EĞİTİM ADIM ADIM DİNCİLEŞTİRİLİYOR

Söyleşi: Tuba Çameli
19 Ekim 2023
16 Eylül’deki İzmir mitingi öncesinde birçok ilde basın açıklamaları yapıldı. Mitinge çağrı için Ankara’dan İzmir’e yola çıkan yürüyüş ekibinin ilk durağı Eskişehir’de Nejla Kurul da bir konuşma yaptı
SATIRBAŞLARI

Okul çağındaki çocukların en az dörtte birinin okula aç gittiği belirtiliyor. Bunun yanında, geçen yıl Ekmek ve Gül’ün öncülüğünde kadın örgütlerinin baskısıyla başlatılan ana sınıfında “bir öğün ücretsiz sağlıklı yemek” uygulamasının bu seneki akıbeti bilinmiyor. Çocukların yeterli ve sağlıklı gıdaya erişimi gibi en temel hak bir türlü sağlanamıyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Nejla Kurul: Yüksek enflasyon koşullarında, değişim aracı olarak mal-hizmet-paranın değerini eşleştiremediğimiz bir süreç yaşıyoruz. Kiralar, mal ve hizmet fiyatları, vergiler inanılmaz bir hızla artıyor, yoksulluk derinleşiyor. Siyasal iktidar ekonomik ve siyasal anlamda yönetememe krizi içinde. Bu çoklu kriz o kadar derin ki, Milli Eğitim Bakanlığı’nı (MEB), geçen sene tüm okul öncesi kurumlarında başlattığı “bir öğün ücretsiz yemek” uygulamasından bile vazgeçebilecek duruma getirdi. Bazı illerde yemek için velilerden para istendiğini duyuyorduk. MEB resmen el yükseltiyor: Şimdi bırakın ücretsiz sağlıklı bir öğün yemek vermeyi, devlet okullarında ücretsiz olması gereken okul öncesi eğitimde velilerden katkı payı isteyecek. Kesinlik kazanan tek konu “6 Şubat depremlerinden etkilenen 11 ilde, o da sadece okul öncesiyle sınırlı olmak üzere, bir öğün yemek verileceği”. MEB’in öncelikli gündeminde öğrencilerin okul masrafları ve beslenme sorunları değil, imam hatip okullarını evrensel alternatif bir model olarak bütün insanlığın hizmetine sunmak var.

Öte yandan, okullarda kantinler bir iç pazar oluşturmuş, buralarda ne doğru dürüst denetim var ne de gıda güvenliği. Üstüne üstlük, geçen hafta MEB, bir genelgeyle “2026’ya kadar kantinlerde çocuklara ne sattığınızla ilgilenmiyorum” dedi. Bu genelgeyle hem çocukların hakkı olan bir öğün sağlıklı gıdayı esirgiyor hem de sağlıksız ürünlerin kantinler yoluyla satışına izin vererek çocukların sağlıksız beslenmesini adeta teşvik ediyor. Emekçiler açlık sınırında yaşıyor, çocuklar da ister istemez kantinlerde satılan bu ucuz yiyeceklere yönelecek.

Ücretsiz sağlıklı öğle yemeği politik bir konu. Sınıfsal bir mücadele aynı zamanda. Yoksulluğun, çocuklara bir öğün sağlıklı besin verememenin acı sonuçları ortada: Büyüme ve gelişmede gerileme, zayıflık ile obezite gizli açlıktan kaynaklanan iki önemli sağlık sorunu.

Bugün “tüm okul öncesi öğrencilerine bir öğün vereceğiz” deseler, 1 milyon 200 bin çocuktan söz ediyoruz. Bu konuda muhalif partilerdeki belediyeler çabalıyor, ama sonuçları sürdürülebilir olmuyor. Çünkü kaynakları sınırlı ve sürekli denetleniyorlar. Samsun’da ve diğer bazı kentlerde muhalif belediyelerin okullarda öğrencilere ücretsiz vermek istediği sandviç ve bir ayran/ meyve suyunun dağıtımını Milli Eğitim Müdürlükleri izin vermeyerek engelliyor. Öğrencileri aç da, susuz da bırakabilirler. Nitekim susuz bırakıyorlar. 2008’de, okullarda temiz içme suyu bulundurma zorunluluğu vardı, 2014’te bu zorunluluk kaldırıldı. Bugün çocuklar evlerinden içme suyu getiremezlerse, kantinden parayla içme suyu almaya mahkûmlar.

Ücretsiz sağlıklı öğle yemeği politik bir konu. Sınıfsal bir mücadele aynı zamanda. Yoksulluğun, çocuklara bir öğün sağlıklı besin verememenin acı sonuçları ortada: Büyüme ve gelişmede gerileme, zayıflık ile obezite gizli açlıktan kaynaklanan iki önemli sağlık sorunu. Derin Yoksulluk Ağı’nın tespitlerine göre, beslenme sorunu zihinsel gelişimi de, akademik başarıyı da doğrudan etkiliyor.

Deprem bölgesinde, özellikle Hatay’da, kırtasiye masraflarını karşılayamayan, okullarına devam edemeyen çocuklar var. Deprem bölgesindeki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eylül başında, Diyarbakır’da bir çalıştay yaptık.  Orada da dile getirdiğimiz gibi, 6 Şubat depremleri, iktidarın yanlış politikalarıyla birleşerek benzeri görülmemiş bir afete dönüştü. Çocukların afetlerden korunması ve olası afetleri de atlatabilmesi için “çocuk merkezli afet yönetim planlarına ihtiyaç var” diyoruz, ama her aşamada çocukların yararının gözardı edildiğini görüyoruz. Eğitim faaliyetleri yok sayıldı.

Depreme yönelik kayıtsızlık verilere de yansımış durumda. Hâlâ kaç okul binası yıkılmış, kaçı sağlam, depremden kaç öğretmenimiz, kaç çocuğumuz etkilendi, kaçı yaşamını yitirdi, bilmiyoruz.

Depremin üzerinden sekiz ay geçti, halen barınma sorunu çözülebilmiş değil. Öğretmenlerin çoğu, veliler, çocuklar, bırakın kalıcı konutları, geçici düzgün bir konuta erişebilmiş değil. Rantçı, kârcı, faizci bir anlayış, insanları borçlandırılarak konut edindirme çabasında. “Meslek örgütleri ve demokratik kitle örgütlerini sürece katarak kentimize bakalım, beraberce planlayalım” diyoruz, bunun muhatabı yok. Kiralar inanılmaz ölçüde artmış durumda. Düşünebiliyor musunuz, 36 bin liraya kiralık evler var Hatay’da…

İlk olarak bazı okullara kimi devlet görevlileri ve kurumların personeli yerleşmiş. Biz olsak çocuğun üstün yararı der, okulları boşaltır, konteynırda kalırız. Deprem illerinde okullar açıldı, ancak eğitim mekânları çocuklara açılmış değil.  İkincisi, görece sağlam olan okulları katlara ayırmışlar, her kata bir okul yerleştirilmiş. Kaç öğrenci devam ediyor, eğitim faaliyeti yapılabiliyor mu, belirsiz. Depremden çok etkilenen bölgelerde bildiğimiz anlamda bir eğitim süreci işletilmiyor, yapılmaya çalışılan şey çocukları kâğıt üzerinde kayıtlı göstermek. 

Küçük yaş gruplarında okullaşma oranlarında düşüş var. 2011-2012 eğitim-öğretim yılında, ilkokullarda yüzde 98,86 olan okullaşma oranı yüzde 93,85’e düştü. Ortaokullarda oranlar yüzde 93’ten 91,2’ye, genel liselerde yüzde 67’den 56’ya  geriledi.

Depremden kısa süre sonra yaptığımız söyleşilerde, öğretmenler kentlerinde kalmak istemediklerini söylüyorlardı, “bizi başka bir ile atamazlarsa istifa edeceğiz” diyorlardı. Böyle bir eğilim var mı?

Üyelerimiz de dahil olmak üzere, depremin olduğu ilden, travmanın yaşandığı mekândan uzaklaşma talebi oluştu. “Şartsız tayin hakkı” talebi sıklıkla tekrarlanır oldu. TÜİK’in 2022 verilerine göre, depremin etkilediği 11 ilin toplam nüfusu 14 milyon. Deprem bölgesinde bulunan 11 ilde kamu ve özel okullarda ilköğretimde ve ortaöğretimde örgün olarak eğitim gören toplam öğrenci sayısı ise 3 milyon 646 bin 856. Bu sayı Türkiye’de örgün olarak zorunlu eğitim kapsamında okuyan toplam öğrenci sayısının yüzde 24’üne tekabül ediyor. Her beş öğrenciden ve öğretmenden biri depremden doğrudan etkilendi.

Deprem bölgesinde eğitim açısından çok ciddi sorunlar var. Eğitim bu dönemde ya da belki ikinci yarıyılda da istenilen niteliğe ulaşmış olamayacak. Bizim kaygımız şu: Pandemi üzerine bir de depremi koyduğunuzda, bu çocuklar yaklaşık dört-beş yıldır nitelikli bir eğitim alamamış olacaklar. Tüm bu konuları konuşmak üzere Milli Eğitim Bakanı’ndan aylardır randevu almaya çalışıyoruz. Yanıt verilmiyor. Veri yok, projeksiyon yok, deprem bölgesinde eğitim verilememesinin sonuçlarının ne olacağını bilmiyoruz, olası sonuçları konusunda kaygılıyız.

Geçtiğimiz hafta yayınlanan 2022-2023 MEB istatistiklerine göre, 1 milyon 613 çocuk hiçbir eğitim kurumuna kayıtlı değil. Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) ve açık öğretimle birlikte, eğitimin tüm kademelerinde örgün eğitimin dışındaki çocuk sayısı beş milyona yakın. Her on çocuktan birinin okula erişimi yok. Nerede bu çocuklar, neden eğitime erişemiyorlar?

Çocuklar eğitime erişemiyor ve okul terkleri artıyor. İlginç biçimde küçük yaş gruplarında okullaşma oranlarında düşüş var. 2011-2012 eğitim öğretim yılında, ilkokullarda yüzde 98,86 olan net okullaşma oranı yüzde 93,85’e düştü. Ortaokullarda da okullaşma oranlarında düşüş var, yüzde 93’den 91,2’ye geriledi. Genel liselerde de okullaşma oranları gerilediği görülüyor, yüzde 67’den 56’ya düşmüş durumda. Genel liselerden mesleki ve teknik liseler ile imam hatip liselerine öğrenci kaydırılmış. Meslek liselerinde aynı yıllar için yüzde 30,4’ten 35,8’e yükselme var.

Nejla Kurul

500 bine yakın göçmen çocuğunun okul dışında olduğu vurgulanıyor. Ancak, okul terkleri konusunda net rakamlar vermek güç gözüküyor mevcut veri tabanına göre. MEB’in bu konuya ilişkin bir açıklama yapması gerekiyor.

Okul terkleri dışında, okula kaydı olan, ama “okulda pek az zaman geçiren öğrenciler” sorunu var. Bu olgu eğitimin niteliğinde düşüklük olarak karşımıza çıkıyor. İstatistiklerde okullaşma oranı yüksek gözüküyor, ancak bu çocuklar bildiğimiz anlamda okullaşmış değil. Dünya eğitim alan literatürüne bunu da ekledik siyasal iktidarın algı yönetimi sayesinde. Bu öğrencilerin birinci grubunu açık ortaokullar ve açık liselere devam eden öğrenciler (sayısı geçen yıl 1 milyon 500 bin civarındaydı, bu yıl 2 milyon 100 bin olmuş) oluşturuyor. Bakanlık “Kur’an kurslarında hafızlık eğitimi alanlar ve bu alanı destekleyici Arapça eğitimi alanlar ile Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü hafızlık modüllerine kayıtlı olanlar, açık liselere kayıt yaptırabilecekler” diyerek, eğitimi dinselleştirecek yeni bir kapı aralayarak yaptı bunu.

Ayrıca, açık liselere gidişin nedenleri arasında sayılan bir neden yapısal bir sorunu ifade ediyor. Açık öğretimde okuyan öğrenci sayısındaki artışın temel nedeni, temel eğitimden ortaöğretime geçiş sistemi nedeniyle istemediği halde meslek lisesi ya da imam hatip lisesine otomatik kaydı yapılan öğrencilerin bu okullarda okumak yerine açık liseye kayıt yaptırmaları. Bu konu çok temel bir sorun. Bakanlık yıllarca açık liselerde okul yüzü görmeyen çocukları mezun etti, bunun hesabını kim verecek? İkinci grup MESEM’e kayıtlı öğrenciler, yani dört gün işyerinde, bir gün okulda bulunan öğrenciler.

Ülke genelinde yeraltına inmiş iki bin dolayında medrese bulunuyor. 4-18 yaş arasındaki yüz binlerce çocuk bu sözde okullarda dini eğitim alıyor. Yasaya aykırı okul açmaya verilen hapis cezası 2013’te kaldırıldı. Tarikat ve cemaatlerin arka bahçesi vakıf ve derneklerin okullarına, yurtlarına giden yaklaşık iki milyon öğrenci olduğu tahmin ediliyor.

2022-2023 eğitim ve öğretim yılında 373.061 öğrenci okulda pek az zaman geçiren öğrenciler arasında. Ayrıca, üçüncü grup olarak okula devamsız öğrencileri verebiliriz. Bu konu MEB’in rehber öğretmenler kanalıyla öğrenmeye çalıştığı bir konu. Devamsızlık adeta bir hak olarak algılanmaya başlandı. Sınav odaklı eğitim sisteminde 12. sınıflarda devamsızlık oranları çok yüksek.

Okul eğitimini değersizleştirmenin ve okuldan uzaklaşmanın başka nedenleri de ileri sürülüyor. Şu iddia sıklıkla ifade ediliyor: “Ülke genelinde yeraltına inmiş iki bin dolayında medrese bulunuyor. 4-18 yaş aralığındaki yüz binlerce çocuk bu sözde okullara gidip dini eğitim alıyor. Yasaya aykırı kaçak okul açmaya verilen hapis cezası 2013’te –şimdiki Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in müsteşarlığı döneminde– kaldırıldı. Tarikat ve cemaatlerin arka bahçesi vakıf ve derneklerin ‘okullarına, yurtlarına’ giden yaklaşık iki milyon öğrenci olduğu tahmin ediliyor.” Bu iddialar çok ürkütücü. Bakanlığın bu konuda da bir açıklama yapması gerekiyor.

Yoksulluğun hanedeki çocukları çalışmaya mecbur bıraktığı açık. Çocuk işçiliği konusunda resmi veriler de birbirleriyle uyuşmuyor. Çocuk işçiliği konusunda TÜİK’in 2019 verisi, 700 bini aşkın çocuğun çalıştırıldığını gösteriyordu.

Bu veriye mülteci çocuklar ve mesleki eğitimdeki çırak ve stajyer öğrenciler dahil değil. Onların da tahmini verileri eklendiğinde sayının iki milyon olduğu ileri sürülebilir mi?

Doğrusu, bu veri de geçerli bir veri değil. Hem yaklaşık hem de bugünü anlatmıyor. Bilinemeyen göçmen/ mülteci sayısı bu verileri geçersiz kılıyor. Mevcut eğitim sistemi okulda ve toplumsal yaşamın her düzeyinde rekabeti, hizmetin bedelini ödemeyi, öğrenci ve velilerin müşteri olarak görülmesini hedeflerken, eğitim sistemi içindeki sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikler giderek derinleşiyor. Eğitimin yapısal sorunları çok büyük ve çeşitli. MEB, sorun çözmeyi değil, adeta sorun yaratmayı örgütlüyor.

Çocukların geleceği, yoksulsa en iyi ihtimalle çırak olarak bir işyerinde, ailesi dini eğitim almasını istiyorsa medresede sonuçlanıyor diyebilir miyiz?

Siyasal İslâmcılar eğitimi kendi politik ve ideolojik çizgilerine göre düzenlemek istiyor. Eğitimde açıkça ikili bir eğitim politikası yürütülüyor. Bunun en açık biçimde görülebildiği kurumlar imam hatip ortaokulları ve liseleri. Bir yanda, her ne kadar evrim kuramını programdan çıkarsalar da, bilim temelli bir eğitim programı, diğer yanda eğitim alanını dinselleştiren paralel bir program hayata geçiriliyor. Bir okul günü içinde öğrenciler bilim ve din arasında gelgitler yaşıyor. ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) protokolü, karma eğitim ihlâlleri, dinci vakıf ve derneklerle yapılan protokoller, yeni haftalık ders çizelgesinde eğitimin daha da dinselleştirilmesi stratejisi bu gerilimi daha da artırıyor.

Eğitime, okula yaklaşım ve eğitim türünün seçiminde velilerin toplumsal, sınıfsal konumları çok belirleyici. Örneğin, gelir düzeyi düşük dindar velilerin bir kısmı, bir yandan kendi geleneklerine uygun bularak, bir yandan da iktidarın desteklediği okullar olduğunu bildikleri için ve birtakım avantajları nedeniyle imam hatip ortaokul ve liselerini tercih edebiliyor. Son üç yıl içinde imam hatip liselerinde okuyan öğrencilerin sayısında bir azalma olsa da –575 binden 480 bine düşmüş– 2023-2024 eğitim ve öğretim yılında, imam hatip ortaokullarında 695 bin, imam hatip liselerinde 480 bin öğrenci öğrenim görüyor.

Son üç yıl içinde imam hatip liselerinde okuyan öğrencilerin sayısında bir azalma olsa da, 2023-2024 eğitim ve öğretim yılında, imam hatip ortaokullarında 695 bin, imam hatip liselerinde 480 bin öğrenci öğrenim görüyor.

Emekçilerin orta katmanları, sınavla öğrenci alan liseleri, genel liseleri tercih ediyor. Ancak, MEB’in bu eğitim ve öğretim yılında hiçbir kamusal tartışma yürütülmeden uygulamaya koyduğu haftalık ders çizelgesinde eğitim programı yoğun biçimde dinselleştirilmeye çalışılmış. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersine ek olarak “Din, Ahlâk ve Değer” seçmeli ders grubundan bir dersin seçilmesi de zorunlu hale getirildi.

Mesleki ve teknik liselere, kimi bölümlere göre farklılaşsa da, genellikle düşük gelir düzeylerindeki velilerin çocukları devam ediyor. Yani, yoksulluk okul seçimini doğrudan etkiliyor. MESEM ileri eğitim olanağına erişemeyen öğrencilerin devam ettiği okullar oldu.

Bu gelişmelere bakıldığında, eğitim sisteminin toplumsal, sınıfsal konumları yeniden üreten bir mekanizma olarak işletildiği açıkça görülüyor. Sosyal devlet kazanımlarının görece daha güçlü olduğu AKP öncesi dönemde, eğitime “sınıf atlama” işlevi üzerinden yaklaşılırdı. Diplomalar “iyi işlere” girişin yolunu açardı. Şimdi böyle değil. “Boşuna mı okuduk, okuduk da ne oldu” dönemi yaşanıyor, yüksek işsizlik rakamları nedeniyle. Okulların toplumsal hiyerarşide ilerleme sağlayan kurumlar olduğu ileri sürülürdü, bugünlerde ise, sizin de ifade ettiğiniz gibi, yoksul çocuğunun çırak, dindar velinin çocuğunun medreseli olma olasılığı çok daha yüksek.

Ekonomik ve siyasal sorunlarla, çoklu krizlerle, işsizlikle, yoksullukla baş edemeyen siyasal iktidar seçmenler nezdinde kendi farkını dinselleştirme üzerinden inşa etmeye çalışıyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ifade ettiği “yeni eğitim sistematiği” tam da bu! “Cambaza bak” diyorlar, gerçek sorunları perdeliyor, örtüyorlar.

2022-2023 MEB verilerine göre, ilkokul, ortaokul ve lisede, yani tüm kademelerde kız çocuklarının sayısı daha az.[1] Örgün eğitimdeki erkek öğrencilerin sayısı, kız öğrencilerin sayısından 549 bin kişi daha fazla. Bu, kız çocukları ve kadınlar için bir başka eşitliksizlik verisi demek. Yusuf Tekin’e göre, bunun nedeni karma eğitim. Siz nasıl görüyorsunuz?

Tam tersi, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin çok belirgin olduğu Türkiye’de, karma eğitim ilkesi, kız çocukları için çok büyük bir kazanım, cumhuriyetin bir kazanımı. Kız çocuklarının karma ortamlarda bilgi ve yeteneklerini geliştirmeleri, güçlenmeleri ve özgürleşmeleri sağlanır. Erkek egemen düzeni geriletmek açısından kız ve oğlan çocuklarının birlikte eğitimi toplumsal barışın okulda, ailede, sokakta, işyerinde inşa edilmesi için de güçlü bir kazanımdır. Nihayetinde, toplumsal alanlarımız evler, sokaklar, toplu taşıma araçları, kamu kurumları, bankalar, vergi daireleri, sahiller, müzeler karmadır, hayat çoğul, çeşitli ve karma bir akış içindedir.

Okullardaki şiddet ve zorbalığı bahane eden radikal siyasal İslâmcılar, bunu velilerin talebiymiş gibi göstererek kız ve oğlan çocukların ayrı okullarda eğitimini savunabiliyor. Daha da olumsuz olanı, karma eğitim ilkesini hayata geçirmekten sorumlu Milli Eğitim Bakanı’nın 21. yüzyılda karma eğitim tartışmasını başlatmış olması. Okulda, ailede, işyerinde, sokakta şiddeti, istismarı, ihmali önlemenin yolu kolaycılığa kaçarak kız ve oğlan çocuklarının ayrı eğitimini düşünmek değil, okulun içinde ne yapılabileceğini düşünmekten ve eylemekten geçiyor.

4+4+4 zorunlu ilköğretim modeli yaklaşık 1,5 milyon kız çocuğunun açık öğretime yönelmesine, örgün eğitimi bırakmasına neden oldu. Bu durum aileler tarafından rahatça evlendirilmek, dini eğitime yönlendirilmek için 4+4+4’ün hazırladığı zeminde gerçekleşti. Son on yılda zorla evlendirilen, evlilik adı altında cinsel istismara uğramasına göz yumulan kız çocuğu sayısı 300 bini aşmış durumda.

İstanbul Sözleşmesi’ni geri getirmek ve eğitim kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için önlemlerin alınması çok gerçekçi bir çözüm. Kız ve oğlan çocuklarının onur duygusunu, kişiliğini, güç ve yetilerini geliştirmek için çocuğun cinsiyetinden bağımsız, insan olmaya odaklanan bir bakış açısı okullarda inşa edilebilir, bu mümkün. Kız ve erkek çocukları, cinsiyet temelli değil, “insan varoluşu” olarak kendilerini düşünmeye başladıklarında, okullarda barış içinde birlikte yaşamayı öğrenirler. Bu durum kadın cinayetlerini geriletebilir.

Kız çocuklarının okuldan uzaklaşmalarına yol açan nedenlerin başında, velilerin yoksulluğu, işsizliği ve sosyal yardımlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışmaları geliyor. Çok çocuklu ailelerde yoksulluk nedeniyle kız çocuklarının eğitimi ihmal edilebiliyor. “Eve ekmeği erkekler getirir, oğlan çocuklarının eğitimini destekleyelim” anlayışı hâlâ kırılabilmiş değil. Bu nedenle, ulaşım, önlük, kırtasiye gibi harcamalar için sınırlı bütçe oğlan çocuklarına ayrılabiliyor.

Öte yandan, toplumsal cinsiyet kalıpları, kız çocuklarını küçük yaşta evliliğe, evde küçük kardeşlerine ve yaşlıların bakımına, eş ve annelik rollerine hazırlanmasına yönlendiriyor. 4+4+4 zorunlu ilköğretim modeli yaklaşık 1,5 milyon kız çocuğunun açık öğretime yönelmesine, örgün eğitimi bırakmasına neden oldu. Bu durum aileler tarafından rahatça evlendirilmek, dini eğitime yönlendirilmek için 4+4+4’ün hazırladığı zeminde gerçekleşti. Zaten 4+4+4 bunun için kurgulanmıştı. Son on yılda zorla “evlendirilen”, evlilik adı altında cinsel istismara uğramasına göz yumulan kız çocuğu sayısı 300 bini aşmış durumda.

Açık ortaokul ve liseler, kız ve oğlan çocuklarının okul yüzü görmeden diploma edinmelerine yol açan “kaçış mekânları” olarak değerlendirildi. Geçen yıl 1,5 milyon civarında öğrenci açık liselere devam ederken, 2023-2024 milli eğitim istatistiklerine göre, bu rakam 2 milyon 100 bine ulaştı. Çocukların çalışmaya başlamasından öte, ulaşım, giysi, kırtasiye masraflarını karşılayamamak gibi nedenlerle de çocuklar örgün eğitimden alınıp açık öğretime veriliyor.

Eğitim hedefleri ve sorunları hakkında elimizde MEB’in ürettiği sağlıklı veriler yok. MEB istatistiklerinde dönemsel ve özgün koşulları yansıtan yeni bir veri toplama sistemi ya kullanılmıyor, kullanılıyorsa da kamuoyuyla paylaşılmıyor. Gerçek veriler yayınlandığında eğitim sisteminin gerçek sorunları ortaya çıkacak diye düşünüyor olmalılar. Eğitim sorunlarını tanımlama ve çözüm aşamasında katılımcı ve şeffaf olmayan bir bakanlık merkez örgütü işleyişiyle karşı karşıyayız. Hatta bir bakanın kamuoyuyla paylaştığı verileri hemen sonra gelen bakan değiştiriyor. Bir önceki bakan okullaşma oranlarını yüzde 99’larda gösterirken, şimdi görüyoruz ki bu oran en azından geçen öğretim dönemi için yüzde 90’lar civarında.

Okula devamsızlığı etkileyen nedenlerden biri de çocukların COVID-19 pandemisi döneminde içe kapanması. Pandemi döneminde okullar yaklaşık bir buçuk yıl kapalı kaldı. Türkiye bu kadar uzun süre okulları kapatan az sayıda ülkeden biri oldu. Evde uzun süreli kalma, eğitimi çevrimiçi sürdürme, çocukları ve gençleri psikolojik ve sosyal yönden olumsuz etkiledi. Pandeminin ardından öğrencilerin okula uyum sorunları arttı.

Pandemi süreci, ardından siyasal ve politik şiddet dili ve toplumun kutuplaştırılması, okul içinde çalışma barışının bozulmasına yol açıyor ve okulda demokratik bir kültürün gelişmesini engelliyor. Karma eğitime karşı olanlar bunu da kullanıyor. Bırakın toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını, kadın-erkek eşitliği kavramına bile tahammülleri yok.

İktidar paralel eğitimle karma eğitimi ortadan kaldırmak istiyor. Aslında karma eğitimi yer yer bazı illerde yok ettiler. İmam hatiplerde kimi derslerin büyük ölçüde ayrı sınıflarda olduğunu biliyoruz. Son yıllarda cinsiyetçilik okullarda çok yaygınlaştı. Cinsiyet odaklı bir rejim inşa ediliyor.

İktidar paralel eğitimle karma eğitimi ortadan kaldırmak istiyor. Aslında karma eğitimi yer yer bazı illerde yok ettiler. İmam hatip ortaokul ve liselerinde kimi derslerin büyük ölçüde ayrı sınıflarda olduğunu biliyoruz. Aslında eskiden beri kızların kızlarla, erkeklerin erkeklerle oturduğu bir düzen örtük biçimde işliyordu. Ancak, son yıllarda cinsiyetçilik okullarda çok yaygınlaştı. Cinsiyet odaklı bir rejim inşa ediliyor. Okullarda toplumsal cinsiyet eşitsizliği yeniden üretiliyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleştiği bu koşullarda, iktidarın milliyetçi, tekçi, dinci, muhafazakâr, neoliberal politikalarını sürdürmesinin bedelini en çok kadınlar ve çocuklar ödüyor. Eğitim ortamının bu şekilde yapılanması kız çocuklarının eğitime erişimlerine de, tutunmalarına da engel.

Şunu da ifade etmek gerekiyor: Çocuklar, tek başına ailelerinin, devletin ya da sermayenin isteklerine göre “biçimlendirilecek varlıklar” değildir. Kendi yaşam akışlarını kendilerinin planlaması için desteklenmelidirler. Çocukları kimi zaman ailelerinden korumamız gerekebilir. Örneğin, altı yaşında evlendirilen, yıllarca istismar edilen, ailesinden korunamayan, okula erişemeyen bir çocuk, yıllar sonra bir kadın olarak hem ailesi hem de eşi hakkında dava açtı. Okullar erken yaşta evlilikleri, şiddet, ihmal ve istismarı önlemede, çocukların üstün yararını gözetmede önemli kurumlardı. Şimdiyse, ÇEDES veya dinci vakıf ve derneklerle yapılan protokollerle birlikte, çocukların güvenliğinden endişeliyiz. Çocukları şimdi de devlet kurumlarının protokollerde hazırladığı alanlardan korumak gerekiyor.

Öğretmenlik Meslek Kanunu’yla öğretmenlik çeşitlendirildi: ücretli öğretmen, sözleşmeli öğretmen, aday öğretmen, uzman öğretmen, başöğretmen… Bu ayrışma öğretmenleri nasıl etkiliyor? 

Öğretmenler mesleği itibarsızlaştıran, öğretmenlerin ekonomik sorunlarına çözüm üretmeyen, eşit işe eşit ücret ilkesini ortadan kaldıran, özlük haklarını zayıflatan, öğretmenler arasındaki ayrımcılığı ve eşitsizliği derinleştiren politika ve uygulamalarla karşı karşıyalar.  

Öğretmenler kariyer basamaklarını değil, yoksulluk sınırının üzerinde bir maaş ve özlük haklarının geliştirilmesini talep ediyor. Ücretli öğretmenler düşük maaş ve düşük ekonomik haklardan, sözleşmeli öğretmenler ise güvencesizlikten şikâyet ediyor. Öğretmenleri öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olarak kariyer basamaklarına ayıran, eşit işe eşit ücret ilkesini ihlâl eden Öğretmenlik Meslek Kanunu öğretmenlik mesleğine hiçbir değer katmadığı gibi, kıdem ve sınav yoluyla yarattığı maaş farklılıkları nedeniyle okuldaki çalışma barışını da bozdu.

Laik eğitim ilkesi rafa kaldırılmak isteniyor. Bugüne kadar imzalanan kimi protokollerle arka kapıdan okullara giren imamlar ÇEDES’le ön kapıdan girecek ve buna kaynak ayrılacak. Buna kaynak ayıracağınıza, “Öğrencilere ücretsiz bir öğün sağlıklı yemek için kaynak ayırın” diyoruz.

Öğretmenlik Meslek Kanunu yanlış, eksik ve ayrıştırıcı bir kanun. Ataması yapılmayan öğretmenleri, ücretli öğretmenleri ve özel öğretim kurumlarında görev alan binlerce öğretmeni kapsamıyor. Öğretmenlerin maaş artışını sınava bağlayan bir süreç başladı. 69 puan alan öğretmen düşük maaş, 70 puan alan yüksek maaş alacak. Bu kanun eğitime, eğitim emekçisine daha az kaynak ayırmanın bir yolu.

Ve tabii sendikal hareketi parçalamak için de kurgulanmış gözüküyor. Aynı zamanda bölgesel eşitsizliklerin de bir aracı oldu. Ücretli öğretmenleri daha çok kentlerin yoksul mahallelerinde görüyorsunuz. KPSS sınavından geçememiş, eğitim fakültesi mezunu olup olmadığını bilmediğimiz, bazı yerlerde lise mezunlarının dahi ücretli öğretmen olarak çalıştırıldığını duyuyoruz. Ücretli öğretmenler il, ilçe düzeyinde kayırmacı süreçlerle görevlendirilmiş kişiler de olabiliyor. Yirmi saat ders verip asgari ücretin altında maaş alıyorlar. Sendikal hakları da olmadığı için bu kişiler kendi sorunlarını yeterince anlatamıyor, sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturmaya ve kadroya geçmeye çalışıyor.

Atanamayan öğretmenler sorununu çözmekten o kadar uzaklar ki. Bu konuda gerçekçi bir eğitim ve insan gücü planlaması yapılsaydı, 600 binin üzerinde öğretmen atanmayı beklemezdi. Çok daha az sayıda atanamayan öğretmen olurdu, yerel yönetimlerde ve benzeri yerlerde, yine eğitim işleri olmak üzere, çeşitli çalışmalarda istihdam edilebilirlerdi. Böyle bir öğretmen işsizliği sorunuyla karşılaşmazdık.

Seçim sürecinde, iktidar kamu emekçilerinin istihdamında mülâkatların kaldırılacağını vaat etmişti, ama bu uygulama sürdürülüyor…

Mülâkatların kaldırılması muhalif siyasal partiler tarafından sıkça dillendirildiği için siyasal iktidar da bunu bir seçim vaadi olarak bildirmişti. 600 binin üzerinde ataması yapılmayan öğretmen var, bu öğretmenler yıllardır KPSS için sınavlara giriyor, arkasından mülâkatlarla karşılaşıyor ve siyasal kayırmacı, akraba kayırmacı bir anlayışla, KPSS’den yüksek puan almalarına rağmen eleniyorlar. Siyasal iktidar kendisinden farklı düşünen birçok toplumsal kesimi kamu hizmetine girişten men eden bir uygulamaya geçmiş bulunuyor.

Bir de özel sektörde çalışan öğretmenler var, onlar da aşırı sömürü koşullarında çalıştırılıyor. Bu öğretmenlerin kamudaki eğitim emekçilerine eşdeğer taban maaş hakkı gasp edildi. Şimdi asgari ücret ve daha altında ücretlerle çalıştırılıyorlar. Öte yandan, emekli öğretmenleri düşünen yok. Seyyanen ücret artışından emekli öğretmenler ve bilim emekçileri yararlanamadı. Yüksek enflasyondan en olumsuz etkilenen yurttaşlar emekliler. Seçim sonrasında yapılan artışların tümü enflasyon karşısında eridi gitti, daha da gidecek. Büyük şehirlerde yaşayan öğretmenler için kira artışları karşılanabilir değil. Öğretmenler için de tüm emekçiler gibi bir barınma krizi var. Öğretmenler İstanbul gibi büyük kentlerden küçük yerlere gitmek istiyor.

Milli Eğitim Bakanı göreve gelir gelmez karma eğitimi hedef aldı, siz de “Hayat karma, eğitim karma” sloganıyla buna karşı çıktınız. Hemen sonra ÇEDES projesiyle laik eğitim tartışmaları başladı. ÇEDES hangi illerde uygulanacak?

MEB, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum protokolü 81 ili kapsıyor. Süresiz bir protokol bu, ne zaman sona ereceği belli değil. Laik eğitim ilkesi rafa kaldırılmak isteniyor. Bugüne kadar imzalanan kimi protokollerle arka kapıdan okullara giren imamlar, ÇEDES’le ön kapıdan girecek ve buna kaynak ayrılacak. Buna kaynak ayıracağınıza, “öğrencilere ücretsiz bir öğün sağlıklı yemek için kaynak ayırın” diyoruz. Akıllarında öğretmenler odasına bir de “manevi danışman” ya da başka bir isimle din görevlisi sokma hedefi var.

ÇEDES ile okullarda Değerler Kulübü üzerinden, koordinatör öğrenciler ve koordinatör öğretmenler aracılığıyla ve okul müdürlerini de uygulayıcı olarak görevlendirerek, dinsel faaliyetlerin önünü açmak istiyorlar. Ancak, konu okula din görevlilerinin girişiyle sınırlı değil. Öğrenciler Diyanet İşleri Başkanlığı Gençlik Eğitim Merkezleri’ne götürülecekler, sözde gönüllülük temelinde olacak bu. Tahminimiz odur ki, bu merkezlerde çeşitli cemaat ve tarikatların üyeleri öğrencilerle iletişime geçecek. Çocuklar oralardan nereye giderler, bilmiyoruz. Okulun bir etkinliği gibi göstererek velilerin güvenini kazanıp çocuklar ve gençleri dinci vakıf ve derneklerle buluşturmanın amacı ÇEDES protokolü.

Eğitim-öğretim yılı başında sessiz sedasız, haftalık ders çizelgesinde ortaokul ve liselerde din derslerinin sayısını artırdılar. Yaklaşık 19 milyona yakın öğrenciyi ve 1 milyon 200 bine yakın eğitim emekçisini ilgilendiren bu konuda karar alınırken sendikalara görüş sorulmadı. Demokratik olmayan bir süreç işletiliyor, böylesi süreçlerde telafisi imkânsız sonuçlar ortaya çıkabilir.

Son düzenlemeyle seçmeli din derslerinin sayısı daha da artırıldı. Ortaokullarda 16, liselerde 34 saate çıkarıldı. İktidar din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bir süreci işletiyor. Tüm okullar imam hatiplerin programlarıyla benzer bir programa teslim ediliyor, eğitim müfredatı dincileştiriliyor.

4+4+4 eğitim sistemiyle birlikte “seçmeli din dersleri” adı altında ders sayısı artırılmış ve pratikte zorunlu din dersi sayısı bir anda beş katına çıkarılmamış mıydı?

Bu son düzenlemeyle seçmeli din derslerinin sayısı daha da artırıldı. Ortaokullarda 16, liselerde 34 saate çıkarıldı. İktidar din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bir süreci işletiyor. İlkokul 4. sınıfta iki saat zorunlu Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi zaten vardı. Bu ders anayasaya aykırı bulundu, hem Anayasa Mahkemesi hem de AİHM zorunlu din dersi uygulamasının ihlâl olduğu kararını verdi.

Yeni değişiklikle ortaokullarda 5, 6, 7, 8. sınıflarda 16 saat din dersi getirilmiş oldu. “Din, Ahlâk ve Değer” seçmeli ders grubu içinden öğrencilerin en az bir dersi seçme zorunluluğu var. Çocuklar 16 saat din dersine teslim edilmiş durumda. Liselere gelince olay biraz daha büyüyor. 9, 10,11, 12. sınıflarda, 30 ila 34 saat arasında zorunlu din dersi uygulamasıyla karşı karşıya kaldık.

Tüm okullar imam hatip lise ve ortaokullarıyla benzer bir programa teslim ediliyor, eğitim müfredatı dincileştiriliyor. 40 saat program dışı etkinlikler var. Herhangi bir eğitim-öğretim programıyla, ilkeleriyle uyumlu bir düzenleme olmaksızın 40 saat program dışı etkinlikle karşı karşıya öğrenciler. Bunun ÇEDES’le ilgili olduğunu düşünüyoruz. ÇEDES’in hayata geçirilmesi için bu program dışı etkinlikler değerlendirilebilir.

Bu program dışı etkinlikleri kim düzenliyor?

İmam hatipler, Kur’an kursları, ilahiyat fakülteleri kanalıyla bir ruhban sınıfı oluşturuldu. Şimdi bunlar bütçeden, kadrolardan pay talep ediyor. Bu dersleri de ilahiyatçılar verecek büyük ölçüde. 700 bine yakın işsiz öğretmen bu programlarda görev alamayacak. İlahiyatçılara, eğitim fakültesi mezunu olmayan bu kişilere alan açılmış oluyor. Eğer toplumdan güçlü bir itiraz gelmezse, toplumsal muhalefet kararlı bir biçimde “laiklik yaşamsaldır”, “laiklik savunulmalıdır” demezse, eğitimin dincileştirilmesi iktidar kaynakları ve aygıtları yoluyla, devletin tüm organlarının seferber edilmesiyle sürecek. Laiklik mücadelesi bir sınıf mücadelesi ve eşit yurttaşlık mücadelesi bize göre.

Yakın dönemin toplumsal mücadeleleri de müfredatta yer bulabiliyor. Örneğin Gezi olayları 12. sınıf ders kitaplarında dış mihraklara bağlanarak, adeta bir nefret söylemiyle işlendi…

Eşitlik mücadelesi, özgürlük mücadelesi, doğadan yana bir yaşam mücadelesi olan Gezi’nin böyle anlatılması kabul edilemez. Ders kitaplarının tamamı incelendiğinde, ayrımcılığı ve nefret söylemini tetikleyen, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini büyütecek çok sayıda içerik görülecektir.

Toplumdan güçlü bir itiraz gelmezse, toplumsal muhalefet kararlı bir biçimde “laiklik yaşamsaldır”, “laiklik savunulmalıdır” demezse, eğitimin dincileştirilmesi iktidar kaynakları ve aygıtları yoluyla, devletin tüm organlarının seferber edilmesiyle sürecek. Laiklik mücadelesi bir sınıf mücadelesi ve eşit yurttaşlık mücadelesi bize göre.

Öğretmenlerin önlük giymeye teşvik edilmesi de bir cinsiyetçilik örneği sayılabilir mi?

Zaten isteyen öğretmen önlük giyiyordu. Öğretmenlerin boy ve bedenlerini istemek, öğretmen önlüğü diktirmek, bunu da 24 Kasım’da öğretmenlere hediye olarak vermek trajikomik bir uygulama. Öncelikle, vergi yükümlüsünün ödediği vergiyi böyle bir hediye için kullanamazlar. İkincisi, bu ödeneğin alternatif kullanım alanları var. Üçüncüsü, öğretmen maaşları enflasyon karşısında eriyor, öğretmenlerin giysi alabilme gücü bile zorlanır durumda. Öğretmenlerin yoksulluğu önlükle kapatılmak isteniyor. Dördüncüsü, örtük biçimde “öğretmenlerin kendilerine yaraşır biçimde giyinmedikleri” algısı yaratılarak öğretmenler ve öğretmenlik mesleği değersizleştirilmek isteniyor. Son olarak, siyasal iktidara göre asıl mesele, eğitim alanı bu denli dinsel uygulamalara açılırken kadın eğitim emekçilerinin giysileri. Kadın öğretmenleri önlükle örtme çalışması yürütülüyor. İktidar kadınların bedenlerine, kimliklerine, yaşam biçimlerine dönük müdahalelerinin sonucu olarak eğitim alanında tek tip kıyafeti dayatmak istiyor. Milli Eğitim Bakanı, “öğretmenlerin okullarda ‘bir eğitimciye yakışır şekilde’ giyinmesi için beyaz önlük uygulaması konusunda valiliklerin gerekli hazırlıkları yaptığını” ifade ediyor.

Demokratik bir eğitim ortamından söz edebilseydik, öğretmenler ne giyeceklerine, nasıl giyineceklerine kendileri karar verirdi. MEB eğitimin gerçek sorunlarıyla, eğitim emekçilerinin ekonomik ve özlük sorunlarıyla ilgilenmek yerine bu tür tartışmalar yaratmayı bilinçli olarak tercih ediyor. Bu bakış açısı her yere sirayet etmiş durumda, Meclis’ten okullara, konser salonlarına kadar.

Bir yandan da, bakıyorsunuz, birden çok eşle evli vekiller, Konca Kuriş’i domuz bağıyla işkence yaparak öldürenler TBMM sıralarında. Kadını, çocuğu değil, aileyi merkeze alan bir bakış açısı hâkim. Eylül ayında 81 ilde düzenlenen Aile Çalıştayları bunun bir örneği. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın düzenlediği Aile Çalıştaylarıyla, eğitim alanını dizayn etme girişimleriyle, “sesini çıkarırsan atarım, sürerim, ihraç ederim” tehditleriyle insanların susturulduğu, baskılandığı bir mezarlık sessizliği yaratmaya çalışıyorlar. Aileyi de, okulu da baskılayarak tüm bunların üzerinden bir “Türkiye Yüzyılı” kurmaya çalışıyorlar. ÇEDES’i önleyemez, aile bahanesiyle aile hukukunu sil baştan yazmaya girişenleri, anayasaya başörtüsünün konmasını durduramazsak, korkarım ki daha çok şeyimizi kaybedeceğiz.

ÇEDES ile yeniden tartışılmaya başlanan “laik eğitim” bu iktidardan önce ne durumdaydı?

“Türkiye ne zaman laik oldu ki” türünden indirgemeci tartışmalar yürütülse de, laiklikten uzaklaşmada dönemsel derece farklarını gözardı edemeyiz. Din dersleri 12 Eylül darbesinin ardından, 1982 Anayasası ile zorunlu hale geldi. Özellikle bu tarihten sonra, bütünüyle laik bir eğitimden söz etmek zorlaştı. O tarihe kadar din dersleri seçmeli olarak veriliyordu. Zorunlu din dersleri Sünni İslâm inancına sahip olmayan herkesi asimile etmenin aracı olarak kullanıldı.

Nitekim, 90’lı yıllardan itibaren, Aleviler zorunlu din derslerine itiraz etti. İlk dava 2004’te, ikincisi 2005’te açıldı. Her iki dava da iç hukuk yollarını tüketip AİHM’e taşındı. AİHM her iki kararda din dersinin zorunlu tutulamayacağının altını çizdi. MEB din derslerini zorunlu olmaktan çıkarmadı. Sadece içeriğine Alevilere ve diğer inançlara dair bazı bilgiler eklendi. Alevi kurumları bunun Sünni bakış açısına göre Aleviliğin yorumu olduğunu söyleyerek itiraz etti. 

“Türkiye ne zaman laik oldu ki” türünden indirgemeci tartışmalar yürütülse de, laiklikten uzaklaşmada dönemsel farkları gözardı edemeyiz. Din dersleri 12 Eylül darbesinin ardından, 1982 Anayasası ile zorunlu hale geldi. O tarihe kadar din dersleri seçmeli olarak veriliyordu.

Geçen sene nisan ayında Anayasa Mahkemesi, bir ilk denilebilecek kararında, “anayasanın 24. maddesinin 4. fıkrasında güvence altına alınan, ebeveynlerin eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama hakkının ihlâl edildiğine” hükmetti. İktidar bu kararı da dikkate almıyor. Niye alsın ki, iktidar ortağı Devlet Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğini savunuyor. Kırıntıları kalmıştı laik eğitimin, bugün onu tümüyle yok etmek istiyorlar.

2017’de Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Erdoğan, “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demişti. Ders kitaplarından okul ders programlarına, Diyanet’le yapılan protokollerden imamların okullara girmesine kadar, “kindar ve dindar nesil yetiştirmek” için sürekli dozu artırıyorlar.

Eğitim-Bir-Sen’ in bir dergisini görmüştüm. Sözde bilim insanları kız ve oğlan çocuklarının beyinlerini incelemişler ve farklılıkları görerek “kız ve erkek çocukları ayrı okullarda eğitim görmelidir” sonucuna ulaşmışlar. Bununla karma eğitime karşı argüman geliştirmeye çalışıyorlar. Bu tamamen uydurma şeylerle karma eğitim karşıtlığını beslemeye çalışıyorlar. Başta da dediğim gibi, “paralel bir eğitim” tesis ediyorlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, bünyesinde kırktan fazla radikal İslâmcı grup bulunduran, amacı “Suriye’de şeri merkezi yönetim oluşturmak ve İslâm Birliği kurmak” olarak özetlenebilecek Suriye İslâm Meclisi ile bir protokol imzaladığı ortaya çıktı. 2020’de imzalanan protokol kapsamında Suriye İslâm Meclisi üyeleri Türkiye’de, özellikle çocukların katıldığı çok sayıda program düzenlemiş. Ya da, Bursa İnegöl’de bir okulda ders zili ansızın bir ilahi oldu mesela. Bütün bunlar size neler düşündürüyor?

2021’in temmuz ayında, ÇEDES çalışmaları başlatılmışken Erdoğan “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alâkalı ters bir yanı yok” dedi. Böylece, başta okullar ve işyerleri olmak üzere kamusal alanı kız çocuklarına ve kadınlara kapatan bir rejimle bir sorunumuz yok denmiş oldu. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in atanmasından sonra da üst üste gelen demokratik, bilimsel, kamusal eğitim karşıtı ataklar, ders dağıtım çizelgelerine kadar yansıdı.

12 Eylül’den bu yana 43 yıl geçti. Eşitlik, özgürlük, güçlü bir demokrasi ve insan hakları isteyen toplumsal bedeni bastırmak ve kendi istekleri doğrultusunda inşa etmek için elli yıllık süreleri öngörüyor ve planlıyorlar. Toplumsal muhalefet uzun erimli çalışmalar içinde ne yazık ki olamıyor. Ancak bunu yapabilmeliyiz. İktidarın “böl-yönet, boyun eğdir, kültürünü istila et, hileli biçimde yönlendir” uygulamalarına inat, dayanışma içinde olmalıyız. Çünkü çok çeşitli yönlerden saldırı var.

16 Eylül İzmir mitingi

16 Eylül’de, “Laik eğitim, laik yaşam, eşit yurttaşlık” sloganlarıyla alana çıktınız. İzmir Gündoğdu Meydanı’ndaki mitinginize katılımı az bulanlar oldu. Bir grup “laik eğitim ve laik yaşam tamam, eşit yurttaşlık nereden çıktı?” dedi. Bu gibi eleştirilere rağmen miting seçimlerden bu yana yapılan en kitlesel protestolardan biriydi. Siz mitingi nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÇEDES son genel meclisimizin en can alıcı konularından biriydi. İzmir’de 842 din görevlisinin okullara atanması üzerine, miting İzmir’de olsun dedik. İttifakımızı büyütmek için Alevi kurumlarıyla, veli ve öğrenci yapılanmaları, kadın örgütleri, meslek kuruluşları, hak savunucusu örgütlerle çok geniş yelpazede bir örgütlenmeye gittik. İlk toplantımızı Alevi kurumlarıyla yaptık, sonra Veli-Der ve Öv-Der (Tüm Öğrenci Velileri Dayanışma Derneği) ile bir araya geldik. İkinci geniş katılımlı toplantıya otuzun üzerinde örgüt katıldı, içlerinde politik örgütler de vardı. Çok iyi bir çalışma yürüttük.

Laiklik kavramı çok kuru ve kaba biçimde devlet refleksiyle tanımlanıyordu. Bu kavram Türkiye insanının günlük hayatına pek girmemişti. “Bu meseleyi biz nasıl ele alacağız” diye önümüze koyduğumuzda, “laiklik bir sınıf mücadelesi aracıdır” dedik. Çünkü dini duygular kullanılarak insanlar ekonomik, demokratik haklarından ediliyor. Ezen, sömüren patron, gözlerinin önüne çekilen dinci perdelemeyle iyi insana dönüşüyor birden. Unutmuyorum, Fatma Şahin Antep’teki Şireci grevini engellemek için yaptığı konuşmada “Patron çocuklara okul yapıyor, babacığı için de cami yapacak. Siz bu adama karşı grev mi yapacaksınız?” demişti.

Sınıf mücadelesi ve kimlik mücadelesi birbirinin içine geçmiş durumda. Çok katmanlı eşitsizlikler yaşıyoruz. Emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin mücadelelerinin, ekoloji mücadelelerinin yan yana gelmesiyle, çocukların deyişiyle, voltran’ı oluşturmak mümkün. 

Laiklik tanımımıza bir kavram daha ekledik: Eşitlik, eşit yurttaşlık. Toplumsal, sınıfsal olarak eşit miyiz? Sosyal devletin kırıntılarına bile tahammül edemeyen neoliberal politikalar karşısında zenginlerle işsizler, emekçiler eşit mi? Bu yüzden eşit yurttaşlık kavramını öne çıkardık.

Seçim sonrası yaşanan sessizliğe, küskünlüğe karşın İzmir’de 20 bini aşan bir kitleyle buluşmak önemliydi. “Laik eğitim, laik yaşam, hayat karma – eğitim karma, eşit yurttaşlık” taleplerimizi gündemde tutmaya devam edeceğiz.

Tek katmanlı ayrımcılıklar yaşamıyoruz. Sınıf mücadelesi ve kimlik mücadelesi birbirinin içine geçmiş durumda. Çok katmanlı eşitsizlikler yaşıyoruz. Bunu daha güçlü bir biçimde anlatabilmeyi istiyoruz.

En güçlü irade halkın kendisi. Halkın, kamuoyunun uyarılması, kamusal bilincin geliştirilmesi için kimi zaman masada, kimi zaman sokakta sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Demokrasinin gelişmesi örgütlü toplum olma, kamusal alanda var olabilmeyle ilgili. Kamusal alanları yeniden kazanmalıyız. Birbirini anlayan, dinleyen, çözüm üretilmesini talep eden toplum olma halini inşa edebilmeliyiz. Bu nedenle bütün çoğulluğu ve çeşitliliği ile toplumsal bedenleşmenin ilmek ilmek örülmesi çok önemli. 16 Eylül Bölgesel İzmir Mitingi sürecinde, önce üç, sonra otuz, nihai olarak da yüze yakın kuruluşu bir araya getiren örgütlenme çabası, toplumsal bedenleşme çabası olarak görülebilir.

Güçlü muhalif bedeni ortaya çıkarmak siyasi partilerin, emek ve meslek örgütlerinin, bağımsız sivil toplum örgütlerinin yan yana gelmesiyle mümkün. Tek başına bedenler olarak var olamayız, ancak bir arada var oluyoruz. Örneğin, işsizlikle mücadele için tek başına mücadele edilemez. Toplumsal bir gövde olduğumuzda “işsizlik gerçeği bir insanlık suçudur” diyebiliriz. Emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin mücadelelerinin, ekoloji mücadelelerinin yan yana gelmesiyle, çocukların deyişiyle, “voltran’ı oluşturmak” mümkün.

Karanlık bir düzen adım adım inşa ediliyor. Öyle bir düzen ki, gözleri çok iyi görmeyen, dudakları şiirlerden çıkan sözcüklerden uzaklaşmış, kullanımdaki sözcük sayısı 300-400’e indirilmiş, kulakları ötekinin sözüne tıkalı, evden işe, işten eve ailenin sınırlarına hapsedilmiş bir hayat hiçbirimizi mutlu edemez. O yüzden de mücadele büyüyecek. Kaygılarım var, ama asla umutsuz değilim. Bu kadar güzel bir ülkede neden bize dayatılan bu hayatı yaşamak zorunda olalım ki?


[1] Erkek öğrenciler kız öğrencilerden ilkokulda 161 bin, ortaokulda 58 bin, orta öğretimde ise tam 330 bin 425 kişi daha fazla.

^