Bir Alman’ın Hikâyesi müthiş bir belge-kitap. 1930’ların başında kaleme alınmış, Nazilerin iktidarı nasıl elde ettiğini anlatmakla kalmıyor, 1930’ların sonuna nasıl varılacağını öngörüyor. Ve sadece o günleri değil bugünleri de anlatıyor. Keskin gözlem, uzgörülü tahlil ve edebi anlatımla… Sebastian Haffner’in şaheserine bağlanıyoruz.
“Güneş ışığı başladı beni yormaya
Ah, yıkılsa Dünya, yerle yeksan olsa!”
Sosyalist, sosyal demokrat, Yahudi ve daha pek çok muhalif Alman, 1930’larda girdikleri ruh halini bu ve buna benzer dizelerle açıkladı: Wagner’e özgü, her an harekete geçecekmiş hissi uyandıran bir agresiflik; ve ölüme, bitmeye dönük ahlâklı bir duruşmuş gibi görünen “muzaffer” bir pasiflik… Wagner’in sonraları Hitler’in talimatıyla Nazilere sistematik olarak dinletileceğini kim bilebilirdi ki!..
1914’ten 1933’e dek, Nazilerin iktidarı ele geçirme aşamalarını ve muhaliflerin tüm bu yıllar içinde geçirdiği değişimleri anlattığı Bir Alman’ın Hikâyesi (çeviren Hulki Demirel, İletişim Yayınları) kitabında Sebastian Haffner, Hitler rejiminden “olabildiği kadar” rahatsız olan kendisi de dahil, Nazi olmayan Almanların girdiği üç ruh haline mercek tutar: Yanılsamalara kaçış, bunlardan en yaygınıdır. Gözlem yapar bu gruptakiler, kendilerini mevzudan olabildiğince uzak tutan gözlemler. Ekonomiye, uluslararası konjonktüre, Alman halkının bilgeliğine ve en çok da cahiller ordusu Nazilerin acemiliğine atıf yapan gözlemler.
Belirli bir tarih vermek güç, ama er geç alaşağı olacaklardır ve bu rezillik sona erecektir. Nazilerin yaptığı hatalar artık bir komedi malzemesi haline gelmişti ne de olsa. Hitler’in ucuz, cahilane konuşmaları, hele imkân olsa karikatürlere konu olacak o hareketleri, mimikleri, görüntüsü. Daha şimdiden çürümüştü Nazilerin sistemi, daha fazla çürüyerek kendini de bitirecekti.
Çürümüş de olsa ayakta kalmaya devam ettiğini, dahası habire geliştiğini gören bir grup da vardır. Daha birkaç sene önce, binlerce insan toplayarak anti-Nazi eylemleri düzenledikleri meydanların boşluğuna bakıp iç geçiren, şimdi o meydanları Nazi bayraklarıyla görmeye tahammül edemeyip hayata küsenlerdir bu grup. Istıraplı, ölçüsüz bir karamsarlığa gömülürler. Sadece siyaseten değil, sosyal olarak da sonsuza dek pes ederler. Günlük yaşamlarının her anına, her yerine sirayet eden politik atmosfer, karmaşa ve korku, ne uğradıklarının bir yenilgi olduğunu düşündürür onlara ne de hareketsizliklerinin dik başlılıkmış gibi görünen bir intihar olduğunu.
“Yaşanan korkunç hadiseler ruhlarının vazgeçilmez gıdası haline gelmiştir”
Son gruptakiler, görece daha aydın bir kesimin sığınağıdır: Nazilerin yaptıklarından, yaptıklarına rağmen yükseliyor oluşlarından dehşete düşenler; düştükleri dehşeti sürekli tekrar eden bir anlatı haline getirenler. Kendi ruh haline de en yakın olduğunu düşündüğü bu grubu, Haffner şöyle tarif eder: “Yaşanan korkunç hadiseler yavaş yavaş ruhlarının vazgeçilmez gıdası haline gelmiştir; bu insanların elinde kalan tek ve kasvetli keyif bu korkunçlukların anlatılmasıdır… Birçoğu bu korkunçluklar olmasa adeta eksiklik hissedecek duruma gelmiştir ve yine bu insanların bir kısmı için karamsar çaresizlik adeta bir tür saadet vesilesine dönüşmüştür.”
Yeni rejimin sinyallerini herkes hissediyor, ama tam olarak neye denk geldiğini, onlara nerede karşı çıkılabileceğini, onlardan nasıl korunacağını kestiremiyordu.
Muhalif gazete, dergi ve diğer yayınlar kapatıldığı, kapatılmayanlar da Nazilerin tarafına geçtiği için hakiki bir oran vermek imkânsız, ancak Sebastian Haffner bu üç grup altında toplanan sessiz muhalefetin 1933’e kadar da Alman halkının yüzde altmışına tekabül edebileceğini düşünür. Bütün o komünistler, demokratlar, liberaller, hümanistler, anti- Naziler bir anda ülkeden kaçmamışlardı ya! Muhalefet liderlerinin bir kısmının direnmeden kaçtığı, bir kısmının öldürüldüğü ya da tutuklandığı biliniyordu. Ama geriye kalanlar, Hitler’in tekrar tekrar deneyip bir türlü istediğini alamadığı seçimlerde Nazi karşıtlarına oy verenler, onlar hâlâ mahallelerinde, evlerindeydiler.
Hele gençler, onlara ne demeli? Daha birkaç sene önce en çok gençlerden korkardı Naziler; yürüyüş, miting tertip etmekten kaçınmalarının en büyük nedeni, çoğu politik bir örgüte mensup bile olmayan gençlerdi. Hiçbir yere de gitmemişlerdi, Berlin sokaklarındaydılar. Ama daha çok geceleri…
Aniden canlanan, birer festival alanına dönüşen Berlin sokaklarına hücum eder gençler. Duvarları kaplayan afiş ve sloganların üstünü bir anda festival, konser, parti ve gece kulübü reklamları kaplar. Her hafta yeni bir gece kulübü ya da bar açılır, açılır açılmaz da salonlarını tıka basa doldurmaya başlar. Gündüzleri çalışan, evinde oturan, Nazilerin yüzlerini dahi görmek istemeyen gençler, akşam karanlığı çöker çökmez dışarı çıkar, sabahın ilk ışıklarına kadar içki içer, dans eder, şansı yaver gidenler o geceden kısa süreli bir aşkla ayrılır.
Aşk arayışları, sevgililik, sıra dışı ilişkilenmeler gençlerin kendilerini buldukları bir kimlik haline dönüşür. Partiler, danslar, konserler sokaklar aydınlanıp Nazi bayrakları tekrar peydahlanıncaya dek sürer. Rutin ruhsat ve kimlik kontrolleri dışında Naziler uzun süre, aralıksız süren bu telaşlı eğlenceye ilişmez. Ne de olsa komünistlerin, Yahudilerin ve diğer vatan hainlerinin saklanamayacağı, envai çeşit renkli ışıklarla aydınlatılmış yerlerde, gözlerinin önündedirler.
Durum o kadar vahim miydi gerçekten? Yoksa memnuniyetsizliği kronikleşmiş muhalifler her şeyi olduğu gibi Hitler’i de abartıyor muydu? Alman halkının esamesi bile okunmazken bütün Avrupa’nın gündemi şimdi Almanya’yla çalkalanmıyor muydu?
Sabaha karşı barlardan ve gece kulüplerinden boşalan kalabalıkların da ne rejimle ilgili konuşmaya takati kalır ne de rejim karşıtlarıyla buluşmaya. Gençliklerini, hayatlarını mahveden Nazilere duydukları öfke hâlâ diridir aslında. Ama öfkelerini nasıl ifade edeceklerini gösterebilecek olan liderleri, o öfkenin hedefine kendilerini de koyacak şekilde ortadan kaybolmuşlardır.
“Köyde birtakım huzursuz edici değişiklikler olmuştu”
Alman gençliği 1930’ları, nereden bakılırsa bakılsın, merkezinde Nazilerin bulunduğu bir kuşatılmışlıkla karşılar. Naziler, Nazi karşıtları, Nazilerden korkanlar, Nazilerden hoşlanmayanlar, işini kaybetmemek için birkaç toplantı ve yürüyüşlerine katılanlar, yüzlerini dahi görmek istemeyip terk-i diyar edenler… En küçük oranını Nazilerin oluşturduğu bu atmosferin inşası kolay olmadı ve tesadüfi değildi. Haffner çocukluğuna, ilk gençliğine eşlik eden I. Dünya Savaşı hikâyelerine, Versay Antlaşması anlatılarına, sonradan Michael Haneke’nin de Nazilerin ruh haline ikame olacak hıncı anlattığı Beyaz Bant filminde kullandığı basit repliğe benzer, basit bir cümleyle başlıyor: “Köyde birtakım huzursuz edici değişiklikler olmuştu…”
O değişikliklerin yeni rejimin sinyalleri olduğunu herkes hissediyor, ama tam olarak neye denk geldiğini, onlara nerede karşı çıkılabileceğini, onlardan nasıl korunacağını kestiremiyordu. Yeni kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ve bütün bunlardan âzâde “uygulamalar” bir anda o kadar çoğalıyor ki, ilk sırada hangi haberi vereceğini bilemeyen gazeteler “manşet”i keşfetmek zorunda kalıyor. Savaşlar ve dış güçlerin oyunları manşete, diğer haberler satır aralarına…
Ülkenin içine sürüklendiği ekonomik ve politik girdabın baş müsebbipliğini birinci gün Yahudiler, sonraki manşet gününde komünistler, bir sonraki gün ise eski kanunlar ve Alman halkının yüz karası eski siyasetçiler üstleniyor gazetelerde. Çok bilinmeyenli basit bir denklem sunuyor manşetler. Her gün bir bilinmeyen veriliyor, diğer bilinmeyenler sonradan birbirini, kendiliğinden tamamlıyordu.
Sözgelimi, Yahudiler tek başlarına hem komünistleri hem de ekonomik buhranı, komünistler hem Yahudileri hem dış mihrakları; dış mihraklar hepsini birden çağrıştırabiliyordu. Bütün bu cüsseli konular ve kaotik manşetler arasında kaybolan, hangisine yeteceğini, yetişeceğini bilemeyen örgütsüz bırakılmış muhaliflerin payına uzun süre ancak ve sadece “kaçınma” kalıyordu: “O zaman dans!”
Führer bugün var yarın yoktu; önemli olan Alman halkının çıkarlarıydı
Öte yandan, durum o kadar vahim miydi gerçekten? Yoksa memnuniyetsizliği kronikleşmiş muhalifler her şeyi olduğu gibi Hitler’i de abartıyor muydu? Daha birkaç sene öncesine kadar Alman halkının esamesi bile okunmazken bütün Avrupa’nın gündemi şimdi Almanya’yla çalkalanmıyor muydu? Silik bir harita çizimiyken artık haritalar çizen bir ülke olmamış mıydı?
Yeniyetme Nazi gençlerinin adının karıştığı birtakım taşkınlıkları, Nazilere yaranmaya çalışan birkaç hakim ve savcının hukuki huysuzluğunu bütün bir rejime mal etmek ne kadar doğruydu? Sözgelimi, Ruhr Bölgesi’nin Almanya’nın milli meselesi olmadığını, bunun için canla başla savaşılmayacağını kim iddia edebilirdi? Yoksa sosyal demokratlar Ruhr Bölgesi’nin Fransızlardan alınmasına muhalefet mi ediyordu?
Sosyal demokratlar ne Ruhr konusunda ne de diğer konularda kendilerini Yahudi- komünist, vatan haini, dış mihrak denklemine sokacak oyuna geldi. Hitler’in hakemliğini yaptığı “millilik” yarışında geride kalamazlardı, kalmadılar. Ruhr mücadelesine verdikleri destek ortadaydı. Sosyal demokrat liderler de destekçilerini Nazilerle girişilecek olası bir çatışmadan hep sakınmıştı. Führer bugün var yarın yoktu; önemli olan Alman halkının çıkarlarıydı…
Gerçeklik zemini
Birkaç yıl sonra Reichstag’da Hitler’e güvenoyu veren de onlardı. Güven oylaması sonunda Hitler de sosyal demokratlara dönmüş, kopardıkları alkış tufanına kendisi de katılarak teşekkür etmiş ve belki de uzlaşmanın ilk sinyallerini vermişti. O gün sosyal demokratlarla Nazilerin, Horst Wessel marşını ayakta, hep beraber söylemeleri belki de normalleşenin başladığına işaretti. Marşı bir SA (Fırtına Birlikleri) subayının yazmasının o an, öylesi bir coşkuda ne önemi vardı?
Yakın zaman sonra sosyal demokratların da tıpkı diğerleri gibi ülkeyi apar topar terk etmelerine neden olacak bu uzlaşıyı Haffner “bir tür gerçeklik zemini” olarak tanımlıyor: “Naziler artık, şimdiye kadar olduğu gibi hesapsız ve taşkın münferit aksiyonlarla değil, sistematik bir şekilde, kılı kırk yaran bir titizlik ve düzenle, kanunlar ve kararnamelerle yapıyorlardı bu işi. Nazilerin devrimi bir memur çehresi takınmıştı artık… Bir Alman’ın uyum sağlamaktan başka hiçbir şey yapamayacağı bir gerçeklik oluşuyordu.”
Sosyal demokratlar ne Ruhr konusunda ne de diğerlerinde kendilerini Yahudi-komünist, vatan haini, dış mihrak denklemine sokacak oyuna geldi. Hitler’in hakemliğini yaptığı “millilik” yarışında geride kalamazlardı, kalmadılar.
Sosyal demokratların sonuna mâl olsa da uzlaşı bir rahatlama yaratmıştı… Sosyalist partilerin tabanı da dahil olmak üzere yüz binlerce muhalif, Nazi partisine, ahlâki bir baskı hissetmeden geçmiş, kutuplaşmadan doğan gerginlik son bulmuştu. Nazi muhaliflerinin toplandığı kamplar hakkında konuşmamak için cezai müeyyidelere gerek kalmamıştı, kampların varlığı, yerleri, oralarda neler yaşandığı milli bir sır haline, kendiliğinden dönüşmüştü. Siyasal kutuplaşmanın zamanı dolmuştu, devir Alman halkı devriydi…
Nazilerle herhangi bir konuda anlaşmaları mümkün olmayan muhaliflerin akın akın “gamalı haç”a katılmalarının psiko-sosyolojik nedenlerinden bahsediyor Haffner. Yenilgiyle, sürekli tekrar eden yenilgiyle yaşamak imkânsız hale gelmişti. Aslında bu yenilginin muhaliflerin hepsini kapsadığını ne Naziler iddia etmiş ne de muhalifler farkına varmıştı. Bu konudaki, hemen herkesin hemfikir olduğu başka bir kabul, onları bunu tartışmaktan kurtarıyordu.
Konu ne olursa olsun, kaybedenler hep sosyalistlerdi. Bu, parlamentonun etkisinin kırılıp daha güçlü bir sistem oluşturma çabalarında da böyleydi, yeni medeni, iş, ticaret kanunları çıkarılınca da… Yahudilere yapılanlara itiraz edenler de sosyalistlerdi. Demek ki Yahudilerin tasfiyesi sosyalistlere de darbe vuracak, Sovyetler’in gizli emellerini çökertecekti. Yoksa Almanya’nın Yahudi vatandaşlarıyla hiçbir sorunu yoktu.
Nazi olsun ya da olmasın, bütün analistler konuyu bu ve buna benzer bağlamlarda değerlendiriyordu. Yahudilerin tasfiyesi ölümle mi olmalıydı yoksa başka bir ülkeye gönderilmeleri mi daha iyiydi? Yerleştirildikleri yerlere nakillerinin maliyeti nasıl düşürülebilirdi? Harici ülkelerin bu konudaki serzenişlerinin önü nasıl alınabilirdi? Sayıları bu kadar artan bir kalabalığın iş gücünden yararlanılması ülkenin menfaatine olmaz mıydı?
Naziler bu konuda Yahudiler ve sosyalistler dışındaki hemen her görüşten yorumu, eleştiriyi dinledi ve Alman halkının fikrine başvuruyormuş gibi not aldı. Bu, Nazi muhaliflerine de sınırları belirlenmiş bir manevra alanı yaratıyordu: Almanya’nın yeni gerçeklik zemini…
O zemin sadece siyasal alanla, Hitler’le, Nazilerle, muhaliflerle, öldürülenlerle, tutuklananlarla sınırlı değildi. İnsanların birbirlerine nasıl selam vereceğinden evlerinin duvarlarına hangi fotoğrafları asacağına, hangi kitapları okuyacağından ne tür müzik dinleyeceğine kadar hemen her şeyi belirleyen bir “bizlik yanılsaması” ve Haffner’in deyişiyle “bütün grupların manevi seviyesini en son mensubunun da ulaşabileceği en aşağı düzeyde sabitleyen, tartışma kabul etmez bir tür yoldaşlık fenomeniydi” o zemin.
Nazilerin başarısı bu zemini hayatın kendisi olarak sunmalarındaydı: “Çok tuhaftı ki, dehşet verici gelişmelere karşı bir yerlerde güçlü, canlı bir tepki verilmesinin engellenmesine yardımcı olan da işte bu mekanik ve otomatik süregiden hayatın kendisiydi.”