KORONA GÜNLERİNDE SİYASET

Foti Benlisoy
29 Mart 2020
SATIRBAŞLARI

Umut, evet. Ama nasıl bir umut? Kötümserlik, evet. Ama nasıl bir kötümserlik? Alarm zilleri neler? İmdat freni nerede, kullanma kılavuzu ne diyor? Bilimkurgu eserlerden temel siyasal metinlere, kapitalist barbarlığın “cinai normalliği” ve çıkış yolları…
Gareth Edwards, Rouge One: A Star Wars Story (2016)

Yıldız Savaşları serisinin “ara” ve belki de en radikal filmi Rogue One’da Jyn Erso’nun haklı olarak vurguladığı üzere, “isyanlar umut üzerine kurulur.” Ancak bu umut, Terry Eagleton’ın aynı adlı bir denemesinde ifade ettiği gibi, “iyimser olmayan bir umut” olmak zorunda. Çünkü tarihin “doğal” seyrine bel bağlayan bön bir iyimserliğin siyasal sonucu, isyan falan değil, felaketli sonuçlara yol açabilecek bir rehavettir.

Covid-19 salgınının mevcut iktisadi ve sosyal modelin açmazlarını ortaya koyması, dahası pandeminin (elbette yaratmayıp) tetiklediği iktisadi krizin devasa kamu müdahalelerine, kurtarma paketleri ve hatta kamulaştırmalara neden olması, aslında tam da böyle bir iyimserliği yeniden gündeme getiriyor. Adam Tooze, piyasayı “siyaseti regüle eden bir süper ego” sayan hâkim görüşü korona virüsünün itibarsızlaştırdığını belirtirken elbette haklı ve bu hiç de küçümsenecek şey değil.

Ancak, hâkim fikir ve kurumların salgın bağlamında itibarsızlaşmasının bizi, “bir musibet bin nasihatten yeğdir” deyişi misali, neredeyse kaçınılmaz olarak daha “sosyal” ve dahi “ekolojik” bir demokrasiye götüreceği varsayımı, adı üstünde, üstelik temelsiz bir varsayım.

Daha bir sene evvel, bir BM raporunda, Neill Blomkamp’ın Elysium’undan sahneleri andıran bir dille iklim krizinin küresel bir apartheid’a yol açmasının yüksek bir olasılık olduğu vurgulanıyordu. Filmde bir gecekondu gezegenine dönmüş dünyayı yoksullara terketmiş zenginler, “Elysium” adlı dev bir uyduda müreffeh bir yaşam sürdürüyorlardı.

Korona sonrasına dair bu iyimserlik aslında bir “déjà vu” hissi yaratmıyor değil. Hatırlayanlar vardır; 2008 finansal çöküşünün hemen ardından da neoliberalizmin tabutuna son çiviyi çaktığı düşünülen krizin “kulaklara küpe olacağı” ve “insanlığın” vahşi kapitalizmden yüz çevirerek motorları daha paylaşımcı ve adaletli iktisadi modellere süreceğini varsayan çok olmuştu. On küsur yıl sonra durum ortada.

Adam Hanieh, korona sonrasına dair “global sosyal demokrasi” illüzyonuna dair uyarısında haklı: “Son on yılda tekrar tekrar gördüğümüz üzere, sermaye, kriz momentlerini sıklıkla bir fırsat momentine çevirir ve daha önce engellenmiş ya da imkânsız görünmüş radikal değişiklikleri hayata geçirme imkânı olarak değerlendirir.”

Deja vu deyince zaten işkillenmeli. Wachowski’lerin Matrix’inde (1999) “deja vu”, kısa bir süre önce gerçekleşmiş bir hadisenin tekerrürüdür ve bu durum, Matrix kodu değişikliğe uğratıldığında gerçekleşir. Yani deja vu, Nebukadnezar mürettebatı için izlerinin bulunduğu ve ajanların peşlerinde olduğu anlamına gelen bir alarm zili aslında.

Alarm zili

Bizim dünyamızda alarm zili zaten çoktan beridir çalıyor. Daha bir sene evvel bir Birleşmiş Milletler raporunda, Neill Blomkamp’ın 2013 tarihli filmi Elysium’dan sahneleri andıran bir dille iklim krizinin küresel bir apartheid’a yol açmasının yüksek bir olasılık olduğu vurgulanıyordu. Filmde bir gecekondu gezegenine dönmüş dünyayı yoksullara terketmiş zenginler, “Elysium” adlı dev bir uyduda müreffeh bir yaşam sürdürüyorlardı. Neyse ki, dünya nüfusunun o meşum yüzde 1’inin böyle bir dev uydu inşa edecek gücü de yüzü de henüz yok. Ancak, bir ekolojik yıkım, küresel savaş ya da pandemi durumunda kullanılacak süper lüks sığınakların alıcısının çok olduğuna dair haberler, niyetin benzer olduğuna şüphe bırakmıyor.

Marx, Kapital’de sermaye için “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” diye yazarken ölüm ve dehşetin kapitalizmin “normali” olduğunu vurguluyordu. Öyle ya, kapitalizmin mesela sistematik kölecilik ya da emekçilerin açlıkla terbiye edilmesiyle herhangi bir sorunu olmamıştır.

Fırsat bu fırsat, karşı karşıya olduğumuz salgının bahsi geçen ekolojik krizin bir parçası olduğunu hatırlatmakta yarar var: Trump ve benzerleri ne derse desin, Covid-19, Çinlilerin egzotik gastronomik tercihlerinin neden olduğu bir felaket değil. Yeni koronavirüs ve benzerleri, biyo-çeşitliliği ve ekosistemleri tahrip ederek doğal habitatlarını yitirmiş hayvanlar ile et endüstrisi ve insan yerleşimlerini tehlikeli bir biçimde yakınlaştıran kapitalizmin günümüzdeki eğilimlerinin bir mahsulü. Dolayısıyla, yaşadığımız (ve her şey böyle devam ederse maalesef ileride de yaşayacağımız) pandemi, ekolojik krizin bir tezahüründen başka bir şey değil.

Geçtiğimiz günlerde, sosyal medyada paylaşılan ve İstanbul’da kimlerin evde kalarak kendilerini izole edebildiklerini, kimlerinse yaşayabilmek için dışarı çıkmak zorunda kaldığını gösteren harita, o müstakbel apartheid rejiminin bir eskizi aslında. Yakın zamanda New York Times’da yayımlanan bir haber-analizde belirtildiği üzere, üst sınıfların kendilerini kolayca yalıtabildiği, alt sınıflarınsa salgının tüm etkilerine açık olduğu bir tür “pandemik kast sistemi” hızla gelişiyor.

O halde, iyimserliğin sırası hiç değil. İnsan toplumlarının mevcut örgütlenme biçiminin bugünkü haliyle devam edeceği bir dünyada, küçük bir azınlığın ekolojik felâketten kurtulmak için her türlü demokratik meşruiyet kaygısını bir tarafa koyarak kendisine müstahkem yeşil bir adacık yaratması kuvvetli bir olasılık. Sınırların giderek katılaştığı, duvarların yükseldiği ve toplama kamplarının olağanlaştığı, militarizmin türlü biçimlerinin geçerakçe olduğu, insanlığın büyük bir bölümünün kendi ayrıcalıklarını korumak isteyen bir azınlıkça ekolojik bir apartheid rejimine tabi tutulduğu böylesi bir “gelebilecek gelecek” senaryosunda elbette bildiğimiz anlamda demokrasiye yer yok.

Gelebilecek bir gelecek

İyi bilimkurgu bize, aslında pekâlâ mümkün olabilecek, yani “gelebilecek bir geleceğe”, her şey olduğu gibi kalır, her şey olduğu gibi devam ederse karşı karşıya kalmamızın hiç de olasılık dışı olmadığı yakın ya da uzak yarınlara dair hikâyeler anlatır. Bilimkurgunun illa “kötümser” olması, bugünkünden daha olumsuz bir dünyayı tasvir etmesi şart değil. Mesela Gene Roddenberry’nin Uzay Yolu (Star Trek) dizisi, günümüzle kıyaslandığında çok daha iyimser bir zaman aralığı sayılabilecek 1960’ların ikinci yarısında çekilmeye başlanmıştı.

Muhtemelen bundan ötürü, seride insanlar ve türler arası uyum, barış ve rasyonel ilişkilerin hâkim olduğu bir gelecek, bilimsel keşif (ve elbette fetih) ruhunun hâkim olduğu maceralar çıkar karşımıza. Ancak açıkçası, bilimkurgu “karanlık”, daha doğrusu distopik bir mahiyet kazandığı oranda etkili bir siyasal eleştiri mecrası halini alır. Çünkü o zaman tarihin asla safımızda yer almadığını, tarihin mevcut haline, “olağan” akışına bırakıldığı takdirde “felaketin” kaçınılmaz olduğunu anımsatan bir işaret fişeğine dönüşür.

H.G. Wells’in 20. yüzyıla beş kala yazdığı Zaman Makinesi adlı bilim kurgu hikâyesi, aslında tam da böyle bir örnek. Victoria dönemi Londra’sında yaşayan bir bilim insanı, zamanda yolculuk yapmak için icat ettiği makineyle geleceğe seyahat eder. Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılında karşısına çıkan dünya, Wells’in dünyasındaki toplumsal eşitsizliklerin sürgit devam etmesinin insanlığı nereye götüreceğinin bir ifadesi.

Bir yanda yer üstünde yaşayan, günümüzün varsıllarının ardılları Eloi’ler, diğer yanda yer altında yaşayan ve günümüzün yoksullarının büyük-büyük-büyük torunları olan Morlock’lar. Birinciler zevk-ü sefanın ve ataletin eblehleştirdiği narin varlıklarken ikinciler yoksunlukların canavarlaştırdığı mahlûklardır. Toplumsal eşitsizliklere yaslanan bir dünya, neticede “üsttekilerin” de “alttakilerin” de felaketi olmuş (Marx’ın Komünist Manifesto’daki ifadesiyle “çatışan sınıfların ortak yıkımı” ihtimali gerçekleşmiş), geçmiş uygarlıkların yıkıntıları üzerinde topyekûn “barbarlık” hâkim olmuştur.

Zaman Makinesi, Komünist Manifesto’nun yukarıda anılan ifadesi kadar Rosa Luxemburg’un Junius Broşürü’ndeki meşhur “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesini de hatırlatır. Tarihte radikal bir kırılma olmaz ve mevcut olan sürgit devam ederse gelecek olan barbarlıktır. Üstelik Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılını beklemeyecek bir barbarlık. Luxemburg’dan önce, Karl Kautsky de benzer bir yöne işaret ediyor ve şöyle yazıyordu: “Eğer sosyalist düzen gerçekten imkânsızsa […] modern toplum, Roma İmparatorluğu’na iki bin yıl önce olduğu gibi gerileyecek ve sonuçta barbarlığa geri dönecektir.”

Eğer insanlığın tüm doğal yaşamı beraberinde sürükleyerek uçurumun dibine doğru yuvarlanışını durdurmak istiyorsak, Luxemburg ve Kautsky’nin sözleri kadar, 1951 tarihli bilim kurgu filmi (Türkçeye “Uçan Dairelerin Sırrı” diye çevrilmiş) The Day the Earth Stood Still’de dünyayı ziyaret eden uzaylı Klaatu’nun çağrısını da hatırlamakta yarar var. Dünyamıza 2008 yılında bir kez daha, bu kez Keanu Reeves kılığına girerek misafir olan Klaatu, ilk gelişinde insanların savaşlara, silahlanmaya ve düşmanlıklara, ikinci gelişindeyse ekolojik yıkıma son vermezlerse dünyanın ortadan kalkacağını söylüyor ve şu seçeneği sunuyordu: “Bize katılın ve barış içinde yaşayın ya da şimdiki yolunuzu izlemeye devam edin ve yok oluşla karşı karşıya kalın.” 

Modern barbarlık

Aslında Kautsky’nin “barbarlığa geri dönüş” ibaresi bir ölçüde yanıltıcı. Klaatu’nun ifadesiyle, “şimdiki yolumuzu izlemeye devam edersek” karşımıza çıkacak barbarlık ihtimali, kapitalizme dışsal değil, tam tersine kapitalist uygarlığın temel eğilimlerinin mantıki bir uzantısı. Barbarlık geçmişte, arkamızda kalmış değil; her şey olduğu gibi devam ederse önümüzde, belki de yakın gelecekte.

Marx, Kapital’de sermaye için “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” diye yazarken ölüm ve dehşetin kapitalizmin “normali” olduğunu vurguluyordu. Öyle ya, kapitalizmin mesela sistematik kölecilik ya da emekçilerin (1845-1852’de İrlanda’daki “büyük kıtlık” misali) açlıkla terbiye edilmesiyle herhangi bir sorunu olmamıştır.

Koronavirüsü bunca ölümcül kılan, bu dizginsiz kalmış kapitalizmin son otuz yıldır dünyanın dört bir yanında kamusal sağlık sistemini tarumar etmiş olması değil mi? İşçilerin “ölümüne çalıştırılmasının”, ABD’den Türkiye’ye, dünyanın dört bir yanında bir metafor olmaktan çıkıp gerçek, yaşanan bir deneyime dönüşmesi kapitalist barbarlığın o gemiyi azıya almış cinai “normali” değil mi?

Mike Davis, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam başlıklı kitabında, 19. yüzyılın son çeyreğinde, Mısır’dan Hindistan ve Güneydoğu Asya’ya çok geniş bir coğrafyanın dünya kapitalist sistemine zorla dahil edilmesinin nasıl bir insani felakete yol açtığını, milyonları nasıl açlıkla karşı karşıya bıraktığını hatırlatırken bu hususu vurguluyordu. “Kendi başına bırakılsa”, yani mesela köle ve sömürge haklarının ayaklanmalarının ve emekçilerin direniş ve mücadelelerinin basıncı olmasa, kapitalizmin bu cinai doğasını bir ölçüde de olsa sınırlamak mümkün olmayacaktı. 

Sanatçının tasviriyle 1845-1852 yıllarında İrlanda’da yaşanan “büyük kıtlık”

Son otuz yılda bu iki mücadele dalgasının geri çekilmesiyle meydanın, “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelen” sermayeye kaldığı malûm. İşçi sınıfının sınıf olarak eyleyebilme kudretindeki muazzam düşüş, sömürge karşıtı ya da antiemperyalist mücadelelerin yerini Ortadoğu’da mezhepçi-fundamentalist şiddete, Sahra-altı Afrika’da savaş beyleri arasında bitimsiz iç savaşlara bırakması, kapitalizmin cinai doğasını yeniden kontrolsüz hale getirdi.  

Yeni koronavirüsü bunca ölümcül kılan, bu dizginsiz kalmış kapitalizmin son otuz yıldır dünyanın dört bir yanında kamusal sağlık sistemini tarumar etmiş olması değil mi? İşçilerin “ölümüne çalıştırılmasının”, ABD’den Türkiye’ye, dünyanın dört bir yanında bir metafor olmaktan çıkıp gerçek, yaşanan bir deneyime dönüşmesi kapitalist barbarlığın o gemiyi azıya almış cinai “normali” değil mi?

İmdat freni

Bu koşullarda, hele hele “covid kapitalizmi” devrinde, iyimserlikten çok kötümserliğe ama devrimci sıfatlı bir kötümserliğe ihtiyacımız var. Kastedilen siyasetten, yani toplumsalı dönüştürme çabasından sarfınazar etmeye götüren bir bedbinlik değil elbette. Kıyısında durduğumuz uçuruma düşmemenin ancak aşağıdakilerin eylemleriyle mümkün olduğunu savunan aktivist bir kötümser duyarlılığı seferber etmeliyiz. Felaket komünizminin bu devrimci kötümserliği, Walter Benjamin’in o meşhur ifadesiyle uçuruma doğru son sürat gitmekte olan lokomotifi durduracak imdat frenine asılmak ya da Bong Joon-ho’nun Snowpiercer‘ındaki (2014) gibi bizzat lokomotifi infilâk ettirmek çabasıdır.

Kıyısında durduğumuz uçuruma düşmemenin ancak aşağıdakilerin eylemleriyle mümkün olduğunu savunan aktivist bir kötümser duyarlılığı seferber etmeliyiz. Felaket komünizminin bu devrimci kötümserliği, uçuruma doğru son sürat gitmekte olan lokomotifi durduracak imdat frenine asılmak ya da bizatihi lokomotifi infilâk ettirmek çabasıdır.

Aslında, “Çin virüsü” tabirini icat ederek salgını ırkçı bir kampanyanın vesilesi kılan Trump’tan salgının varlığını dahi türlü akla zarar komplo anlatılarıyla uzun süre inkâr eden Bolsonaro’ya, Covid-19 krizini kimlerin yönettiğini düşünmek bile böyle bir kötümserliği haklı kılıyor. Spielberg’in Jaws (1975) filmindeki kahramanının, tehlikeye dair onca uyarıya karşın plajları açık tutmaya devam eden belediye başkanı olduğunu söyleyen, “sürü bağışıklığı” denen “altta kalanın canı çıksın, kalan sağlar bizimdir” yaklaşımının savunucusu Boris Johnson bu bakımdan istisna falan değil.

Ölümcül bir virüsün kışkırtacağı korku ve dehşet, otoriter-faşizan arayışlar için zaruri puslu havayı pekâlâ yaratabilir. Bunun için söz konusu virüsün V for Vendetta’nın sinema versiyonundaki (2005) gibi bir biyolojik silah olmasına, karanlık bir konspirasyonun parçası olmasına falan da gerek yok. Mevcut siyasal güç ilişkileri düşünüldüğünde koronavirüsün sağın daha da radikalleşmesini kışkırtan bir katalizör işlevi görmesi çok mümkün.

Richard Fleischer, Soylent Green (1973)

Enzo Traverso, The New Faces of Fascism (Faşizmin Yeni Yüzleri, 2019) adlı çalışmasında yıkıcı bir ekonomik krizin gerçekleşmesi durumunda, aşırı sağın radikalleşerek klasik faşist özellikler sergilemeye başlamasını gerçekçi bir senaryo olarak öne sürüyordu. Böylesi bir durumda “post-faşist” bir evrim süreci geçiren aşırı sağın köklerine doğru tersine bir dönüşüm yaşaması, bu sürecin de bir domino etkisi yaratarak ülkeden ülkeye yayılması mümkün. Covid-19’un tetiklediği ve milyonları etkileyen bir işsizlik ve iflas dalgasına yol açması kesin olan krizin bu senaryoyu tasdik edip etmeyeceğini hep beraber göreceğiz.       

Güya moral bozmamak adına, kıyısında bulunduğumuz uçurumun dibine bakmamazlık etmeyelim.  Anton Jäger’in ifadesiyle “felaket kapitalizminin ardından karantina korporatizminin insanlığın çoğunluğu için bir gerçeklik halini alması” olasıdır. Hareket etmezsek, hep birlikte eylemezsek her şeyin olduğu gibi kalacağı, hatta yüksek bir ihtimalle daha da kötüye gideceğine dair bir “kötümserliğe” sarılmaktan imtina etmeyelim.

Yoksa geleceğimiz, Richard Fleischer’ın (kadri pek bilinmemiş) Soylent Green (1973) filmindekinden farklı olmayacak. Yoksulluk ve ekolojik krizin toplumu hem metaforik hem de (spoiler vereyim) gerçek anlamda kendi kendini yemeye sürüklediği bir toplum. Soylent Green öyle çok uzakta değil, yakın gelecekte, 2022 senesinde geçiyordu. Zamanımız az…

Ayrıca bkz.: Virüs ve felaket komünizmi

^