Sözünü çağımızın insani ve ahlâki krizlerinin yarattığı derin çatlakların arasından söyleyen Bir Başka Evrenin İklimi izleyicisine sakince düşüneceği bir alan yaratıyor. Serginin hayata, ölüme ve doğaya dair düşünceleri 25 Ekim’e kadar Kasa Galeri’de. Serginin evrenini sanatçılar Cengiz Tekin, Sedat Akdoğan ve küratör Derya Yücel’den dinliyoruz.
Bir Başka Evrenin İklimi, son zamanlarda yoğun olarak tartışılan iklim krizi, antroposen çağı gibi temaları beraber düşünüyor. Bu temaları tartışmaya açmaktaki amacınız ne?
Derya Yücel: Sanat dünyada aciliyeti olan meselelerin üzerine gitmiştir. Ekoloji ile ilgili sorunları dile getirmenin tarihi çok yeni değil. Land Art’la başlayan bu süreci 1960’ların başlarına kadar götürebiliriz. İklim krizi 1980’lerde de bazı sanatçıların çok yoğun bir şekilde dile getirdiği meselelerden biriydi. Son yıllarda da bu konuyu gündeme getiren üretimlerin arttığını görüyoruz. Ekolojik sorunları, doğanın tahribatını, çevre politikalarının sonuçlarını artık gündelik yaşantımızda da çok ağır bir şekilde hissetmeye başladık. Bu yüzden politik aciliyetler üzerine iş üreten sanatçılar da çevre, ekoloji, trans-human, post-human ve antroposen kavramları üzerine düşünüyor. Farkındalık yaratmak, duyarlılık göstermek ya da sanat aracılığıyla mücadele etmek olsun, insani, yaşamsal ve politik aciliyet taşıyan konulara sanatçıların eğilmemesi artık mümkün değil. Dolayısıyla bu temaları açmaktan çok, işaret etmek diyebiliriz.
Farklı sanat pratiklerinin içinden geliyorsunuz. Birlikte sergi yapma fikri nasıl doğdu?
Cengiz Tekin: Biz Sedat’la 2015 yılında tanıştık. Sedat’ın işlerimle ilgili yaptığı çözümleme ve yorumlar çok hoşuma gidiyordu. Bu yüzden birçok projede birlikte çalıştık. Derya Yücel ile uzun yıllardan beri tanışıyorum ve yapmayı düşündüğümüz sergi projeleri de vardı. Neredeyse bir yıl öncesine dayanan bu sergi fikri için Derya’nın küratöryel anlamda desteğini istedik. Bizimle çalışmayı kabul ettiği için mutluyum.
Mücadele etmediği bir manzarada hiç kimse huzur bulamaz. Ağaçtan, ormandan, kıyılardan adım adım uzaklaştırıldığımız bir iklimi yaşıyoruz. Gelecek Manzara işini çekeceğimiz alanı bulabilmek için saatlerce yol gitmek zorunda kaldık. Bu durum bile yaşadığımız sorunu göstermeye yetiyor.
Sedat Akdoğan: Bir süre sinema alanında çalıştım. Gerek set ortamı gerekse çekim teknikleri, montaj, kurgu ve ses ile ilgili bilgim vardı. Daha önce video sanatı özelinde, fikirlerimi gerçekleştirebileceğim bir projede yer almamıştım. Cengiz birlikte çalışmayı teklif ettiğinde çok heyecanlandım. Videoları üretirken her sahneyi birlikte tartıştık. Birbirimizi hırpalayarak ürettik videoları. Her bir sahnenin üzerinden defalarca geçtik. Birlikte çalışmak verimli bir çalışma yöntemi oldu. Güzel bir sonuç yakaladığımızı düşünüyorum.
Tekin: Ortaklaşmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Yıl aşırı açtığım kişisel sergilerimin yanı sıra yaptığım kolektif sergiler de oluyordu. Bu sergide “iki iş benden, üç iş senden” gibi bir yöntem belirlemedik. Yaptığımız bütün videolar bir ortaklıkla üretildi. Bu yüzden Sedat’la kurduğumuz ortaklığın devamı da olabilir.
John Berger, “Bazen bir manzara orada yaşayanların hayatları için bir dekordan ziyade ardında mücadelelerinin, başarılarının ve kazalarının vuku bulduğu bir perde gibidir” diyor. Bu manada Gelecek Manzara videosunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Akdoğan: Mücadele etmediği bir manzarada hiç kimse huzur bulamaz. Ağaçtan, ormandan, kıyılardan adım adım uzaklaştırıldığımız bir iklimi yaşıyoruz. Gelecek Manzara işini çekeceğimiz alanı bulabilmek için saatlerce yol gitmek zorunda kaldık. Bu durum bile yaşadığımız sorunu göstermeye yetiyor. Bir de videonun kendi anlatım dili var. Direkt anlatımdan uzak durduk. Bir manzaranın içinde, çalışır vaziyette iki adet beton karma mikserinin izleyici üzerinde bırakacağı etkinin bizde bıraktığı etkiyle eşdeğer olduğu kanısındayım. O beton mikserleri “gelecekte nasıl bir manzara istiyoruz”un görüntüsü değil, “şimdinin manzarasında neredeyiz?” sorusunun imgesi.
Tekin: Aslında o manzara gelecek değil şimdiki manzara. Orada bir imge oluşturup tahribatı göstermenin bir manası olduğunu düşünmüyorum. Durumu biraz daha sadeleştirmeye çalıştık. İki beton mikserinin ormanın içerisinde gizlenmiş şekilde gördüğünüz zaman izleyici kendiliğinden başka şeyleri düşünmeye başlayacaktır. Bu anlamda direkt bir mesaj vermek istemedik. Hareketli bir peyzaj imgesi yaratmak istedik. Hemen yanındaki videoda bizim gözümüzden değil de başka bir canlının gözünden manzaraya odaklanmaya çalıştık. Sürekli akan, kayan bu görüntüler aslında her şeyin gelip geçici olduğunu hatırlatıyor bize. Bu durum sonsuza dek sürecek gibi dönüp duruyor.
Diyarbakır gibi kentlerde politik manzaramız da doğal manzaramız da hızlı değişip dönüşebiliyor. Kentin hava koridoru yapılan beton alanlarla birlikte kesintiye uğradı, Sur’a villalar yapıldı, oradaki insanlar yaşam alanlarından koparılıp TOKİ’lerle şehrin dışına itildi. Tıpkı mezarlıklar gibi.
Yücel: İklim ve evren derken bu kavramların içine birçok katmanı eklemeye çalıştık. Yalnızca doğa ile ilişkili bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ayrıca politik manzaradan da bahsediyoruz. Politik erkin eli her alanda kendini hissettirip manzarayı dönüştürüyor. Bu, ekolojiden gündelik yaşama, kentsel dönüşümden görsel algımıza kadar her anlamda manzara. Videodaki beton mikser imgesinde sanat tarihsel bir referans da var. Sanat tarihinde peyzaj her zaman pasif bir konumdadır. Manzaraya bakan insan “asıl” özne olarak manzarayı da ehlileştirendir. Bugün bu manzaranın içindeki doğanın bu edilgenliği kabul etmediği görüyoruz. Çünkü isyanda! Özne olarak insanın doğayı değiştirme fikrinden vazgeçmesi üzerinde durmamız gerekiyor. İklimin ve manzaranın tek başına kurtulması mümkün değil, doğaya “bakma” fikrinin dönüştürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu manzaranın içine politik kimliklerimizi de koyabiliriz. Manzara dönüştükçe her şey değişiyor.
Diyarbakır’da yaşayan sanatçılar olarak sizin “manzaranız” nasıl değişti?
Tekin: Diyarbakır gibi kentlerde politik manzaramız da doğal manzaramız da hızlı değişip dönüşebiliyor. Kentin hava koridoru yapılan beton alanlarla birlikte kesintiye uğradı, Sur’a mimarisi sorunlu villalar yapıldı, oradaki insanlar TOKİ’lere yerleşti, kendi yaşam alanlarından koparılıp TOKİ’lerle şehrin dışına itildi. Tıpkı mezarlıklar gibi. İki yıl önceye kadar Diyarbakır’da bir video çekmek istediğimizde uçsuz bucaksız araziler görürdük. Şu anda öyle değil. Dicle havzasında kum ocakları yapılmaya başlandı. Orada açılan çukurlar göletlere dönüştü. Yapılan barajlar şehrin iklimini etkilemeye başladı.
Doğanın isyanından bahsettiniz. Dünyanın “6. Büyük Yok Oluş” evresinde olduğu söyleniyor. Bu kritik dönemeçte ekoloji ve sanat tartışmalarını nasıl değerlendirmek gerekir sizce?
Yücel: Ehlileştirmek ve yok etmek insana özgü bir şey. Doğa her zaman kendi yolunu bulur. Dünyadaki ekoloji ve iklim mücadelesini sürdüren örgütlerin açıkladığı somut veriler geri döndürülemez bir noktada olduğumuzu ortaya koyuyor. “Antroposen çağı” dediğimiz şey işte bu. Çok kritik bir noktadayız doğa konusunda. Doğa dönüştükçe –yok oldukça– insan da dönüşüyor. Pesimist değilim, ama umutlu olduğumu da söyleyemem. İnsan ve doğa gibi konularda da iyimserliği reddetmemiz gerekiyor. Öte yandan, ekolojik yok oluşu geri döndürecek veya yavaşlatacak faktörler ortaya çıkabilir, ama maalesef bireysel olarak bu farkındalığa sahip olmak tek başına yeterli değil. Küresel kapitalizm ve küresel sanayinin yok ettiği bir dünyayı bireysel çabalarla kurtarmak gerçekçi görünmüyor.
İnsan ve doğa savunuculuğu ilişkisine Slavoj Zizek bir eleştiri getirdi. Kapitalist şirketlerin suçu insanlara attığı, insanların sadece plastik atıkları ayrıştırarak kendilerini rahatlatıp gerçeklikten uzaklaştığına dair bir makale yazdı. Ne dersiniz?
Tekin: Doğru. Bu bana biraz “insanların gazını almak gibi” geliyor. Çok romantik bir tarafı var. Bireysel olarak yapacağımız herhangi bir eylemin sonuca ulaşacağını düşünmüyorum. Bu ancak küresel sermayenin bitmeyen isteklerinden vazgeçmesi ve devlet politikalarının değişmesiyle mümkün olabilir. Devletlerin “doğaya uygun bir şeyler yapalım” diyebileceğini sanmıyorum. Yerel tohumun satışı yasak mesela. Yerel tohumlar belki çok küçük bir nokta ama buradaki politikalara baktığımızda genel manzarayı da görebiliyoruz. Kendi küçük bahçemizde organik domates ekiyoruz, ama devasa arazilerde tarım ilaçlarıyla domates yetiştiriliyor. Çevresel faktörlerden benim küçük bahçemin etkilenmemesi mümkün değil. Ayrıca atıklar toprağı doğrudan etkiliyor. Hiçbir şekilde kurtulamıyoruz.
Toprak yalnız bize ait bir şey değil. Üzerinde yaşadığımız yer olmaktan öte bir şey. Hayatın ve ölümün iç içeliğini simgeliyor. Üzerinde yaşayabileceğimiz “başka dünya yok, başka toprak da yok” demenin bir söylemi gibi.
Yücel: Ekolojik yaşam, perma-kültür, organik beslenme son zamanlarda karşılaştığımız akımlar. Bu akımlar bir yandan kendi sermayesini ve endüstrisini de oluşturmuş durumda. Kapitalizmin her olguyu kendi içinde mas etme gücüne karşı tetikte olmak gerekir.
Akdoğan: Cengiz’in bahsettiği “insanların gazını almak” fikrine katıldığım gibi, bir noktada insan bireysel olarak bir tavrın içerisine girme ihtiyacı hissediyor. Bu küçücük tavır bile bir noktadan sonra kasırga etkisine dönüşebilir.
Sergi metninde “antroposen çağı”na atıf yapıyorsunuz. Bir Başka Evrenin İklimi nasıl görüyor antroposen kavramını?
Tekin: Antroposen tartışması benim için tam olarak oturmuş bir tartışma değil. Doğa tahribatını son yüz yılda insan eliyle yapıldığı düşüncesine katılmıyorum. İnsan ve doğa çatışmasının çok daha derin bir tarihi var. Antroposen düşüncesinin bu konuda zayıf kaldığını düşünüyorum.
İnsan ve ölüm serginin anlatısı içinde ilişkilendiği kavramlardan. Son Sürat videosunda yarışan iki cenaze aracını izliyoruz.
Akdoğan: Evrenin iklimini biraz ruhani bir noktadan da okumaya çalıştık. “Ölüm yarıştırmak” konusu ile ilgili ürettiğimiz bir video Son Sürat. Artık doğanın ölümü de yarıştırılır bir şeye dönüştü. İnsan kendi ölümüne neden olduğu gibi doğanın da ölümüne neden oluyor. Biz kendi ölümümüzü hep uzakta tutarız, ama ayrıca onu sırtımızda da taşırız. Cengiz’le tartışırken bu yarışan araçların resmi bir tarafının olmasına karar verdik. Bireyin ölüme bakışı ile kurumların bakışı aynı değil. Birinde sayı, birinde matem oluyor. Ontolojik bir şey de var o videoda. Yarış şehirde başlıyor ve doğada bitiyor.
Olmayanın Bakışı, Diyarbakır’da bir tabutu taşırken yaptığınız bir video performans. Ölüm teması burada da devam ediyor.
Akdoğan: Bir ölüye, yaşarken çoğu zaman gösterilmeyen saygının son uğurlama anında kutsal bir ritüele dönüşmesi birçoğumuzun ölüme yaşamdan daha çok inanmasıyla alâkalı. Bir nevi ölüm korkusuna karşı geliştirilen bir kutsama anından söz ediyoruz. Bizde hayat kutsal değil, ölüm kutsaldır. Olmayanın Bakışı videosu da olmayan birinin gözünden bir yeri göstermenin yanında kendimize son bakışımızı da gösteriyor. Performans videolarının genelinde kamera görülür. Biz kamerayı az görünür yaptık. Çünkü sizi birinin kameraya çektiğini bilseniz doğal davranamazsınız. Doğal reaksiyonlara ihtiyacımız vardı. Amacımız buydu. Yine de o videoda tabutu taşımak için gelen insanlardan bazıları, tabuta taktığımız kamerayı görüyor ve kafasının tam kameranın önünde olduğunu da biliyor. Ama aldırmadan devam ediyordu.
Doğa ve insan, ben ve öteki, eril ya da dişil farklı kılınmış birçok evren var. Biz bu evrenler arasındaki boşluktayız. Serginin işaret ettiği yer burası. Her türlü ikilikler arasında, o çatlaklar arasında olma halimize vurgu yapıyor.
Tekin: O videoyu sadece Diyarbakır ile ilgili olarak düşünmemek gerek. Şehir olmamış bir şehri düşünmek gerekiyor. İnsanlar böyle bir şehirde ölüme nasıl tepki verir? Ölüme karşı verilen tepkiler büyük metropollerde ve daha küçük şehirlerde farklılık gösteriyor. Bu videoyu üretmeden evvel Sedat’la tartışırken pazar, park gibi insanların yoğun olarak kullandığı mekânlarda bu performansı yapmak istediğimize karar verdik. “Bir ölünün gözünden şehir nasıl görünür” sorusunun cevabını merak ettik. Bu video performansta esas beni etkileyen şey sergilenme biçimi. Sergi salonunda dışardan birinin seni nasıl gördüğünü görmek önemli. Video işinin seni izlemesi durumu ortaya çıkıyor. Videonun Ortadoğu video estetiği olduğunu da eklememiz gerek.
Ortadoğu video estetiğini nasıl tanımlıyorsun?
Tekin: Yapacağımız genelleme Ortadoğu’nun tamamına yönelik olmasa da bu estetik anlayışına örnekler oradan çıkmıştır. Uzun zamandan beri video-art işler üretiyorum. Eskiden düşük pikselli, kötü kaliteli kameralarla çalışıyorduk. Orada videoyu hızlı çekmek zorundasın. Her an birisi sana bir şey sorabilir veya engellenebilirsin. (gülüyor) Yaşadığın kentten bağımsız bir iş üretemiyorsun. Bir video çekeceksem yanımda babamı götürüyorum bazen. Yaşlı bir insan yanındayken daha az karışır insanlar. (gülüyor) Yol ve yöntemler yaşadığın yere göre farklılık gösterebiliyor. Bu yöntemleri bulmak zorunda kalıyorsunuz. Oyunculuğun çok az olduğu gerçek görüntüler çekiyorsun bu etkenlerden dolayı. Sürekli bir derme çatmalık var. Hayatlarımız çok çalkantılı gittiği için bu estetiğin bizi yansıttığını düşünüyorum. Dar alanda çalışmak güzel bir şey olmasa da iyi sonuçlar doğurabiliyor.
Özetlemek gerekirse; hızlı ve pratik olmak zorundasınız. Çekim yapacağınız alana bir daha geri dönme şansınızın azaldığı bir durumdan söz ediyorum. Kurumların yavaş, insanların hızlı yaşadığı yerleri düşünün. Derdinizi doğru anlatamadığınız gibi kimsenin ikna olmaya da niyeti yoktur. Bu gibi yerlerin size dayattığı sınırlar vardır. Bu sınırların dışına çıkamaz ve ona göre davranmak zorundasınız. B planının asıl planın yerine geçtiği dar alanlarda çalışmak bize bu estetik anlayışı sundu. Ortadoğu video estetiği kendi sınırlarını kendi içinde belirlemiş bir kavram olacaktır. Bu zoraki kendilik bu kavramı yaratmıştır. Doğaçlamanın gerçek hayatla kesiştiği bir durum söz konusudur. Teknik yetersizlikten kaynaklanan sorunların çevresinde yatan asıl mesele coğrafyanın size çizdiği sınırlardır.
Tabutla yürüdüğünüz güzergâhlarda insanların tepkisi değişkenlik gösteriyor muydu? Farklı toplumsal kesimlerin tabutla ilişkisi nasıldı?
Tekin: Sur’un dışındaki ilk gecekondu bölgesinden başladık. Devamında pazara girdik tabutla. Pazar hayatın devam ettiğini göstermesi ve karmaşasından dolayı sevdiğim bir yer. Ardından Yeniyol’a gittik. Herkesin akşamüstlerinde dinlendiği bir parktan geçtik. Bir-iki AVM’nin de önünden geçtik, AVM’nin etrafındaki dünyayı da göstermeye çalıştık. AVM’ye bir şeyleri tüketmek için gittiğinde “tak” diye önüne bir cenaze çıktığında neler olur onu görmek istedik. Şehrin tüm sınıflarının yaşadığı yerlere gittik. Pazar yerinde ve parktaki hareket çok farklıydı.
Doğa tahribatını son yüz yılda insan eliyle yapıldığı düşüncesine katılmıyorum. İnsan ve doğa çatışmasının çok daha derin bir tarihi var. Antroposen düşüncesinin bu konuda zayıf kaldığını düşünüyorum.
Akdoğan: Parktan geçerken tek parça çekim yapıldı, ama pazar yerinde öyle olmadı. İnsanlar parkta tabutun ilerleyişini hiç engellememişlerdi ama pazarda yürüyüş sürekli kesintiye uğradı. Çünkü Pazar yerinde tabutu taşımak isteyenler çok daha fazlaydı. Videoda balık satan bir adam var. Sigarasını içip tabutu taşımaya devam ediyor. Bir taraftan telefonla konuşuyor. Onun için bu durum o kadar normal ki. Hayatın her şekilde devam ettiğini gösteren doğal bir refleks gibi.
Tekin: Tabutla bir kahvehanenin önünden geçerken neredeyse kavga çıktı. Bir kişi “ne oturuyorsunuz yahu” diye bağırdı arkadaşlarına. Daha sonra bizim peşimize takılıp tabutu taşıdılar. (gülüyor)
Yuva videosu ekoloji, insan ve ölüm gibi serginin üzerine düşündüğü konuları toprak üzerinden anlatıyor. Ne söylemek istersiniz Yuva hakkında?
Yücel: Toprak kavramsal birçok olguyu içinde barındırıyor. Bütün dinlerde, mitolojik anlatılarda varoluşun temeli. Bir taraftan toprağa kutsiyet atfedildiğini de biliyoruz. Paganik ve şamanik toplumlarda toprak kutsal bir şey. Bir taraftan toprağın aidiyet ile yaptığı bir çağrışımı da var. Aynı memleketli olanlar birbirlerine “toprağım” der. Toprak aynı zamanda bir savaş nedenidir. Ayrıca yaşamsal sürecin sonunu da gösteren bir tarafı var. Üzerine kanlar dökülen kahramanlık hikâyelerinin merkezinde de “toprağa sahip olmak, miras ve vatan olarak toprak fikri” yatıyor. Dolayısıyla, toprak geniş bir metafor yığını. Yuva videosunda da yer yer çoraklaşmış bir toprağa bakıyoruz. Ama toprağın üzerinde birtakım açık ve kapalı pencereler görüyoruz. Bunlar her birimizin yaşamına açılan pencereler. Pencere normalde dışarısını içerisine bağlayan bir gözdür, ama aynı zamanda pencereyi kapattığın andan itibaren mahrem alanını koruyan bir şeye de dönüşür.
Tekin: Pencere aslında dışarıyı gördüğümüz bir şeydir. Yuva videosunda tam tersini yaptık. İçerden dışarıya bakan bir göz değil, dışarıdan içeriye doğru bir bakış yaratmaya çalıştık.
Akdoğan: Videoda arkadan gelen kuş seslerini düşündüğümüzde o pencereler bir taraftan da kuş yuvası gibi düşünülebilir. Toprak yalnız bize ait bir şey değil. Üzerinde yaşadığımız yer olmaktan öte bir şey. Hayatın ve ölümün iç içeliğini simgeliyor. Üzerinde yaşayabileceğimiz “başka dünya yok, başka toprak da yok” demenin bir söylemi gibi.
Toprak birçok çatışmanın konusu olan bir metafor. Bir Başka Evrenin İklimi’nin daha farklı çatışma alanlarına da işaret ettiğini söyleyebilir miyiz?
Yücel: Daryush Shayegan’ın Yaralı Bilinç kitabını okuduktan sonra bu düşünceler daha da netleşti benim için. Shayegan İran kökenli, ama batıda eğitim almış ve orada eğitim veren bir yazar/düşünür. Hem İslâm coğrafyası hem de “Batı” coğrafyası arasında farklı bağlamlarda birçok karşılaştırma yapıyor. Shayegan’ın “birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren, bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz” cümlesi çıkış noktam oldu. Bizim gibi modernite ve gelenekselin arasında kalmış coğrafyalarda yaşayan, iki dünya arasında parçalanan ve bir türlü birbiriyle bağdaşmayan evrenlerin birbirlerini ittiği ve dönüştürmeye çalıştırdığı bir yeri de tanımlıyor. Doğa ve insan, ben ve öteki, eril ya da dişil farklı kılınmış birçok evren var. Biz bu evrenler arasındaki boşluktayız. Serginin işaret ettiği yerin burası olduğunu düşünüyorum. Her türlü ikilikler arasında, o çatlaklar arasında olma halimize vurgu yapıyor.
Bir Başka Evrenin İklimi ismi küçük bir kelime oyununa da açık gibi. Çevre, evre, evren gibi temaları beraber düşünmeye teşvik ediyor. Ne dersiniz?
Yücel: Evren, çevreyi de sosyal statüleri de kimlikleri de içeren bir tanım. Her zaman içinde bulunduğumuzun dışında evrenler mümkün. Başka evrenlere dair iklimleri sezdiğimiz, kabullendiğimiz, temas ettiğimiz zaman değişim mümkün olacak.
Tekin: Evrenin içinde evre de var çevre de var. Bunu başka bir evren olarak algılamaktansa kendi kişisel evrenimiz olarak algılamayı tercih ederim.