Ali Kemal Çınar yıllardır Diyarbakır’da sessiz sedasız kendi sinema dilini örüyor. On kısa filmin ardından çektiği üçüncü uzun metrajı “Gênco” korona günlerinde serbest erişime de açıldı. Çınar’la sinemasını ve Diyarbakırlı süper kahraman “Gênco”nun hikâyesini Express’te konuşmuştuk. Mart 2017 sayısından naklediyoruz.
Son filmin Gênco bir süper kahraman hikâyesi. Diyarbakırlı bir süper kahraman yaratma fikri nereden çıktı?
Ali Kemal Çınar: Tür sinemasını çok severim. Son yıllarda süper kahraman filmleri de epey arttı. Hep ben de bu türde bir film çekebilir miyim diye düşünüp dururdum. Ama öyle efektli, büyük prodüksiyon değil de, kendime göre yapabileceğim bir hikâye olmalıydı. Derken, “küçük şeylerin kahramanı” fikri çıktı: Gücü var, ama az. Karakteri oluşturunca hikâyeyi tamamladım.
Gücün ve iktidarın insanı nasıl yozlaştırdığını anlatıyorsun bir taraftan. Gênco bu yanıyla siyasal ortama dair güncel bir yorum da…
Güncel siyaseti düşünerek yazmayı tercih etmiyorum, ama filmin hem günümüze hem de sonraki zamanlara aksedecek bir güce sahip olmasını sağlamaya çalışıyorum. Yıllar sonra izlerken de anlattığım mevzuların düşündüreceğini biliyorum. İktidar, güç ve bunun etrafında gelişen olaylar değişmiyor ki.
Kürtlerin bir süper kahramana ihtiyacı var mı?
Bütün ezilen halkların bir süper kahramana ihtiyacı var. Her ezilen halkın bir kahramanı vardır da zaten. Küçükken başım her sıkıştığında, dayak yediğimde filan, gücüm olsaydı herkesi döverdim diye düşünürdüm. Haksızlık karşısında süper güçlerimin olduğunu düşünüp bir sürü haksızlığı çözmüşümdür hayallerimde. Tabii bu arada Kürtleri düzlüğe çıkardığım da çok olmuştur. Filmde Gênco “gücün tümünü ele geçirince bunu da çözeceğim” diyordu Kürt sorununu kastederek. Çok didaktik kaçınca çıkardım o sahneyi. Süper kahramana ihtiyacımız var bence. Bu kadar süper kahraman filmleri ve edebiyatının olması da buna delalettir. Tanrı fikrinin zayıflaması ve bu şekilde ikame edilmesi gibi.
Bütün ezilen halkların bir süper kahramana ihtiyacı var. Her ezilen halkın bir kahramanı vardır da zaten. Filmde Gênco “gücün tümünü ele geçirince bunu da çözeceğim” diyordu Kürt sorununu kastederek. Çok didaktik kaçınca çıkardım o sahneyi.
Süper kahraman olmanın zorluklarıyla boğuşan karakterimiz, ortağı olduğu vegan kafeyi ayakta tutmanın sıkıntılarıyla boğuşuyor…
Gündelik, sıradan olan çok ilgi çekici. Dünyayı kurtarayım derken bir kafeyi bile işletememek… İstediğim absürtlük tam da burada. Büyük bir mevzuyu çok sıradan olanla kesiştirdiğimde asıl fotoğrafı görebiliyorum. Yoksa benim için fazla akademik kalabilir. Bunu hiç istemem. Annemin dünyayı kurtarma amacıma getireceği yorum beni çok ilgilendiriyor, bütün meseleyi en kestirme yoldan anlatabiliyor o. Tek fark kullandığı dilin sıradan olması, o da kötü değil, iyi bir şey. Metnimde o dengeyi sağlamaya çalışırım. Yavanlaşmadan, ama üst perdeye getirmeden hikâyeyi istediğim kıvamda tamamlama gayreti benimkisi.
Daha varoluşsal dertleri ele alan filmler yapıyorsun. Politik beklentilerin çok yoğun olduğu bir ortamda nasıl tepkiler alıyorsun?
İlk kısa filmimi yaptığım dönem talihsiz bir olay yaşadım. Arkadaşlarla senaryoyu, planları tartışıyorduk. Sinemayla pek ilgisi olmayan bir abimiz filmimi izleyip “politik olmama” halimi çok sert eleştirmişti. Deneyimli değildim, yaptığımı savunabilecek durumda da değildim o zamanlar. Beni bayağı kâbuslara sokmuştu. Canım çok sıkılmıştı. Uzun metraj filmlerimde de yıllardır sürekli karşıma çıkan bir sorun bu.
İlk uzun metraj filmin Kurte Fîlm’de (Kısa Film, 2013) aile ve çevrenin film yaparken üzerinde kurdukları baskıyı anlatıyorsun. Gerçekte de benzer şeyler yaşadın mı?
Kurte Fîlm’de nasıl bir aile baskısı varsa gerçek hayatta da aynısı söz konusuydu. Kurte Fîlm’de bunu mizaha dayalı, yumuşak bir anlatımla yansıttım. Ama o dönem yaşadıklarımın hiç de mizahi yanı yoktu, çok sertti yani. On kısa film yaptıktan sonra, ilk uzun filmimde kendime biraz daha dışarıdan bakmayı becerdim. İşin içine mizah katarak yaşadıklarımla yüzleşme olanağı buldum. Kurte Fîlm Antalya Film Festivali’nde yarışmaya seçildiğinde ailem inanamadı. Sonra, babam arayıp “senin filmin haberlerde çıktı” dedi. İşin sahici olduğunu o zaman idrak ettiler. Festivalin ardından Antalya’dan döndükten sonra, artık baskılar azalır, bana inanmaya başlarlar, rahat bırakırlar diye düşünüyordum. Evet, biraz daha rahat bıraktılar, ama yine ara ara laf dokundurmalar, üstüme gelmeler oluyordu. Şimdi üçüncü filmimi çektikten sonra, babam “yeni bir film var mı?” diye soruyor. Beklentiye girmiş durumda.
Yeni Dalga benim için çok önemli. Oradaki deneysellik ve özgür bir dil yaratma meselesi çok heyecan verici. Şimdilerde bu kadar deneysel ve riske giren bir sinema yok maalesef. Daha muhafazakâr ve belli şablonlara biat eden bir sinema dünyası var.
İlk filminden bu yana hep alttan alta baba figürüyle de hesaplaşıyorsun…
Küçüklüğümde, yoksulluktan dolayı babam yurtdışında çalışmaya gitti, beş sene bizi yalnız bıraktı. Tam büyüme döneminde ondan uzak olmanın verdiği burukluk, hem de yalnız kalmaktan dolayı kendimi çok çaresiz hissediyordum. Evin tek erkek çocuğuydum. Mahalledekilerin ya abisi ya kardeşi var, hiç olmadı babası vardı. Buradan filmlerime bakınca çocukluğumdan kalan bir sorun olduğunu görüyorum. Sonra büyüdükçe, farklı yönlerde tercihler yaptıkça, babanın ne kadar farklı bir gelenekten geldiğini görüyorsun. Sen o geleneğin dışında bir şeyler yapmaya uğraşırken babanla bir çatışma yaşıyorsun. Haliyle bu biraz da kavgaya dönüşüyor. Kendini tanımaya, bireyleşmeye başladıktan sonra, karşına ilk çıkan baba, sonra toplum ve devlet oluyor. Ya sineceksin ve onlara benzeyeceksin ya da kendin olabilmek için savaşacaksın. Başka yolu yok.
Kurte Fîlm’de bir başka “baba”yla, “sinemanın babası” Yılmaz Güney’le de bir derdin var sanki; yanılıyor muyuz?
Evet, öyle denebilir. Yılmaz Güney çok sevdiğim bir yönetmen, Türkiye’de ilham alabileceğim birkaç yönetmenden biri. Ama sonuçta, ilelebet birinin büyüklüğü, yeteneği, şöhreti altında yaşamak istemiyorsun. Ondan daha iyi olamasam bile kendim olabilirim hissiyle içine girdiğim bir mücadele. Babayla hesaplaşma meselesi kendim olabilme mücadelesinin bir parçası. Tamamen reddedemiyorum baba figürünü, ama en azından onun yanında bağımsız bir kişi olarak yaşayabilmek için çabalıyorum. Birinden daha iyi olmak değil, kendim olarak varolabilmek için mücadelem.
Kurte Fîlm’deki karakter bir sahnede Jim Jarmusch’un Stranger Than Paradise (Cennetten de Garip, 1984) filmini izliyordu. O filmin senin için özel bir anlamı var mı?
Stranger Than Paradise Jarmusch’un ilk filmlerinden, Kurte Fîlm de benim ilk filmim olduğu için öyle bir bağ kurmak istemiştim. Çok severim o filmi. Ruh olarak da yakın hissettiğim bir yönetmen Jim Jarmusch. Ama çok sevmeme rağmen, en çok etkilendiğim yönetmenlerden biri değil.
Seni en etkileyen yönetmenler kimler?
Carl Dreyer, Yasujirō Ozu, Jean Vigo gibi isimler. Godard da öyle. Yeni Dalga benim için çok önemli. Oradaki deneysellik ve özgür bir dil yaratma meselesi çok heyecan verici. Şimdilerde bu kadar deneysel ve riske giren bir sinema yok maalesef. Daha muhafazakâr ve belli şablonlara biat eden bir sinema dünyası var. Ben deneysel ve özgür ruhu seviyorum, Tayvanlı yönetmen Tsai Ming Liang gibi. Bunlar daha yakın hissettiğim ve sinemaya inanmamı sağlayan yönetmenler. Türkiye’den Yılmaz Güney var. Babamızdır! (gülüyor) Demirkubuz’u da severim.
Bütün uzun filmlerinde babanı oynatman ondan aldığın bir intikam mı yoksa?
Evet, bir çeşit intikam olabilir. (gülüyor) Onunla hem çatışıyor hem de kendi filmin için bir “malzeme” olarak görüyorsun. Bu benim için çok tuhaf bir tecrübe oldu. Hem babamla gerçekte de aynı tartışmaları yaşıyorum hem de onu kameraya almaya çabalıyordum. Her sahnede, babam şöyle diyordu: “Bak gerçekten bunları söylüyorum, bu bir rol falan değil.” Sürekli bana gerçek hayatı hatırlatıyordu. Ben de “tamam, ben de böyle bir şey istiyorum, olduğun gibi konuş” diyordum. Benim açımdan onunla film çekmek her şeyin iç içe geçtiği bir durumdu. Ama onun açısından hiçbir şeye dönüşmedi. Yani, çekim esnasında herhangi bir kurmaca zeminine geçmedi, o hep gerçek zeminde konuşan biriydi. Filmi izledikten sonra gerçeklik fikri onda da değişmeye başladı. Epey sonra, bir gün geldi, “ne güzel oynamışım” dedi.
Artık o hale geldi ki, “güzel görüntü” dışında bir şey izlenmiyor. Metnin ve sözün geride olduğu bir dönemdeyiz, bunu biraz tersine çevirmek istiyorum. Sözün, edebiyatın, felsefenin daha önde olduğu bir film dünyası yaratmak neden olmasın?
İkinci uzun filmin Veşartî’de (Gizli, 2015) cinsiyet değişimi senaryonun merkezinde. Hikâye nasıl ortaya çıktı?
Diyarbakır Sinema Merkezi’nde atölye çalışmasında aklıma gelmişti. Kısa bir hikâye yazmamız istenmişti. Bir anne-baba, bir gece küçük çocuklarını uykudan uyandırır ve “Sabaha karşı ben annen olacağım, annen de baban olacak, sen de bizim gibi 30 yaşına geldiğinde kadın olacaksın” derler. Atölye için yazmıştım bunu, ama cesaret edip hocaya gösterememiştim. Sadece birkaç kişi okumuştu. O dönem, cinsiyet değişimi ne ifade ediyor, kimlik nedir gibi konuların farkında değildim. Enteresan olduğu için bu hikâyeyi kurmuştum ve bir köşeye bırakmıştım, ama bir taraftan da hep aklımın bir köşesindeydi. İlk filmimden sonra, buna çalışayım, bakayım ne çıkacak dedim ve derinleştirip Veşartî’ye dönüştürdüm.
Veşartî’de kadın özgürlüğü meselesine de kafa yoruyorsun.
“Kürt toplumunda kadının konumu çok önemlidir” denir ya, dedem, dedemin dedesi hep böyle anlatır, biz bunu pek yaşamadık. Eski dönemlere ait bir efsane gibidir bizim için. Ama kendini geliştirdikçe toplumun genelinden farklı bir noktaya evrildiğini düşünüyorsun, kadın bedenine, erkeğe başka gözle bakıyorsun. Kadının özgür, daha aktif olması gerektiğine inanıyorsun. Bugün siyasi ortamda, Kürt siyasal hareketinde kadın çok etkin bir konuma geldi, ama yine de sorunlar yaşanıyor. Mesela bekâret gibi konuların rahatlıkla tartışılabildiğini zannetmiyorum. Kadın meselesiyle ilgili bir film yapmaya niyetlenince değişen fikirlerinin de filmde yer alması gerektiğini düşünüyorsun. Doğru bildiğin neyse yapmaya çalışıyorsun. Tabii ki kadının adına karar vermek değil bu. Kadın ne istiyor, onun talebi ne bu hayatta? Kendini eğitmeye çalışıyorsun bir taraftan. Kadınların Kürt siyasetinde etkin olması bizim kuşağı elbette çok etkiledi. Ama siyaset bazı noktaları karanlıkta bırakabiliyor, çok kişisel şeyler tartışılamıyor. Ama biz bunları aşabiliriz, sinema zaten buna öncülük eden bir şey. Bunu misyon olarak görüyordum. Kadının talep ettiği, arzuladığı her neyse, buna özgürlükçü bir temelde yaklaşan bir film yapmak istedim.
Veşartî ilk filmine nazaran daha edebî ve felsefî. Hikâyeyi Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn eseri üzerine kurmuşsun. Geleneksel Kürt edebiyatıyla aran nasıl?
Geleneksel edebiyatta başka bir form varsa neden sinemamı zenginleştirmek için kullanmayayım? Benim görsel anlatımdan çok sözel bir yaklaşımım var. Bu biraz hikâye anlatıcılığı, sözlü kültür ve dengbejlikten etkilenmemle ilgili. Mem û Zîn gibi geleneksel Kürt edebiyatından yola çıktım ve sanki başardığımı düşünüyorum. Hikâyeyi tamamladıktan sonra, sadece dinleyen insan yüzleri üzerinden filmi çekme fikri gelişti zihnimde. Bir yerden sonra, sadece hikâyeyi dinleyen yüzleri görüyoruz. Radyo tiyatrosu gibi de denebilir, aslında yapmak istediğim biraz da buydu. Çünkü görüntüyü fazla önemsemeye başladık. Kurte Fîlm’de de bunu eleştiren bir sahne vardı. “Sözün kıymeti kalmadı, her şey görüntü oldu” diyordu bir karakter. Evet, görüntü olmadan sinema bir şey ifade etmiyor, ama görüntünün bu kadar baskın olması da tuhaf geliyor bana. Artık o hale geldi ki, “güzel görüntü” dışında bir şey izlenmiyor. Metnin ve sözün geride olduğu bir dönemdeyiz, bunu biraz tersine çevirmek istiyorum. Sözün, edebiyatın, felsefenin daha önde olduğu bir film dünyası yaratmak neden olmasın?
Veşartî de, Gênco da farklı birine dönüşme fikri etrafında şekilleniyor. Bu “dönüşüm” fikri neden bu kadar baskın sinemanda?
Kendinden sıkılmayla ilgili sanırım. Başka birine/şeye dönüşmek bence evrimimizin gelmesi gereken nokta. Hayat içinde hiçbirimiz başladığımız noktada kalmıyoruz. Ama dönüşmekten de çok korkuyoruz. Değişmemekte gösterdiğimiz direnç destansıdır. En çok diasporadaki insanların değişmeme ısrarına şaşırıyorum. Ve bu asıl olanla, öz olanla ilişkilendiriliyor, “özümü, aslımı kaybetmedim, yitirmedim” diye düşünülüyor. Geldiği yerdeki insanlarla bağı devam etsin istiyor. Dönüşmek çok sıkıntılı. İster bunu başar ister buna karşı direnç göster, aynı gerilime sahip.
Son yıllarda çekilen Kürt filmlerinde genelde benzer temalarla karşılaşıyoruz. Birbirinin neredeyse tekrarı politik filmlerin ortaya çıkmasının nedeni hem festivallerin hem de seyircinin beklentisinin bu yönde olması mı?
Maalesef öyle bir dünyaya soktular bizi. Kürt deyince akla belli bir politik figür geliyor. Tabii ki politik meseleler işlenmeli, ama bu bir dayatma haline dönüşüyor. Bir ulus sinemasından söz ederken, aslında ona sunulanı gerçekleştiren sinemacılarla dolu bir dünya görüyorsun. Birkaç festivale gidiyorsun, ödüller alıyorsun, filmin gösterime girdiğinde seyirci de geliyor. Bu ezberin dışına çıkmak zor ve riskli geliyor belki. “Kürt sineması bu olmalı, Kürt deyince konuşacağı mesele bu olmalı, şu şehirde yaşamalı, bu şekilde yaşamalı” gibi kodların dayatıldığını düşünüyorum. Bu kodun dışına çıkmak ya da çıkmaya çabalamak bana daha politik geliyor. Ben ne istiyorum, nasıl bir hayat ve coğrafya istiyorum, nasıl bir sinema istiyorum fikrini önemsiyorum. Bence en büyük politik tavır da bu. Bunu yaptığında hem sana bu dar alanı yaratan egemeni karşına alıyorsun hem de o egemenin mağduru insanları. İki tarafın da seni hırpalayacağı bir dünyayla karşı karşıya kalıyorsun. Bence biz yapmaya çalıştığımız filmlerde daha politik bir tavra soyunuyoruz.
Kürtler bu kadar sorun yaşarken bunu görmezden gelme eleştirisine ne dersin?
Yanlış anlaşılmak istemem. Politik filmler de yapılmalı, ama sadece bununla sınırlanmak bana bir fakirlik gibi geliyor. Açıkçası, Kürt kimliğini böyle görmek istemiyorum. Ben bu kadar fakir ve mağdur değilim ki sinemam böyle olsun. Çok zengin bir kültürde varoluyorum, niye kendimi sadece bir alanda varmışım gibi göstereyim? Bugün Ortadoğu’da çok önemli bir siyaset koyuyorsun ortaya, az buz şeyler değil bunlar. Ama kendimizi güçsüz göstermek için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Buna karşı çıkmak ve direnmek lâzım. Sevgilisinden ayrılan bir adamın ya da kadının hikâyesi de, eyleme giden birinin hikâyesi de hayatımın içinde olduğu için filmimde de yer alır. Farklı ve yeni bir şeyi nasıl söyleyebilirim, benim motivasyonum bu. Sonuçta, Kürdistan’da yaşamayı anlatıyorum. Filmlerimi seyreden hiç kimse “burası Kürdistan ya da Diyarbakır değil” diyemez. Ama kişisel bir hikâye anlatmanın benim için çok daha samimi bir yol olduğunu ve bunun da hem Kürt sineması hem de Türkiye sineması içinde farklı bir şey yakalama çabası olduğunu düşünüyorum. Sinema benim için bir kaçış olduğu kadar bir mücadele alanı da. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor. Bir şey üretmeden hayatımın akıp gitmesine gönlüm razı olmaz.
Kişisel bir hikâye anlatmanın benim için çok daha samimi bir yol olduğunu ve bunun da hem Kürt sineması hem de Türkiye sineması içinde farklı bir şey yakalama çabası olduğunu düşünüyorum. Sinema benim için bir kaçış olduğu kadar bir mücadele alanı da.
Sinemaya Diyarbakır Sanat Merkezi’nin kurulmasıyla mı başladın?
Evet, Diyarbakır Sanat Merkezi (DSM) bizim için çok önemliydi. Sinemaya hevesim video kaseti döneminde başladı. Sürekli kaset kiralar, izlerdim, fırsat buldukça sinemaya da giderdim. Ama sinema yapabileceğimi tahayyül etmiyordum. Üniversite yıllarında film yapma düşüncesine kapıldım. 2002’de DSM kuruldu. Haftasonları film gösterimleri oluyordu, gidip gelmeye başladım. Orada başka sinema meraklılarıyla tanıştım. 2003’te DSM’ye bağlı sinema kulübüne dahil oldum. Herkesin niyeti film izlemek ve tartışmaktı. Bense bir sene geçmeden “film yapabilir miyim” arayışına girdim. TRT’de çalışan birkaç kameraman arkadaşın teknik bilgilerinden yararlanarak pek bir şey bilmeden bir kısa film çekmeye giriştik. Diyarbakır’da, belediye sinema atölyeleri dışında yapılmış ilk kısa filmdi. Sonra, çeşitli atölyelere katıldım, senaryo, görüntü yönetmenliği, ses, kurgu… Kendimi orada yetiştirdim. Kısa filmlerden önce, kamera dersi eğitimi alırken işi bilen bir arkadaşımız çeşitli görüntüleri art arda çekmemizi istemişti. Bir görüntü çekip planları birbirine bağlamayı ilk orada gördüm, büyülenmiştim. Sihir gibiydi. Ardından, ilk kısayı çektim ve arkadaşlara gösterdim. Gece gündüz uykusuz dolaşıyordum, kurguyu da kendim yapıyordum.
Son yıllarda sinemacılara dönük baskılar ve sansür daha da arttı. Kültür Bakanlığı’nın muhalif yönetmenlere desteği kesmesini ve bu baskı ortamını nasıl değerlendiriyorsun?
Ağlayıp sızlamanın mânâsı yok. Sistem Kürtlere karşı hep böyleydi. Bağımsız film yapmak isteyenler hiçbir şey yapamıyorlarsa, Kürtler nasıl yapıyor, ona baksınlar. Alınacak çok ders var burada, başka bir yere gitmeye gerek yok. “Neden bakanlık bize destek vermiyor?” gibi bir mücadeleye girişmek isteniyorsa, kolaylıklar dilerim. Oradan saadet çıkmaz. Önce ciddi bir özeleştiri, ardından da alternatif üretmeye bakmalı.
Filmlerini küçük ekiplerle ve mali destek almadan gerçekleştirmeye çalışıyorsun. Kısıtlı şartlarda gerçekten bağımsız film yapmanın sırrı ve bunun getirdiği özgürlükler neler?
Bir kere, hikâyeme kimsenin müdahale etme ihtimali yok. Bir filmi bitirme sürecim sancılıdır, ama onu yüzde yüz ben tayin ederim. Küçük bir sermaye dışında hiçbir şeye ihtiyacımız yok. O da minimum düzeyde teknik ihtiyaçlardır. 2013’te Kurte Fîlm’i 900 liraya yaptığımı üstüne basa basa söylemiştim. Kimilerine hakaret gibi gelmişti. Çok normal, çünkü film onlar için yüz bin dolarlarla yapılan bir şey. Şimdilerde herkes nasıl düşük bütçeyle film yaparız diye kara kara düşünüyor. Dünya üzerinde birçok yönetmen benim gibi filmler yapıyor, ama hiçbiri bu ülkedeki gibi küçümsenmiyordur.
Bağımsız filmlerin festivaller dışında seyirciyle buluşması giderek imkânsızlaşıyor. Dağıtım sorunu nasıl aşılabilir?
Benim filmlerim zaten ticari gösterime girmedi. Yakın zamanda girer mi, bilmiyorum. Ama durum gittikçe daha kötüye gidiyor. Belki iyi olur bu sinema için. Derdi sinema olanlar için alternatifler bitmiyor. Hiçbir yer bulunamazsa, elimizin altında internet var.
Express, sayı 150, Mart 2017