, n’oluyosun, yavaş çal. Yok. Yolda da böyle havalı yürüyor, artık meşhur olduk ya. Bana sorsan, ben utanıyorum, Türk müziğini böyle çalıyoruz diye. Gruptaki müzisyenler oryantal kısımları çalıyorlar, ama arada sololarda caz çalıp uçup gidiyorlar, bu arkada bizimkisi tak tak tak çalıyor. Oğlum düzgün çal, swing olsun azıcık. Yok!

Salih bir kuş

Salih Baysal, bir Bodrum düğününde; darbukada Radyocu Burhan, kavalda Gavalcı Ali, 1971 (Mehmet Necmi Bayram arşivi)

Bu arada ben hep Bodrum’a giderdim. Orada işte Salih’le (Baysal) oturur çalardık biz. O keman, ben darbuka. Onu aldım geldim. Şimdi Okay’a sorsan der ki, Salih Baysal’ı aldım, Bodrum’dan getirdim. Ben tanıştırdım onları. Salih’le otobüsle İstanbul’a geldik. Salih, İzmir’i bilirdi o zaman bir tek. İlk kez İstanbul’u gördü. Buradan benim arabayla İsveç’e gittik. Dünyanın en temiz insanıydı. Büyük kabiliyetti. Eğitimi yoktu, ama oraların havalarını İstanbullu kemancılar çalamaz onun çaldığı gibi. Çok yüksek bir müzisyendi. İsveç’te bayıldılar. Danimarka’da aşık oldular artık. Ama bizimkisi berbat etti gene işleri, orkestrayı çalamayacak duruma getirdi. Salih gelirdi yanıma ağlayarak, “ben Türk müziğine aşığım, ama bununla çalamayacağım”. Benim odamda kalıyor, her gece ağlıyor bana. Salih’e gözüm gibi bakmam lâzım. En büyük parayı ona veriyorum. Bu her gün pizza yiyor para biriktirmek için. Karısı kızları bunu bekliyor… Senin bu Okay yıktı geçti ortalığı ama, kompleks var, tangır tungur çalıyor arkada. Berbat etti grubu. Salih çalarken, diyorum oğlum yumuşak çal adamın arkasında. “Yok ya, yanlış çalıyor” diyor bana. Yanlış çalsın lan! Sen de yanlış çal, öyle toplarsın! Hafif çal diyorum, yıkıyor ortalığı. Ben de alıyorum darbukayı, eşlik ediyorum Salih’e. Taa 70 başları Bodrum’da kahveye oturup biz böyle çalardık onunla. Okay mokay yoktu o zamanlar daha. İsmet Sıral’la geziyorduk arabayla, gitmiştik bir gün Bodrum’a, onu orda bulmuştuk.

Şimdi İsmet deyince, o çok büyük adamdı, herkese faydası dokunmuştur. Kaçırdı sonra biraz işte. Çok özel bir saksofonculuğu ya da flütçülüğü yoktu. Bir gün İsveç’te sahnede, dedim çal bir flüt. Re minör’den git sürekli. Bir çaldı, o isveçli müzisyenlerin ağzı açık kaldı. Niye mi? Ruh çaldı çünkü, his çaldı. En iyi arkadaşımdı o. Ama şimdi İsmet’e girersek, çıkamayız, biz gene Okay’a dönelim.

Okay şimdi başladı mı başımıza büyük müzisyen havaları atmaya. Salih’i beğenmez, şöyle bir plak yapalım falan der. Olmayacak şeyler yaptı bize. Sonunda pes ettik. Zaten benim işim caz. Türk müziğini çok severim, çingenelerin çaldığı o müzikler benim için çok üst düzeydir. Bu ülkede Türk cazı diye bir şey varsa o işte. Rahmetli Ergün Şenlendirici vardı, en büyük kayıp o işte. Bıraktım ben bu grubu, İsveçli bir davulcuya gösterdik işi, o da çalmaya başladı ama, zor geliyor bizim ritmler, yoruluyor. Gittik biz Danimarka’ya. Salihçim düştü kaldı orada. Ciğerlerin hastaysa, Danimarka’nın havası vururmuş insanı. İkinci akşam başladı oturarak çalmaya. Hemen götürdük hastaneye. Dediler “bu adam ve­rem, hemen yatırıyorsunuz”. Orda yattı iki ay, senden benden iyi oldu. Bu arada hastanede çıkarmış kemanı çalmış, herkes aşık olmuş buna. Başladı “beni n’olur Bodrum’a götür, özledim oraları”. Tamam dedim, doktora gittim, “Bu bir kuş” dedim, “bunu ben yuvasından aldım getirdim. Ama şimdi geriye götürmem şart”. Doktor tamam dedi, kocaman bir ilaç kutusu yaptılar ona. Atladık arabaya, Hollanda sınırından geçerken tuttular bizi ne bu ilaçlar falan diye, neyse anlattık derdimizi. Arabayla geldik Bodrum’a kadar. Küçücük bir evi vardı, biriktirdiği parayla bir kat daha çıktı üstüne, hayatı kurtuldu. Böyle bir adama böyle kötülük yapılır mı ya? Çok kızmıştım Okay’a o zaman.

Önce kendini öldüreceksin, sonra caz çalarsın

Ben döndüm gene caz çalmaya. Mesela son sekiz senedir aynı restoranda çalmaya devam ediyorum. Mardinli Süryanilerin açtığı bir restoran bu. Caz, o Charlie Parker ile Dizzy’nin plağını dinlediğimden beri benim hayatım. Dünyanın en yüksek müziğidir caz. Artık bugün modern klasik müzikten armonileri de içine alıyor caz. Mesela Bill Evans, iyi arkadaşımdır. O acid caz falan ise biraz business bana kalırsa. Para kazanmak için. Funk müziği, dans mans cart curt o işler. Eski babalar bütün her şeyi yaptılar gittiler işte. Coltrane de gittikten sonra artık daha iyisi çıkmadı. Çünkü kimse onlar gibi sonuna kadar gidemez öyle kolay kolay. Türkiye’de de Tuna Ötenel, İmer Demirer çok iyiler ama, Türkiye için tabii. Kenny Clarke’la, Elvin Jones’la falan çaldım ben. Caz bambaşka bir şey. Hayatı vereceksin, sürüneceksin, büyük müzisyenlerin yanında “slave”, esir köle olacaksın, sıkıntı çekeceksin ve kendini öldüreceksin önce, Charlie Parker gibi, ondan sonra caz çalarsın işte. Bu müziğe ulaşmak için, nasıl derler, suffer çekeceksin, ben çok çektim, her şeyimi kaybettim. Bu yaşta hâlâ bir şeyim yok benim. Şimdi buradan İzmir’e gideceğim, bu konserden aldığım parayı yer bitiririm orda. Kiramı zaman zaman zor öderim hâlâ. Bak yaşım 68 oldu ama, koşarak çıkarım merdivenleri. Daha check up yaptırmışlığım yoktur aynı yaştaki arkadaşlar gibi. Trompet var çünkü benim hayatımda. Check up’ım o benim. Hanım bazen diyor, “aman zorlama kendini üflerken”, korkma diyorum, ben bilirim onu nasıl üfleyeceğimi. Anacım hadi ben gideyim artık, yemek yiyeceğiz ya, daha anlatacağımız çok şey var, hayat uzun benim, gerisini bir daha geldiğimde anlatırım.

Roll, sayı 34, Ağustos 1999

^