YEŞİM USTAOĞLU İLE TEREDDÜT ÜZERİNE  

Söyleşi: Yiğit Atılgan, Ayşegül Oğuz
29 Mart 2022
SATIRBAŞLARI

Tereddüt nasıl bir ruh halinin filmi sizin için?

Yeşim Ustaoğlu: Adı üstünde, ikircikli bir ruh halinin filmi. Yabancı isim Clair-Obscur anlamı daha iyi kapsıyor aslında. Açık-koyu, loş-berrak, aynı-farklı, tutunmak-tutunamamak, varolmak-olamamak gibi ikilemli halleri karşılıyor. Hepimiz benzer anlar yaşıyoruz. Bu bir anlamda insanın kendisiyle barışması, kendini tanıması ve anlaması demek. Senaryoyu insanın kendini anlaması niyeti üzerine yazdım. İnsan kendisiyle hesaplaşmaya başladığında daha sonra da ne istediğini, nasıl hissettiğini, nasıl varolduğunu, kendini nasıl özgürleştirebildiğini kavrayabildiği bir süreç başlatmış oluyor. Çünkü bütün bu ikilemli varoluş hallerinde çoğu zaman birçok beyaz veya kara yalanın arkasına sığınmayı deniyoruz.

Yeşim Ustaoğlu

Filmin kendisi pek tereddütte değil, aksine bir netlik ayarı yapıyor ve Elmas (Ecem Uzun) ile Şehnaz’ın (Funda Eryiğit) hayatlarına bakan seyirciyi de o netlik ayarına davet ediyor.

Tereddüt’ü tereddütsüz yaptım. Ama o netlik ayarını yapmak o kadar kolay değil. Elmas da, Şehnaz da kendilerine odak ayarı yapmaya çalışırken gidip geliyorlar. Film Şehnaz üzerinden yürüyor. Onun durumu biraz daha komplike, onu bu hayata zorla sürüklemiş bir durum ya da kimse yok. Özenle seçtiği, âşık olduğu, tutkuyla bağlandığı, narsistik eğilimlerine ve kişilik yapısına teslim olduğu bir adam olan Cem’le (Mehmet Kurtuluş) bir ilişki yaşıyor. Başlarda kavrayamadıysa da, sonrasında belki bir yandan sıkıntı duyarken aynı zamanda işbirliği de yaptı. Bunun içinde mutlaka tutku, arzu, ötelenmek vardır, ama çocuksulaşmak gibi hisler de vardır. Böyle yaşama durumuna rağmen işini doğru düzgün yapan, yaptığı işten zevk alan, insanlarla empati kurabilen biri. Kurduğu hayatın, denklemin iyi gittiği kanısında ve mecburî hizmetlerinde gittiği yerlerle bir ilişki kurmuyor. İstanbul’daki işi de, evi de, kocası da esas bağlandığı ve sürdürmeye niyetlendiği şeyler. Ta ki bunun kendisi için hayırlı bir gidişat olmadığını anlayana kadar. Elmas’la ilişkisinin de etkisi var. Hasta-doktor ilişkisinde hasta belki motive etmez, ama doktorun üstünde bir etkisi olabilir. Şehnaz, kendisiyle kurduğu ilişkide çocukluğunu hatırlamaya, yaşadığı yıpranmayı hissetmeye, yalnızlığını kavramaya başlıyor. Bu mecburî hizmetler olmasa ve başka bir mekânda kendisiyle başbaşa kalmasa bu okumayı yapması uzayabilirdi. Tabii ki göz teması oluşturabildiği, kendini anlatabildiği ve dinleyebildiği, dinlendiğini hissettiği, tensel ilişkide de kendisini hisseden, kendi tatmininden öncelikli olarak kadını anlayan ve onun varlığından haz duyan, onun aldığı hazdan da haz alan bir insanla nihayet karşılaşmış olması, bunun altında bir yalan yatmasına rağmen ve bütün suçluluk duygularıyla birlikte, kendi varlığıyla olan ilişkisini de sorgulamasına yol açıyor. Sürdürdüğü ilişkide yalanların daha güçlü olduğunu hissetmesine neden oluyor.

Altını çizmek istediğim şu oldu: Manipülasyon ve şiddetten bahsediyorsak biraz da mahremiyetimize bakalım. Patriarkal bir dünyada yaşamaktan uzak durmak istiyorsak birlikte varolmayı, empatiyi bütün boyutlarıyla anlamamız lâzım. Bunun için de cinselliği çok dürüstçe açıkça konuşabilmemiz lazım.

“Çocuk gelin” Elmas’a Türkiye’deki birçok kadının kimliği yansıyor. Şehnaz ve Elmas’ın karşılaşması hikâyede nasıl vücut buldu?

Daha önce de Elmas’a benzer bir duruma sürüklenen ve bu durumdan çıkış sürecinde çok cesur davranan bir kadın profili yazmıştım, Araf’taki Zehra’yı. O da zihinsel kaydını yapamadığı travmatik bir durum yaşıyordu. Şehnaz daha bilge bir karakter olarak filmin bakış açısını sürükledi. Aslında çok basit durumları, toplumun her köşesine sirayet etmiş şiddet olgusunu anlatmak istedim. Bu kadar sert bir olgunun en sıradan halini ve bu en sıradan halin bile çocuklarda yarattığı travmayı tartışmaya başladım. Sıradan suistimali kavrarsak büyük olanı anlamanın yolunu açmış oluruz. Basit olanlar hayatımızda daha büyük yaralar açıyor, çünkü maalesef sürdürülebilirlikleri var. Elmas, Şehnaz’dan farklı olarak ötelenmiş ve gıyabında karar verilmiş bir hayatın içine girmek zorunda. Yaş olarak düşündüğümüzde de aile içi ilişkisinde sevgi ve koruma alanının içinde olması gerekirken buradan kopartılıyor ve başka bir aileye gönderiliyor. İyi bir eş olmak, kayınvalidesine hemşirelik yapmak, evi derli toplu tutmak, sözden çıkmamak gibi o yaş itibariyle üstlenmemesi gereken vazifeler de üzerine yıkılmış oluyor. O çocuğun imgeleminde o ev bir hapishaneye dönüşmüş, Elmas’ın babayla olan ilişkisinde büyüme evresinde cinsel motiflerin nasıl çoktan öne çıktığını da görüyoruz. Ensest bir durumdan bahsedilmese de bir ev içinde bir kızın büyümesi bile günah içerebiliyor. O empati babayla bozulmuş, gönderilmesine karar verilmiş, bütün bunlar onda ezik duygular yaratmış.

Elmas’ı canlandıran Ecem Uzun’un etkileyici oyunculuğu 2016’da Antalya ve İstanbul Film Festivali başta olmak üzere birçok festivalde aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle hak ettiği karşılığı buldu 

Elmas’ın annesi muhtemelen onu korumak için bu evliliğe ikna oldu. Bu durum kadınların da fail olabileceğini hatırlatıyor.

Maalesef patriarki, toplumun erkek egemen eğilimleri ve baskıları komplike bir şekilde kadınlar üzerinden de yürüyor. Gelin-kaynana ilişkisinde ise kuşatmacı bir durum var. Büyük ihtimalle bu kadınların büyük çoğunluğu Elmas’ın geçtiği yoldan geçmiş. Çocuklarının da benzer yollardan geçmesine göz yumuyorlar. Bunun içinde namusa dair öğretilmiş ahlâkî değerler, normlar, kodlar var. Yaşadığının benzerini çocuğuna yaşatması, bir şekilde kendi travmasını sağaltan bir hal, zalimce bir hal bu.

Elmas’ın yaşadığı daha tanıdık; çocuk gelinleri, cinayete uğrayan kadınları biliyoruz, çokça tartışıyoruz. Şehnaz’ın yaşadığı bunalımı yaşayan yığınlar da var, ama o çok görünmüyor.

Şiddet çok boyutlu, kapsamlı bir olgu. Gönüllü seçilmiş, içinde aşkî duyguların, sevginin, tutkuların olduğu bir ilişkide de şiddet olabilir. Şehnaz iyi vasıflara sahip olduğunu düşündüğü bir adamla ilişki yaşıyor. Adam evde birtakım beklentilerde olan biri değil, Şehnaz adama saçını süpürge etmiş bir kadın değil, öyle bir şiddet olgusundan bahsetmiyorum. Ama kadın psikolojik olarak şiddet uygulayan bir adamla karşı karşıya. Kendini her şeyden daha fazla önemseyen, sevgi yetisini kullanamayan, belki böyle bir yetisi bile olmayan bir adam. Şehnaz bu durumun içinde cinsel olarak da, ruhen de bir manipülasyona maruz kalıyor, bu da bir şiddet. Bunun içinde yaşamayı sürdürebilme hali de bir şiddet. Psikolojik bir şiddete maruz kalmak da en sert istismarlardan biri aslında. Elmas ve Şehnaz’ı orada kesiştiriyorum. Elmas’ın ve Şehnaz’ın yaşadığı istismar birbirinden çok farklı değil. Filmdeki bir detaydan bahsedeyim: Adlî tıp doktoru ilk muayenede Elmas’ın kolundaki ekimozları görüyor. Bu morarmalar adamın her cinsel birleşmede ona abanmasından, incecik kollarından güç almasından kaynaklanıyor, zaten adam kıza başka türlü hiçbir darpta bulunmuyor. Şehnaz’ın kocasıyla ikinci kez seviştiği sahnede de adamda aynı beden dilini, Şehnaz’ın kollarına nasıl yapışıp tuttuğunu görüyoruz. Bu tür benzerlikleri kurmaya çalıştım.

Şiddet çok boyutlu, kapsamlı bir olgu. Gönüllü seçilmiş, içinde aşkî duyguların, sevginin, tutkuların olduğu bir ilişkide de şiddet olabilir. Psikolojik bir şiddete maruz kalmak da en sert istismarlardan biri.

Cem’in hırslı bir mimar olarak portresinin yanında yetişkin filmlerine düşkünlüğünü de görüyoruz, bu nasıl yer ediyor filmde?

Cem narsistik bir adam, elbette deli gibi porno seyrediyor diye suçlamak amacıyla koymadım senaryoya. Cem öncelikle sevme yetisi olmayan biri. Kendi hazlarını her şeyden önde tutuyor. Yemek dahil, tüm yaptıklarını en incelmiş bilgi ve duyguyla yapmak, bunu göstermek, empoze etmek, bununla tahakküm kurmak, bu vesileyle karşısındaki insanı küçültüp bir çeşit aşağılamak, emir-komuta zincirinde tutmak; Cem böyle bir kişilik bozukluğuna sahip, ancak bu şekilde seviyor, cinsellikle ilgili hazları da böyle. Porno izlerken karısını buna alet etmek ya da hazlarını pornodan gördüğüyle kadının üzerinde yaşamak istiyor. Kadının hazzını görmezden geliyor, kendi büyüklenmiş tatminine odaklanıyor. Onun bildiği arzu bu. Onun organize ettiği bir hayatın ilmekleri örülmüş, Şehnaz oraya yakışan güzel bir biblo o hayatın içinde. Bu tür bir ilişkinin başlarında karşılıklı bir arzu var, sonra bu hale gelmeye başladığında Cem’in kontrolü dışında o ilişkiden çıkmak kolay olmaz. Şehnaz bu ilişkiyi artık sürdüremeyeceğini söyleseydi, Cem itiraz ederdi. Zira sevdiği ve dışarıya göstermekten keyif aldığı biri elinden gidiyor. Cem Şehnaz’a âşık, ama bu duygularını paylaşabilme duygusuna evriltemiyor. İtirazı iki şekilde olurdu. Ya çok ezik davranırdı, “Gidemezsin, ben ölürüm” diyerek Şehnaz’ı bir kıskacın içine sokup duygusal bir tahakküm kurardı. Ya da bir şiddet gösterirdi, “Ben kapıyı açmadan gidemezsin” derdi. Cem ikincisini yapıyor. Her koşulda olacak olan buydu, Umut (Okan Yalabık) olsaydı ya da olmasaydı, Şehnaz’ın içinde suçluluk uyansaydı ya da uyanmasaydı, Cem’in istediği şekilde olacak, cinsellik onun istediği gibi yaşanacaktı. Zira orada bir tahakküm var.

Psikiyatrist Şehnaz ve mimar Cem rollerinde Funda Eryiğit ve Mehmet Kurtuluş

Şehnaz’ı özgürleştiren Umut mu oldu?

Umut’u da aslında tekinsiz bir ilişki olarak görüyorum. “Daha iyi bir adam buldum, giderim onunla yaşarım” gibi bir şey yok ortada. Ama Şehnaz’ın Umut’la yaşadığı o gece, o şekilde karşılaşmış olmak, deniz kenarında yapayalnız geçirilen zamanlar Şehnaz’a kendisine dair iyi duyguları hatırlattı. Bir temasın varlığını hissetmek, belki de çok uzun zamandır bedeninin sevilebilirliğini ve bu halden duyduğu hazzı hissetmek, bu duygunun onun üzerinde yarattığı suçlulukla yüzleşmek Şehnaz’ın özgürleşmesi için önemli parametreler.

Tereddüt’te seks sahneleri ve Şehnaz’ın özgürleşmesini imleyen orgazm sahnesi de çok çarpıcı. Hiç otosansüre başvurdunuz mu?

Hiçbir şekilde. Başından beri nereye varmak istediğimi çok net biliyordum. Sinemamızda cinsellik temaları hiç yok demeyelim, ama genelde kadının nesneleştirildiği bir erkek bakış açısı üzerinden yürüyor. Bu, dünya sineması için de geçerli. Altını çizmek istediğim şu oldu: Manipülasyon ve şiddetten bahsediyorsak biraz da mahremiyetimize bakalım. En üzerinde durmadığımız mevzu bu. Patriarkal bir dünyada yaşamaktan uzak durmak istiyorsak birlikte varolmayı, empatiyi bütün boyutlarıyla anlamamız lâzım. Elmas’ın durumunun sosyal, hukuksal, psikolojik boyutlarını kavrayabildiğimiz kadar Şehnaz ve Cem’in de halini kavramamız lâzım. Bunun için de cinselliği çok dürüstçe, açıkça konuşabilmeliyiz.

Karakterleri anlamamız için rüya sahneleri de önemli…

O sahneleri çok severek yazdım, nasıl çekeceğimiz bizim için muammaydı, ama hepsi sonunda çok güzel oldu. Büyük bir kısmı analog, içinde çok az dijital katkı var. Senaryoyu ilk yazarken kafamdaki en önemli olgulardan biri Şehnaz’ın bulunduğu durum içinde boğulduğu hissiydi. Rüyalarını bunun üzerine kurguladım. Rüyalar, bilinçaltımıza attığımız olgular yakın bir zamanda benzer bir şekilde yeniden tetiklendiğinde kendilerini gösteriyor. Aslında durumumuzu bize en samimi şekilde anlatıyorlar. Şehnaz için bir baskı altında olma hali tasarladım ve su üzerinden gerçek bir boğulmayı yaşattım ona. Bir de gerçek bir mekânda gündüz düşü gibi bir karabasan yaşıyor, özellikle içinde suçluluk duygusu oluştuktan sonra. Elmas’ın rüyası ise çok karmaşık; zihninde kendine bile söylemekten kaçındığı, annesinin onda yarattığı hayal kırıklığı ve terk edilme açığa çıkıyor. Öfkesini her şeye yansıtabilir, ama annesinin yarattığı hayal kırıklığını kendine itiraf bile edemiyor. Bu, bir eksiklik ve hiçleştirilmiş olma hali yaratıyor. “Ölmüşüm ben” diyor, öyle bir rüya ki kaşı gözü çıkıyor, annesi ona öldüğünü söylüyor. Evet, orada bulunmak ölmek gibi bir şey.

Çok basit durumları, toplumun her köşesine sirayet etmiş şiddet olgusunu anlatmak istedim. Bu kadar sert bir olgunun en sıradan halini ve bu en sıradan halin bile çocuklarda yarattığı travmayı tartışmaya başladım. Sıradan suistimali kavrarsak büyük olanı anlamanın yolunu açmış oluruz.

Su bir yandan da karakterlere bir avunma duygusu sağlıyor, ikisi de bunaldıklarında deniz kenarına gidiyorlar.

Evet, suyun öyle bir rolü var. Su deliliğim Güneşe Yolculuk’tan beri var, o da benim kendi dilim, kendi nevrozum.

Sinema yolculuğunuzda filmleriniz birbirleriyle paslaşıyor mu?

Bütün filmlerimde etkileşim halinde olan, takıntılarımı ve temalarımı yansıtan ortak bir anlatım dilinden bahsedebiliriz. Hem bireysel hem de toplumsal olarak içinde sıkıştığımız durumu görmezlikten gelme, öteleme, yüzleşmeme, temas edememe gibi temalar. Güneşe Yolculuk’ta Kürt problemi içerisinden anlatmıştım, muğlakta kalmış olan kayıplar ve ölüm meselesinin kendisinin muğlaklığı. Orada Berzan’ın baba ilişkisinden, Bulutları Beklerken’de Eleni’nin bütün ailesiyle ilgili kaybından ve Niko’yla ilişkisinin muğlaklığından tutun da Pandora’nın Kutusu’ndaki ailenin kendi babalarıyla olan ilişkilerindeki ya da Araf’ta Zehra ve Olgun’un gelecek perspektiflerine dair muğlaklığa kadar her şeyi yayarak baktığınızda insanlara dair hangi bakış açısı ile ilgilendiğim, nereleri tartışmak istediğime dair kompleksin bütünü görülebilir. Hepsi birbiriyle ilişkili bu filmlerin. Fikirlerin yola çıkışı genel olarak bir durumdan, bir andan, bir fragmandan ciddi bir şekilde etkilenmem ve bunun bende büyük bir hikâyeye evrilmesiyle oluyor. Aslında küçük hikâyeler hepsi, bütün karakterlerim normal ve sıradandır. Onların psikolojik dinamikleri- ne, bunlarla yüzleşip yüzleşememe hallerine bakmayı tercih ederim. Ama sürekli olarak kurban veya mağdur olan karakterlerle değil, içinde bulundukları durum içinde bir dönüşümü sağlayabilen ve umut taşıyan karakterlerle ilgileniyorum. Bir mağdurun içine düştüğü ruh halini elimize bulayıp o mağduriyetten bir türlü çıkaramamak patriarka sistemini besleyen bir durum. Ben karakterlerimin kendilerini mağdur eden durumların içinden bir şekilde çıkabilmelerini, bunların aslında çıkılabilir haller olduğunu göstermek istiyorum. Mesela Zehra ve Güneşe Yolculuk’taki Arzu çok cesur kızlar. Tereddüt’teki iki kadın da verili durumlarının içinden çıkabilmiş kadınlar.

Okan Yalabık ve Funda Eryiğit Karadeniz kıyısında bir taşra kasabasında zorunlu hizmetteki iki doktoru canlandırıyor

Mimarlık geçmişiniz sinemanızda belirgin bir rol oynuyor mu?

Mekâna organik olarak bakmayı daha öğrencilik yıllarımda öğrenmeye başlamıştım. Buna hayatı ve doğayı, insanları, kültürel ve sosyal boyutu da dahil ediyorum. Mimarinin getirdiği ise gün ışığının en kıymetli ışık olduğunu kavramak oldu.

Işık kullanımları filmi daha da etkileyici kılıyor, ışığa kaptırıp gidiyorsunuz.

Eski bir söyleşinin başlığıydı: “Güneşe Yolculuk’u hep ışığa doğru giderek çektim.” Bu filmde de öyle oldu. Dışarıda zaten günün bahşettiği imkânları sonuna kadar kullanıyorum, mekân içlerine girdiğimde de aynı şekilde gün ışığının varlığını arıyorum. İç mekânlarda yapay ışık kaynaklarını kullanmayı sevmiyorum, bunu en yoğun yaptığım film İz’di, ama o daha soyut bir filmdi. Çekim planlamasını yaparken sabah ışığının bir odaya nasıl girdiğine bakarım, eğer sabah ışığı bir odaya vuruyorsa çekime o odadan başlarım. Bu filmde de çekim saatlerimizi buna denk düşürüyorduk. Mesela Elmas ve arkadaşının yeniden bir araya gelip müzik dinledikleri sahnede tam karşımızda inanılmaz güzel bir günbatımı var, oraya o saatte girmelisiniz. Böyle yaparsanız ışık hazırlamaya ayıracağınız zaman iki dakikayı geçmez, zaten başka türlü de o etkiyi alamazsınız. Bu konularda görüntü yönetmenim Michael Hammon ile de birbirimizi çok iyi anladık.

Filmlerinizde pek müzik kullanmıyorsunuz, müzik sinemanızda nerede duruyor?

Geçenlerde internette Güneşe Yolculuk’un müziklerine denk gelip dinledim, en çok müziği orada kullanmışım. Çok severek yapmıştık hepsini, hâlâ da çok severek dinliyorum. Ciwan Haco ve Koma Amed gibi isimler vardı. Daha sonraki süreçte müzik daha minimalize oldu. Benim sessizliğimin bir dili var, sessizlik aslında konuşur ve anları bize yaşatır. Dokunuşlarla ve havadaki devinimiyle yaşatır, sessizliğin sesini duymaya başladığınızda o ânın içinde yaşadığınızı hissedersiniz, çünkü sessizliği hissettiğiniz gibi o ânın kokusunu da, tınısını da duyarsınız. Bu benim için bir süre sonra sinemada sesin kullanımı açısından önemli bir faktör olmaya başladı. Böyle bir sessizliğe odaklanırken, aynı zamanda karakterlerinizin psikolojisini de elinize bu kadar yoğunlukla aldığınızda müziği de ancak o yoğunluğun ve sessizliğin içinde devinen bir ses olarak duyarsınız. Müzik karakterlerimin içsel dinamiklerini cevaplar, onlarla birlikte hareket eder, asla önlerine çıkmaz, bu yüzden çok olmadık yerlerde, mesela sesin daha güçlü olduğu yerlerde duyarsınız. Müzik karakterlerimin iç seslerinin, çığlıklarının, düşüncelerinin ve sessizliğin bir parçasıdır, o yüzden minimize bir halde kullanıyorum.

Neler izliyorsunuz, sizi etkilemeye devam eden veya radarınıza girmiş isimler var mı?

Her şeyi izliyorum. Dolaştığım festivallerde ulaşabildiğim tüm filmleri, kısa, uzun, belgesel ayırt etmeden izliyorum. Latinler ne yapıyor, Asya’da neler olup bitiyor, ilk filmciler ne yapıyor, Türkiye’deki belgeselciler nelerle uğraşıyor, takip ediyorum. Sadece sinema değil, mesela Birhan Keskin’in öyle bir dizesini okursunuz ki, o dize bütün imgeleminizi harekete geçirebilir. Yaptıklarınız bunların tortusudur aslında. Tabii ki Tarkovski’den bahsedebilirim ya da Dreyer veya Béla Tarr’dan. Çok sevdiğim ve izlediğim andan itibaren üzerimde derin izler bırakan sinemacılar var. Benden çok farklı dillere de sahip olabilirler, önemli olan bende yarattıkları iz. İnsana dair ne demiş, nasıl demiş, bu önemli. Ama sonuç olarak kendi nefes alıp verişinizi ve dünyanızı yaratıp onunla hemhal oluyorsunuz, söz edilmesi gereken bunun içindeki tortu.

Express, sayı 147, Aralık 2016

^