Zuhal kimdir, nasıl bir insandır?
Nazlı Elif Durlu: Antalya’da basın toplantısında bir katılımcı “ben Zuhal’im” demişti. Sonra da “aslında hepimiz Zuhal’iz” diyerek bitirdi konuşmasını. Seyircilerin tepkilerini aldıktan sonra ben de “hepimizin içinde bir Zuhal var” cevabını gönül rahatlığıyla verebiliyorum. Otuzlu yaşlarının sonunda, yalnız yaşayan başarılı bir avukat Zuhal. Hem bir arayış içerisinde hem de bir “tanık”. Bazen kendini kötü bir şakanın içerisindeymiş gibi hissediyor. Galiba özellikle Türkiye’de yaşayan pek çok kişinin hissettiği bir duygu bu. Ama kimi zaman kendisi de bu şakanın bir parçası olabiliyor. İdeal bir karakterdense, iyisiyle kötüsüyle varolan bir karakter yaratmaya çalıştık. Zuhal’in içinde olduğu arayış, etrafından destek görmemesi ve hatta biraz dalga geçilmesi hepimizin bildiği duygular. Kimimiz destek göremeyince arayışımızdan vazgeçerken, kimimiz ise yalnız kalma, deli gibi algılanma, ötekileştirme ihtimallerine rağmen arayışımıza devam ediyoruz. Devam etme ya da vazgeçme durumundan bağımsız olarak bu arayış duygusunu bilen herkes Zuhal’dir diyebilirim.
Zuhal duygularını ele veren bir kadın değil. Sanat yönetiminden kurduğunuz atmosfere dek hikâyenin ve karakterin bu yönünü besliyorsunuz. Gaipten bir kedi sesi duyan kadının arayışı, yaşadıkları üzerine film yapmaya sizi iten esas motivasyon neydi?
Bir arkadaş ortamında bir kadınla tanışmıştım, yaşadığı apartmanda bir kedi sesi duyduğunu, kediyi bulamadığını, sürekli onu aradığını ve kedinin başına bir şey gelmesinden korktuğunu anlatmıştı. O kısacık sohbetimizde, itfaiyeyi ve AKUT’u aradığını, kapıcıyla ve komşularıyla konuştuğunu, kendisinden başka kimsenin bu sesi duymadığını, yavaş yavaş da çevresindeki insanların ona deli muamelesi yapmaya başladığını söylemişti. Bu hikâyeyi dinlerken kadının anlattıklarına inanıp inanmamak üzerine çok düşündüm. Kedi gerçekten var mıydı? Yoksa kadın olmayan bir şeye mi takmıştı? Acaba kediyi aramaya devam etmeli miydi? Yoksa aramayı bırakmalı, insanların onun hakkında ne düşündüğünü kendi duyduğu sesten ya da inandığı şeyden daha mı çok önemsemeliydi? Bu sorular çıkış noktamız oldu.
Zuhal’in içinde olduğu arayış, etrafından desteklenmemesi ve hatta biraz dalga geçilmesi hepimizin bildiği duygular. Kimimiz destek göremeyince arayışımızdan vazgeçerken kimimiz ise yalnız kalma, deli gibi algılanma veya ötekileştirme ihtimallerine rağmen arayışımıza devam ediyoruz.
Genel olarak hayatta neyin önemli olup olmadığı üzerine yeterince düşünmüyoruz gibi geliyor ve bu durum bütün ilişkilerimize yansıyor. Bazen gündelik küçük hesaplarımız, telaşlarımız, kızgınlıklarımız, asıl önem verdiğimiz veya anlamlı olabilecek şeylerin önüne geçebiliyor. Zuhal de bence kedi sesini ararken kendi hayatını kaplayan şeylerin ne kadar önemli olup olmadığıyla yüzleşmeye başlıyor. “Ben bu kedi sesini duysaydım ne yapardım, ne yapmazdım ve neden böyle davranırdım?” gibi sorulardı bu hikâyeyi başlatan.
Bugünün dünyasında sizce “deli” yerine konmak ne ifade ediyor? Kadınlara delilik çok kolayca atfedilen bir durum değil mi?
“Kadınlar şöyledir, erkekler böyledir” gibi genellemelerden korkuyorum. Bu genellemeler hem kadınları hem erkekleri kısıtlayan söylemler üretebiliyor. Ama genelde hayatta bir kadın olarak varolmak ile erkek olarak varolmanın bambaşka deneyimler olduğunu, bu deneyimlerle başa çıkmak için farklı özelliklerimizi geliştirdiğimizi düşünüyorum. Pek çok kadın kendi düşüncelerini, dürtülerini, hislerini saklamayı, “makûl” insan olmayı çok küçük yaşta öğreniyor, kendinden beklenenden biraz farklı davrandığında abartılı tepkilerle ve yargılarla karşılaşabiliyor. Erkeklerin ise makûl olmama hakkı var, hatta bu güçlü, kararlı, iradeli olmak gibi görülebiliyor ve bununla birlikte gelen bir iktidar oluşuyor. Bunun beraberinde getirdiği bir handikap var. İktidar sahibinin ya da iktidar sahibi olduğunu düşünen kişinin egosu daha kırılgan oluyor bence. Kırılgan egoya sahip olmak biraz kısıtlayıcı bir varoluş şekli gibi geliyor bana. Bunun çoğu zaman gülünç duruma düşmekten korkmak, kendini fazla ciddiye almak, her şeyi biliyor olmak gerektiğini düşünmek gibi yan etkileri olabiliyor. Oysa deli gibi görülmeyi göze almanın epey özgürleştirici bir yanı var. Zuhal de bütün hayatını iktidar sahibi bir kadın olmaya adamış, ama yaşadığı deneyimler yavaş yavaş kurallardan, sınırlardan kurtulmasını, deli gibi görülmeyi göze alarak özgürleşmesini sağlıyor. Delirmek, deli gibi görülmeyi göze almak temalarını yan karakterlerde de işlemeye çalıştık.
Zuhal karakteri yazım sürecinde ne tür değişimlere uğradı?
Karakterin hangi işi yaptığı, evli olup olmadığı, dışa dönük mü, yoksa içe dönük bir insan mı olduğu gibi konulara dair çok konuştuk ve çeşitli versiyonlar yazdık. İş ve özel hayatında bir düzenin içinde varolan birisinin düzeninin kırılmasının daha ilginç olduğuna karar verdik. Biraz daha dışarıda kalmış, ötekileşmiş birisindense, sistemin bir parçası olan bir kadının yavaş yavaş sistemin dışına itilmesini işlemek ilgimizi çekti. Zuhal parasını kazanıyor, örnek bir erkek arkadaşı var, iyi bir şirkette çalışan bir işinsanı. Yani Zuhal’in hayatında kâğıt üzerinde her şey yolunda gidiyor. Ama içsel olarak tatmin olan bir kadın mı? Türkiye sinemasında erkeklerin varoluşsal sorunları bolca işlendi, ama sanki bir kadın karakter söz konusu olduğunda daha çok hayatta kalmaya çalışan, somut sorunlarla baş etmek zorunda olan karakterler anlatılıyor ve içsel dünyalarına, gelişimlerine daha az önem veriliyor. Biraz bunu kırmak ve daha varoluşsal bir hikâye kurmak istedik.
Biz sadece Zuhal’in evinde değil, bir apartmanın içindeyiz. Apartman da sinemanın en sevdiği mekânlardan biri.
Evet, apartman hikâye anlatımı için verimli bir ortam. Beraber yaşamayı seçmemiş insanların bir şekilde birlikte yaşamak zorunda kalması güzel çatışmalar çıkarabiliyor. Çoğumuz apartman dairelerinde yaşıyoruz ve komşularımızın dünyasında olup bitenler hakkında hiçbir fikrimiz yok. Çok yakınlarımızda hiçbir fikrimizin olmadığı bambaşka hayatlar olması fikri hoşuma gidiyor. Zuhal de kediyi arayışı esnasında biraz bu hayatları keşfediyor.
Bu apartman hangi Türkiye’yi sembolize ediyor?
Bu, cevaplamakta çok zorlandığım bir soru. Semboller üzerinden bir film kurmaya çalışmadık, ama tabii anlattığımız hikâyenin günümüz Türkiye’sinde bir karşılığı var. Spesifik bir sosyal, sınıfsal ya da kültürel bir kesimden ziyade, hiçbir konuda sorumluluk almayıp hep birbirini suçlayan her kesimi sembolize ediyor diyebiliriz.
Filmin çıkış noktası “Bu kedi sesini ben duysaydım ne yapardım veya ne yapmazdım” sorusu. Esasında memlekete bakınca hepimizin yaşadığı bir ikilem bu. Sesini çıkaranlar var, “ben o arayışa girecek miyim” diye düşünenler var. Kedi sesi sizce bu bağlamda neye tekabül ediyor?
Filmin esasen “dinlemek” hakkında olduğunu söyleyebiliriz. Bir an için durmak ve dinlemek. Hem kendi dünyanızda hem çevrenizde neler olup bittiğinin farkına varmak için dinlemek. Kedi, neyi duymanız gerekiyorsa, hatta belki neyi duymaktan kaçıyorsanız onu sembolize ediyor. Sonra da sıra harekete geçmeye geliyor.
Filmin dilini, dünyasını kurarken esaslarınız neydi?
Raymond Carver öykülerini çok seviyorum. Çok tesadüfen tanıştım onunla, daha sonra Kirli Gerçekçilik adlı bir akımın bir parçası olarak görüldüğünü öğrendim ve bu akımla anılan başka yazarları da okumaya başladım. Özellikle Ann Beattie’nin öykülerini bolca okudum. Minimal hikâye anlatımı, karakterlerin genelde sempatik karakterler olmaması, mesafeli anlatıma rağmen karakterlerin çok derinine inmesi beni çok etkiledi. Birebir bu tür bir içerik ve anlatım seçtiğimizi söylemiyorum, ama etkisi olmuştur diye düşünüyorum. Aynı şekilde William Saroyan da bana çok iyi gelen bir yazar. Kendimi kötü hissettiğim zaman okuyup teselli bulabildiğim öyküleri var.
Pek çok kadın düşüncelerini, dürtülerini, hislerini saklamayı, “makûl insan” olmayı çok küçük yaşta öğreniyor ve kendinden beklenenden biraz farklı davrandığında abartılı tepkilerle karşılaşabiliyor. Erkeklerin genelde makûl olmama hakkı var, hatta bu güçlü, kararlı, iradeli olmak gibi görülebiliyor ve bununla birlikte gelen bir iktidar oluşuyor.
Bu süreçte varlığıyla sizi mutlu eden, kafanızı açan filmler neler oldu?
Aslında eskiden çok film izlerdim, ama son birkaç yıldır biraz azaldı. Şu an aklıma gelen birkaç film söyleyebilirim. Mesela Valeska Grisebach’ın Western (2017) filmi. Kirli Gerçekçilik ile bu film arasında bir bağ kurulabileceğini fark ettim şimdi. O filmde de çok minimal ve gündelik bir hikâye anlatılıyor, ama mesafeli anlatıma rağmen karakterin iç dünyasını çok yakından takip edebiliyoruz. Hem biçimiyle hem anlattığı meseleyle beni çok etkilemiş bir filmdi. Aklıma gelen bir başka film de Sara Colangelo’nun Kindergarten Teacher (2018) filmi. Aslında bir İsrail filminin yeniden yapımı. İki filmi de izledim, fakat Colangelo’nun versiyonunu kendime daha yakın hissettim. Baş karakterin alışılagelmedik bir tekinsizliği vardı. Hikâye örgüsü olarak çok sürükleyici, ama anlattığı hikâyenin çok ötesinde bir duygu durumunu tasvir ediyor. Hayata anlam verme ve anlam bulma çabasını böylesine örtülü, ama derinden hissettirerek anlatan başka bir film daha bilmiyorum.
Sizi takip edenlerin sinemanızla yan yana getirdiği bir isim de Maren Ade. Toni Erdmann (2016) ile Zuhal’in buluştuğu ortak noktalar olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Toni Erdmann’ı izlediğim zaman senaryoyu bitirmiştik. Galiba o filmde beni en çok etkileyen şey, büyük şeyler söyleme çabasına girmeden günümüzün yaşam şekliyle ilgili etkileyici çıkarımlar yapması. Söyleşinin başında söylediğim gibi, neyin önemli olup olmadığı konusunda yeterince düşünmüyoruz. Toni Erdmann’daki Ineskarakteri de işiyle, başarılarıyla varolan bir karakter ve film boyunca onun yavaş yavaş kırılmasını izliyoruz. Günümüzde başarılı olmak çok önemli ve bir başarı elde etmek için çabalarken neleri yok saydığımız, görmezden geldiğimiz ve kaybettiğimiz sorusu yeterince sorulmuyor galiba. Bence Toni Erdmann bunu soruyordu, Zuhal’de de senaryo aşamasında üzerinde düşündüğümüz bir konuydu.
Maren Ade bir söyleşisinde şöyle diyor: “Kadınlar film çekme şansını elde etmek için o kadar büyük bir mücadele veriyorlar ki, kötü bir film yapma şansları yok. Ama kadınların kötü filmler çekmek gibi de bir hakkı olmalı.” Siz ne dersiniz?
Çok katılıyorum. Gittiğimiz atölyelerde, ortak yapım marketlerinde bir kadın başarılı olduğu zaman hep “acaba pozitif ayrımcılık yüzünden mi başarılı oldu” gibi bir izlenim oluyor. Ya da birisi bir kadının yaptığı filmi beğenmediği zaman “kadın olduğu için bu imkânları elde etti” gibi şeyler duyabiliyorsunuz. Peki erkekler kötü film yapmıyor mu? Erkekler sinema tarihi boyunca kötü film yapmadı mı? Kadının herhangi bir yerde varolabilmesi için sanki mükemmel olması gerekiyormuş gibi bir algı var. Erkekse daha tasasız bir şekilde pek çok şeyi kendine hak görebiliyor. Evet, Maren Ade’ye katılıyorum, mükemmel film yapmak zorunda değiliz! Varolmak ve takdir görmek için de “mükemmel” olmak zorunda değiliz.
Kadınların yaptığı sinemada sizi heyecanlandıran isimler var mı? Agnes Varda’nın, Chantal Akerman’ın, Türkiyeli kadın sinemacıların açtığı yol size nasıl temas ediyor?
Temas eden çok fazla isim var. Günümüz dünya sinemasından Céline Sciemma ve Maren Ade beni en çok etkileyen sinemacılar. Türkiye’de tabii ki Yeşim Ustaoğlu ve Pelin Esmer ilk film yapma hayali kurduğum zamanlarda varlıklarıyla cesaret veren yönetmenler. Yine Ceylan Özgün Özçelik, Nisan Dağ ve Azra Deniz Okyay, Türkiye’deki klasik fonlama yöntemlerinin dışına çıkıp alternatif yöntemlerle sinema yapılabileceğini kanıtladılar ve uluslararası başarılar elde ettiler.
Filmin “dinlemek” hakkında olduğunu söyleyebiliriz. Bir an için durmak ve dinlemek. Hem kendi dünyanızda hem çevrenizde neler olup bittiğinin farkına varmak için dinlemek. Kedi, neyi duymanız gerekiyorsa, hatta belki neyi duymaktan kaçıyorsanız onu sembolize ediyor.
Bu bence çok cesaret verici bir durum. Ben sinema okudum, ama Akerman’ın Jeanne Dielman… (1975) filmini okul bittikten birkaç sene sonra izledim. Okulda bize izletilen ilk filmlerden biri olmamasına çok şaşırmıştım. Hem içeriği hem biçimi açısından çığır açıcı bir film, ama o zaman müfredatın temel filmlerinden biri değildi. Umarım bugün dahil edilmiştir.
Sizde sinema merakını uyandıran neydi?
Doğrusu kendimi bildim bileli film yapmak istiyordum. Herhalde izlediğim filmlerin bende yarattığı etki sinemayla ilgilenmeme neden oldu. Çok gençken ben de böyle bir etki bırakmak istediğime karar vermiş olabilirim. Sinema ya da sanat dünyasıyla pek alâkalı bir ortamda büyümedim. Bir de, film yapmanın ne demek olduğunu dışarıdan anlamak çok zor. Bir setin nasıl işlediği, ne kadar çok kişinin çalıştığı, işin planlaması, teknik kısmı, aşamaları, bir film izleyicisi olarak dışarıdan algılanabilen konular değiller. “Film yapmak istiyorum” dediğim zamandan film yapmanın ne demek olduğunu anladığım zamana kadar uzun bir süre geçti. Ama şimdi geri dönüp baktığımda şunu görüyorum: 15-16 yaşlarımda, izlediğim bütün filmleri anneme anlatmak gibi bir alışkanlığım vardı. Annem ev işleri yaparken peşinde dolaşıp filmlerin hikâyelerini anlatıyordum. Bu anlatma hali izlemek kadar hoşuma gidiyordu. Herhalde o sıralar film yapmaya karar verdim.
Çocukluk heveslerinizden sinema öğrenimine, senaryo ve kısa film yönetmenliğine uzanırken sinemaya bakışınız nasıl değişimler geçirdi sizce? Şu an sinema sizin için ne ifade ediyor?
İzleyici olarak pek değiştiğimi düşünmüyorum. Her tür film izliyorum, çocukluğumdan farksız bir şekilde zevk alıyorum ve kendimi kaptırıyorum. Sinemacı olarak ise, sinemayı daha çok bir keşif alanı olarak görüyorum. Bir konuda ne düşündüğümü, ne hissettiğimi, neye inandığımı çoğu zaman yazarak keşfediyorum. Yani “bunu düşünüyorum ve bu konuda bir film yapacağım” şeklinde işlemiyor. Daha çok bir konu, bir karakter ya da olay ilgimi çekiyor ve acaba bu beni nerelere götürür diye yola çıkıyorum.
Zuhal’de yoğun bir mizah da var. Bu mizahı yoğurmak zor oldu mu?
Biraz kendiliğinden oldu diyebiliriz.Burada ortak yazarım Ziya Demirel’in de katkısı büyük. Filmin neyi nasıl anlattığına karar verdikten sonra mizah hiç zorlamadan, öykünün ve karakterlerin içinden çıktı. Mizah konusunu çok önemsiyorum. İzlediğim filmlerin çok kasvetli ya da sadece komik olması bende tek boyutluluk hissi yaratıyor. İkisi bir arada olduğunda daha gerçekçi geliyor. Acıyla baş etme yolu olarak komedi çok ilgimi çekiyor. Zuhal’de bunu ne kadar başardık, bilmiyorum ama, bu daha çok üzerine gitmek istediğim bir konu.
Zuhal’de komşuların hep bir nemelazımcılığı var, yer yer acımasız da olabiliyorlar. Sadece günlük hayatı belirleyen kurallara değil, gerektiğinde bir yasaya, kanuna sığınıyorlar. Apartman toplantısında Zuhal’i yalnız yaşadığı için köşeye sıkıştırıyor o kalabalık. Siz bu ayrıntılara dair ne düşünüyorsunuz?
Kurallar, kimi zaman yasalar, sorumluluk almamak, yeterince düşünmemek, bir konunun derinine inmemek için kullanılabiliyor. Yan karakterleri işlerken insanların sorunlarla baş etme ya da baş etmeme refleksleri üzerine kafa yorduk, senaryoyu bu açıdan da ele aldık. Ayrıntılar asıl kurgu aşamasında daha görünür oldu, Buğra Dedeoğlu ve Selda Taşkın’ın fikirleri de çok yardımcı oldu.
Nihal Yalçın’ın Zuhal karakterine nasıl katkıları oldu? Siz oyuncularınızla çalışırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Nihal’in Zuhal olmasını istememin çok iyi bir oyuncu olmasının yanında başlıca nedeni espri anlayışı, komediye çok yatkın bir oyuncu olmasıydı. Bunun da filmde kendini gösterdiğini düşünüyorum. Nihal aynı zamanda çoğunluğa uymaya çalışmayan, makûl bir insan gibi görülme derdi olmayan, kendi doğrularını oluşturan bir kadın, bu yönüyle de Zuhal’e benzediğini düşünüyorum. Nihal’e senaryoyu çok erken bir aşamada götürdük, ilk tepkisi çok olumluydu. Senaryoya ve filme benzer bir yerden baktığımızı hissetmek çok güzeldi. Bu her zaman böyle olmayabiliyor, bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Aynı zamanda Nihal’le çalışırken, monitörün arkasında onu izlemek çok keyifliydi. Kattığı detaylar, ufak dokunuşlar beni hep çok heyecanlandırdı, bu açıdan da çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Genel olarak oyuncularla belirli bir çalışma yöntemim olduğunu söyleyemem. Her oyuncuya göre başka bir yöntem izlemek daha doğru gibi geliyor. Kimi oyuncuya hiç açıklama yapmanıza gerek olmaz, kimi oyuncunun daha fazla yönlendirmeye ihtiyacı vardır. Ama temelde, kiminle çalışırsam çalışayım, çizdiğimiz çerçevenin içinde yeni fikirlerle gelinmesi hoşuma gidiyor. Benim düşünemediğim, ama filmin özüne katkıda bulunacak fikirlere her zaman açığım.
Birisi bir kadının yaptığı filmi beğenmediği zaman “Kadın olduğu için bu imkânları elde etti” gibi şeyler duyabiliyorsunuz. Peki erkekler kötü film yapmıyor mu? Kadının herhangi bir yerde varolabilmesi için sanki mükemmel olması gerekiyormuş gibi bir algı var.
Kamerayla ilişkinizi nasıl tarif edersiniz?
Benim kafam daha çok hikâye odaklı çalışıyor. Görsel dil üzerine ancak senaryo bittikten sonra düşünmeye başlıyorum. Zuhal’de görüntü yönetmenimiz Sebastian Weber’le çekimden önce uzun bir ön çalışmamız oldu. Biraz Zuhal gibi mesafeli, gözlemci bir dil geliştirdik.
Kısa filmlerinizde de, Zuhal’de de sahneler dar mekânlarda geçiyor. Kameranızın da çok hareketli olduğunu söyleyemeyiz. Buna rağmen klostrofobik bir his uyandırmaktan da kaçınıyorsunuz. Filmdeki bu ferahlık sizce nasıl sağlandı?
Hikâye çekiciyse mekânın da boğucu olmayacağını düşünüyorum. Kadrajda ne olacağı, mekânın nasıl görüneceği, o mekânı ne kadar geniş açıdan ya da yakından göreceğimiz de yine hikâyeye göre şekilleniyor. Sanat yönetmenimiz Osman Özcan’ın ve Sebastian Weber’in bu noktada katkısı çok büyük. Kullandığımız her mekân bize orada yaşayan karakterlerle ilgili bilgi verecek detaylarla döşendi, kadrajlar da ona göre belirlendi. Size de bu yüzden klostrofobik gelmediğini tahmin ediyorum.
Filmin müziklerini de soralım. Filmde iki türkü duyuyoruz, bir karakter Azeri türküsü okuyor, finali ise Tülay German’la yapıyorsunuz…
“Burçak Tarlası” zaman zaman dinlediğim ve çok sevdiğim bir şarkıydı. Kurgu aşamasında jeneriğe ne koyabileceğimizi düşünürken Spotify listemden seçip koymuştuk. Doğrusu, nihai jenerik şarkısı olacağını düşünmüyordum. Daha sonra filmi tekrar tekrar izlerken şarkının hissinin filme çok uyduğunu düşünmeye başladık. Şarkıda filmde de olan bir güç ve isyan hissiyle birlikte bir oyunbazlık var. Filmin orijinal müziklerini Yusuf Tan Demirel ve Alexander Lawrence birlikte yaptılar. Doğru tonda müziği oluşturmak epey zamanımızı aldı. Hem arayış hissini destekleyen, yani biraz dedektiflik duygusu olan, hem de hafif bir komedi içeren bir ton tutturmaya çalıştık. Tekrara kaçmayan, ama birbirini tamamlayan bir müzik yaratmak istedik.
Kısa film yapmaya devam etmek istiyor musunuz?
Sinema galiba en çok yaparak öğreniliyor. Kısa veya uzun metraj fark etmeden her deneyim bize film yapmak hakkında yeni bir şeyler öğretiyor. Uzun metraj çok uzun soluklu olduğu için arada bir kısa metraj film çekmek çok isterim doğrusu, ama ne yazık ki Türkiye’de kısa filmin imkânları uzun metrajdan da zor olabiliyor.
Şimdi Zuhal’le başladığınız uzun metraj yolculuğunuz size ne hissettiriyor?
Bu kadar sene çalışıp çabalamanın sonunda filmin bitmiş ve seyirci karşısına çıkmış olması çok güzel bir his. Belki klişe olacak ama, bu süreçte yanımda olan herkese minnettarım. Özellikle yapımcımız Anna Maria Aslanoğlu ve ortak yazarımız Ziya Demirel ile ilk günden son güne kadar birlikteydik. Bunu beraber yapabilmiş olmak çok güzel. Aynı şekilde, filmde çalışan ya da çalışmayan, ama bu film yapma macerasında yanımda olan bir sürü dost var. Onlarla birlikte filmi izlemek benim için özel bir deneyim oldu.
2009’daki kısa filminiz Güven Bana’yı size yaptıran duygu neydi? Geçen 12 yılda toplumda kadına yönelik şiddet feci bir hal aldı. Her gün kadınlar öldürülüyor ve kadın hareketi öldürülen kadınların çetelesini tutuyor. Bugünden bakınca Güven Bana’yı nasıl görüyorsunuz?
Güven Bana aslında tam da bu vahim durumun yarattığı güvensizlik ortamını anlatıyordu. Bir arkadaşımın başından geçen bir hikâyeydi ve ülkedeki baskın bir ruh halini gösterdiğini düşünmüştüm. Türkiye’de gündelik yaşamın çok fazla korkuyla dolu olduğunu hissediyorum. Güven Bana tam da bize yaşatılan bu ruh halinin kimi sonuçlarını anlatıyor, nedenlerini değil.
41. İstanbul Film Festivali’nde bu kez Ziya Demirel’in çektiği, sizin senaryosuna dahil olduğunuz filminiz Ela ile Hilmi ve Ali filmi de izleyiciyle buluştu. Nasıl bir film oldu?
İzleyenler Zuhal ile Ela ile Hilmi ve Ali’nin ton olarak hiç benzemediğini, ama ortak bir yanlarının olduğunun da hissedildiğini söylüyor. Bu da beni doğrusu mutlu ediyor.
Sadece senarist kimliğinizle bir filmin parçası olmanın en iyi yönü ya da zor tarafı ne?
Ziya ile aynı zamanlarda iki film yazdık; birini ben yönettim, diğerini Ziya yönetti. Bir yandan yoğun ve yakın bir çalışma yöntemiydi, bir yandan da aslında Zuhal’de temel kararları ben aldım, Ela ile Hilmi ve Ali’de de Ziya aldı. Şimdi geri dönüp baktığımda bunun ideal bir çalışma yöntemi olduğunu düşünüyorum. Film yapma aşamasında pek çok konuda karar vermek gerekiyor. Aynı anda çalıştığınız bir projede bu sorumluluğu almak, diğerinde de serbest kalmak, sadece fikir üretip yorum yapan bir konumda olmak bence zevkliydi. Bunun dışında, ikimiz de pek çok versiyon yazmak, alternatif yollar denemek isteyen yazarlar olduğumuz için iş yükü açısından çok yoğun olduğunu söyleyebilirim. Ama şimdi geri dönüp baktığımda “iyi ki böyle çalışmışız, bir sürü şey öğrendik ve keşfettik” diyebiliyorum.