Santiago de Cuba gibi geleneksel Küba müziğinin önemli merkezlerinden birinde şarkı söylemeye başladığınızı biliyoruz. Müziğe nasıl başladınız?
İbrahim Ferrer: Bana anlatıldığına göre, 1927 yılında bir dans salonunda dünyaya gelmişim. Babamı hiç tanımadım. Bütün Kübalılar gibi şarkı söylemeyi çok severim, kendimi bildim bileli de şarkı söylerim. Gerçek anlamda seyirci karşısına çıkmam 1941 yılında oldu, yanlış hatırlamıyorsam. Hiç unutmuyorum, bir 31 Aralık günüydü. Hâlâ hayatta olan kuzenim “madem ki bu işi becerebiliyoruz, bir grup kuralım” dedi. O zamanlar 13 yaşındaydım. Annemi kaybetmiştim ve hayatımı kazanmak zorundaydım. Böylece ilk grubumuzu kurmuş olduk. Grubun adı Los Jovenes del Son’du (Son’un gençleri). O gün ne kadar kazandık, biliyor musun? Bir buçuk peso. Tabii bize bin peso gibi geldi. Ne de olsa çocuktuk ve dediğim gibi, hayatımızı kazanmak zorundaydık. Ertesi gün de aynı parayı kazanınca, işi ciddiye almaya başladık. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra başka gruplardan da teklif almaya başladım. Çeşitli gruplarla çalıştıktan sonra, Pacho Alonso’nun grubuyla birlikte şarkı söylemeye başladım. Bir şarkıcı olarak İbrahim Ferrer’in kariyeri böyle başladı diyebilirim.
Şarkı söylemeye başladığınız yıllarda, özellikle devrim öncesinde Küba’da gündelik hayat nasıldı?
Açıkçası, kötüydü. Özellikle müzisyenler için. Daha doğrusu, bazıları için çok iyi, bazıları için çok kötüydü. Bak evlat, açık konuşacağım, bizim bu işe girdiğimiz yıllarda, yani devrimden önce, müzik piyasasında Pina dediğimiz birtakım tipler vardı. Bir nevi muhabbet tellalı ya da organizatör diyebileceğimiz bu herifler, yapılan müziğin kalitesinden çok, insan ilişkilerini önemserlerdi. Çok iyi bir müzisyen bile olsan, eğer bu heriflere ters gidersen, açlıktan ölmen umurlarında bile olmazdı. Tam tersine, sıradan bir müzisyen olup da herkese eyvallah diyebiliyorsan, işlerin tıkırında giderdi, seni milyoner bile yapabilirlerdi. Bir müzisyenin yedi ayrı grubu olduğunu hatırlıyorum. Düşünebiliyor musun, herifin yedi grubu var, sen kenarda işsiz güçsüz dolanıyorsun. Tabii çok küçüktük o zamanlar, çocuk denecek yaştaydık, pek tepki veremiyorduk. Bu anlamda çok sert, acımasız bir ortam vardı. Neyse, devrimle bütün bunlar son buldu. Her şeyin karşılığı yerine oturdu. Müzisyen müzisyen oldu, boyacı boyacı oldu. Herkes işini yapmaya koyuldu.
Buena Vista projesi için akıllarına ben gelmişim. O sıralarda bir kaldırımda ayakkabı boyuyordum, o gün bugündür dünyayı dolaşıp konserler veriyorum.
Kuşağınızın birçok müzisyeni, siz de dahil olmak üzere, uzun yıllar çalışmakla beraber, son yıllara kadar pek albüm kaydetmedi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bunun en temel nedeni, imkânsızlık. Kayıt her isteyenin her zaman kullanabileceği bir imkân değildi. Bazı arkadaşlar kapıyı açık buldular mı stüdyoya girip günlerce kayıt yaparlardı, bazılarıysa böyle bir kayıt imkânı için aylarca beklemek zorunda kalırdı. Kayıtların yayınlanması da ayrı bir dertti. Kimi zaman kayıtlar ertesi gün plağa basılırken, kimi zaman da aradan bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen albümlerin yayınlanmadığı olurdu.
Devrim sonrası kültür bakanlığının sanatçılara birçok imkân tanıdığı, çeşitli kayıtlara önayak olduğu söyleniyor…
Doğru, kültür bakanlığının özellikle devrimin ilk yıllarında geleneksel Küba müziğinin arşivlenmesi için ciddi bir çaba gösterdiğini söyleyebiliriz. Ama bu çaba da zaman içinde sulandı. Yani bu imkân herkese tanınmadı. Yine insan ilişkileri devreye girdi. Burada öncelik, yapılan işin kalitesinde olmalıydı. Ama sıradan işler, ilişkiler sayesinde kaydedildi, bizim gibi bazıları da yine dışarıda kaldı. Bizim grupta anlaşmaları genelde Pacho ayarlıyordu. Ayrılınca yetkililere bir sürü palavra sıkmış. Artık bizim beraber devam etmediğimiz, anlaşamadığımız, kimimizin tatilde olduğu gibi bir sürü palavra. Bu da bizim kayıt yapmamızı engelleyen sebeplerden biri oldu.
Sizin müzik maceranıza dönelim mi?
Pacho’yla 1950’lerden 60’ların ortasına kadar birlikte çalıştık. Grubun adı da Los Bocucos. 1962 Ekim’inde Küba’da, Sovyetlerle Amerikalılar arasında füze krizi patlak verdiğinde, biz Avrupa’da turnedeydik. Tam olarak Sovyetler Birliği’nde… Neler oluyor, haberimiz yoktu. Kruşçev’lerle yemek yediğimizi hatırlıyorum. Biliyor musunuz, kar yağdığını ben ilk defa Moskova’da gördüm… O ülkeleri bugünle kıyaslamam zor. Birçoğuna, mesela Çekoslovakya, Rusya ya da Estonya’ya tekrar dönme şansım olmadı. Paris’e son dönemde tekrar tekrar gittim. Paris her zamanki Paris.
Küba’da hangi eve giderseniz gidin, birileri şarkı söyler. Küçücük böcekler bile. Küba dediğin müziktir, mutluluktur.
Avrupa’da o yıllarda turne yaparken uluslararası bir kariyeriniz olacağını düşünüyor muydunuz?
Tabii, Pacho’yla beraber oluşturduğumuz grup, devrim sonrası Küba dışında konser veren iki önemli gruptan biriydi. Ama aradan çok geçmeden, 1964’te Pacho’yla ayrıldık. Daha doğrusu, o bizden ayrıldı. Her zamanki grup problemleri. Tabii ki para pul işleri… Grubun adını kullanmak istedi, ama biz devam ettik. 1991’in ortalarına kadar sürdü bu da. O yıllarda ben de bıraktım.
Küba müziğinin efsane isimlerinden Beny Moré’yle de çalışma şansı buldunuz. Beny Moré’nin Küba müziği içindeki yeri ve önemi nedir?
Evet, bakın, benim için Küba müziğinde iki tane isim vardır. Biri Electo Rosell “Chepin”, öbürü de Beny Moré. Bu iki isim, gerek besteci, gerek şarkıcı, gerekse insan olarak yanına yaklaşılmayacak iki isimdir bence. Chepin’le “El Platanal de Bartolo” adlı meşhur şarkımızı yapmıştık. Dans müziği dalında altın plak kazandık bu şarkıyla. Beny Moré’yi de, Chepin’i de birbirinden ayıramam. İkisi de kardeşim, arkadaşım olarak eşit derece büyüktür benim gözümde. Kolay kolay kimsenin yaklaşamayacağı iki zirve.
Arsenio Rodríguez, Küba müziğinin bir başka efsane ismi. Onunla çalışma fırsatınız oldu mu?
Maalesef. Şüphesiz büyük bir bestekârdı. Kör olmasına rağmen, çok güzel çalardı. Küba müziğine de büyük katkısı olmuştur, söylediğiniz gibi. Ben her albümümde bir-iki şarkısını söylerim Arsenio’nun.
Ry Cooder’ın projesi Buena Vista Social Club ve sonra aynı isimli Wim Wenders filmi, müzik kariyerinizde bambaşka bir sayfa açtı şüphesiz…
Bak evlat, bana en çok sorulan sorulardan biri bu zaten. Ben de hep aynı cevabı veriyorum: Hâlâ ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Buena Vista projesi için Havana’da stüdyoya girdiklerinde bolero söyleyebilecek yumuşak sesli birine ihtiyaçları olmuş, akıllarına ben gelmişim. O sıralarda evimin yakınındaki bir kaldırımda ayakkabı boyuyordum, o gün bugündür dünyayı dolaşıp konserler veriyorum. Ara sıra kendimi çimdikliyorum, acaba bütün bunlar bir rüya mı diye… Çok memnunum tabii.
Şarkı söylemeyi bana bolero söyletmedikleri için bıraktım. Neyse ki şimdi hem istediğim şarkıları söylüyorum, hem de plaklarda adım var.
Buena Vista projesinde beraber çalıştığınız Eliades Ochoa Afrika etkisinin Küba müziğinde en temel öğe olduğunu söylüyor, katılıyor musunuz?
Açıkçası bu tip sorular, yanıt vermeden önce üzerine düşünülmesi, çalışılması gereken sorular. Hayatta benim böyle bir çabam hiç olmadı. Ben bu kültürün içinde doğdum. Hayatım boyunca da şarkı söyledim. Şüphesiz Küba müziğinde Afrika etkisi yadsınamaz. Yoruba mısın desen, evet, Yorubayım, ama bütün o azizler, azizeler nereden çıkmış, ne anlama gelir, bilmem. Pek kafa da yormadım bu konulara açıkçası, Eliades’in böyle bir bağlantı kuracak fırsatı olmuş demek ki. Bütün bunları konuşmak zaman zaman canımı sıkıyor. Çünkü beni uzun yıllar baltaladılar, unutturmak istediler.
Küba’daki gündelik hayatı yakından tanımayan biz yabancılar, genelde Kübalıları sürekli şarkı söyleyip dans eden mutlu insanlar olarak algılıyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ne bileyim?.. Kendimi bildim bileli Küba’dayım, dolayısıyla Küba’ya dışarıdan bakma şansım pek olmadı. Ama Küba’da hangi eve giderseniz gidin, zaten birileri şarkı söyler. Küçücük böcekler bile. Küba dediğin müziktir, mutluluktur. Doğaya biraz kulak kabarttığınızda, bütün o böceklerin şarkı söylediğini duyarsınız. Deniz mesela, dikkatle dinlediğinizde doğadaki o müziği alır, kendine göre değiştirir ve size geri verir.
Hayatınız boyunca şarkı söylemekle birlikte, oğlunuza her şeyden önce bir diploma getirmesini söylemişsiniz. Neden?
Bak evlat, öyle sorular soruyorsun ki, cevaplamadan edemiyorum. Zaten benim gizlim saklım yoktur, işin doğrusu şu: Eskiden Küba’da hayat çok zordu. Müzik yapan bir sürü insan vardı. Ama daha önce de söylediğim gibi, başarılı olmak, hayatını kazanmak yaptığın işin kalitesiyle ilgili değildi. Biz kuşak olarak çok zor günler geçirdik. Ben örneğin, çok çeşitli işlerde çalışmak zorunda kaldım. Ayakkabı boyacılığından tutun da, marangoz çıraklığına, milli piyango satıcılığına kadar girmediğim iş kalmadı, işte bu nedenle çocuklarıma öncelikle sıkı bir eğitimden geçmelerini şart koştum. “Bu eve bir kâğıt parçası getireceksiniz, üstünde de ‘şu isimdeki vatandaş şu eğitimi almıştır’ yazacak. Ondan sonra ne haliniz varsa görün!” dedim. Biliyor musun, bizim ailede birçok doktor vardı. Dedelerimden biri de köydeki kasap dükkânlarının çoğunun sahibiydi. Aile mesleği doktorluk ya da kasaplık anlayacağın. (gülüyor) Ben de hep doktor olmak istemişimdir, ama annem ben 13 yaşındayken ölünce böyle bir fırsatım olmadı. Çocuklarımın da aynı zorluklarla karşılaşmasını istemedim. Şimdi mühendis olan oğlum –onun da adı İbrahim– Buenos Aires’te yaşıyor ve hayatını şarkı söyleyerek kazanıyor. Dolayısıyla şarkıcı olmasına engel olduğumu söyleyemezsiniz. Büyük kızım da şarkı söylüyor, küçük torunumsa balerin. Ama hepsi diplomalı. (gülüyor)
Yıllarca son söylemekle beraber, birçoklarına göre boleroları sizin gibi söyleyebilen yok. Bolero söylemek için niçin bu kadar beklediniz?
Boleroya gelmeden önce, son ile danzon türlerinin bütün geleneksel Küba müziğinin anası olduğunu söylemeliyim. Romun anası nedir bilir misin?
Şeker kamışı?
Hayır! Daha doğrusu şöyle: Şekerden elde edilen işlenmemiş alkoldür romun esas anası; böylece şekerin romun dedesi, şeker kamışınınsa dedesinin dedesi olduğunu söyleyebiliriz. (gülüyor) Şeker kamışından şeker, şekerden alkol, ondan da rom yapılır, özetlemek gerekirse. İşte Küba müziğinin bütün değişik türleri de, aynı rom gibi, son ile danzon türlerinden çıkmıştır. Anladınız umarım. (gülüyor) Bolero söylemekteki başarıma gelince, bunu değerlendirmek bana düşmez tabii ki. Ama bolero söylemek her zaman hayalimdi. Hatta şarkı söylemeyi biraz da bana bolero söyletmedikleri için bıraktığımı söyleyebilirim. Ne istediğim şarkıları söyleyebiliyordum, ne de plaklarda adım yer alıyordu. Bunun gibi bir sürü tatsızlık. Neyse ki şimdi hem istediğim şarkıları söylüyorum, hem de plaklarda adım var.
Oğlunuz bir söyleşisinde beraber şarkı söylediğiniz bir arkadaşınızdan, Carlos Queron’dan bahsediyor…
Ahh! Carlos’un yeri benim hayatımda ayrıydı. Onunla tam 21 yıl birlikte şarkı söyledik. Carlos Queron, Küba’nın, ne Kübası, dünyanın en iyi ikinci seslerinden biriydi. Birlikte söylediğimiz “Santa Cecilia” adlı bir şarkı vardı, zamanında o şarkı bizi Küba
halkının en takdir ettiği ikililerden biri yapmıştı.
Bu İstanbul’a ikinci gelişiniz, değil mi?
Evet, ama doğrusu, İstanbul hakkında pek atıp tutacak durumda değilim. Konserler dışında boş vaktim olmadığı için, muhteşem görünen bu şehri tanıma fırsatım olmadı. Bir dahaki gelişimde programda bir-iki gün boşluk bırakmalarını rica edeceğim, şöyle sokaklara çıkıp dolanmak, insanların arasına karışmak için. Laf aramızda, Türk kadınları çok şekerler. Bir-ikisiyle el sıkıştım, daha ileri gitmedim tabii. (gülüyor) Çok yumuşaklar, evet, yumuşak ve tatlı. Zaten kadınların bir kokuları, bir de dokunuşları not vermem için yeterlidir. (gülüyor)
Biraz da grubunuz Buenos Hermanos’dan bahsetsek…
Buenos Hermanos adı gibi grup, “iyi kardeşler”. Hakikaten Buena Vista projesinden sonra süreç içinde oluşturduğumuz bu grup çok çeşitli ekollerden, farklı kuşaklardan bir sürü sıkı müzisyenden oluşuyor. Zafiros kardeşlerin en büyüğü gitarist Manuel Galbán, Buena Vista’dan hatırlayacağnız kontrbasçı Cachaito Lopez, yeni kuşağın en sıkı piyanistlerinden Roberto Fonseca ve adlarını uzun uzun saymamın pek anlamı olmayacağını düşündüğüm bütün arkadaşlarla çok iyi anlaşıyoruz. Akşam sahnede ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bende ast-üst anlayışı yoktur, hepsini de kardeşim gibi görüyorum. Zaten uzun turnelere çıktığınızda, birbirinize daha çok yakınlaşıyorsunuz.
Dün aramızdan ayrılan Compay Segundo’nun kaybı sizi epey üzmüş olsa gerek. Onun hakkında neler söylemek istersiniz?
Compay’ın ölümü hepimizi çok derinden sarstı doğrusu. Çok iyi bir söz yazarı, çok iyi bir besteci, çok iyi bir müzisyen, çok iyi bir şarkıcıydı. Üstelik bütün bunların yanısıra gayet iyi çaldığı tres enstrümanında kendine özgü bir akor yaratmayı başarmış bir mucitti aynı zamanda. Bütün bunların dışında, benim çok iyi bir arkadaşım, kardeşimdi. Compay’ın kaybı sadece Küba’nın değil, bütün dünyanın kaybıdır. Bundan sonra üçüncü, dördüncü Compay’lar gelecektir dünyaya mutlaka ama, Compay Segundo, yani ikinci Compay bir daha kolay kolay gelmez bu dünyaya. Tek tesellim, ölümünden çok kısa bir süre öncesine kadar sahneleri terk etmemiş olması. Ben de mümkün olsa sahnede ölmek isterim, bir müzisyenin ait olduğu yer orasıdır ne de olsa.
Roll, sayı 78, Ağustos 2003