Tarih iki kez tekerrür eder, ilkinde trajedi, ikincisinde fars olarak. Ya üçüncü kez tekerrür ederse? O durumda nasıl bir manzarayla karşılaşacağımıza Emmanuel Macron sayesinde yeniden Fransa’da mı tanıklık ediyoruz? Marx bu meşhur cümlesinde Napolyon Bonaparte’ın yeğeni Louis Bonaparte’ın sivil darbeyle Fransa’nın İkinci Cumhuriyeti’ni (1848-1852) imparatorluğa çevirmesini kastediyordu.[1]
Halihazırda, Fransa 7 Temmuz’da yapılan genel seçimlerin ikinci turundan beri yeni bir hükümete kavuşamadı. Hükümeti bırakalım, onu kurmakla görevli olması gereken başbakan bile henüz belirlenmiş değil. Zira, anayasal olarak başbakanı atamak –geleneksel olarak ve demokratik teamül çerçevesinde seçimlerde birinci gelen grubun temsilcisini– cumhurbaşkanına düşüyor.
23 Temmuz’da seçimlerde birinci gelen sol ittifakın ortak bir başbakan adayı önermesinin ardından televizyonlara çıkan Macron başbakanlık sorulduğunda, “Şimdi konumuz bu değil” diye geçiştirerek esas acil meselenin Paris Olimpiyat Oyunları olduğunu, oyunlar bitene kadar kimseyi başbakan atamayacağını söyledi. Fakat bu arada, meşruiyetini tamamen kaybeden ve hiçbir toplumsal dayanağı kalmayan Macronist hükümet hiçbir şey olmamış gibi yerli yerinde duruyor.
“Faşizme baraj” vaadiyle gelip faşizm yöntemlerine başvurmak
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 2024 Fransa’sında böyle absürt bir vaziyet nasıl mümkün? Süreci azıcık başa sarıp baktığımızda, günümüz Fransa demokrasisinin her anlamıyla hem bir trajedi hem de bir fars sergilediğini görmek hiç de zor değil.
Temsiliyet düzeyi gittikçe düşük, hele bugünün siyasi koşulları açısından tamamen yetersiz kalan Fransa seçim sistemi,[2] “aşırı sağ tehdidine karşı birlik olma” zorunluluğunun da düzenli olarak neoliberal sistem tarafından istismar edilmesi, hatta bu uğurda aşırı sağ partilerin anaakım medya tarafından sıradanlaştırılmasıyla tüm sol ve düzen karşıtı hareketleri dışlayan, halkın iradesini yansıtmaktan tamamen aciz durumda.
Trajikomedinin son perdesi AB Parlamentosu seçimleriyle başladı. Macron’un neoliberal politikalarına karşı öfke aşırı sağı şaha kaldırdı. Anaakım yorumcular “aşırı sağ ve aşırı sol aynı madalyonun iki yüzü” söylemiyle yetinmez oldular, dillerine doladıkları, ama tanımlamaktan da kaçındıkları “cumhuriyetçi eksen”den artık sadece radikal solu dışarıda tutuyorlardı.
Emmanuel Macron böyle bir tabloda, oy kullanmama oranlarının rekor seviyelere çıktığı ve aslında seçmenin dörtte birinden azının desteklediği bir programla iki kez cumhurbaşkanı seçildi. Her defasında ikinci turda ırkçı Ulusal Birlik (Rassemblement national –RN) partisine ve liderleri Marine Le Pen’e karşı “baraj” kurmak vaadiyle solun oylarına da talip olarak ve büyük ölçüde de toplayarak.
Buna rağmen, her geçen gün artan otoriter rejim yöntemleriyle (meclisi by-pass ederek “oylanan” anti-sosyal reformlar, polis şiddeti, sol muhalefeti kriminalize etmek için atılan ve yandaş medya tarafından yayılan ipe sapa gelmez iftiralar) halkın büyük kesiminin karşı çıktığı programını hiç tavizsiz dayatarak ülkeyi yönetmeye kalktı.
Artık adını koymaktan kaçınmamalı: “Faşizme baraj” vaadiyle iktidara gelen Macron ve partisi alenen faşizm yöntemlerine başvurmaktan asla kaçınmadı. Üstelik bunu yaparken “laiklik” kamuflajıyla pompalanan İslâmofobi, “cumhuriyetçilik” söylemiyle düzen karşıtlığının dışlanması, göç ve güvenlik konularına dair korkuların kaşınmasıyla aşırı sağın tüm söylemlerini iktidara taşımaktan ve hatta Fransa siyasetini artık tamamen bu alana hapsetmekten geri durmadı.
Bunun arkasında iki maksat vardı. Birincisi, neoliberal siyasetin yarattığı temel adaletsizlik ve yoksullaşma sorunları yerine, gündemi popülist ve yüzeysel meselelerle meşgul etmek. Diğeriyse, Macron’u Elysée Sarayı’na götüren en kolay yolun, hatta muhtemelen tek yolun cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turunda karşısında Le Pen’in olmasıydı.
Dolayısıyla, aşırı sağın kuvvetli, devamlı bir tehdit olması, hatta gerekirse ülkenin birinci siyasi hareketi haline gelmesi elzemdi. Zira, ikinci turda Macron aşırı sağa karşı kurtarıcı olarak diğer tüm siyasi partilerin oylarıyla yeniden seçilecekti. Bu hesap tuttu tutmasına, fakat hem Macronculara, hem de esas olarak Fransa demokrasisine bedeli çok ağır oldu.
İroninin zirvesi
Trajikomedinin izlemekte olduğumuz son perdesi yukarıda özetlediğimiz koşullarda gidilen ve Fransız seçmenin gözünde daima ikinci planda kalan AB Parlamentosu seçimleriyle başladı. Macron’un neoliberal politikalarına karşı öfke, popülist sağ tartışmaların gündeme hakimiyeti ve anaakım medyanın aşırı sağı tamamen sıradanlaştırması, otuz yıldır yükselişte olan Ulusal Birlik’i şaha kaldırdı.
Televizyon kanallarında cirit atan anaakım yorumcular “aşırı sağ ve aşırı sol aynı madalyonun iki yüzü” söylemiyle bile yetinmez oldular, dillerine doladıkları, ama net bir şekilde tanımlamaktan da özenle kaçındıkları “cumhuriyetçi eksen”den [arc républicain] artık sadece radikal solu dışarıda tutuyorlardı. Solun son on yıldır en önemli temsilcisi konumuna gelen Boyun Eğmeyen Fransa (La France insoumise – LFI) ve lideri Jean-Luc Mélenchon bu sözde “anti-cumhuriyetçi sol”un sembolü olmuş, her gün farklı yalan, çarpıtma ve iftiralarla dört koldan saldırı altında kalıyordu.
Manzaranın belki de en ironik ve manidar kısmıysa, egemen güçlerin rolleri tam tersine çevirme çabaları. Yahudi düşmanlığı genlerine işlemiş Le Pen’in RN’si, kendisini İsrail’e koşulsuz destek veren mutabakatın içinde buluverdi. Tüm geçmişi ırkçılık ve antisemitizmle mücadele üzerine kurulu sol hareketlerse Yahudi düşmanı ilan edildi.
Süreç 7 Ekim’deki kanlı Hamas saldırıları ve hemen ardından Netanyahu hükümetinin Gazze’de başlattığı soykırımla iyice çığırından çıktı. Tüm düzen partileri ve medyası “kayıtsız şartsız” İsrail hükümetini desteklerken, LFI Gazze’de yaşananları net bir şekilde kınayan tek önemli siyasi hareket oldu.
Sol muhalefeti itibarsızlaştırmak ve tamamen gayrimeşru göstermek için her şeye hazır bekleyen düzen partileri tabii ki bu fırsatı kaçırmadı ve İsrail yönetimine getirilen tüm eleştirileri, Gazze’de yaşanmakta olan soykırımın kınanmasını, Filistinlilere yönelik en ılımlı destek mesajını bile antisemitizm diye yaftalayarak hem ortamı iyice kızıştırmış hem de Fransa toplumunda hakikaten de asla tam olarak sönmemiş Yahudi düşmanlığını dolaylı yönden körüklemiş oluyordu.
Tüm bu manzaranın belki de en ironik (fars) ve manidar kısmıysa, egemen güçlerin tarihsel konumları tam tersine çevirme çabaları. Kurucuları arasında Waffen-SS üyeleri bulunan ve Yahudi düşmanlığı genlerine işlemiş Le Pen’in RN partisi, günümüz politik-jeopolitik koşullarında Müslüman-Arap karşıtı ırkçılığı en önemli öncelik haline getirdiğinden, birden kendisini Macroncularla birlikte İsrail hükümetine koşulsuz destek veren mutabakatın içinde buluverdi.
Taban örgütlenmelerinden en üst düzeye kadar, tüm geçmişi ırkçılık ve antisemitizmle mücadele üzerine kurulu sol hareketlerse Yahudi düşmanı ilan edilerek “Hamas destekçisi” olmakla suçlanmaya başladı. Bu akıl tutulması aylardır Fransız medya ve siyaset düzleminde en ufak akılcı fikir alışverişini tamamen imkânsız kılıyor.
AB Parlamentosu seçimlerindeki manzara
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, 7 Haziran’da yapılan AB Parlamentosu seçimlerinin sonuçlarının sürpriz olduğu söylenemez. Seçmenin yarısının sandığa gitmediği, özellikle de sol görüşlü ve düşük gelirli kesimler için hep ikincil önem taşıyan AB seçimlerinde RN listesi yüzde 31,3’le birinci geldi.
RN’nin oylarıyla Le Pen’in yeğeni Marion Maréchal’in liste başı olduğu bir başka faşist parti Yeniden Fetih’in (Reconquête –15. yüzyılda İspanya’nın Müslümanlardan geri alınmasına verilen Reconquista tabirine atfen) yüzde 5,5’iyle toplandığında, sandıktan çıkan oyların yaklaşık yüzde 37’si doğrudan faşizan partilere gitmiş oldu.
Buna merkez sağdaki Cumhuriyetçiler (Les Républicains – LR, yüzde 7) ve Macroncuların (yüzde 14,6) gittikçe aşırı sağa kayan söylem ve eylemlerini de eklersek manzaranın vahameti hemen göze çarpıyor.
Sol partiler açısından bakıldığındaysa, AB seçimleri alışıldık bir manzarayı tekrar gözler önüne serdi. İki yıl önceki genel seçimlerde vekil çıkarabilmek için Boyun Eğmeyen Fransa’yla ittifaka muhtaç burjuva sol (diğer adıyla sosyal demokrasi) Sosyalist Parti (PS)[3] daha çok oy alacağını bildiği için, hemen ittifaktan ayrıldı. 68 kuşağı Maocularından, 2000’lerin başında neo-muhafazakâr ABD destekçisi André Glucksmann’ın oğlu Raphaël Glucksmann PS’in liste başıydı. En büyük önceliği Rusya-Çin karşıtlığı ve babası gibi ABD yandaşlığı olan, hatta 2008-2012 arasında Gürcistan’ın otoriter lideri Miheil Saakaşvili’nin özel danışmanlığını yapan Glucksmann önderliğinde “sosyalistler” yüzde 13,8 oy alarak, kendi tabirleriyle, “sosyal demokrasinin yeniden doğuşuna” önayak oldular.
Macron’un hayalinde solun sağından muhafazakâr sağa kadar uzanacak bir “cumhuriyetçi koalisyon” vardı. Böylece düzene (dolayısıyla da iktidarına) sağdan ve soldan tehdit oluşturan partiler masanın dışına itilecek ve gitgide zayıflayan “Ensemble” yeni bir dinamik ve meşruiyet elde edecekti. Gelgelelim, saraydaki hesap çarşıya uymadı.
Esasında önayak oldukları tek şey aşırı sağın yükselişini ve frenleri boşalmış neoliberal politikaları durdurabilecek tek sol oluşumu baltalamaktı, amaç da büyük ölçüde buydu zaten. Solun esas temsilcisi Boyun Eğmeyen Fransa–LFI ise ulusal dinamikleri yansıtmayan AB seçimlerinde yüzde 10’da kalmış oldu.
En büyük şok ise aynı akşam Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un meclisi feshettiğini ve erken seçime gitmeye karar verdiğini açıklaması oldu. Başka bir deyişle, aşırı sağa karşı baraj örmek vaadiyle seçilen Macron, hiç de zorunlu olmadığı halde Fransa’nın yasama ve yürütmesinin kapılarını ardına kadar Marine Le Pen ve sağ kolu genç Jordan Bardella’nın ırkçı faşist partisine açıyordu.
Zira, RN’in net bir şekilde zirvede çıktığı AB seçimlerinin hemen ardından erken seçime gitmek elbette RN’in sandıktan birinci çıkmasına yol açacak ve Nazi işgali döneminin işbirlikçi Vichy hükümetinden beri Fransa tarihinde ilk kez aşırı sağ bir partinin iktidara gelmesini muhtemel kılacaktı.
Macron’un hesabı
Peki, o halde Macron’un niyeti neydi? Kendi partisinin milletvekillerinin, hatta hükümet üyelerinin bile haberi olmadan, söylenenlere göre, dört-beş kişilik en yakın danışmanlarından başka kimseyle görüşmeden bu kadar kritik ve riskli bir karar verirken hangi hesapları yapıyordu? Macron’un ikide bir isim değiştiren partisi Rönesans (Renaissance) ve etrafındaki küçük partilerin oluşturduğu Beraber (Ensemble) koalisyonunun yeni yaşadığı hezimetin ardından kendisini toparlamasına ve erken seçimlerde meclisteki konumunu sağlamlaştırmasına en iyimser Macronistler bile ihtimal vermiyordu.
Aslına bakılırsa, görünen o ki Macron ve kurmaylarının hesabı, eskisine göre çok daha dolambaçlı da olsa, şimdiye kadar hep işleyen formülü tekrar etmek ve yine RN’e karşı kurtarıcı bir ittifak oluşturup kendilerini bu ittifakın merkezine koymaktı. Fakat bu planın başarılı olabilmesinin ilk ve zorunlu koşulu RN’i durdurabilme potansiyeli en yüksek siyasi oluşumun Ensemble ve muhtemel müttefiklerinin olması.
İşte meselenin en can alıcı noktası tam da burada ortaya çıkıyor: Macron iktidara geldiğinden beri ilk kez sol partiler –birleşebildikleri takdirde– tepedeki Macron-RN düellosunu bozabilir, RN’in ardından ikinci gelebilir, hatta belki birinci bile çıkabilir pozisyondaydılar. Emmanuel Macron’un kısa vadeli ve hem kendisi hem de Fransa için riskli planlarının merkezinde, birbirleriyle uyuşmaları zaten çok zor olan sol partilerin bu kadar kısa süre içinde (AB seçimleriyle erken genel seçimlerin ilk turu arasında bir aydan az zaman kalıyordu) organize olup ortak bir kampanya yürütmelerinin imkânsız olacağına inancı yatıyordu. Dolayısıyla, birinci çıkacağı kesin gözüken RN’in ardından gelen ve ona duvar örmek için “hizaya girmek” zorunda kalacak ittifaka kendisi liderlik edebilecekti.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde egemen sınıfın tavrını özetleyen meşhur “Halk Cephesi’dense Hitler yeğdir” sözünün hâlâ kısmen geçerli olduğunu gördük. Sol partiler tüm seçim bölgelerinde RN’in karşısında kim olursa onu destekleyeceklerini açıkladı. Sağ ve merkez sağ adaylar ise aynı şeyi yapmayarak RN’e onlarca fazladan milletvekili sağlamış oldu.
Kısacası, Macron’un hayalinde solun sağından (Sosyalistler, Yeşiller ve Komünist Parti’nin bir kısmı, Mélenchon’la anlaşmazlıkları dolayısıyla LFI’den kopanlar) Sarkozy mirasçısı popülist muhafazakâr sağa kadar uzanacak dev bir “cumhuriyetçi koalisyon” oluşturmak vardı. Böylece düzene (dolayısıyla da kendi iktidarına) sağdan ve soldan tehdit oluşturan partiler masanın dışına itilecek ve gitgide zayıflayan, mecliste tek başına yasa geçirecek çoğunluğa sahip olmayan Ensemble yeni bir dinamik ve meşruiyet elde edecekti.
En kötü ihtimaldeyse, RN iktidara gelecek ve karşılaşacağı muhtemel yönetim krizi sırasında Macron cumhurbaşkanı olarak kurumların ve cumhuriyetin tek muhafızı rolüne bürünecekti. Modern Fransa tarihinde ilk kez “merkez” bir siyasetçi, kendi çıkarları uğruna, faşist sağın iktidara gelmesine yol açabilecek bir hamle yapıyordu. Aşırı sağa, faşizme özgü fikir ve yöntemleri iktidara taşıdıktan sonra geriye kalan son adım da atılmış, Fransa’da tüm ikiyüzlü söylemlerin aksine, merkez sağ ile aşırı sağı ayıran ve içinde bulunduğumuz 5. Cumhuriyet’in temellerini oluşturan duvar ilelebet yıkılmış oldu.
Gelgelelim, Elysée Sarayı’nda yapılan hesap çarşıya uymadı ve Macron planının bu ilk aşaması tutmadı. LFI, PS, Yeşiller ve Komünistler başta olmak üzere, neredeyse tüm sol partiler, meclisin feshedilmesinin üzerinden 24 saat geçmeden, beklenmedik bir şekilde bir araya gelerek 30 Haziran-7 Temmuz genel seçimleri için Yeni Halk Cephesi (Le Nouveau front populaire – NFP) ittifakını kurduklarını duyurdular.
Maskelerin düşmesi ve safların sıklaşması
1935-1938 arasında Fransa’yı yöneten ve ücretli izin, azami çalışma süresinin aşağı çekilmesi gibi bugün hâlâ geçerliliğini koruyan birçok temel hakkı topluma kazandıran Halk Cephesi’ne (Front populaire) doğrudan gönderme yapılması fazla iddialı ve gerçekdışı görülebilir. Ancak, tüm fikir ayrılıklarına rağmen, aşırı sağ iktidarın eşiğindeyken bu kadar süratli bir şekilde, üstelik görece radikal bir program[4] üzerinde anlaşarak bir sol cephenin oluşturulabilmesi beklenmedik olduğu kadar umut verici bir gelişmeydi.
Aslında, tablo pek de iç açıcı değildi. Öyle ki, 30 Haziran’daki ilk turda, beklendiği gibi, RN birinci (yüzde 29,2), Yeni Halk Cephesi ikinci (yüzde 28) ve Ensemble üçüncü (yüzde 20) geldi. Her şey bir hafta sonraki ikinci turda belli olacaktı. Mevcut 577 koltuğun sadece 71’i ilk turda sahibini bulmuştu ve en büyük stratejik hesaplar iki tur arasında yapılacaktı. Zira, seçim bölgelerinin çok büyük çoğunluğunda RN ikinci tura çıkmıştı. Ya Yeni Halk Cephesi ya da Ensemble / LR ikilisinden biri RN adayına karşı yarışacaktı. Hatta, 306 seçim bölgesinde “üçgen” adı verilen, üç farklı adayın karşı karşıya geldiği denklemler söz konusuydu. Kısacası, belirleyici olacak şey RN adayının karşısındaki adayların diğer bloklar tarafından ne derece destekleneceğiydi.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Fransız sermayedarların ve egemen sınıfın tavrını özetleyen meşhur “Halk Cephesi’dense Hitler yeğdir” [plutôt Hitler que le Front populaire] sözünün hâlâ kısmen geçerli olduğunu bir kez daha gördük. “Cumhuriyet ekseni dışında” olduğunu buyurdukları sol partiler tüm seçim bölgelerinde RN’in karşısında kim olursa onu destekleyeceklerini açıkladı ve “üçgen” durumunda eğer RN’e karşı en kuvvetli aday kendilerininki değilse koşulsuz olarak geri çekildi.
Meclisteki varlığını Boyun Eğmeyen Fransa’ya borçlu olan Sosyalist Parti yorganı kendisine çekmeye çalışıyor, Boyun Eğmeyen Fransa çizgisindeki tüm başbakan adaylarına kategorik biçimde karşı çıkıyor ve kendi sağ kanadıyla Ensemble’ın yapacağı bir koalisyonun “ülkenin menfaati” doğrultusunda olacağını ima edip duruyordu.
Tüm söylemlerinde cumhuriyet muhafızlığına soyunan sağ ve merkez sağ adaylar ise birçok durumda aynı şeyi yapmayarak RN’e onlarca fazladan milletvekili sağlamış oldu. Hatta, Macron’un en sadık sözcülerinden Aurore Bergé ve Macron döneminin ilk başbakanı Edouard Philippe açık açık pozisyonlarını “ne RN ne LFI” olarak açıkladılar. Başka bir deyişle, Macroncular RN’e karşı soldan aldıkları destekle vekil sayılarını suni bir biçimde yukarı çekebildi, Yeni Halk Cephesi ise nispeten kendi başına bırakıldı. Macron iktidarının başından beri olduğu gibi, yine maskelerin düşmesine ve safların sıklaşmasına şahit olduğumuz son derece düşündürücü bir süreç oldu bu iki tur arası.
İşte bu şekilde gidilen ikinci turda umduğumuz oldu ve Yeni Halk Cephesi ittifakı 178 milletvekiliyle mecliste birinci grup olmayı başardı (her ne kadar kırılgan ve yönetmek için gerekli çoğunluğa sahip olamasa da). Macron’un partisi Ensemble 95 koltuk kaybederek 150’yle ikinci sırayı alabildi. Karşısında bu kez pek de beklenmeyen bir baraj bulan RN ise 125 vekille üçüncü sırada kaldı.
Macron partisinin seçimleri kazanamayacağını biliyordu ve kabullenmişti. Fakat birleşik bir sol blokun değil, manipüle etmesi ve ona karşı kitleleri seferber etmesi daha kolay, hatta icabında beraber bile yönetmenin imkânsız olmayacağı faşistlerin arkasında kalacağını hesaplamıştı.
#BizeİhanetEtmeyin
Şimdi sıra başbakanın belirlenmesine ve hükümetin oluşturulmasına geldi. Vekil oranlarının birbirlerine yakınlığı ve net bir çoğunluğun olmayışı bunun kolay olmayacağının sinyallerini veriyordu. Ama ilk zorluk “sol”un içinden gelecekti. Çıkarları gerektirdiğinde düzen karşıtı partilerle ittifak yapıp, işine gelmediği anda bu ittifaka ihanet ederek hem programı hem de sol bloku sabote etmeyi âdet haline getirmiş Sosyalist Parti, burjuva sol ve Mélenchon’u fazla radikal bulduğundan partiden ayrılmak için fırsat kollayan Boyun Eğmeyen Fransa muhaliflerinin (başta işçi sınıfı üzerine belgeselleriyle tanıdığımız, ama gittikçe popülist bir çizgiye kayan François Ruffin) müzakereleri zorlu, hatta belki çıkmaz bir yola sokmaya çalışacağı hemen ortaya çıkmıştı.
Meclisteki varlığını neredeyse tamamen Boyun Eğmeyen Fransa’ya borçlu olan Sosyalist Parti yorganı kendisine çekmeye çalışıyor, Boyun Eğmeyen Fransa çizgisindeki (yani kendilerinin de imzaladığı programı uygulamaya niyetli) tüm başbakan adaylarına kategorik biçimde karşı çıkıyor ve diğer yandan LFI’yi dışlayarak özellikle kendi sağ kanadı ile Ensemble’ın yapcağı bir koalisyonun “ülkenin menfaati” doğrultusunda olacağını ima edip duruyordu.
Fransız Twitter âleminde birkaç senede bir gözükmesine alıştığımız #BirDahaAslaPS [plus jamais le PS] etiketinin yanında #BizeİhanetEtmeyin mesajları hızla yayılıyordu. Yeni Halk Cephesi’nde LFI ve PS arasında buluşturucu işlevi gören Yeşiller ve bu seçimlerde yıldızı parlayan genç liderleri Marine Tondelier kimseyi kızdırmamaya ve hiçbir kapıyı kapamamaya özen gösterse de sonuna kadar ortak programı savunmayı sürdürerek belki de sol ittifakı ayakta tutan faktör oldu.
Tabii ki bu süreçte hükümet yetkilileri, anaakım medya ve sağ partiler tüm güçleriyle sol ittifakı yıkmaya uğraşıyordu. Somut olarak amaçları artık fiilen ikiye bölünmüş Sosyalist Parti’nin ihanete dünden hazır sağ kanadını kuvvetlendirmekti. Kapalı kapılar ardında Sosyalist Parti’nin pragmatik politik hesaplar dışında ne tür tartışmalar yaşadığını tahmin etmek güç. Zira LFI’yle uzlaşabilen bir grupla Macron sağıyla geçişken ve ittifaka hazır bir grubun aynı çatı altında barınabilmesi eşyanın tabiatı gereği imkânsız olmalı.
Sol ittifakın başbakan adayı
2000’lerin başından beri tüm dünyada düzenli olarak irtifa kaybeden ve bugün artık kendi tabanı nezdinde dahi hiçbir inandırıcılığı kalmamış eskinin büyük merkez sol partilerinin miadının dolduğunu bir kez daha görmüş olduk. Rotalarını düzen karşıtı “radikal” sola çevirmek veya artık merkez sağa dönüştüklerini kabul etmekten başka mantıklı bir seçenekleri olmasa da varlıklarını ısrarla sürdürmeye çabaladıkça, tüm işlevleri etkin muhalefetin önünü tıkamaktan ibaret kalıyor. Bu da düzen partileri ve sistem açısından hiç de yadsınamaz bir işlev olduğundan zaman zaman önlerine atılan bir bakanlık veya bir başka göstermelik pozisyonla suni bir şekilde hayatta tutuluyorlar.
Bu arada, Macron kurmayları ve kanaat önderleri “LFI’nin içinde bulunduğu bir hükümet düşünülemez” söylemiyle de yetinmeyerek, sarsılsa da yıkamadıklarını gördükleri Yeşilleri de “kabul edilemezler” listesine ekleyiverdiler. Böylece, mecliste birinci sıradaki sol ittifakın üçte ikisini akılları sıra “yönetemez” ilan ediyorlardı. Bu tartışmalarla zaman hızla geçerken ve Yeni Halk Cephesi ittifakı hâlâ bir başbakan adayı çıkaramıyordu.
Sonunda, 15 günlük yoğun ve gergin müzakerelerin ardından, bir kez daha umutlar sönmek üzereyken, ortaya atılan beklenmedik bir isim, Lucie Castets yeniden sol ittifakın tüm bileşenlerini buluşturdu. O âna kadar Fransa siyasi sahnesinde pek tanınan biri olmayan Lucie Castets hiçbir partinin üyesi değil. Her ne kadar kartvizitinde 2008-2011 arasında (politik açıdan bambaşka bir dünya olarak düşünülebilecek bir dönem) Sosyalist Parti üyeliği gözükse de bugün bu partiyle hiçbir organik bağı yok.
Son haftalarda yaşananlar birçok açıdan Türkiye’yi, öncelikle 7 Haziran – 1 Kasım 2015 sürecini hatırlatıyor. Şimdi sokağın, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin öne çıkması, Macron’u sandık sonuçlarını kabullenmeye zorlaması gerekiyor. Malûm, sola doğru hiçbir büyük değişim salt sandıktan çıkan sonuçlarla gerçekleşmiyor.
Uzun yıllardır, özellikle de 2021’de kurulmasına öncülük edip bugüne kadar sözcülüğünü yaptığı Kamu Hizmetlerimiz (Nos services publics) derneği çatısı altında, neo-liberalizmin vahşi bir süratle yıkmakta olduğu kamu hizmetlerini savunuyor, büyük şirketlerin vergi kaçırmasına karşı mücadele etmeye çalışıyor. Aynı zamanda, 2020’den beri PS’li Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’ya ekonomik danışmanlık yapıyor. Akademisyenlik kariyeri de olan iktisatçı Castets çoğumuzun gönlünde yatan devrimci radikal figür olmayabilir. Fakat hem ittifakın sağ kanadı PS’den hem de LFI’den “olur” alabilecek ve herkesin içine sinecek birleştirici birini bulmak da imkânsız gözüküyor.
Tüm bunlardan önemlisi, gelinen noktada Yeni Halk Cephesi’nin programına sırtını çevirmeden tüm partilerinin desteğini alan bir aday olarak öne çıkabilmiş olması. Dolayısıyla, meclisteki birinci grubun başbakan adayı olarak önerildiği için cumhurbaşkanı tarafından yeni hükümeti kurmakla hemen görevlendirilmesi icap ediyor… Ya da şu ana kadar tüm Fransa böyle olması gerektiğini düşünüyordu.
Umut ışıkları
Şimdi trajikomedinin son perdesine geliyor ve yazının da başına dönüyoruz. Son beş yılda defalarca anayasanın gri alanlarını veya öngörmediği boşluklarını sonuna kadar ve görülmemiş şekilde istismar eden Emmanuel Macron, bir kez daha “artık bu kadarını da yapamaz” deneni yaptı ve gayet rahat bir şekilde Lucie Castets’nin adaylığına şimdilik herhangi bir cevap vermeyeceğini açıkladı.
Gerçeklikten tamamen kopmuş bir hükümdar havasında, kendi imajını da cilalayacağını umduğu Paris Olimpiyatları’nın sonuna ve eylül başına dek, tüm siyaset dünyasını tatil ettiğini ilân etti. Yani özetle, temmuz başından beri Fransa’yı hiçbir meşruiyeti kalmamış bir hükümet yönetiyor, Fransa halkından seçimler hiç yapılmamış, Macroncular meclis çoğunluğunu yitirmemiş gibi davranıp hükümdar durumu kabullenene, ya da başka bir “çözüm” önerene kadar beklemesi isteniyor.
Son haftalarda yaşananlar birçok açıdan Türkiye’yi, ister istemez de öncelikle 7 Haziran-1 Kasım 2015 sürecini hatırlatıyor. Bu da Fransız demokrasisinin, bu örnek özelinden yola çıkarak genel anlamda “liberal batı demokrasilerinin” geldiği noktaya dair çok önemli ipuçları veriyor. Bir yandan da maskeler düşmeye, saflar sıklaşmaya hızla devam ediyor. Her ne kadar tüm dünya genelinde düşülebilecek en dip noktaya vardığımız hissi yaygın olsa da tırmanmaya başlamak için bazı umut ışıkları da yanmıyor değil.
İşte şimdi sokağın, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin harekete geçmesi, bu oldubittiye getirme çabalarına kökten karşı çıkması, Macron’u sandık sonuçlarını kabullenmeye zorlaması gerekiyor. Malûm, sola doğru hiçbir büyük değişim salt sandıktan çıkan sonuçlarla gerçekleşmiyor. Aynen 1930’ların Halk Cephesi’nde olduğu gibi, sandık siyasetinin kitlesel hareketlerle desteklenmesi lâzım. Tüm dünyanın gözlerinin Paris’e çevrildiği Olimpiyat Oyunları etkili eylemler tasarlamak için ideal bir fırsat olabilir. Tabii bunun farkında olan iktidarın milyarlar harcayarak aldığı “güvenlik” önlemleri Paris halkına göz açtırırsa.
Her halükârda, kesin olan şu ki, Fransa demokrasisi önümüzdeki haftalarda ve aylarda dünyanın geri kalanına da tesir etme ihtimali çok kuvvetli ve çok mühim bir sınav verecek. Yeni bir 18 Brumaire’e mi, yoksa yirmi yıllık neoliberal sağ iktidarın nihayet frenlenmesine mi şahit olacağımızı göreceğiz.
[1] Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Karl Marx, çev: Erkin Özalp, Yordam Kitap, 2016.
[2] Rejimin temelini oluşturan ve iki turlu halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanlığı ister istemez iki kutuplu bir düzen yaratıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük ölçüde merkez sağ ve sol arasındaki rekabete uyumlu gözüken bu sistem günümüzde bu iki blokun iyice zayıflamasıyla mevcut siyasi dinamiklerin temsiliyeti önünde fren oluşturuyor. Çeşitli seçimlerde yüzde 50’lere yaklaşan sandığa gitmeme oranları da şüphesiz bu durumun bir sonucu.
[3] 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayı Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun yüzde 1,7 oy almasıyla dibe vuran Sosyalist Parti birkaç ay sonraki genel seçimlerde Boyun Eğmeyen Fransa’yla beraber girdiği ittifak sayesinde 31 milletvekili çıkarmayı başarmıştı.
[4] Halkın neredeyse yüzde 90’ı karşı çıktığı halde, Macron’un bir kararnameyle 64’e yükselttiği emeklilik yaşının tekrar 60’a çekilmesi, servet vergisinin geri getirilmesi ve asgari ücretin yükseltilmesi, Yeni Halk Cephesi programının köşe taşlarını oluşturuyor.