KOÇU’NUN AHMET RASİM’İ

Ahmet Eken
20 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişe eşlik eden yarım asırlık yazı hayatına 99 kitap sığdırdı. İstanbul’u İstanbul yapan insanları “en öz dilleri, şiveleri, argolarıyla” konuşturdu. Tarihçi Reşad Ekrem Koçu’nun deyişiyle “devrini nisyandan kurtaran ölmez adamlardan” biriydi. Edebiyatımızın büyük yazarı Ahmet Rasim’i ölümünün 87. yıldönümünde saygıyla anıyoruz…

Ömrü boyunca tarihin labirentlerinde, İstanbul’un sokaklarında dolaşan, bulduklarını, gördüklerini, duyduklarını ve okuduklarını yorulmadan kâğıda geçiren Reşad Ekrem Koçu’nun ardında bıraktığı kitaplardan bir tanesi de Ahmed Rasim biyografisidir.

Kendisini büyük ölçüde etkileyen Ahmet Rasim’in vefatından (21 Eylül 1932) uzun olmayan bir süre sonra, 1938 yılında yayınlanan kitabın ilk sayfaları ona olan sevgi ve saygısını gösteriyor: “Ahmed Rasim, her iki kelimenin en kuvvetli manasıyla büyük bir artist, büyük bir muharrirdir. Venedik ressamlarını hatırlatan renkli tasvirleri, en küçük ve uçucu bir hareketi tespit eden enstantane klişeleri, orijinal üslubu ve tipik bir İstanbul çocuğunun kıvrak zekası, ince zevkleri ve pürüzsüz, şakrak dili ile, yaşadığı devri kendisi de dahil olduğu halde nisyandan kurtaran ölmez adamlardan biridir.”

İstanbul’un kokusu, esansı

Koçu, övgü dolu sözlerini Ahmet Rasim’in yazdıklarının içeriğine de değinerek noktalıyor: “Bilhassa, sokakları, evleri, abide ve umumi müesseseleri, meyhane ve batakhaneleri, mesire yerleri, vapurları ve kayıkları, tramvay ve arabaları, bir kelimede toplar isek manzara ve insanları ile sesli ve renkli bir film halinde akmaktadır. Balıkçılar, tulumbacılar, serseriler, kumarbazlar, devrin tanınmış simaları, sanatkârlar, mahalle aralarında yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir İstanbul, Ahmed Rasim’in yazılarında en öz dilleri, şiveleri, argolarıyla konuşurlar. Eserlerini sıkar isek İstanbul’un kokusu, esansı damlar.”

Ahmet Rasim hatıra yazma konusunda cömert bir yazar. Beş tane anı kitabı var. İlk anı kitabı, 1895 yılında yayınlanan Gecelerim. Bu kitapta sekiz dokuz yaşındaki yaramazlıklarını, mahalle mektebini, Darüşşafaka’ya girmesini, yatılı okul anılarını, mektebi bitirişini ve basın dünyasına girişini okuyoruz. 1910 ve 1911 yıllarında çıkan dört ciltlik Şehir Mektupları gazete ve dergilerde yayınlanan yazıların bir araya getirilmesinden oluşan bir kitap. 1922’de yayınlanan iki ciltlik Fuhş-i Atik ise yazarı, dönemini ve İstanbul’u tanımak isteyenler için vazgeçilmez bir kitap. Umarım bir gün layık olduğu bir baskıya kavuşur.

“Balıkçılar, tulumbacılar, serseriler, kumarbazlar, devrin tanınmış simaları, sanatkârlar, mahalle aralarında yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir İstanbul, Ahmed Rasim’in yazılarında en öz dilleri, şiveleri, argolarıyla konuşurlar.”

Muharir, Şair, Edip kitabı 1924 yılında çıkmış. Koçu bu kitabı kısaca şöyle tanıtıyor: “Bu eserinde ilk yazı heveslerinden başlayarak Edebiyat-ı Cedîde zamanına kadar, kendisince ‘bir komediye’ benzettiği matbuat âleminde görüp geçirdiklerinden bir kısmını anlatır. 24 makale halinde yazılmış olan bu hatıralar Darüşşafaka’da iken başlayan gazete ve mecmua düşkünlüğünden tutturarak, o sıralarda mektepçe yasak olan bu şeyleri tedarik için çekilen eziyetler ve yapılan hileleri, kendisinde vezin ve kafiye merakının nasıl uyandığını, mektebe o zamanki edebiyat hadiselerinin nasıl intikal ettiğini anlatarak faslını tamamlar.”

Basın dünyasına adım atışını ve bu yıllarda yaşadıklarını, dönemin yazarlarını, edebiyat kavgalarını, sansür meselesini, bazı meyhaneleri ve kadının basın dünyasına girişini yine bu kitapta okuyoruz.

1927’de yayınlanan Falaka’da yazarın bir kez daha çocukluğuna geri döndüğünü görüyoruz. Anılarına dayanarak yarım dayanarak yarım asır önceki okulları ve eğitimi anlatıyor. Ancak, Koçu’nun kelimeleriyle, “eserin asıl mihverini teşkil eden” falaka cezasıdır.

Koçu, tüm bu bilgileri derleyerek tanıtıcı bir kitap hazırlamış. Ahmet Rasim’in yaşam öyküsü dışında, eserlerinden bölümler, düzyazılarının gölgesinde kalmış şiirlerinden az sayıda örnek ve bir de eserlerinin listesi bulunuyor.

Falaka tedrisatı

Ahmet Rasim 1865’te İstanbul’da Fatih’in Sarıgüzel mahallesinde doğar. Anası babası o daha çok küçükken boşanırlar. Yazarı zor koşullarda annesi yetiştirir. Yaramaz bir çocuktur, annesinin bütün uyarılarına rağmen bundan vazgeçmez. Mahalle mektebine gidiyorum diye evden çıksa da, okul pek uğradığı bir yer değildir. Ancak günlerden bir gün başına öyle bir şey gelir ki yaşamı boyunca unutamaz. Kendisinden dinleyelim…

“Evden çıkar çıkmaz valideye gösteriş olmak üzere mektep tarafına doğru giderim. Oradan bir tarafa sapar, cami avlusuna kendimi dar atarım. Akşama kadar oynarım… Bir gün camide oynuyorum. Ağır bir el kulağıma yapıştı. Ben arkadaşlarımdan biri çekiyor zannıyla, etme dönersem vururum, diyerek elimdeki cevizle nişan almakta devam ederken bir sille ensemde patladı. Yüzükoyun düştüm. Bir de ne bakayım? Kalfa. Ne?.. Hayatım çekiliyor zannettim, öteki çocuklar hep bana bakıyor. Ağlayamadım. Adamcağız cellat gibi durmuş bakıyor, benim de burnumdan zırıl zırıl kan akıyor. Kalfa attığı tokatın ehemmiyetini anladığı halde yine o tavr-ı hunrizi ile sert sert: ‘Haydı mektebe’ dedi.” Ve okula giderler.


Ahmet Rasim’i burada falaka cezası beklemektedir. Yaşadıklarını okuyalım: “Ben daha girer girmez falaka da indi. Ayaklarımı çıkardılar. Herkeste sükût! Ben bayılmışım, ayılmışım. Eve gideceğim, yürüyemiyorum. Tabanlarım yaralı güç hal ile gittim. Valide de beni bekliyor, o da işten haberdar. Meğer bu belayı başıma getiren o imiş. Hamama gidecekmiş, beni mektepten almaya gelmiş, bulamayınca kalfaya söylemiş, o bela da geldi beni buldu.”

Ancak yediği dayağın faydasını da görür: Anası mektepte yediği için dayak atmaz! Akşam yemeğinden sonra yatıp uyur. Fakat karabasan bitmemiştir. Uykusunda inlediğini duyan annesi sabaha kadar başından ayrılmaz. Lakin ayaklarına bakacağına yüzüne bakmıştır. Sabaha kadar inleyen çocuğunu alıp hamama giden kadın burada durumu görür. Çocuğun tırnakları mosmor olmuş, kan oturmuştur. Bayılacak gibi olur, gözyaşlarını tutamaz ve “seni bir daha o mektebe yollamıyacağım” diyerek yemin eder.

Sen misin Galata’ya giden?

Bu olaydan sonra Ahmet Rasim, Darüşşafaka’ya girer. Kaydedilen öğrenci ilk üç ay velisine gösterilmemekte, dersini bilmeyenlere yemek olarak kuru ekmekten başka bir şey verilmemektedir, ama falaka yoktur. Sadece amire karşı gelenlerin kıçına on değnek vurulur. Eğer suç çok daha büyükse öğrenci okuldan atılır.

İzin ayda bir kezdir. Perşembe günü harici üniformasını giymiş öğrenci, velisiyle birlikte çıkar ve cuma akşamına kadar dışarıda kalabilir. Ancak izni kullanmanın da kuralları vardır. Ahmet Rasim kuralları sıralıyor: “Galata’ya, Beyoğlu’na geçilmeyecek, semti olanlar bile ora sokaklarında gezinmeyecek. Tiyatrolara, çalgılı kahvelere gidilmeyecek. Altıncı sınıfa kadar velisiz gezilmeyecek. Düğmeler ilikli, tokalar bellerde olacak. Ellerde bohça, büyük paketler bulunmayacak.”

“Üzeri yağlı boya ile resimli bir perdeye karşı oturduk. Açıldı. Güzel bir kız müzika ile beraber: ‘Kalkın tayfalar / Gemi yalpalar / İçelim şarap / Olalım harap / Lariçom terelelli hahahay / Lariçom terelelli hahahay’ dedi. Bir bacağını havaya kaldırıp kaçtı gitti.”

Bu yasaklardan bir tanesi Ahmet Rasim’in kafasını kurcalamaya başlar. Bu kural da Galata ve Beyoğlu yasağıdır. Şöyle devam ediyor: “Bu tenbih hepimizi uyandırıyordu. Birbirimize sormaya başladık. Ezcümle arkadaşlardan bir ‘Ahmed Galata’ var idi. Ona diyorduk ki: ‘Sizin semt nasıl bir yer?’ ‘Bizim semt mi? Çalgılar, davullar, tiyatrolar mı istersiniz?’”

Nihayet bir izin günü Ahmet Rasim ve arkadaşları Galata’ya gider ve “Kuşlu” adındaki bir tiyatroya girerler. “Üzeri yağlı boya ile resimli bir perdeye karşı oturduk. Açıldı. Güzel bir kız müzika ile beraber: ‘Kalkın tayfalar / Gemi yalpalar / İçelim şarap / Olalım harap / Lariçom terelelli hahahay / Lariçom terelelli hahahay’ dedi. Bir bacağını havaya kaldırıp kaçtı gitti. Seyirciler el çırpıyorlar, ayak vuruyorlardı. Biz de çırptık, vurduk. İlk defa alkışa giriyordum!.. Görüyorsunuz ya, kantoyu bir kere okudu, ben zaptettim. Dikkatin keskinliğine nazar buyurula.”

Ancak bu tiyatro macerası Ahmet Rasim ve arkadaşlarına pahalıya patlar. Daha ikinci gidişlerinde okulun vekilharcı tarafından yakalanıp okula getirilirler. Müdür çocukları on gün hapis, üç ay izinsiz kalma cezasına çarptırır.

Ahmet Rasim’in ehlikeyif yanı devrin karikatürlerine sık sık konu olmuştu (Aydede, 4 Şubat 1922)

“O müstakbel güneş”

Ahmet Rasim’in yasaklı yerleri keşfetme hayatı bu şekilde başlar. Ancak hiçbir ceza daha sonra kaleme aldığı Fuhş-i Atik adlı eşi benzeri olmayan eserinde bizlere sözünü edeceği “muzır yerlere” gitmesine engel olamaz. Yıllarca “yasaklı” Galata ve Beyoğlu’nun sokaklarında dolaşır, meyhanelerinde çakırkeyf olup tiyatrolarına gider, kafeşantanlarında bazen iyi bazen de bayağı şarkılar dinler…

Ahmet Rasim, Darüşşafaka’yı 1883 yılında birincilikle bitirir. Darüşşafaka mezunları nizam-ı mahsusuna göre ya telgrafhaneye yahut Rüsumat Nezareti’ne (vergi dairesi) memur olmaktadırlar. O telgrafhaneyi seçer ve işe başlar. Artık belindeki altın saatiyle, kravatıyla, ceketinin sol üst cebindeki ipek mendiliyle o bir genç memurdur. Fakat buna hiç hevesi yoktur. Günlerden bir gün bir Fransız şairinin şiirini çevirip Tercüman-ı Hakîkat gazetesinin başyazarı Ahmet Mithat’a gönderir. Çeviri basılır. Gazeteyi gören Ahmet Rasim çok mutlu olur. Ancak ilk çalıştığı gazete bu olmaz. Bir rastlantı sonucu Cerîde-i Havâdis’te işe başlar.

“Aman azizim, sana bir nasihatim var. Açlığa son derece idman! Çünkü perhizler, oruçlar bütün salâh-ı nefis için icat edilmiştir. Baktın ki pek ziyade acıktın, derhal kaleme sarıl, yaz! Tokluğa birebirdir! Nefsimde tecrübe ettim, inan, söylerim sana.”

Yarım asırlık yazı hayatı böyle başlamıştı. Bu yorucu hayatın son yıllarında büyük muharririn kaleminden şu monolog çıkmıştı: “Laf değil, muharrir bu! Yaz! Hep çalakalem yaz! Durma yaz!.. Deme kış yaz, oku yaz! Bu nasihatı kulağına küpe yap! Buna bir rümuz olmak üzere olmak üzere kurşun kalemini kulağının arkasından eksik etme! Yolda yaz, tramvayda, otomobilde, şimendiferde, vapurda, arabada, kayıkta, dur, otur, hopla zıpla, yaz. Gazetelerde, mecmualarda sütunlar, abideler dik. Kütüphanelerde mücelledat yığ… Hatta uykunu kes, boğazına yeme, kâğıt, kalem, mürekkep al. Sol elin başında, sağ elin kaşında düşünür gibi durduktan sonra aklına gelirse yaz!.. Müteveffa kitapçı Arakel bir kitabımın forma fiyatından yirmi tenzil emeliyle: ‘Rasim Bey, bir gün olacak, seni de; işte… işte… geçiyor! bak! bak! diye parmakla gösterecekler. Bugünler yakındır’ dedi idi. Herkesin dediği gibi, bunun da dediği geldi çıktı. Aman azizim, sana bir nasihatim var. Açlığa son derece idman! Çünkü perhizler, oruçlar bütün salâh-ı nefis için icat edilmiştir. Baktın ki pek ziyade acıktın, derhal kaleme sarıl, yaz! Tokluğa birebirdir! Nefsimde tecrübe ettim, inan, söylerim sana.”

Bu monologun sonlarında Ahmet Rasim’in bu zor mesleği neden seçtiğini de okuyoruz: “Ben matbuata, henüz mektepte iken musallat olan bir sâikin zoru ile intisap etmiştim. Para kazanmayı değil, gazete matbaası olsun da neresi olursa olsun o binadan içeriye girmek, isterse bütün cemaat-ı muharririn arasında bulunmak yegâne emelimdi. Hele başmuharrirlik keyfiyet şan ve şerefi, o müstakbel güneş, zavallı ruhumu yakıp kavururdu.”

99 kitap, altmış küsur beste

Ahmet Rasim’in çocukluk, ilk gençlik ve basın dünyasına intisap dönemlerini anlatan Koçu, yazarın bundan sonraki yaşamı hakkında kısaca bilgi verip kitabının diğer bölümlerine geçiyor. Bu özet kısımdan öğreniyoruz ki, Ahmet Rasim basında görünmeye 1885 yılında başlamış, 1886’dan itibaren ilk risaleleri çıkmış, fakat imzası ilk kez 1891’de Servet-i Fünûn dergisinde görülmüş. 1894’te yayınlanmaya başlayan İkdam gazetesinin en meşhur yazarı olmuş…

Ahmet Rasim, Kadıköy’deki Şifa Gazinosu’nda, öğle rakısına ara kahvesi alıyor

Okurlara kendini sevdirip aranan bir yazar haline gelen Ahmet Rasim, II. Abdülhamit sansürünü ürkütmeden aralıksız yazmış. Balkan Harbi’nde ve I. Dünya Savaşı’nda Romanya ve Filistin cephelerine gitmiş. Savaş sonrası mütareke yıllarında Ankara’yı destekleyen gazetelerde çalışmış. 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İstanbul milletvekili olarak girmiş. 21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde vefat etmiş.

Kitabın son bölümünde Ahmet Rasim’in eserlerinin listesini görüyoruz. Bu listeye göre yazarın yazdığı kitap sayısı 99. Bunların 26’sı roman ve hikâye, 11’i tercüme, beşi hatıra, dokuzu makaleler, sekizi tarih, onu muhtelif konular hakkında ve geri kalan 27’si ise mektep kitabı. Koçu ayrıca bu kitapların içeriği hakkında kısa bilgiler vermeyi de ihmal etmemiş. Bu mektep kitapları sıbyan mekteplerinden rüştiyelere kadar eğitimin farklı kategorilerinde bulunan öğrenciler için hazırlanmış. İçlerinde tarih kitabı da var, imla kitabı da. Tercüme veya telif, Ahmet Rasim’in hazırladığı bu ders kitaplarının incelenmesi, muhtemelen 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki öğrenimin durumunu göstermesi açısından yararlı olacaktır.

Koçu kitabında Ahmet Rasim’in bestekâr yanı hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermiyor. Sadece “hassas bir şairdi, ince ruhlu bir bestekâr oldu” diyerek konuyu noktalıyor. Geçerken söyleyelim, Darüşşafaka yıllarında Zekai Dede’nin öğrencisi olan ve bu heves ve yeteneğini bestekârlığa kadar götüren Ahmet Rasim’in günümüzde de icra edilen altmıştan fazla bestesi var. Dinleyenler hatırlayacak, “Bir gönülde iki sevda sonu bilmem ne olur”, “Can hasta gözüm yaşlı gönül zâr ü perişan”, “Dün gece bezm-i meyde âh edip anmış beni” veya “Bu akşam gün batarken gel” gibi şarkıları ona borçluyuz.

^