KORONAVİRÜS’ÜN FENA VURDUĞU İTALYA’DAN İZLENİMLER

Söyleşi: Fırat Fıstık
17 Mart 2020
SATIRBAŞLARI

Koronavirüs’ün Çin’den sonra en fazla vurduğu ülke İtalya. İtalya’da 16 Mart itibarıyla resmen 24 bin 747 vaka kayıtlara geçti ve 1809 kişi hayatını kaybetti. İtalya’daki ağır tablo başta yoğun bakım üniteleri olmak üzere hastanelerin yetersizliğini gündeme taşıdı. Genel kanı ilk vakanın 21 Şubat’ta tespit edildiği ülkede koronavirüs’ün başlangıçta hafife alındığı, müdahalenin geciktiği yönünde. Bir yandan sokağa çıkma yasağı ilan edilirken fabrikalarda işçiler çalışmaya zorlanıyor, evsizlerin yardımları kesiliyor. Diğer yandan, halk balkonlara “Andrà tutto bene” (“Her şey güzel olacak”) pankartları asarak, şarkılar söyleyerek direnmeye çalışıyor. 8 Mart’tan itibaren hayati birkaç alan haricinde tüm faaliyetlerin durduğu  İtalya’nın Lecce şehrine, Mehmet Cenk Yürükoğulları’na bağlanıyoruz…


İtalya’da salgının seyri nasıl gelişti?

Mehmet Cenk Yürükoğulları: Koronavirüs ilk konuşulmaya başlandığında televizyonlar ve gazeteler esas olarak Çin’deki duruma odaklanıyor, ana akım ve sosyal medyada konu ırkçı esprilere ve mizansenlere konu oluyordu. Meydanı boş bulan popülist sağcı Salvini Çin restoranlarını hedef alan açıklamalarla sınırların kapatılmasını savunuyordu. Çok geçmeden, İtalya’nın farklı şehirlerinde yaşayan Çinli öğrencilere ve çalışanlara birçok saldırı da yaşandı. Şubat sonuna kadar genel bakış açısının salgının “uzak diyarlarda”, yani Asya merkezli kalacağı yönünde olduğunu söylemek mümkün. Şubat’ın sonunda, vakalar ardı ardına açıklanmaya başladı. Kuzey İtalya kontrol altına alınmaya çalışıldı, fakat ülkenin geri kalanında hayat normal rutinde seyrediyordu. Herkes gündelik işine gücüne, ülke içi ve yurtdışı seyahatlerine devam ediyordu. Bu sırada çok sayıda insan kontrol bölgelerinde “tıkılı” kalmamak için farklı bölgelere geçiş yaptı ve salgının yönü belirlenemez hale geldi. İlk anda kontrol altına alınan Lombardia ve Venedik İtalya’nın en önemli turizm ve sanayi bölgeleri. Virüsün yayılmasıyla, yıllardır alarm halinde olan ülke ekonomisi iyice düşüşe geçti.
Kırılma anlarından biri 27 Şubat sayılabilir. Salvini kameraların önüne geçerek “Dükkânları, müzeleri ve barları tekrar açın. Hayatı normal haline geri getirelim” açıklaması yaparken, yine aynı gün, İtalya’da önemli oy oranına ve Salvini’ye kıyasla çok daha büyük prestije sahip Sosyal Demokrat partinin (PD) lideri Nicola Zingaretti, yine sosyal demokrat Milano Belediye Başkanı Sala ile birlikte açıklama yaptı ve “Parolamız: Normale dönüş! Alışkanlıklarımızı, Milano’yu ve İtalya’yı durduramayız. Ekonomimiz korkumuzdan daha güçlü. Aperativo yapmak, kahve içmek ve pizza yemek için dışarı çıkıyoruz. Bunu cesaretle yapacağız” dedi. İnsanlar bu bölgelerin kontrol altında tutulmasıyla sorunun üstesinden gelineceğine inandırılmaya çalışıyor, bir yandan tedirginlik kendini ülkenin her yanında yavaşça göstermeye başlıyordu. Nihayet 8 Mart’ta kırmızı bölge uygulamasına geçildi. Ama bu tarihe kadar hayatın gündelik akışında ilerlemesi bence eleştirilmesi gereken önemli bir nokta.

Her gün artan vakalara karşı balkonlara asılan gökkuşağı üzerine yazılı “Andrà tutto bene” (Her şey güzel olacak) pankartlarını tüm topluma acı veren salgın ve kayıplara karşı bir kolektif motivasyon inşasının çabası olarak ifade edebiliriz.

Bu ağır tabloya rağmen hayat nasıl devam ediyor?

Salgın öncesi, sosyal yaşamın hangi yaş grubu olursa olsun, asla durmadığı, her gün aynı kafeterya ya da bara gidip samimi arkadaşlarıyla veya komşularıyla küçük bir espresso ya da bira arası yapmanın vazgeçilmez olduğu, hafta içi en sakin akşamlarda bile günün stresinin ardından kentin birkaç farklı meydanında yüzlerce gencin bir arada bulunduğu tablonun bir anda ortadan kalktığını düşünün. İtalya’da sosyal hayatın böylesine durduğu bir ânın hiçbir jenerasyon tarafından deneyimlenmediği çok açık. Tam da bu sebeple sokağa çıkma kısıtlamalarından yalnızca iki gün sonra sosyal medyanın gündemine oturan balkon konserleri yalnızlığa karşı bir kolektif eylem olarak dikkat çekiyor. Her gün artan vakalara karşı balkonlara asılan gökkuşağı üzerine yazılı “Andrà tutto bene” (Her şey güzel olacak) pankartlarını tüm topluma acı veren salgın ve kayıplara karşı bir kolektif motivasyon inşasının çabası olarak ifade edebiliriz. Ancak bu sırada toplumsal sorunlar da gözle görülür hale geldi.


Nedir bu sorunlar?

İtalya’da hayatın akışı kadar akmayışından da bahsetmek gerek. 8 Mart’ta açıklanan kırmızı bölge kararıyla birlikte, salgına karşı hayata geçirilen hashtag kampanyası #IORESTOACASA yani “Evde kalıyorum” hashtag’i insanları evden çıkmamaya ve sağduyuya çağırırken birçok konuda yetkililerin hesaba katmadığı durumlar yaşandı, yaşanıyor. İlk olarak, İtalya’nın farklı bölgelerindeki 27 ayrı hapishanede isyanlar patlak verdi. Olağanüstü durum sebebiyle geçici af ya da ev hapsi talep ediliyordu. Sağlık önlemleri kapsamında mahkûmların görüş izninin kaldırılması, mahkûmların kaderine terk edilmesi, bu isyanların en önemli tetikleyicileri oldu. İki gün içerisinde 12 mahkûm yaşamını yitirdi, altısı firar etti.
İnsansızlaşan sokakların etkileyici fotoğrafları paylaşılırken gidecek evi olmayan göçmenler ve evsizler sosyal medya üzerinde tartışılan bir diğer sosyal sorun olarak öne çıktı. 8 Mart kararıyla kapanan sosyal bakım merkezleri ve durdurulan yardım hizmetleri (mensa/yoksul yemekhaneleri) halihazırda sorunlarla baş başa kalan insanların daha da yalnızlaşmasına sebep oldu. Bazı gönüllüler belirli noktalarda evsizlerle buluşup yemek dağıtımı yapsa da devletin bu konuya hâlâ bir çözüm bulamadığını ve insanların çaresizlik içinde sokakta kendilerini salgından korumak zorunda olduklarını söylemek gerek.

Sokağa çıkabilmek için geçerli bir sebebinin olduğunu gösteren öz deklarasyon kâğıdı sokaklarda devriye halindeki polisler tarafından kontrol ediliyor. Bu kâğıdı bulundurmayanlar 206 Euro para ya da 3 ay hapis cezasına çarptırılıyor.

Siz karantina günlerini nasıl geçiriyorsunuz?

Herkes gibi benim de düzenim ve planlarım alt üst oldu. Zaten kiramı zar zor ödeyebildiğim, kısıtlı bir gelirle güvencesiz bir şekilde varolmaya çalıştığım bir düzendeyken, bir anda evden çıkamamakla karşı karşıya kaldı. Bu stresli dönemin üzerine bir de evin kirasını ödeme gerçeğiyle yüzleştim. Âni bir kararla kent merkezinden uzaklaşıp arkadaşımın ailesinin sakin diyebileceğimiz yazlığına geçici olarak taşındım. Genelde sabahları spor yapıp online ders takip ederek, öğlenleri yemek pişirerek ve akademik alanımla ilgili çalışmaları incelemek ve okuma yaparak, akşamları da film seyrederek geçiyor. Tabii ki her yarım saatte bir, neler olup bittiğine dair haberleri okuyorum, Türkiye’deki gelişmeleri takip ediyorum. Fakat bu olağanüstü durumda herhangi bir şeye odaklanmak gerçekten çok zor.

Dışarı çıkabilmek için izin almak mı gerekiyor?

8 Mart’tan itibaren neredeyse tüm İtalya karantina sürecine geçti ve belirli sektörler haricinde tüm hayat durdu. Sokağa çıkabilmek için geçerli bir sebebinin olduğunu gösteren öz deklarasyon kâğıdı, sokaklarda devriye halindeki polisler tarafından kontrol ediliyor. Bu kâğıdı bulundurmayanlar 206 Euro para ya da 3 ay hapis cezasına çarptırılıyor. Alışveriş yapmaya giden araçlarda yalnızca bir kişi bulunması, insanların arasındaki mesafenin minimum bir metre olması gibi kurallar uygulanıyor. Marketler ve bankalar henüz açık. Toplu taşıma araçları çok büyük bir kısıtlamayla, neredeyse sadece acil durumlarda çalışıyor. Güneydeki küçük kasabalarda insanların daha rahat sokağa çıktığını, ufak turlar yaptığını söylemek mümkün. Fakat bu bir avantaj değil, hastalığa bir davetiye.

Sosyal Demokrat partinin lideri Nicola Zingaretti (soldan üçüncü) “Parolamız: Normale dönüş!” diyor

İtalyan medyasında neler tartışılıyor?

Koronavirüsün İtalya ve dünyadaki etkileri, artan vaka sayısı ve artan ölüm oranı durmaksızın yayınlanıyor. Her gün, hiç ara vermeden insanüstü bir çabayla çalışan doktorlar ve sağlık görevlilerinin durumu, röportajlar, yeni sağlık malzemeleri alımı için yapılan sosyal kampanyaları diğer konular. Bu olağanüstü durumla birlikte her geçen gün uçuruma doğru giden ülke ekonomisi ve borsa haberlerine de bolca yer veriliyor. Fakat anaakım medyada görünmeyen detaylar da var. Örneğin, virüsün etkisi altına aldığı Kuzey İtalya’da bulunan üretim ve dağıtım kapsamında faaliyet yürüten çok-uluslu ağır sanayi fabrikalarının neredeyse tümü hükümetin kararlarıyla hız kesmeden çalışmalarını sürdürüyor. Bu fabrikalarda çalışan işçiler neredeyse hiç önlem alınmadan salgının merkezinde, sağlıksız ve güvencesiz şartlarda zorla çalıştırılıyorlar. Bu yüzden grev ve iş yavaşlatma eylemleri yapıyorlar. En büyük ve önemli metal işçileri sendikasından FIOM 22 Mart’a kadar örgütlü olduğu tüm fabrikalarda, sağlık önlemleri alınana, işyerlerinde salgına karşı gerekli adımlar tamamlanana kadar grevde. Ayrıca, Veneto, Bologna, Brescia, Piacenza ve Taranto şehirlerindeki birçok fabrikada yine sağlık önlemlerinin yetersizliği sebebiyle iş bırakma eylemleri yapılıyor. İşçilerin mektuplarından anladığımız, fabrikalarda hijyen malzemeleri yetersiz. Dezenfektan bulundurulacağı, vücut sıcaklığı kontrollerinin yapılacağı ve soyunma odalarının düzenleneceği sözlerine karşın hiçbirinin hayata geçirilmediğini söylüyorlar.

Virüsün etkisi altına aldığı Kuzey İtalya’da bulunan çok-uluslu ağır sanayi fabrikalarının neredeyse tümü hükümetin kararlarıyla hız kesmeden çalışmalarını sürdürüyor, işçiler neredeyse hiç önlem alınmadan salgının merkezinde, sağlıksız ve güvencesiz şartlarda zorla çalıştırılıyorlar. Bu yüzden grev ve iş yavaşlatma eylemleri yapıyorlar.

15 Mart akşamı yayınlanan başka bir haberse patronların para hırsının nelere yol açabileceğine dair iyi bir örnek. Palermo’da bulunan Almaviva çağrı merkezinde bir çalışanın koronavirüs testi pozitif çıktı. Çalışma alanlarında salgın yokmuşçasına devam eden bu güvencesiz duruma karşı büyük bir tepki oluştu.
Ayrıca, sabit bir iş sözleşmesi bulunmayan, geçici iş sözleşmeleriyle, çalıştığı saat başına ücretlendirilen herkes bu zor süreci atlatmaya odaklanıyor. Bu olağanüstü durumun ardından, geleceksizlikle yüzleşen gençleri, güvencesiz işçileri derin bir karanlığın beklediği çok açık. Farklı kentlerden insanların bir araya gelerek oluşturduğu “reddito di quarantena” (karantina geliri) gibi inisiyatifler krizin faturasının halka kesilmesine karşı öneriler üreterek çalışmalara başladı bile.

“Her şey güzel olacak”

Hastane kapasiteleri çok tartışılıyor, gerçekten bu kadar yetersiz mi altyapı?

Çok uzun süredir İtalya’daki sağlık sistemi herkes tarafından eleştiriliyordu. Kapasite ve materyal yetersizliği dönem dönem gündeme geliyordu. 10 yılda 37 milyar euro civarında ödenek kaybı toplumsal muhalefet tarafından dile getirilse de bugüne kadar kriz ekonomisi sebep gösterilerek ciddiye alınıp, iyileştirmeye gidilmedi. Üzerine ölü toprağı dökülen sosyal sağlık hakkından bahsediyoruz. Olağanüstü hal ile birlikte herkes bu hakkın neden en önemli gereklilik olduğunu yeniden hatırladı. Ulusal Hemşirelik Federasyonu’na göre, Ocak 2020’de İtalya’da hemşire sayısı olması gerekenden 50 bin az. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, yoğun bakım ünitelerinde 100 bin kişiye 275 yatak düşüyor. 2009’dan 2017’ye kadar 46 bin çalışan azaltılıyor. Bunların yanı sıra, koronavirüs tedavisinde kullanılması gereken solunum yolu takviye cihazlarının eksikliği medyaya yansıyan diğer önemli konu oldu.

Olağanüstü hal ile birlikte herkes sosyal sağlık hakkının en önemli gereklilik olduğunu hatırladı. Ulusal Hemşirelik Federasyonu’na göre, Ocak 2020’de İtalya’da hemşire sayısı olması gerekenden 50 bin az. Yoğun bakım ünitelerinde 100 bin kişiye 275 yatak düşüyor. 2009’dan 2017’ye kadar 46 bin çalışan azaltılıyor.

Bu ağır tablonun içinde ruh haliniz nasıl?

Daha önce kimsenin deneyimlemediği olağanüstü bir hal söz konusu. Birçok genç, salgının kendi yaş grubuna yüksek oranda zarar vermediğini bilmesine rağmen, alınan önlemleri önemseyerek toplumsal dayanışmada yer aldı, bunu deneyimle öğrendi. Yaşça büyükleri ve kronik hastalığı bulunanları sakınma çabası “biz” halini tekrar yarattı.
Tabii ki günlük rutinler kayboldu. Evlere kapanma halinin insanların fiziksel, sosyal faaliyetlerin ve sosyal ilişkilerin değerini anlamasına katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Karantina ve yalnızlık da önemli. Bu anlamda yanımda birileri olduğu için kendimi şanslı sayıyorum, çünkü yine benim gibi öğrenci ya da çalışan birçok arkadaşım bu süreci tek başına geçirmek zorunda kaldı. Kısa süre içerisinde hissedilmese de geçen günlerle birlikte bu kapanma halinin kalıcılaşması, insanların moral ve motivasyon olarak düşmesine, daha depresif bir ruh haline bürünmesine sebep oluyor. 

Türkiye’de de vaka sayısı gittikçe artıyor; benzer bir durumu biraz önceden yaşayan biri olarak buraya dair ne dersiniz?

Türkiye’deki gelişmeler bana halihazırda deneyimlediğim durumu, insanlardaki gereksiz özgüven ve rahatlığı, yani sürecin başlangıcını hatırlatıyor. Salgına ve salgının yarattığı krizlere karşı çözüm yöntemleri geliştiriliyor. Farklı ülkelerdeki süreci takip etmekte fayda var. Devletlere ve politikacılara kayıtsız şartsız inanmak yerine sorgulamak, eleştirel düşünmek, karşı kamuoyu yaratmak ve ihtiyacı olanlarla elden geldiğince bir dayanışma ilişkisi kurmak şimdilik en önemli çözüm gibi geliyor.

^