Kürtçe çevirileriyle tanıdığımız Kawa Nemir’le yolunuz nasıl kesişti?
Aylin Kuryel: 2018’de Amsterdam’da, Read My World adlı bir edebiyat festivalindeki bir etkinlikte tanıştık. Annem, yazar Raşel Meseri’nin Kürtçe-Türkçe-Ermenice basılmış Gezi Direnişi masalı Pen Parkta kitabından bahsederken, Kawa bana döndü ve “o kitabı Kürtçeye ben çevirdim, en zevk aldığım çevirilerden biriydi” dedi. Anne Frank’ın 1933-1942 yılları arasında yaşadığı, 2004’ten beri sürgünde ve risk altındaki yazarların kaldığı evde kalıyordu, bizi oraya davet etti.
Kawa Nemir’in hikâyesinde size cazip gelen, belgeselini yapmalıyız diye düşündüren ne oldu?
Fırat Yücel: Kawa doğduğunda ilk işittiği kelimeler Kürtçe, ama ilkokuldan sonra Kürtçeyi unutmuş, ortaokuldayken Türkçe şiir yazmaya başlamış. Filmde de gördüğünüz gibi, annesinden, dedesinden, bütün bir Kürt coğrafyasından öğrendiği kelimeleri defterlere not ede ede Kürtçeyi yeniden öğreniyor. Orta sınıf bir Kürt ailenin Kürtçe konuşan tek çocuğu. Yılmaz Güney’e ithafla ailesi ona Yılmaz adını verse de, sonradan Kawa ismini alıyor. Yeşilçam’ın avantür filmlerinin Yılmaz Güney’inden demirci Kawa efsanesine uzanan bir hikâye…
Biz de aslında zaman içinde birkaç defa bu hikâyeyi anlatmaya ikna olduk. “Türklük Sözleşmesi” kavramını araştırırken karşımıza TBMM’nin ilk dört döneminde vekillik yapmış Celal Nuri İleri’nin Devlet ve Meclis Hakkında Musahabeler (1932) kitabı çıktı. Türk olmak için vacip olan şartları sayan Celal Nuri İleri diyor ki, “Türkçe bir ferdin kendi dili olmalı; evinde, ailesi içinde Türkçe konuşmalı, Türkçe düşünmeli”… Hatta “rüyasında Türkçe sayıklamalı, bir not tutarsa Türkçe tutmalı”… Filmde Kawa’nın 1993 baharında bir sabah ilk kez Kürtçe rüya gördüğünü anlattığı bir bölüm var. Bawer Çakır’ın kendisiyle Bianet için yaptığı “Çocuklar Anadillerinde Rüya Görebilsinler Diye” başlıklı söyleşide bu anekdotla karşılaştığımız an bizim için eşik noktalarından biriydi. O sırada korona önlemleri nedeniyle sokağa çıkma yasaklarını yaşıyorduk, Aylin bir yandan pandemide görülen rüyalarla ilgili başka bir video üzerine çalışıyordu. Bu anekdotu gördükten sonra rüyasında Kürtçe sayıklamaya başlayan çocuğun hikâyesini anlatmalıyız diye düşündük.
Aylin: Benim için kayıt altına alma arzusunu tetikleyen en belirgin anlardan biri, ilk muhabbetlerimizden birinde Kawa’nın Ulysses’i Kürtçeye çevirmesinin aynı zamanda bir öç hikâyesi olduğunu dile getirmesiydi herhalde. Asimilasyon politikalarına, devlet şiddetine, dil üzerindeki baskılara karşı mücadele edenlerin arasına karışmış Kürtçe konuşan bir James Joyce fikri çok çarpıcı gelmişti. Kawa’nın deyişiyle, “insanları dünyayı Türkçe anlamaktan kurtarmak” için saflara katılmış bir Joyce. Bu hayal bizi edebiyatın ve çevirinin bir direniş biçimi olarak takibi nasıl yapılır, kaydı nasıl tutulur sorularının peşinden gitmeye sevk etti.
Kawa uzun yıllardır çevirmenlik yapıyor. Shakespeare, Ezra Pound, Yeats gibi modern edebiyatın kurucu figürlerini Kürtçeye kazandırmış, dille ilişkisinde meşakkatli yollardan geçmiş bir çevirmen. Onun için Ulysses’i ayrıcalıklı kılan ne sizce?
Aylin: Ulysses 16 Haziran 1904’te başta Leopold Bloom olmak üzere birkaç karakterin başından geçen olayları, Dublin’deki karşılaşmalarını anlatıyor. Tek bir günün, bir perşembe gününün 700 küsur sayfaya yayılmış anatomisinde inanılmaz bir gündelik hayat bilgisi var. Gazete kupürlerinden reklam ilanlarına, bar köşelerindeki siyaset tartışmalarından nesnelerin fiyat dökümüne uzanan bir gündelik hayat ansiklopedisi. Bir yandan da İngiltere ve İrlanda edebiyatının farklı türlerini taklit eden, bir stilden diğerine atlayan, onları birbirine doladıkça bozan, yeniden kuran bir kitap. Kâh bir tiyatro oyununa dönüşüyor kâh ucuz bir aşk romanına, bir bölüm müziğe yaklaşmayı amaçlayan bir dil kurmaya çalışırken, diğerinde kitap boyunca dışarıdan baktığımız Molly’nin kendi ağzından neredeyse noktasız virgülsüz bir bilinç akışı okuyoruz.
22 bin kelimeden oluşan bu bilinç akışı aslında sekiz “cümle”den oluşuyor; 4391 kelimelik son cümle 2001’e dek İngilizce yazılmış en uzun cümle kabul edilmiş. Dolayısıyla, Kawa’nın filmde de bahsettiği, Kürtçede gündelik olarak kullanılan, fakat henüz beyaz kâğıda aktarılmamış kelimeleri, deyişleri, dilsel formları kâğıda aktarmak için inanılmaz bir alan açıyor Ulysses. Belki de Ulysses çevirisini ayrıcalıklı kılan dilin olanaklarını böylesine yoklamak, zorlamak durumunda bırakması. Joyce İngilizce dilinin sınırlarını zorlarken, Kawa’nın da Kürtçede bunu yapması gerekiyor. Kendi sınırlarına meydan okumayı seven Kawa gibi bir yazar-çevirmen için harika bir sınav.
Ulysses’in ana eksenlerinden biri İrlanda’nın Birleşik Krallık’la ilişkisi, sömürgecilik tarihi ve bağımsızlık mücadelesi. Joyce sömürgecilik karşıtı, bağımsızlık mücadelesinin milliyetçi tonuna mesafeli bir yazar. Bugün başka bir sömürgeci coğrafyada bu kitabı çevirmek ona diğer çevirilerden farklı bir politik anlam da katıyor kuşkusuz.
Asimilasyon politikalarına, devlet şiddetine, dil üzerindeki baskılara karşı mücadele edenlerin arasına karışmış Kürtçe konuşan bir James Joyce fikri çok çarpıcı gelmişti. Kawa’nın deyişiyle, “insanları dünyayı Türkçe anlamaktan kurtarmak” için saflara katılmış bir Joyce.
James Joyce’la sizin nasıl bir mesainiz oldu?
Fırat: Üniversitedeyken tamamını İngilizce okumaya cesaret edebildiğim ilk kitaplardan biri Dublinliler’di. Ulysses’i okumaya niyetlenmiş, ama bir-iki sayfanın ötesine geçememiştim. Yıllar sonra tarihin edebi ve siyasi bir cilvesiyle kendimi Amsterdam’da buldum. Bir tarafımda Ulysses’in Kürtçe çevirmeni Kawa, diğer tarafımda Türkçe çevirmenlerinden Armağan (Ekici) vardı. Ulysses okur-yazarlığını onlarla söktüm diyebilirim. Armağan belgesel üzerine çalışırken, çevirisini yaptığı Bloomsday Kitabı’nı armağan etti; Harry Blamires’in bu kitabı Ulysses’te yolumu kaybettiğim anlarda yardımıma koştu.
Joyce’un dünyasıyla ilgili Kawa’nın yaptığı en mühim hatırlatma da şuydu: Ulysses bir “yüksek sanat” ürünü değil. Romanı okumayı zor kılan şey, oradan buradan, mitolojiden, dinden yapılan alıntılar, Homeros’la paralelliği ya da Shakespeare göndermeleri değil, Joyce’un gündelik hayatın deyimler, duygular, eşyalar, nesneler, düşünceler trafiğini kâğıda dökme konusundaki tutkusu. Bir kere bu tutkuyu anlayınca Joyce’la yıldızınız barışıyor. Şunu da anlıyorsunuz, belki bu bizim için tahayyül edilmesi çok mümkün bir şey değil bugün, inanması güç, ama 20. yüzyılın başında kitap okumak sadece “entelektüel bir faaliyet” değilmiş. Orta sınıf da, avam takımı da Shakespeare okuyor, okudukları, akıllarında kalan satırlara günlük hayatlarında atıflar yapıyorlar. Ulysses Çevirmek’in sonundaki matbaa çalışanı Çetin Daşdöğen’in gözüne ilişen satırlar gibi. Bütün o roman, tragedya, şarkı, türkü alıntıları da aslında Dublin’in gündeliğinin parçası. Bir kere bunu idrak edince Ulysses’i bir çeşit fantastik modern şehir günlüğü olarak, halk, sınıf ve elitizm kavramlarıyla ilgili varsayımlar cetvelimizi kırıp atan modernist bir kolaj olarak okumaya başlıyorsunuz.
Sizi Joyce’ta etkileyen başka neler olmuştu?
Fırat: Joyce’ta beni etkileyen şey günlük hayatın en ufak ayrıntısından kozmosa açılan ansiklopedik modernist tutkuyu sosyalist bilincin de ötesinde sosyalist bir tutkuyla birleştirmesi oldu. Belki sadece Robert Musil’inkiyle kıyaslayabileceğim bir sosyalist tutku bu. Öyle bir tutku ki, milyonlarca kelimeyi kâğıda basan matbaa makinesinin bir işçinin, tek bir işçinin işini bırakmasıyla durabileceğini hatırlatıyor Ulysses’in bir ânında. Evrenin bütün sözcüklerine açılan o modernist tutkunun tek bir işçinin hareketini durdurmasına tabi olduğunun bilincini mürekkebe akıtıyor.
Aylin: Ulysses için “en çok alınan, ama en az okunan kitap” derler. Kitap nihayete ermemiş birkaç okuma denemesinden sonra benim de uzun süre kütüphanemde durdu. Kawa nasıl Ulysses’i anlamanın en iyi yolunun onu çevirmek olduğunu söylüyorsa, bizim için de okumanın en iyi yolu Kawa’nın çevirisinin belgeselini yapmak oldu belki de. Armağan Ekici’nin göz korkutmayan sürükleyici çevirisi, Kawa’nın kılavuzluğu sayesinde kitapla yakın ve sebatkâr bir ilişki kurabildim. Okuyucuyu afallatan, tam bir şeye alışmışken onu elinden alıveren, durmadan dilin kendisi üzerine düşünmeye iten bir kitap Ulysses. Bir doz Ulysses aldıktan sonra başını kaldırıp hayata karıştığında gündelik hayatı dilimleme, zamanı çekiştirme ve genleştirme, detaylarda boğulma gibi yan etkileri oluyor. Sokaktaki tükürük izini, kafede oturan birinin kolundaki boğumu, cızırdayan yağın kokusunu, köşe başındaki bira kusmuğunu, kaldırım çatlaklarında biriken çamuru es geçememe gibi takıntılar ortaya çıkarıyor. Hızlıca bitirmeye çalışmadan küçük dozlar alarak, belgesel üzerine düşünmenin parçası kılarak okumaya çalışmak bana iyi geldi.
“Ulysses”in ana eksenlerinden biri İrlanda’nın Birleşik Krallık’la ilişkisi, sömürgecilik tarihi ve bağımsızlık mücadelesi. Joyce sömürgecilik karşıtı, bağımsızlık mücadelesinin milliyetçi tonuna mesafeli bir yazar. Bugün başka bir sömürgeci coğrafyada bu kitabı çevirmek ona diğer çevirilerden farklı bir politik anlam da katıyor.
Kawa’yı bulduğunuz yer Anne Frank’in Evi; Amsterdam için bu ev ne ifade ediyor?
Aylin: Anne Frank günlüğünü 13. yaşını da kutladığı Amsterdam’ın güneyindeki bu evde (Merwedeplein 37) yazmaya başlıyor. Ailecek 1933-1942 arasında yaşadıkları bu evi terk edip şu anda Anne Frank Müzesi olan binaya sığınıyorlar. Her gün turist akınına uğrayan ve içeride kalabalık arasında yolunu bulmaya çalışırken tarihle ilişki kurma çabasını bir nebze yabancılaştıran müze ruhundan daha farklı bir şey var Anne Frank’ın evinde. Anne Frank, bir daha dışarı çıkmadığı iki sene boyunca, dışarıya dair en çok Merwedeplein’deki bu evi düşünüyor aslında. Merwedeplein sadece Anne’in yaşadığı değil, yaşayamadığı yer aslında ya da yaşayamadıklarını hayalinde yaşamaya devam ettiği yer. Bu yüzden de bu evde olmak biraz hayaletlerle dolu bir yeri ziyaret hissi veriyor. 2000’lerin başında ev aslına sadık kalarak restore ediliyor, akabinde de Hollanda Edebiyat Vakfı tarafından ülkelerinde sansüre uğrayan, gönüllü veya zorunlu sürgünde olan yazarlara açılıyor. Anne Frank’ın günlüğünün ilk sekiz sayfasını yazdığı yerde bugün direnen başka metinlerin ortaya çıkması, bir hafıza mekânının bir anlamda tümüyle donmadan yaşaması etkileyici. Bu evde İkinci Dünya Savaşı’nı hatırlama biçimlerinin şablonlaşmasının, faşizmin izlerini ve sürekliliğini görünmez kılan anma biçimlerinin dışına taşan bir trafik var.
Filmde Anne Frank’ın Günlüğü’nün sana 13 yaşındayken hediye edildiğini söylüyorsun. Anne Frank’la sen neler yaşadın?
Aylin: 13 yaşına basan birçok Yahudi kız doğum gününde bu hediyeyi almıştır. Hatırladığım kadarıyla aynı doğum günümde kapakları farklı iki tane Anne Frank’ın Günlüğü gelmişti. O zaman okuduğumda üzerimde ağır bir etkisi olmuştu. Bu etkinin şimdi hatırlayabildiğim hatları şöyle: Yahudi olmaya dair belki de ilk defa gelen belli belirsiz bir aidiyet, merak hissi, bunları yaşamadığım için kendimi şanslı hissetme duygusu ve günlük tutma hevesi… O sıralar başlayan günlük tutma macerası en az on yıl devam etti.
Yakın bir dönemde Anne Frank’ın Günlüğü’nü tekrar okuduğumda tabii ki daha önce fark etmediğim bazı yönleri çarpıcı geldi. Bugün aynı yaşlarda Hollandalı çocukların dünyasında gözlemlenebilecek bazı öğeleri Anne Frank’ın ağzından duyabiliyorsunuz: Kraliyet ailesiyle yakından ilgileniyor, onlara olan sevgisinden dem vuruyor. Hollanda’nın bugün hâlâ vazgeçemediği ve açıkça ırkçı bir ritüel olan Noel kutlamalarında arz-ı endam eden yüzü siyaha boyalı köle figürü Zwarte Piet’e sempati besliyor. Öte yandan, bugünün dil ve ifade biçimleri tartışmalarını anımsatırcasına, hizmetçilerden söz ederken onlara “ev işleri yardımcısı” demek gerektiğini savunuyor. Çok net bir eksen var ki, Anne Frank annesi ve tanıdığı diğer kadınlar gibi olmak istemiyor. Yazmak, gazeteci olmak, günlüğünden yola çıkarak Arka Daire adında bir kitap basmak istiyor. Bezelye soymaktan ölesiye sıkılıyor! Şöyle diyor: “Hatıra defterimde bütün yoksunluklarımızı alaya vuruyorum. Öbür kızlardan başka bir hayat sürmeyi aklıma koydum, büyüyünce de ev kadını olmayacağım. Hayata atılışım baştan tuhaf gitti, onun için de en tehlikeli anların bile gülünç yanlarını görebiliyorum.” Erken yaşlarda günlüğü okumanın büyümek, üretim, kadınlık üzerine buralardan da düşündürme potansiyeli etkileyici kesinlikle.
Anne Frank’ın günlüğünde de bahsettiği kestane ağacının hikâyesini geçtiğimiz günlerde Yenal Bilgici Gazete Duvar’a yazdı. Filmde Kawa eski bir kutunun içinden ona hediye edilmiş olan o ağacın meyvesi bir adet kestaneyle birlikte Amsterdam’a Mardin’den getirdiği tek bir cevizi çıkartıyor. O anlar için ne dersiniz?
Fırat: Bitlis cevizi, ama Kawa Mardin’den getirmiş. Kawa’nın nesnelerle kurduğu bağ, yurt fikrine dair çok şey söylüyor. Nereye gitse onları yanında taşıyor. Kawa için yurt, Kürdistan’dan öte, Kürtçe dilinin kendisi. Yanında taşıdığı ceviz ve kestanenin bu duruma edebi bir ton katması hoşuna gidiyor.
James Joyce okurlarıyla ve çevirmenleriyle buluşmanız, onları Kawa’nın çalışmasından haberdar etmeniz, yani arada bir nevi köprü kurmanız nasıl oldu? Bu toplulukla nasıl irtibatlandınız?
Aylin: Nevzat Erkmen’den sonra Ulysses’i Türkçeye çeviren ikinci isim Armağan Ekici’nin de Amsterdam’da yaşıyor olması güzel bir tesadüftü. Orhan Pamuk’un kitaplarını ve Oğuz Atay’ın bolca Ulysses esintili Tutunamayanlar’ını Hollandacaya çeviren Margreet Dorleijn da çalıştığım Amsterdam Üniversitesi’nde ders veriyordu. Pandemi yüz yüze buluşmaları zora sokmuş olsa da çevirmenlerin birbirlerinin çeviri pratiği üzerine kafa yormasına vesile olacak karşılaşmalar yaratmaya çalıştık. Her yıl Ulysses’in geçtiği gün olan 16 Haziran Bloomsday kutlamaları o sene online yapılıyordu, biz de bu sayede Türkiye James Joyce Topluluğu’nun Bloomsday buluşmasını Twitter’dan görüp zoom üzerinden katılabildik. Böylelikle Bursa’daki, Balıkesir’deki Joyce okuma gruplarından haberdar olduk, bir şehrin meydanında Ulysses’ten parçalar okumaya yeltenen kişinin yağmurun bastırmasıyla durmak zorunda kaldığını o sayede öğrendik. Joyce’u Zazacaya çevirmeye çalışan Cemil Yıldız’la, Joyce üzerine akademik faaliyet yürüten Ceren Kuşdemir’le tanıştık, çoğunun Kawa’nın çevirisinden haberdar olmasını sağlayan Joyce harcının ne kadar kuvvetli olduğunu gördük. Ulysses bir yandan özellikle batıda ticari ürünleriyle, kurumsal etkinlikleriyle bir endüstriye dönüşmüş durumda, diğer yandan batıyla sınırlı kalmayan, beklenmedik bir araya gelmelere vesile olan tuhaf bir harç.
Kawa zorunlu göç sonucu kendini Amsterdam’da buluyor. Devletin 2015 sonrası değişen Kürt politikasıyla birlikte barış sürecinin bozulduğu ortamda, Kawa Diyarbakır-Mardin arasında mekik dokurken gözaltı, tutuklanma gibi endişelerle bir nevi Ulysses’i kurtarmak için Amsterdam’a bir burs vasıtasıyla taşınıyor. Onun Amsterdam’daki tutunma hikâyesini de kayıtlara geçiriyorsunuz. Amsterdam Türkiyeli politik göçmenler için bugün nasıl bir yer?
Aylin: Kawa’nın Amsterdam’a göç etmesine neden olan koşullar açık ki bugün de varlığını sürdürüyor. Savaş politikaları devam ediyor, kayyumlar atanıyor, partiler kapanıyor, Kürtçe kitap basan yayınevlerinin sitelerine erişim engeli geliyor. Kürtçe, devletin izin verdiği sınırlar dışında konuşulmasının hayatlara mâl olabildiği bir dil. Ulysses Çevirmek, Ulysses’in Kürtçeye çevrilmesini merkeze koyuyor, öte yandan sınırlı da olsa bir harita çıkarmaya çalışıyoruz. Yani, anlatıyı gazete kupürleri, haberler, buluntu görüntülerle kesmemiz bu yüzden. Kawa Amsterdam’da, ama ülkeyle bağı kopmuyor, diğer yandan Amsterdam ve başka Avrupa şehirlerinde edebiyat ve siyaset üzerinden kurduğu, sürdürdüğü ilişkilerle, işbirlikleriyle sınırların ötesinde bir topluluğun parçası olmayı sürdürüyor. Filmin ev nedir, neresidir sorusu etrafında dolanması biraz da bu yüzden: “Orada bir ev var, ama nerede?” Amsterdam’ın “evleşmesi”nin önünde boğucu bürokratik engeller, oturma iznine dair sıkıntılar, feci bir konut krizi var örneğin. Biz çekim yaparken “Barınamıyoruz” eylemleri Türkiye’yle eş zamanlı olarak Amsterdam’da da yapılıyordu. Bunları da filme eklemek istedik. Ayrıca, yükselen sağın ırkçılığı gün geçtikçe normalleştiren söylemlerinin, tüm sorunların faturasını göçmenlere çıkarma refleksinin yaygınlaşması var. Bu hikâyeyi takip ederken baştan beri “baskıdan kaçılan otoriter ülke” ve onun karşısında “güvenli ve rahat batı” ikiliğine düşmemenin yollarını aradık.
Hollanda’da sağın yükselişiyle birlikte göçmen politikalarında nasıl bir tutum bekliyorsunuz?
Aylin: Birçok yerde olduğu gibi Hollanda’da da sağın fraksiyonlara ayrılarak yayıldığı, bölündükçe genişlediği, bu esnada merkezin giderek sağa çektiği bir siyasi iklim var. 2004’te tanınmış bir yönetmen olan Theo van Gogh’un Fas kökenli bir Hollandalı tarafından öldürülmesinden sonra görünürlüğü hızla artan bir dizi söylem hayatı kuşatıyor.
Nasıl bir kuşatma bu?
Aylin: “Müslüman göçmenler liberal demokrasiye uyum sağlayamaz”, “kadın/gey/lezbiyenler her an onların tehdidi altında”, “artık çokkültürcülük politikalarının ve siyasi doğruculuğun terk edilmesinin vaktidir, buralı olmaktan utanmayı reddediyoruz”… Aşırı sağ parti PvV’nin lideri Geert Wilders’ın seçmenlerine “ne istiyoruz” diye bağırıp “daha az Faslı!” yanıtını aldığı miting de, başka bir aşırı sağ parti FvD’nin lideri Thierry Baudet’nin ırkla zeka seviyesi ilişkisi üzerine sözleri de, “Zwarte Piet ırkçılıktır” yazılı bir tişört giyen eylemcinin polis tarafından yerlerde sürüklendiği görüntüler de hafızalarımızdaki yerini koruyor. Özellikle Surinamlı, Faslı, Türkiyeli göçmenlere, son zamanlarda Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelenlere yönelik yabancı düşmanlığı bu parçalara ayrılmış sağın en önemli harçlarından. Başbakan Mark Rutte’nin “ya sev ya terk et”in bir versiyonu olan “normal ol ya da ülkeyi terk et” diye seçim kampanyası yaptığı bir ortamda, göçmen dayanışma ağlarını, safları sıkılaştırma aciliyeti apaçık ortada.
“Amed Rönesansı” olarak anılan dönemi tabii ki hissediyorduk, herkesin dilinde Kürtçe edebiyat vardı, en önemlisi de sömürgecilik tartışması yürütülüyordu. O dönem sadece Amed Rönesansı olarak yaşanmadı, Kürt sanatçıların İstanbul sanat çevrelerine eleştirileri aracılığıyla “merkez” olarak adlandırılan yerlerin ülkeye ve sanata bakışında da eğrisiyle doğrusuyla bir kırılma yaşandı.
Kawa’nın çevirmenlik yolculuğunu kayıt altına alırken, onun izinde 2015 öncesi Kürdistan’daki kültür ortamını, son derece üretken, capcanlı bir hayatı da hatırlatıyorsunuz. Siz o dönemi nasıl takip etmiştiniz?
Fırat: Diyarbakır’a ilk kez 2010’ların sonuna doğru Altyazı’nın Anadolu Kültür’le düzenlediği film seminerleri için gittim. Sonra gidip gelmelerim film festivalleri ve etkinliklerle devam etti. Ama ilginçtir, Sülüklü Han’da yapılan Dünya Edebiyat Günleri’ne denk gelmemişim hiç, belki denk gelseydim Kawa’yla da çok önceden tanışırdık. Amed Rönesansı olarak anılan dönemi tabii ki hissediyorduk, herkesin dilinde Kürtçe edebiyat vardı, Diyarbakır Sanat Merkezi etrafında çok sayıda etkinlik yapılıyor, en önemlisi de sömürgecilik tartışması yürütülüyordu. O dönem sadece Amed Rönesansı olarak yaşanmadı, Kürt sanatçıların İstanbul sanat çevrelerine eleştirileri aracılığıyla “merkez” olarak adlandırılan yerlerin ülkeye ve sanata bakışında da az ya da çok, eğrisiyle doğrusuyla bir kırılma yaşandı. Bu tartışmalar İstanbul’dakilerin sinemaya, sanata bakışını etkiledi, yanımızda, bagajımızda başka paradigmalarla döndük bir merkezden diğer bir merkeze.
Sözünü ettiğin kırılma ânını imleyen bir gözlemin var mı?
Fırat: Çözüm sürecinin başladığı yıllar: Açlık grevindekiler grevi sonlandırmış; Diyarbakır’da Steve McQueen’in Açlık (2008) filmini göstereceğiz, ben de gösterim öncesi bir sunum yapacağım. Film İrlanda özgürlük mücadelesinin önemli figürlerinden Bobby Sands’in parçası olduğu 1981 açlık grevini anlatıyor. Biliyorsunuz, o dönem İrlanda’yla Kürdistan arasında benzerlikler kuruluyor, bu konu hakkında kitaplar yazılıyordu, bugünün savaş taraftarları dahi bu fikriyatın o zaman parçasıydı. Açlık filmi de bizim için özgürlük mücadelelerinin tarihselliğine dair enternasyonal bir köprü kurmanın imkânını veriyordu. Ama bu bölgedekiler için geçerli değildi, onlar filmi izleyecek olanların Bobby Sands’in hikâyesinden şevk alarak açlık grevine geri dönmesinden endişe ediyordu. Bizim için perdede izleyeceğimiz “film”, analiz nesnesi olan şey, onlar için yaşam ve ölümdü. O gün Açlık’ı oğullarını bu mücadelede yitirmiş anneler izledi. Tabii ki analizden vazgeçmedik, ama bu noktadan itibaren analizlerimizi perdede izlenen hikâyelere yönelik bakışlar arasındaki bu büyük yarığı görerek yaptık.
2016 sonrası da kayyumların, kanun hükmünde kapatmaların ardından Emek Sineması mücadelemizi anlatan Özgürleşen Seyirci belgeselimizin gösterimi için gittim. Batman’ın Emek’i olarak gördüğümüz Yılmaz Güney Sineması yanıp kül olmuştu. Diyarbakır’da her yer abluka altındaydı. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Ulysses Çevirmek’te biraz da bu oluşumu, yıkım tarihini anlatmak, Amed Rönesansı’ndan geriye kalana bakmak istedik.
Aylin: Sanatçı Şener Özmen’in Kawa’yla 2015’te Amed’deki evinde yaptığı çekimler sadece Ulysses çevirisinin yarılanmış olduğu noktayı değil, aynı zamanda bir eşik noktasını da temsil ediyor. 2015’i T.C.’nin yıkım politikalarının tüm şiddetiyle geri döndüğü tarihlerden biri olarak işaretliyor. Tabii bir yandan da rönesans dediğimiz şeyin bölgedeki feminist hareketin bütün gücüne karşın bir yönüyle de erkek egemen bir nitelik taşıdığını da söylemek lazım. Edebiyatla yaşayanların çoğunlukla erkek olması, sözü edilen yazarların genelde erkeklerden oluşması, erkek egemen, beyaz Batı kanonunun ağırlıkta olması, bu dönemin hayal gücünün ve eylemliliğinin ne dereceye kadar eril bir tahayyülle, arzu dünyasıyla şekillendiği sorusunu da gündeme getiriyor.
Kürtlerle tanışmaktan daha önemli olan, Kürt siyasetiyle tanışmak. Çünkü Türkiye’deki Kürt siyaseti etnik bir siyaset değil, kimlik siyaseti değil, kimliklerin varoluş mücadelelerinin siyaseti. Bu anlamda bir Kürtle karşılaşmak kadar bir kuirle, Ermeniyle, Rumla, Yahudiyle, bütün bu tarihlerle karşılaşmak, hiçbir seçim başarısızlığının unutturamayacağı kadar güçlü bir biçimde bu meselenin parçası.
Kawa’nın yayıncılık ve çevirmenlik faaliyeti, halkının dilini asimilasyona karşı koruma kollama görevi üstlenmek gibi bir çabayı da içeriyor. Bir avuç genç 90’ların ortasından beri bu mücadeleyi veriyor. Kawa’yla aynı kuşağın üyesi iki İzmirli olarak sizin Kürtlerle ilk karşılaşmalarınız, tanışmanız, Kürt özgürlük hareketiyle temasınız nasıl oldu?
Aylin: Okuma hevesim ve siyasi merakım ortaokulda başladı; İzmir’de her ne kadar daha engelli bir parkur olsa da, bu merak insanı Kürt özgürlük hareketiyle karşılaşmaya götürüyor. Benim için o dönemlerde bu tek tük karşılaşmalar, el değiştiren kitaplarla, hatta büyük oranda Express okuyarak mümkün oldu. İlerleyen yıllarda, milliyetçilik ve imaj politikaları üzerine tez yazmama kadar giden süreçte, bilgi edinme düzleminde de, içinde, kıyısında yer aldığım örgütlenmelerde de bu temasın aciliyeti ve zarureti en temel sorulardan biri oldu.
Fırat: Kürtlerle tanışmaktan daha önemli olan, Kürt siyasetiyle tanışmak. Çünkü Türkiye’deki Kürt siyaseti etnik bir siyaset değil, kimlik siyaseti değil, kimliklerin varoluş mücadelelerinin siyaseti. Bu anlamda bir Kürtle karşılaşmak kadar bir kuirle, Ermeniyle, Rumla, Yahudiyle, bütün bu tarihlerle karşılaşmak, hiçbir seçim başarısızlığının unutturamayacağı kadar güçlü bir biçimde bu meselenin parçası. Bu karşılaşmaların da birçok farklı safhası oldu benim için. Mesela yapımcımız Özgür Doğan’la ve Kawa’yla yaptığımız muhabbetler tarihinin de burada önemli bir yeri var. Siyaset bizim için büyük ölçüde bu muhabbetlerin sözlü tarihidir diyebilirim; seçim öncesi kapıldığımız heyecanlardan çok daha fazlası, kıyas götürmeyecek şekilde bu sözlü tarih içinde hayat buluyor.
Kawa filmin birinci bölümüne adını da veren Kürtçe bilmecenin cevabı için “dil” diyor. O bilmece Ladino konuşan bir eve doğmuş senin için ne ifade ediyor? Kürtçenin peşindeyken Ladino’nun bugünkü haline dair neler düşündün?
Aylin: Türkçe, Ladino ve bazen de İbranicenin konuşulduğu, bu diller arasındaki geçişliliğin sosyalliğe damgasını vurduğu ortamlarda çocukluğunu geçirmiş biri olarak vatandaşın sadece Türkçe konuşmadığı bilgisi benim için netti, her ne kadar ben sadece Türkçe konuşuyor olsam da. Geçenlerde Rıfat Bali’nin “Vatandaş Türkçe Konuş!” başlıklı yazısını okudum. Bali 1920’ler ve 30’lardaki Türkçe konuşturma kampanyası ve politikalarını, özellikle Yahudileri hedef alan söylemleri şu şekilde özetliyor: “1492 yılında İspanya’dan kovulduğunuzda sizlere kucak açtık ve bağrımıza bastık. Aradan 430 yıl geçmesine rağmen sizler bu iyilikte bulunmuş olan Türk milletine hiçbir karşılık vermediniz. Tam aksine, Türkçe öğrenmek yerine sizleri kovmuş olan bir milletin lisanı olan İspanyolcayı konuşmaya devam ettiniz. Yeni bir lisan öğrenmeye karar verdiğinizde de Türkçe öğreneceğinize Fransızca öğrendiniz. Bu nedenle çifte nankörsünüz.” Bu tarihin izleri benim çocukluğumda sıradan olduğunu zannettiğim durumlarda mevcut: Birçok yakınımızın Yahudi ve Türkçeleştirilmiş çift isimler taşıması, Yahudi aksanından kurtulmak için çaba sarf edenlerin varlığı, sokakta konuşurken seslerin alçaltıldığı ve Türkçeye dönüldüğü anlar… Yakın bir zamanda ben de Youtube’dan Karen Sarhon’un Ladino dersleri videolarını izlemeye başladım.
Bu videoları izlemeye seni ne yöneltti?
Aylin: Kawa’nın dillendirdiği Kürtçe bilmeceyi (“Tiştekî min heye, di her tiştî re derbas dibe. Ew çi ye?”, yani “Her şeyin içinden geçen şey nedir?”) Ladino’ya çevirebilmek amacım.
Çevirdin mi peki?
Aylin: Qualo es la cosa ke pasa dalyento de todo?
Uzun zamandır birlikte filmler yapıyorsunuz. Birlikte bir sinema dili yaratırken en çok ne üzerinde durdunuz?
Aylin: Birlikte heyecanlanmak, şevk denilen hisse özen göstermek, ama bu hisse bir o kadar da yabancılaşmak, mesafe almak bayağı elzem sanırım birlikte üretme halimiz için. Tümüyle tutarlı bir sinema dili ortaya çıktığını sanmıyorum, ki kaçındığımız bir şey bile olabilir bu. Bu üretimlerin ortak bir tarafı varsa, merkeze alınan mevzunun tek merkez olarak kalmamasına çabalamaktır. Biçimsel denemelere duyduğumuz merakı üretimin önemli bir parçası kılmaya çalışıyoruz.
Fırat: Filmde hemen hepsi farklı tarza yedi bölüm var. Önce neredeyse jurnalistik bir bölümle, Kawa’yla Frank ailesinin evinde yapılmış röportajla başlıyoruz. Ardından Kürtçe deyimlerin izinden giderek sözlük formunu alıyor, araya Şener Özmen’in çektiği görüntüler giriyor ve pandemiyle birlikte neredeyse bir çeşit video-günce formunu alıp matbaa çalışanlarının dünyalarında, makine seslerinin içinde son diyoruz. Tek bir üslûba bağlı kalmamak, farklı üslûpları bir araya getirecek bu gibi yollar keşfetmek bizim için sinema dili babında en önemli şey. 60’ların, 70’lerin birbirinin içine girip çıkan üslûplarla dolu, parodi ya da pastişin hâkim olmasına izin vermeden yapılan filmleri en büyük ilham kaynağımız. 2000’ler sonrası belgesellerine daha bir projecilik hâkim, yani belli bir üslûp belirleyeceksin, tüm çekimler ona göre yapılacak, bütçesi buna göre çıkartılacak gibi. Bizim zaten bu kadar disiplinli bir çalışma pratiğimiz yok, üslûbun dallanıp budaklanması yaşadığımız sürece de daha yakın geliyor.
Bütçe, set, ışık, ses kaydı, hatta kamera bile gerektirmeyen, herkesin bilgisayar ekranı üzerinden film üretmesini sağlayabilecek formlar ilgimizi çekiyor. Sinemayı bir uzmanlık alanı olmaktan çıkaran, merak duygusuna sahip herkesin erişimine açan bir form “masaüstü sinema”. Bundan da öte, araştırma emeğini ön plana çıkarıyor.
42. İstanbul Film Festivali’nde 8 Mart 2020: Bir Günce adlı kısa filminizle FIPRESCI ödülü aldınız. Bu filmin hikâyesi nasıl başladı?
Fırat: 8 Mart 2020: Bir Günce, pandemi sırasında Altyazı seminerleri için şehir temasıyla verdiğim kurgu atölyesinin katılımcılarıyla üzerine kafa yorduğumuz “internetten erişebileceğiniz şehir görüntüleriyle bir film yapabilir miyiz” sorusundan doğdu. Tamamı ekran kayıtlarından oluşan bir film. Bu aslında “kamerasız” film yapılabilir mi sorusunu da beraberinde getiriyor. Bütçe, set, ışık, ses kaydı, hatta kamera bile gerektirmeyen, herkesin bilgisayar ekranı üzerinden film üretmesini sağlayabilecek bu tür formlar ilgimizi çekiyor. Sinemayı bir uzmanlık alanı olmaktan çıkaran, merak duygusuna sahip herkesin erişimine açan bir form masaüstü sinema. Bundan da öte, araştırma emeğini ön plana çıkarıyor. Masaüstü sinema, belgesel denen şeyi, önceden araştırması yapılıp kafada çözülmüş bir şey olmaktan çıkarıyor. Soruların peşinden gidip bilgisayar ekranınızda araştırma yapıyorsunuz ve seyirciye de bu süreci sunuyorsunuz. Araştırmayı gizlemeyen, aksine öne çıkaran, orada verilen emeği kurguya dahil eden bir tür. Janaína Nagata’nın Private Footage adlı belgeseli iyi bir örnek. Nagata, bir çiftin küçük kızlarıyla birlikte çıktıkları Güney Afrika seyahatinin 16 mm görüntülerini bulmuş, zamanla bu son derece sıradan turistik görüntülerin içerdiği kişi ve nesnelerin izini sürerek apartheid’ın temellerine kadar iniyor.
Aylin: Sürprizini bozmadan, bir masaüstü belgesel önerisi yapayım: Machines in Flames, datalarımıza el koyan şirketlere savaş açan anarşistlerin hikâyesi ya da “alev almış makinelerin portresi” de diyebileceğimiz bir film. 8 Mart 2020: Bir Günce de seyirciyi internette yapılan bir araştırmayla baş başa bırakıyor: Belediyelerin şehrin meydanlarına diktiği turistik kameralarından eylemleri ne kadar takip edebiliriz? Nereleri görebilir, nereleri göremeyiz? Kitle mobilizasyonunu engelleme amacı güden, “turistik” kisvesiyle yeniden pazarlanan gözetim kameraları aracılığıyla Feminist Gece Yürüyüşü’nü anlatabilir miyiz? İktidar aygıtlarının imajlarını kendimizin kılabilir miyiz? Bu “sokakları da, meydanları da, imajları da terk etmiyoruz” demenin bir yolu olabilir mi? Filmde bu soruları takip eden bir fikir yürütme sürecine tanıklık ediyoruz. Fırat’ın kaydetmeye başladığı görüntülere dayalı bu masaüstü sinema tarzını belgesel formuyla buluşturmayı denedik. Ekran kayıtlarını Begüm Özden Fırat ve Pınar Öğünç’ün 8 Mart 2020’ye dair hatırladıklarının ses kayıtlarıyla bir araya getirerek yaptık.
Fırat: FIPRESCI ödülünü alırken “küçük imkânlarla büyük sermayeyi rahatsız edenlere” ithafımız, bir yandan bu gibi neredeyse bütçesiz filmler üretenlerin politik hayal gücüne yönelik bir atıftı. Büyük sermaye derken İKSV’yi, yani Eczacıbaşı’nı kastettik. Bu ülkede belgesel sinema bir bütün olarak çok küçük imkânlarla üretiliyor. 2014’ten beri bakanlık destekli film festivalleri belgesellerden çok korkuyor, “aman başımıza bir şey gelmesin” diyerek programlara dahil edilmeyen o kadar çok belgesel var ki. LGBTİ+, kadın cinayetleri, Kürt mücadelesi, maden katliamları, orman yangınları, deprem, artık hemen her konuda devlet eleştirisi taşıyan belgeseller “sakıncalı” bulunabiliyor ya da bir kısmını “estetik değil” deyip bir kenara itiliyor.
Ulysses Çevirmek’i İstanbul Film Festivali’ne göndermiş miydiniz?
Aylin: Filmi İKSV’ye gönderdiğimizde “bu dönem gösteremeyiz, gelecek yıla” dediler. Zira önümüzde 14 Mayıs seçimleri vardı. Seçimler film festivallerinin de sansür bahanesine dönüşebiliyor. Evet, festivallerde bir şekilde sakıncalı bulmadıkları birçok politik film de gösteriliyor. Ama bir yandan da siyasi ufku sürekli daraltıyorlar: Kayyumlarla, KHK’larla ilgili belgesel göremiyorsunuz, oysa bunlar var ya da Kürt meselesine sadece belli açılardan bakan belgeseller gösteriliyor. Bu artık o filmin, şu filmin problemi de değil, siyasi tahayyülümüzün sınırlarını belirleyen, sanatçıları doğrudan iktidar aygıtlarının tehditleriyle yüz yüze getiren bir mesele. Karşımızda sadece devlet yok, bugün daha net olarak kültür-sanat sermayesi de var. Bu yüzden sansürle mücadelemizi kolektif düzlemde yapmalıyız.
Fırat: İKSV her ne kadar sanatçılara “biz sizin yanındayız”gibi bir his vermeye çalışsa da biz kimin hangi yanda olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu kimin festival direktörü olduğunun, sansürü kimin uyguladığının da ötesinde bir mesele. Karşımızdaki devletle kültür-sanat sermayesinin kurduğu bir pakt var. Bu pakta da ancak görüntü-ses emekçileri kolektif bir cevap verebilir.
Fırat, senin kurgu masasındaki görevin filmlerinize ne katıyor? Aranızdaki görev dağılımı nasıl işliyor?
Fırat: Filmden filme çok değişiyor. Örneğin CemileSezgin’de sadece kurgu yaptım. Aylin’in Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisiyle ilgili duruşmalarını konu alan Bir Savunma’da ise sadece kamera arkasındaydım, “yargıç” rolünü oynadım da diyebiliriz, orada kurguyu Aylin yaptı. Birlikte çektiğimiz filmlerdeyse genelde kurgu masasında malzemeyi ilk olarak bir araya getiren, çeşitli denemeler yapan ben oluyorum. Bu denemeleri çekimler devam ederken yapmaya başlıyoruz, hatta ilk çekimin ardından bile kurgu yaptığımız oluyor. Tüm malzeme biriksin, ardından bütünlüklü bir bakış atalım gibi bir çalışma tarzımız yok, çünkü forma baştan karar vererek ilerlemiyoruz. Form bu ilk kurgu denemeleriyle ortaya çıkıyor, sonrasında nasıl çekimler yapmamız, ne gibi sesler almamız gerektiğine dair ipuçları veriyor bize. Kurgunun sonraki aşamalarındaysa ben mutlaka bir yerde tıkanıyorum, bu iş olmuyor, buradan bir bütün çıkmaz diyorum. O noktada Aylin devralıyor süreci, belli bölümlerin kurgusunu da yaparak, neyin nasıl olacağına, parçaların nasıl bir araya getirileceğine dair bir yol haritası çıkarıyor, oradan devam ediyorum. Bazen Aylin’in ses kurgusunu üstlendiği bölümler de oluyor. Mesela Ulysses Çevirmek’te bazı telefon konuşmaları ve ses kayıtlarının kurgusunu Aylin yaptı. Belli noktalarda görüntüyü bir kenara bırakıp sesle, konuşmalarla ilgilenmenin bizi tosladığımız duvarlardan kurtardığı çok oldu.
Aylin: Benim bir konuyu kafaya takma ve hadi’ciliğim ile Fırat’ın tükenmez sabrı iyi bir kombinasyon sanırım. Daha önceki birçok filmde olduğu gibi bu filmde de yapımcımız Özgür Doğan’la çalışmak bir nevi “düşersek tutacak biri var” duygusunu ayakta tutan, titiz çalışmayla kendimizle dalga geçebilmenin tezat olmadığı bir üretim ortamı yarattı, demek ki bu da bayağı önemli.
2014’ten beri bakanlık destekli film festivalleri belgesellerden çok korkuyor, “aman başımıza bir şey gelmesin” diyerek programlara dahil edilmeyen o kadar çok belgesel var ki. LGBTİ+, kadın cinayetleri, Kürt mücadelesi, maden katliamları, orman yangınları, deprem, artık hemen her konuda devlet eleştirisi taşıyan belgeselleri “sakıncalı” bulabiliyor ya da “estetik değil” deyip bir kenara itiyorlar.
Ulysses’i Çevirmek’le bitirelim. “James Joyce’un Ulysses’te tarif ettiği renkleri ancak Amsterdam’a geldiğimde, Anne Frank’ın evinde keşfettim” diyor Kawa. Bu film size nasıl keşifler yaptırdı?
Fırat: Kawa’nın filmde bahsettiği şey bizim de başımıza geldi, kurgu sürecinde çok fazla ev değiştirdik, Hollanda’da dört, Türkiye’de üç ayrı evde kurgu yaptık. Her ev biraz kendi duygusunu katıyor filme, ama bunu çok da zorlamak, çekiştirmek istemem, çünkü kurgu yaparken ne olursa olsun bir “filmin zamanı”nda yaşıyorsunuz aslında. Türkiye’de Hollanda sekanslarına dair kurgu yapmak, Hollanda’da ise Türkiye sekanslarını kurgulamak, biraz mesafe almanın getirdiği zihin berraklığıyla ilgili olabilir. Esasında masaüstü sinema tarzıyla haşır neşir olmamız da bu film sayesinde oldu. Pandemi sürecinde biz Türkiye’deydik, Kawa’ysa Hollanda’daydı, bir şekilde çekimlere devam etmemiz gerekiyordu. Ekran kayıtları almaya öyle başladık, bir daha da bırakamadık. Edebiyat anlamında da tabii oradan oraya savrulmanın ve Joyce’a dair biyografik külliyata dalmanın haricinde Kawa’nın kendi edebiyatını, özellikle de hikâyelerini İngilizce çevirilerinden okuduk. Ayrıca Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) ekolünün dil mücadelesi anlamında ne kadar kritik olduğunu bize tekrar hatırlatan da bu belgesel için yaptığımız çalışmalar oldu. Rewşen ve Jiyana Rewşen dergilerinin asimilasyonu kırma adına olağanüstü etkileri var, bu konuda Cemil Oğuz’un Rewşen (2011) belgeseli iyi bir kaynak. Dönemin MKM’sinde etkileyici bulduğum şeylerden biri de, bir tarafta edebiyat çalışmaları sürerken diğer tarafta da sinema çalışmalarının olması. Bugün Kürt sineması denilince akla gelen isimlerin azımsanmayacak bir kısmı MKM’de yetişiyor ve orada sadece Kürtçeye değil, bu coğrafyanın tüm dillerine ve karanlıkta kalmış tarihlerine de yoğun bir ilgi, merak birikiyor. Filmde bu mevzuya çok az girebilsek de bu tarihe yeniden bakma ihtiyacı bu filmle birlekte hasıl oldu.
Aylin: Kawa’nın hem edebiyatını hem arkadaşlığını keşfetmekle, Kürtçe dil mücadelesinin tarihsel duraklarını daha yakından öğrendik, bir yandan da Ulysses’i keşfettik diyebilirim. Bunların hepsi iç içe geçti bende. Biraz da çok konuyu, katmanı, öğeyi içeren bir anlatıyı kurmak için gereken sabrı keşfettiğim, daha yavaş ilerlemekten zevk almayı öğrendiğim bir süreç oldu sanırım benim için.