BRIGHTON’DA DEVRİ ALEM

Osman Akınhay
26 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

Seçim haritasında Londra’nın güneyinde küçük bir kırmızı yıldız olarak parlayan kozmopolit, “gay-lezbiyen başkenti” ünvanlı Brighton’dayız. Kimler geçmemiş bu sahil şehrinden: Engels, Lewis Carroll, Kropotkin, Virginia Woolf… Express’in güz sayısında kısaltarak yayınladığımız “monografik” kent öyküsünü tam tekmil huzurlarınıza getiriyoruz.
”Gevşeme” sonrası Brighton sahili (Temmuz 2020)

Koronavirüs’ün Britanya’da “heyula”ya dönüşmesinin ilk işaretlerinden biri Brighton’a nasip olmuştu. Brighton-Hove’da yaşayan bir işadamı şubat ortalarında Singapur gezisi dönüşünde, virüsü kaptığından bihaber Fransız Alpleri’ne kayağa gitmiş ve Covid-19’u birçok kişiye bulaştırmıştı. Steve Walsh isimli bu İngiliz tatil sonrasında mahalle pub’ına giderek virüsü burada da birçok kişiye bulaştırmış ve karantinaya alınmalarına yol açmış, basında ve sosyal medyada “virüsü Avrupa’ya yayan adam” diye anılmıştı.

Boris Johnson’ın hükümetin lockdown’ı hafifletme kararını açıklamasından sonra da medyada anılacaktı Brighton. Bu defa, Tanrı Yanılgısı gibi çok-satar kitapların yazarı Richard Dawkins, haziran sonlarına doğru lockdown / kapanma sonrası yanlış gevşemenin bir göstergesi olarak Brighton’da, Marina’dan Portslade’e uzanan kilometrelerce sahili dolduranları “zekâsı kıt insanlar olmakla” suçlayacaktı.

Dawkins’in gözlemi şüphesiz sadece Brighton’daki tedbirsizler için geçerli değildi, fakat her gün bizzat şahit olduğumuz üzere, Brighton’ın koronavirüsü “pek takmadığı” ortadaydı. Normal zamanlarda turistlerin hıncahınç doldurduğu Londra merkezindeki tenhalığın, metro ve otobüslerdeki yüksek maske takma eğiliminin yanında, Brighton’ın umursamaz rahatlığı (ikinci dalga korkusu durumu bir parça değiştirse de) dikkat çekiciydi.

Brighton’ın kozmopolitliği dünyanın her köşesinden öğrenci çeken dil okullarından, “gay ve lezbiyen başkenti” diye anılması ise yoğun LGBTİ+ nüfusunun gündelik hayatın dokusuna çoktan işlemiş olmasından.

Gay-lezbiyen başkenti

Belki de insanların sıkı önlemlerden bıkkınlığının, olağana dönme özleminin bir göstergesiydi buradaki gevşeklik. Ne de olsa Britanya’nın Bodrum’u ayarında, Londra’yı aratmayan pahalılığıyla birlikte, hem kozmopolitliği hem de “gay ve lezbiyen başkenti” ünvanıyla meşhur bir sahil şehri Brighton.

Kozmopolitliği şehre dünyanın her köşesinden, her ırk, din, renkten öğrenci çeken dil okullarından, “gay ve lezbiyen başkenti” diye anılması ise yoğun LGBTİ+ nüfusunun gündelik hayatın dokusuna çoktan işlemiş olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki, geçmiş yılların Pride haftalarında dükkânlar, mağazalar ve kafeler bir yana, büyük süpermarketlerin, hastanelerin, kiliselerin ve polis, itfaiye, belediye dahil resmi kurumların ön cephelerini ve gönderlerini gökkuşağı bayraklarıyla donatmalarının burada haber değeri yok.

Şehrin ılımlı atmosferine paralel olarak, belediye yönetimi epeydir İşçi Partisi’nin elindeydi. Geçen yılki seçimde de bu durum değişmedi: Brighton 12 Aralık’taki seçimden sonraki Ada haritasında, tamamen maviye (Muhafazakâr Parti’nin rengi) boyanmış Londra’nın güneyinde küçücük bir kırmızı yıldız olarak parlıyordu. Son haftalarda belediye konseyindeki İşçi Partili üyelerden istifalar ve geçişler olunca yönetimi Yeşil Parti üstlendi.

İşçi Partisi’nin seçim kampanyasına biz de bir günlüğüne katılmıştık. O gün ilk önce Hove istasyonuna eski dışişleri bakanı Ed Miliband gelmiş ve otuz-kırk kişilik bir partili topluluğu onu karşılamıştı. Onlara karşı kaldırımdan baktığımda kendi adıma ilginç olan, İşçi Partili Ed’in Marksist babası, ünlü Socialist Register dergisinin editörü Ralph Miliband’ın Kapitalist Devlet’inin çevirdiğim (1987’de hapishanedeyken) ikinci kitap olmasıydı.

Maç öncesi Brighton stadında LGBTİ+’ya destek gösterisi (9 Aralık 2019)

Brighton’dan Çukurcuma’ya ve gerisin geriye

Brighton’a üç yılı biraz aşkın bir süre önce yerleştik ailecek. Londra’ya karşı iki sebeple burayı tercih ettik: birincisi, o zaman 13 yaşındaki kızımızın öğrenimi açısından, İngilizceyi daha iyi kavrayacağı bir okula gitme şansı; ikincisi, kadim dostlarımızın varlığıydı. Yoksa çok kalabalık bir Türkiyeli (Türklerin değil, daha çok Kürtlerin tercih ettiği bir terimdir ‘Türkiyeli” olmak) topluluğuna sahip Kuzey Londra’nın geçim ve iş imkânları bakımından daha verimli bir seçim olacağı çok açıktı. Nitekim, aradan geçen üç yıl tercihimizi doğrulayan bir zaman dilimi oldu.

İstanbul’dan İngiltere’ye taşınmaya hazırlanmaya başladığımız aylarda, Cihangir- Çukurcuma’daki kitabevimiz Mesele Kitapçısı’na, bir antikacıdan bir çuval kitap almıştık. Bine yakın kitaptan biri, her sayfasında portrelerin yer aldığı Almanca bir Marx-Engels albümüydü: Marx/Engels – Dokumentarfotos. Albümdeki Engels fotoğraflarından biri –ki daha sonra en ünlüsü olduğunu öğrenecektim– Brighton’da çekilmişti; “Friedrich Engels, Brighton, 1877” yazıyordu. Engels’in aslında Brighton’dan Isle of Wight adasına geçerken çekilmiş bir fotoğrafıydı. “İkinci keman” Engels de buradan geçmişti yani.

O fotoğraf şimdi 1820’lerde inşa edilmiş bir dört katlı, Gregoryen mimarili kiralık evimizin IKEA’dan temin edilen kütüphane raflarında müstesna bir yer kaplıyor. Bu arada, Engels’in en sevdiği yer, Brighton’a 20 mil mesafedeki Eastbourne’müş aslında. Ölmeden önceki son dileği, küllerinin Eastbourne yakınındaki Beachy Head’e saçılmasıymış. 

Mesele Kitapçısı’na, bir antikacıdan bir çuval kitap almıştık. Bine yakın kitaptan biri, her sayfasında portrelerin yer aldığı bir Marx-Engels albümüydü: Marx/Engels – Dokumentarfotos. Albümdeki fotoğraflarndan biri Brighton’da çekilmişti; “Friedrich Engels, Brighton, 1877” yazıyordu. O fotoğraf şimdi IKEA’dan temin edilen kütüphane raflarında müstesna bir yer kaplıyor.

Kentin alâmet-i farikaları

Engels’i anmayı sonraya bırakıp Brighton’a gelelim. Brighton and Hove diye anılan bu güzel sahil şehrine –nüfusu 300 bin civarında geziniyor– gelirken ilk uğrağınız Londra’dan bir, Gatwick havaalanından yarım saat mesafedeki, etkileyici mimarisiyle tren istasyonu. İner inmez bekleme salonundaki, kapağı açıkken dileyenin çalabildiği piyano karşılıyor sizi. Çıkışta da beş yüz metre yürüdüğünüzde önce Clock Tower (Saat Kulesi), sonra eğimli bir yolla English Channel, nam-ı diğer Manş Denizi çarpacak gözünüze.

Clock Tower’ın olduğu, denize paralel cadde North Street, şehrin ana caddesi. İlk başta konduramıyorsunuz, ama bu uzun ana cadde Britanya’da hava kirliliğinin en yoğun olduğu ilk on yer arasında anılıyor. Saat kulesinin karşısında şehrin en büyük kitapçısı Waterstone’un (ne yazık ki bizim yaşadığımız üç yıl içinde, şehrin çeşitli yerlerinde üç bağımsız kitapçı kapandı) bulunduğu caddeden sağa saptığınızda, şehrin ana meydanı ve tek büyük AVM’nin bulunduğu Churchill Square’e geliyorsunuz. Otobüs yoluna devam ederseniz, Western Road boyunca Hove tarafına geçiyorsunuz.

Brighton’ın iki alâmet-i farikasından biri, şehrin göbeğindeki Royal Pavilion (Kraliyet Köşkü), diğeri sahili ortasından kesen Brighton Pier (Brighton İskelesi). Kraliyet Köşkü, 18. yüzyıl sonlarından itibaren kraliyetin tatil yeri tercihi olmasıyla ünlenen bu şehrin Hint mimarisinden etkilenerek inşa edilmiş bir eski kraliyet ikametgâhı. 19. yüzyıl başında Galler prensi IV. George’un yaptırdığı ve uzaktan Tac Mahal’i andıran bu saray şehrin odak noktası ve geniş parkıyla bir çekim merkezi.

Özel günlerden birinde halka açıldığında biz de ailecek içini gezmiş, 19. yüzyıl kıyafetli hizmetçilerin yanında antika mobilyalarına bakmış, hiç de şaşaalı olmamasının yanısıra büyük bir bebek kundağı boyundaki devrin kral karyolasını görünce hayret etmiştik. Aslına bakarsanız, kışları yan bahçesinde buz pateni sahası açıldığında çocuklar için de, aileler için de daha cazip olduğuna şüphe yok.

Virginia Woolf’un çalışma kulübesi ve “kendine ait oda”sı, The Writing Lodge

Seafront denen sahilin ortasındaki upuzun iskeleyle anılıyor burası; Brighton Pier pub’ları, yiyecek mekânları, halk casino’su ve lunaparkıyla şehrin en turistik kısmı. Graham Green’in aynı adlı romanından uyarlanan Brighton Rock filminde (buradaki “rock” Brighton dükkânlarında sıkça rastlanan mum şeklindeki bir akide şekeri –kitabın adıysa, katillerin kurbanlarının ağzına bu şekerden tıkmalarına dayanıyor) bol bol görebileceğiniz Pier’in sağındaki ve solundaki bol çakıllı kumsallar, yılın hangi mevsiminde olursa güneş tepeden ısısını hissettirdiğinde bir anda gruplar halinde yayılan insanlarla doluyor.

İskelenin sağ tarafında devasa yükseklikteki, tepesinden manzara seyredilen kulenin (British Airways i360, Viewing Tower) olduğu şeridin cadde kısmında büyük oteller ve müzikli restoranlar yer alıyor.

1980’lerde, hapishane yıllarında, gazetede gördüğüm ve hafızamın derinlerinde yer etmiş bir olayla, bir charity shop’ta bulduğum Terror Attack Brighton: Blowing Up the Iron Lady kitabıyla karşılaşıyorum: 12 Ekim 1984’te Muhafazakâr Parti’nin Brighton’da yapılan yıllık konferansı sırasında hükümet üyelerinin çoğunun kaldığı The Grand Hotel’e (Patrick Magee adlı IRA militanınca 28 gün önceden) yerleştirilip otel katlarını neredeyse birbirine geçecek şekilde göçerten bombanın patlaması, Margaret Thatcher’ın kılpayı kurtulması, beş kişinin ölümü, otuzdan fazla kişinin yaralanması…

Gezilip alışveriş yapılacak turistik mekânlar, North Lane’deki beş-altı sokakta toplanan küçük mağazalar ile Lanes diye anılan merkezdeki daracık sokaklardaki bir kısmı Kapalıçarşı ve Marmaris kökenli kuyumcular, biraz da sahil kenarındaki vintage dükkânlar. Onun haricinde, Britanya’nın her yerindeki gibi pub’lar ve Brighton’ın gece hayatını oluşturan gece kulüpleri. İstanbul’dan kısa süreliğine gelen bir müzisyenin burada pub’larda yapılan “amatörce” müziğin Türkiye’nin “profesyonel” müzik kalitesi ayarında olduğunu itiraf etmesine de mim koyalım. 

Martılar, martılar

Sahil şeridinden ibaret değil bu şehir. İçlere doğru, istasyonun yukarı tarafındaki Seven Dials denen bölge ayrı bir merkez gibi. Buradaki Hellenic Bakery adındaki Yunan pastanesini özellikle anmak isterim. Baklava, kadayıf türü tatlıları, doğum günlerine özel hazırladıkları pastaları, kurabiye ve börekleri nefis, rastladığımız yavan Türk pastanelerine taş çıkarır. Köşeden biraz içeriye, kriket sahasına doğru ilerlerken ise karşınıza Vernon Terrace çıkıyor. Bu sokaktaki 6 numaralı bina Karl Marx’ın kızı Eleanor Marx’a ev sahipliği yapmış.

Evler Türkiye’deki gibi apartman ağırlıklı değil, Council evleri denen toplu konut binaları haricinde büyük çoğunluğu müstakil ve iki katlı, bahçeli binalar olduğundan dağlık ve ovalık kısımlara doğru geniş bir alana yayılıyor yerleşim. Bisikletle ya da arabayla çıkabileceğiniz yüksek bir tepedeki, yamaç paraşütü, uçurtma gibi etkinliklerin yapılabildiği Devil’s Dyke bunlardan biri. Güzel bir açık pazarın olduğu London Road’un ilersinde, Hollingbury ve Falmer tarafında, Sussex Üniversitesi’ne doğru pek az bildiğim mahalleler var. Falmer yolunda, Premier Lig’de oynayan, Seagulls (Martılar) ünvanlı mavi-beyaz formalı Brighton Albion’ın maçlarını yaptığı stadyumu unutmamak gerek.

Türk ve Kürt nüfusun hatırı sayılır bir kesimi yeme-içme sektöründen geçiniyor. Engels günümüzde ve Brighton’da yaşasaydı, asgari ücretin altında ve uzun saatler, hatta fazla mesai ücreti ödemeden işçi çalıştırmaya meftun Türk ve Kürt Catering Esnafının Hal-i Pür Melâli’ni yazardı.

Martılar deyince, şehrin sahili olsun iç kısımları olsun, her yerdeler; her bacada, her balkonda, havanın her gözeneğinde. Pek de marifetliler. Şehrin herhangi bir meydan ya da caddesinde, en çok da sahil kenarında elinizdeki sandviçi pat diye kapmaları işten değil. Bununla da kalmayıp, dişlerinizin arasındaki patates cipsini çekebilecek maharete, şayet bir mangalın başındaysanız uçak filosu misali grup oluşturup pike yaparak tam üstünüze dalacak kabiliyete de sahipler. O yüzden sahildeki birçok işyeri martıların kendi üstlerine alçalmamasını sağlayacak tedbirler alıyorlar. Fakat Brighton’la ilgili hangi fotoğraf karesine baksanız, bir yerinden mutlaka boylarını gösteriyorlarsa yerlerini kesinlikle hak ettiklerinden şüphe edemiyorsunuz.

Türk ve Kürt esnafın hal-i pür melâli

Buradaki (toplam sayısı, çevre köy ve kasabalarla birlikte 1500 civarındaki) Türk ve Kürt nüfusun hatırı sayılır bir kesimi yeme-içme sektöründen geçiniyor. Friedrich Engels de aklıma bu noktada geliyor.

Malûm, Engels baba tarafından Manchesterlı bir fabrikatör. Reklâm gibi olmasın, “General”in gençlik ve Manchester dönemlerini en iyi anlatan kitap Alman yazar Walter Baumert’in hacimli romanı Friedrich Engels’in Asi Gençliği – Şahin Uçuşu’dur (Agora Kitaplığı, 2012). Ama Engels’i aklıma getiren en hacimli ve temel eserlerinden biri olan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu.

Friedrich Engels

Diyorum ki, Engels günümüzde ve Brighton’da (ya da İngiltere’nin Türkiyelilerin toplandığı, başta Kuzey Londra olmak üzere herhangi bir yerinde) yaşasaydı, asgari ücretin altında ve uzun saatler, hatta fazla mesai ücreti ödemeden işçi çalıştırmaya meftun Türk ve Kürt Catering Esnafının Hal-i Pür Melâli’ni yazardı. Çünkü buradaki, üstüne Türk, Kürt ve Alevi sosu dökülmüş, her kesimin fiilen kendi yandaşları olan, kimisi vize durumundan, kimisi muhtaçlığından çalışmak zorundaki insanları sömürmeye dayalı, adına da “diyaspora” dedikleri nasıl bir çark kurduklarını başlı başına bir kitap konusu olmayı hak edecek sertlikte bulurdu.

Campbell, Woolf, Farhi, Göksu

Pavilion’un arka kısmında, otobüs yolu Eastern Road ve küçük çarşı St. James Street’le başlayan Kemp Town bölgesine uzanıyor. Brighton Üniversitesi’nin ana binaları bu bölgede. Üniversite binasının iki yan sokağında, geldiğimden beri gördüğüm afiş gibi bir grafitiye, grafiti gibi bir afişe rastlıyoruz: “I want change… I want revolution… In memory of Anna Campbell – feminist, human/animal/environmental rights activist… Rojava Revolution” (Değişim istiyorum… Devrim istiyorum… Feminist, insan/hayvan/çevre hakları aktivisti Anna Campbell’ın anısına… Rojava Devrimi). Anna Campbell 2018’de Afrin’de füze saldırısıyla öldürülen bir Lewesli.

Lewes trenle 15-20 dakika mesafede bir kasaba. Antikacı dükkânlarıyla, bira imalathaneleriyle, kalesiyle, hapishanesiyle ve (benim nezdimde) Virginia Woolf’un kır evinden kilometrelerce yürüyerek vardığı bir yer olmasıyla meşhur. Sokaklarında gezinirken yüzyıllardır taşına dokunulmamış bir izlenim uyandırıyor. Eş dost geldiğinde ilk görmesini istediğimiz kasaba bizim için.

Virginia Woolf ile yayıncı Leonard Woolf’un Lewes’e üç kilometre mesafede, Beggingham yakınlarındaki evleri Monk’s House, çiftin yaşadığı son ev. Köylülerin gözünde “ünlü yazar”, Londra’daki tanışlarının gözünde “taşralı kadın” Virginia, 1919’dan 1941’e, şimdi müzeye çevrilmiş bu evde ömrünün son döneminde 22 yıl geçirmiş. Bahçenin ortasındaki çalışma kulübesi, Virginia’nın kendine ait odası The Writing Lodge (Yazı Locası), masasının üstündeki notlarıyla hakikaten görülmeye değer.

Brighton Üniversitesi’nin yan sokağında, grafiti gibi bir afiş: “I want change. I want revolution. In memory of Anna Campbell – feminist, human/animal/environmental rights activist… Rojava Revolution” (Değişim istiyorum. Devrim istiyorum. Feminist, insan/hayvan/çevre hakları aktivisti Anna Campbell’ın anısına… Rojava Devrimi). Anna Campbell 2018’de Afrin’de füze saldırısıyla öldürülen bir Lewesli.

Söz edebiyattan açılmışken, Marina’dan falezlerin yanından yürüyerek de gidilebilen Rottingdean’de The Jungle Book ve Kim’in yazarı, İngiliz romancı ve şair Rudyard Kipling’in The Just So Stories’i yazarken yaşadığı Kipling Bahçeleri’nin bulunduğunu, Ankara’da bir Sefarad Yahudisi ailenin çocuğu olarak doğup eğitimini Robert Kolej’de alan, The Young Turk ve The Designated Man gibi kitapların yazarı Moris Farhi’nin geçen yıl Brighton’daki evinde vefat ettiğini unutmayayım.

Ayrıca, Doğan Kitap’tan çıkan Romantik Komünist – Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri’nin ortak yazarlarından Saime Göksu’yla Sussex Üniversitesi’nde Alman-Yahudi Araştırmaları Merkezi’nin direktörlüğünü yapan eşi Edward Timms’in vefatından hemen sonra tanışma imkânına kavuştuğumu anmadan geçmek istemem.

“Değişim istiyorum… Devrim istiyorum… Feminist, insan/hayvan/çevre hakları aktivisti Anna Campbell’ın anısına… Rojava Devrimi”

Kropotkin’e saygı duruşu

St. James Street’le başlayan “gay ve lezbiyen başkenti”, guest house’ların, pub’ların ve gece kulüplerinin bulunduğu bölge, yer yer daha alt sınıftan insanların kümelendiği, biraz sokak kültürünün egemen olduğu Milehawk’a ve deniz kıyısında Marina’ya kadar uzanıyor. Bölgeye adını veren Kemp Town, emlâk zengini parlamento üyesi Thomas Read Kemp tarafından geliştiriliyor.

Küçük bir çarşısı da olan bu kısmın en dikkat çekici yapısı, yeni eklentileriyle devasa bir komplekse dönüşmekte olan Royal Sussex County Hospital. Hastaneden bir sonraki otobüs durağı Chesham Street. Bu sokak, yüz yılı aşkın bir zaman önce, ünlü bir anarşisti misafir etmiş.

Bu şehre dair kendimce “derin bir kazı” yapmama vesile olan, daha doğrusu, zaten varolan merakımı iyice yoğunlaştıran asıl etken, bir şehir içi gezisinde, karşı yoldan gelen 49 numaralı hattan bir otobüsün üzerinde Prince Petr Kropotkin yazısını okumamdı. Doğrusu, önce yanıldığımı sanıp buna oldukça şaşırıyorum. Bir anarşist teorisyenin, Agora Kitaplığı’nda Mazlum Beyhan çevirileriyle Bir Devrimcinin Anıları, Çağdaş Bilim ve Anarşi ile Ekmeğin Fethi kitaplarını yayınladığımız 19. yüzyılın ünlü “anarşist prens”inin adı, Britanya gibi bir ülkenin bir sahil şehrinin belediye otobüslerinden birinin önünde ne arıyordu?

49 numaralı hattan bir otobüsün üzerinde Prince Petr Kropotkin yazısı. Bir anarşist teorisyenin Britanya gibi bir ülkenin bir sahil şehrinin belediye otobüslerinden birinin önünde ne arıyordu? Meğer Kropotkin 1917 Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya’ya dönmeden önceki beş-altı yılını Brighton’da geçirmiş.

Daha sonra, başka otobüslerde de başka isimlerin yazdığını fark ediyorum. Belki daha “yerel” düzeyde önemli kişiler bunlar, fakat bizim anarşistin adı aralarına nasıl girmiş? Meğer Kropotkin 1917 Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya’ya dönmeden önceki beş-altı yılını Brighton’da geçirmiş. Hangi sokakta, hangi evde oturduğunu da öğreniyorum; arka sokağımızda, Chesham Street’te 9 numaralı evde yaşamış 1911-1917 arasında.

“Anarşist prens”e Brighton belediyesinin saygı duruşu

Bu bahsi kapatırken, Brighton’a uğramış ünlü siyasilerin Engels’in ve Kropotkin’den ibaret olmadığını belirtelim. Son iki yüzyılda çok sayıda devlet adamı ve siyasetçinin kaderi bu şehirle kesişmiş. Pier’den Hove’a uzanan kısımda, 1848 devrimlerinden sonra sürgüne giden Avusturya şansölyesi Prens Metternich Brunswick Terrace’ta, 42 numarada kalmış mesela.

Nick Cave’in poğaça alkışı

Marina’ya sapmadan önceki son merkez Sussex Square ile Lewes Crescent. Geniş bir hilâli oluşturan evlerin ortasındaki, içindeki bir tünelden cadde altından deniz tarafına açılan parkın en büyük özelliği Alice Harikalar Diyarında’ya esin kaynağı olması. Dünyaca ünlü eserle bağlantısı sebebiyle 6 milyon pound’a satılan mahzenli ev, otobüs yolunu geçtikten sonra ikinci evin duvarında Lewis Carroll’ın sık sık buraya uğradığını gösteren plaket (ablası o binada yaşamış) ve şehrin her tarafına yayılan Mad Hatter (Deli Şapkacı) benzeri isimli pub’lar, kafeler bu iddiayı kuvvetlendiriyor. Gerçi bu “esinlenme” iddiası Brighton’la sınırlı değil. Oxford, Sunderland, Llandudno, Guildford ve Lyndhurst için de benzer “esinlenme” bağları kurulmuş.

Aynı hilâl, öğrenebildiğim kadarıyla, 1930’ların sonlarında Etiyopya’nın eli kanlı imparatoru Haile Selasiye’yi ve Avustralyalı oyuncu Cate Blanchett’i ağırlamış. Haile Selasiye karşı sıramızdaki evlerden birini kiralamayı düşünüp daha sonra Woodingdean’e geçmiş, tekrar tahtına dönmeden önce de Brighton’ın merkezindeki St. Paul Kilisesi’ne yüklü bir bağış yapmış. Karşı sıramızda, yani Lewes Crescent’ta Cate Blanchett beş yıl yaşamış. “Yağmurlarını, yemyeşil kırlarını, harika deniz kıyısını, bohem atmosferini özlüyorum” diye anlatmış bir söyleşide.

Bizim hilâlin, Sussex Square’in güncel ikonu ise pembe panjurlu evinde ailesiyle yaşayan Nick Cave. Ünlü rock’çı gün içinde herhangi bir anda karşınıza çıkıveriyor, bazen evinin küçük balkonundan kaldırımdan gelen geçenlerle sohbet ediyor (Eylem her denk geldiğinde laflıyorlar), mahallenin kafesi Marmelade’de otururken gülümseyerek etrafa bakıyor, bazen eşofmanıyla çıkıp çöpünü atıyor ve tepede güneşi gördüğünde parkta yan gelip yatıyor.

Nick Cave herhangi bir anda karşınıza çıkıveriyor, bazen evinin küçük balkonundan kaldırımdan gelen geçenlerle sohbet ediyor, mahallenin kafesi Marmelade’de otururken gülümseyerek etrafa bakıyor, bazen eşofmanıyla çıkıp çöpünü atıyor ve tepede güneşi gördüğünde parkta yan gelip yatıyor.

Eylem geçen hafta denk geldiğinde ağaçların altında uzanan Nick Cave’e o gün yaptığı dereotlu peynirli poğaça götürdüğünde önce makbule geçtiğini söylüyor, sonra poğaçaların tadını beğenince yattığı yerden kollarını havaya kaldırıp alkışlıyor. Tüm bu cana yakınlığının içinde, geçtiğimiz yıllarda bir yardan düşerek hayatını kaybeden oğlunun acısının nerede yattığını bilemiyorsunuz.

Yine sahilden merkeze doğru, sahil ile yüksek cadde arasında devasa bir istinat duvarı gibi duran Maderia Terrace uzanıyor. Önündeki yolun adı Maderia Drive ve burası yazın inanılmaz güzellikte etkinliklere sahne oluyor. Bir ay boyunca akşamları dev beyazperdeli bir sahil sinemasına gidebileceğiniz gibi, gündüzleri sessiz sinema döneminden kalma antika otomobillerin, kamyonların, otobüslerin ve itfaiye araçlarının dizi dizi sıralandığı Antika Arabalar Geçidi’ni, binlerce kişinin katıldığı Londra-Brighton Maratonu finalini, bütün şehri gürültüye boğan motosikletliler geçidini izleyebilirsiniz.

Gezinizi bitirip Brighton Pier’e döndüğünüzde ayrılma vakti gelmiştir artık. Buralarda pek tercih edilmeyen otobüse ya da istasyona yöneldiğinizde, arkanızda yüzünüzü gülümseten bir sahil şehri bıraktığınızdan emin olabilirsiniz. Fakat tüm ömrünüzü burada geçirmek ister misiniz? Ona “It depends” (Duruma göre değişir) diyerek noktayı koyalım.

^