Binlerce yıllık toplumsal ilişkiler birikimiyle oluşan, sosyo-kültürel bereketi bol bir denizin kıyısındayız. Bu deniz aynı zamanda kanlı siyasal-toplumsal çatışmaların, büyük trajedilerin, çok-yönlü projelerin sahası. Ve tam da bu nedenle başka bir hayatın, alternatif siyasal-toplumsal ilişkilerin, oluşumların kapısını aralayabilecek, önümüze yeni bir ufuk koyabilecek bir beşeri coğrafya, bir “Mare Nostrum”. Romalılar Akdeniz’i öyle adlandırıyordu, “Bizim Deniz” diyordu. Geleceğin Akdeniz’ini düşlemek, düşünmek için Roma’dan, Romalılardan, o “Mare”den ve o “Nostrum”dan başlamak gerekiyor. “Akdeniz Kimliği ya da Mare Nostrum: Bütün Mümkünlerin Kıyısı” dizimizin ilk bölümünde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Dr. Gürkan Ergin’e bağlanıyoruz.
Toplumsal, ekonomik ve tarihi bağlar da hesaba katılarak her coğrafya bir üstbaşlık haline getirilip doğurduğu kültürel evren incelenebilir. Savaşlarla, göçlerle, ticaretle, iletişimle, tesadüflerle ve çeşitli başka etkenlerle birbirlerine görülmez bağlarla bağlıdır herhangi bir coğrafyanın insanları. Nicedir kıyısında yaşadığımız Akdeniz’de bu bağlar çok eskilere gidiyor.
Bıçak gibi kesilen ülke sınırları ya da “Doğu-Batı” gibi gerçeklikten uzak uygarlık tanımlarıyla bugün Akdeniz birbirinden farklı parçalara bölünmüş gibi gelebilir bize. Bugün Doğu yakası başta olmak üzere, Akdeniz’i birçok siyasi çekişmenin ve sayısız insanın can verdiği trajedilerin yaşandığı bir saha olarak anıyoruz. Oysa trajedilerine ve iç kavgalarına karşın Akdeniz’in kültürü ve kimliği, en başta denizin kıyılarındaki halklar olmak üzere, günümüz dünyasına kapsayıcı bir alternatif sağlayabilir.
Tam da bu yüzden Akdeniz’de kültürün akışına önayak olan tarihsel sürece eğilerek işe koyulmalı, ki böylece Akdeniz kimliğinden bahsedeceksek bunun romantik bir arayış olup olmadığını görelim. Zira, Akdeniz üzerine çalışmalarıyla ünlü Fransız tarihçi Fernandel Braudel’in dediği gibi, “tarih, tıpkı denizin suyla tuzu kaynaştırması gibi, farklı öğelerin kaynaşmasını sağlar.”
O halde kültürel kimliğinin peşinden giderken Akdeniz halklarını aynı çatı altında acısıyla tatlısıyla birleştiren ve o denizi Mare Nostrum, yani Bizim Deniz haline getiren Roma ile söze başlamak gerekir. Roma’nın doğuşunu, kimliğini ve Akdeniz’le bağlarını konuşmak üzere, Eskiçağ tarihçisi Dr. Gürkan Ergin’e kulak verelim önce.
Bir akıl tutulması nöbeti
“İtalya, yazgısının anlamını burada bulur: Denizin orta ekseni odur ve kim ne derse desin, İtalya her zaman bir yüzüyle Batı’ya, bir yüzüyle de Doğu’ya dönüktür. Zenginliğini uzun zaman buradan sağlamamış mıdır? Bütün Akdeniz’e egemen olma olanağı doğal olarak ona verilmiştir; o da doğallıkla bunu düşlemiştir.”[1]
Akdeniz üzerine çalışan bir başka tarihçi, David Abulafia, Büyük Deniz kitabında Viktorya çağının tanınmış klasikçisi ve tarihçisi J. R. Seeley’in Britanya İmparatorluğu’nun doğuşuna dair yaptığı atfı Roma İmparatorluğu için de kullanıyordu: “Belki de bu ‘bir akıl tutulması nöbetiyle’ elde edilen imparatorluklardan bir başkasıydı.”[2]
Biz de imparatorluğun Akdeniz gücüne dönüşümünde kritik öneme sahip, dönemin en güçlü deniz filosuna sahip Kartaca ile yapılan Pön Savaşları[3] ile söze başlayalım.
Romalıların Akdeniz’deki genişlemesini önceden planlanmış kapsamlı bir operasyon gibi görmenin yanıltıcı olacağını söyleyen Gürkan Ergin, günümüzde basite indirgenerek aktarılan Pön Savaşları’nın “savaşsız” zamanına dair şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Kartaca’nın Sicilya ve çevre adalarda, Panormos ve Soluntum gibi çeşitli ticari kolonileri mevcuttu. Dahası tarihçi Polybios, birisinin gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte, Kartaca ve Roma arasında MÖ 509 ve 4. yüzyılın ortalarına ait iki saldırmazlık antlaşmasından bahseder. Savaştan önce Roma’nın Kartaca’nın kontrol ettiği topraklarına yönelik herhangi bir girişimi olmamıştı. Nitekim uzun vadeli bir işgal hedefinin yokluğu, Roma’nın güçlü bir donanmaya sahip Kartaca karşısında ancak savaşla birlikte kendi donanmasını kurmak zorunda kalmasından da anlaşılabilir. Ayrıca Romalıların ilk savaşa müdahil olmalarının nedeni, Kartaca’dan ziyade İtalya’nın en güçlü şehir devletlerinden Siraküza’yı engellemekti.”
Ergin, “akıl tutulması” olarak ifade edilen dönemdeki üç savaşta tarafların birbirine duyduğu güvensizlik ve kaygıların emperyalist bir motivasyondan daha ağır bastığını vurguluyor, ancak Roma’nın bu savaştan sonra Akdeniz’de hesaba katılması gereken bir güç haline geldiğinin apaçık olduğunu ekliyor: “Sonuçta, kurulan deniz aşırı eyaletler gerek vergi, gerekse ganimet olarak önemli bir servet ve köle akışına sebep olmuş, aynı zamanda Romalıların Yunan kültürüne aşinalıkları artmıştır. Her ne kadar Roma Kartaca Savaşları’nın ardından genişlemesini kendisine gelen yardım taleplerinin sonucu olarak pasif tepkiyle açıklamaya çalışsa da, gerçekte artan zenginlik ve gücün Roma aristokrasisinin iştahını açtığı şüphesizdir.”
Mare Nostrum‘u tek bir ülkenin yönetmesi hareket özgürlüğü sağladı ve Akdeniz’de ne öncesinde ne de sonrasında eşi görülmeyen kültürel karışımla sonuçlandı.
Mare Nostrum: Bir entegrasyon başarısı
İsteyerek ya da istemeyerek, akıl tutulmasıyla ya da değil, sonuç olarak Roma, Pön Savaşları’ndan sonra Akdeniz’de ilerleyişini hızla sürdürdü. Nihayet, Mısır’ı da kendisine tâbi kılmasıyla Akdeniz’in her köşesi Roma için Mare Nostrum haline geldi. David Abulafia aynı eserinde, “Ama ‘bizim’ sözcüğü Senatus Populus que Romanus[4]‘tan, Roma Senatosu ve Halkı’ndan çok daha geniş bir Roma fikrine gönderme yapıyordu” diyor ve şöyle devam ediyor: Roma yurttaşları, azatlılar, köleler ve müttefikler Akdeniz’in her köşesinden koşuşarak geldiler: Tüccarlar, askerler ve esirler denizi aştılar (…) Mare Nostrum’u tek bir ülkenin yönetmesi hareket özgürlüğü sağladı ve Akdeniz’de, ne öncesinde ne de sonrasında eşi görülmeyen kültürel karışımla sonuçlandı.”[5]
Anlaşılan, “nostrum” kelimesini ve ifade ettiği “biz” kimliğini biraz daha açmak artık kaçınılmaz. İtalya yarımadasından daha geniş bir Romalı tanımı yapıp yapılamayacağını sorduğumuzda, öncelikle Roma’nın gözünde, ortada düzen getirilmesi gereken bir “karmaşa” olmadığını belirten Ergin, bu durumu “çeşitlilik” olarak okumamız gerektiğini söylüyor:
“Yerel halkın Roma’yla olan gündelik ilişkisi ne çok yakın ne de yoğundu. İmparatorluk halkları yerel aristokrasilerin üzerinden yönettiği için, gündelik hayatın, kültürün ve dinin günümüzde olduğu gibi doğrudan bir merkez tarafından düzenlenmesinden tam anlamıyla bahsedemeyiz. Buna en yakın girişimler, örneğin Augustus’un özel hayat alanındaki kararları olabilir. Elbette düzenli nüfus sayımları, seferler, vb. ile artan coğrafi ve demografik bilgi, imparatorluğun bilgiye dayalı rasyonel kararlar almasına katkı sağlamıştır.”
Daha net bir ifadeyle, bir Romalı kimliğinden söz edilecekse, bunun tamamen soya, dile veya dine dayalı bir kimlik olmadığının altını çizen Ergin, Romalıların diğer halklara yaklaşımlarını örnek gösteriyor ve belki daha da önemlisi, “Pers Savaşları”ndan sonra Atina’nın denizdeki hakimiyetini neden Roma’nın yaptığı gibi genişletemediği” sorusuna değiniyor:
“Roma yasalarının benimsenmesi, belirli devlet tanrılarına ve imparatora bağlılık –bireysel dinlere Roma pek karışmamıştır–, Roma’nın ahlâki ve toplumsal normlarına uyum öne çıkar. Dahası, bilindiği gibi, Romalılar yabancı halklara vatandaşlık hakları bahşetmekte çok cömert davrandı. Bu, Caracalla’nın MS 212 tarihli Constitutio Antoniniana yasasıyla imparatorluk sınırları dahilindeki herkesi vatandaş ilan etmesinden çok önce yerleşmiş bir gelenekti. Üstelik Augustus’tan itibaren senatoya İtalya dışından yabancı aristokratların belli şartlarla –servet, Latince bilmek gibi– alındığını görürüz.
Zaten Roma’nın aslında bir grup ‘çapulcu’ tarafından kurulduğunu düşünürsek, Romalıların yerelliği ön plana çıkaran ve vatandaşlık verme konusunda çok kıskanç davranan Atina’ya göre rahat davranması anlaşılabilir. Atina’nın Pers Savaşları’ndan sonra elde ettiği deniz egemenliğini Roma ölçeğinde bir imparatorluğa dönüştürememesi biraz da bununla ilgilidir.”
Ergin’e göre, Mare Nostrum emperyalist imalar taşısa da, daha geniş bakıldığında, Roma’nın entegrasyon başarısının bir sonucu.
Entegrasyon konusunda Braudel de Roma’nın kendi iradesini ve siyasal bütünlüğünü Akdeniz dünyasının tümüne kabul ettirmesine karşın farklılıkları, ayrılıkları, çöküşleri ve kültür çatışmalarını ortadan kaldırmadığını vurguluyor: “Bu konuda o kadar zaaf gösterdi ki, incelik bakımından kendisinden çok daha ilerideki bu kültürlerin, onu eğitecek olan Yunanistan’ın (başkentin çevresinde Yunanca konuşulacaktır) ve Yakındoğu’dan yayılan güçlü dinler ve tapınma şekillerinin etkisinde kaldı, onların yörüngesine girdi. Buna karşılık, Akdeniz’in bütününde kendi politikasının ve kurumlarının üstün dilini egemen kıldı.”[6]
Romalılar yabancı halklara vatandaşlık hakları bahşetmekte çok cömert davrandı. Roma korkulan bir güçtü, ama aynı zamanda arzu edilen medeni yaşam şartlarını sağladığı için yabancıların gönüllü olarak katılabilecekleri bir siyasi organizasyondu.
Hem kadife eldiven hem demir yumruk
Sadî Şirâzî’nin Farsça Divan’ındaki beyit, “Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsiyâb; Perdedâr-ı mîküned der kasr-ı Kayser ankebût” yani “[Nasıl] Efrasiyab’ın kubbelerinde baykuş nevbet vuruyor[sa]; Kayser’lerin kasrında [da] örümcek perdedarlık yapıyor”, Barış Manço’nun “Aman Yavaş Aheste” şarkısından çok daha önce II. Mehmet tarafından alıntılanır. Konstantiniyye şehrini ele geçirdikten sonra mırıldandığı öne sürülen bu sözler, Fatih’le birlikte kullanılmaya başlayan Kayser-i Rum ünvanının bir tesadüf sonucu zikredilmediğini de gösteriyor.
“Sezar” ünvanını kendisine yakıştıran birçok hükümdar var tarihte. Doğu Roma’nın sonbaşkenti Konstantiniyye’yi eline aldığı için ayrıcalık sahibi olsa da Fatih bu hükümdarlardan sadece biri. Ama asıl soru şu: Yüzlerce yıl Akdeniz’e ve çevresine egemen olan ve bir hayalet gibi hâlâ dünya üzerinde dolaşmaya devam eden böyle bir güç nasıl oluştu? Roma’nın gölgesi nasıl oluyor da kendisinden daha büyük olabiliyor?
“Roma’nın en büyük laneti, diğer devletler için model imparatorluk olmasıdır” tespitini hatırlatan Ergin, Osmanlı’nın, Nazi Almanya’sının, Britanya İmparatorluğu’nun, Rus Çarlığı’nın, vb. hep Roma’ya bir şekilde öykündüğünü, hatta ABD’nin kurucu babalarının da aynı şekilde Roma Cumhuriyet ideallerini örnek alarak anayasalarını hazırladığını söylüyor ve bunun da doğal olarak söz konusu devlet ve imparatorlukların işlediği günahların “akıl hocası” sıfatıyla bir anlamda Roma’ya yazılmasına yol açtığını ekliyor. Sebep olaraksa Roma’nın Akdeniz’deki uzun soluklu hâkimiyetini sağlayan güçlü bir ordu, gelişmiş bürokrasi ve entegrasyon kapasitesini gösteriyor:
“Bir imparatorluk için elzem özelliklerden biri olan ‘hem kadife eldiven hem demir yumruk’ ilkesinin belki de ilk ve en başarılı uygulamalarından biridir Roma. Ancak, şunu unutmamalıyız: Eski Dünya’da –Çin’i uzaklığı nedeniyle bir kenara bırakırsak– Roma’yla boy ölçüşebilecek ölçüde idari ve hukuki kapasitesi bulunan bir başka devlet yoktu. Roma’nın çağdaşı Sasani ve Part imparatorlukları bu anlamda Roma’nın gerisinde kalıyordu.
Roma’nın kurduğu bu sisteme dahil olmak birçok halk için kazançlıydı. Roma birçok şeyi fetihle çözüyordu, ama aynı Roma mesela ‘barbar’ Gotların bile toprakla uğraşan çiftçiler olarak içinde yaşamak isteyecekleri bir devletti. Roma için böyle örnekler çoğaltılabilir, ama modern imparatorluklarda böyle süreçler çoğu kez şiddet ve işgalle gerçekleşmiştir. Roma korkulan bir güçtü, ama aynı zamanda arzu edilen medeni yaşam şartlarını sağladığı için yabancıların gönüllü olarak belli kurallara uyarak katılabilecekleri bir siyasi organizasyondu.”
Akdeniz barışı ve kimlik
Roma’nın kurduğu köprülerin altından çok sular akmasına karşın, hâlâ aynı suların kıyısında bulunanlar için Akdeniz’in bize anlatabileceği neler olabilir? Burada yaşayan halklar birbirleriyle birçok şey paylaşsalar da oldukça farklı kültürleri, coğrafyaları, tarihleri ve yaşayışları da beraberlerinde taşıyorlar. Dolayısıyla, Akdeniz kültürünü tanımlamaya girişmeden Beyrut’u Malaga’ya, İskenderiye’yi İzmir’e bağlayanların –ya da ayıranların– neler olduğuna bakmak gerekiyor.
Amarna Mektupları Akdeniz hükümdarları arasındaki diplomasinin sofistike niteliğini gösteriyor. Roma’dan çok önce bu halklar birbirlerini tanıyor, yoğun bir mal ve fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Bugün Akdeniz’de tanık olduğumuz düşmanlıkları bir nebze olsun gidermek için havzanın antik geçmişinden dersler çıkarmak mümkün.
Akdeniz’in bu bağlarını bir klasik bilimci olarak çalıştığı alanın çerçevesinde cevaplayabileceğini söyleyen Ergin, bu deniz çevresindeki bağlantıların Roma’dan çok öncelerine kadar gittiğini hatırlatarak hayli eski ve hayli dolambaçlı ilişkiler tarihinden örnekler veriyor:
“Akdeniz’deki bağlantılar Neolitik döneme kadar gider. Mesela obsidyen ticareti için Anadolu ve başka yerlerden açık kaynak olan Melos adasına gelindiğini biliyoruz. Tunç Çağı’nda Minos (Girit) uygarlığı da egzotik mallar dışında devlet organizasyonu ve ikonografisi alanında birçok şeyi Yakındoğu ve Mısır’dan almıştır. En azından Ege ve Doğu Akdeniz’deki uygarlıkların, özellikle Geç Tunç Çağı’nda dünyadaki ilk ‘uluslararası’ sistemi kurduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. En basitinden Mısır ve Suriye saraylarındaki duvar resimlerindeki net Ege –Girit– etkisi, Suriye kıyılarındaki Miken (anakara Yunanistan’ı) malzemesinin görece yaygınlığı ve hepsinde öte Uluburun batığındaki malların menşei olarak sergilediği çeşitlilik arkeolojik olarak bize önemli şeyler söyler.
Yazılı belge tarafında da firavun Akhenaton zamanına ait Amarna Mektupları, Akdeniz hükümdarları arasındaki diplomasinin sofistike niteliğini gösteriyor. Kısacası, Roma’dan çok önce bu halklar birbirlerini tanıyor ve yoğun bir mal ve fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Bu aşinalık ve ardından Roma’nın inşa ettiği barış ve refah ortamının (Fenikeliler ve Pers İmparatorluğu’nun katkısını da asla inkâr edemeyiz) kültürlerin birbirini tanımasında, dolayısıyla Akdeniz kimliğinin ortaya çıkmasındaki rolünü yadsıyamayız. Bir Akdeniz kimliğinden söz edilecekse. bu, bahsettiğim türden ilişkilerin buradaki imparatorlukların istikrarlı bir ortam yaratmasıyla birlikte eklektik bir nitelik kazanmasıyla gerçekleşmiştir.”
Denizin yüklü geçmişinde yolculuk
Kimilerine göre, okyanus ötesine sıçrayan Akdeniz medeniyetleriyle birlikte bu yaşlı deniz de eski ihtişamını ve önemini kaybetti. Öte yandan, savaşla ve barışla, yoksulluk ve refahla, aydınlıkla ve karanlıkla biriken bu binlerce yıllık deltanın üzerinden başka bir yere gitmiş değiliz.
“Neolitik’ten beri gelen birikimin ve yaşanmışlıkların muazzamlığı, bunlardan kolaylıkla kurtulamayacağımız –eğer kurtulmak istiyorsak tabii– anlamına geliyor” diyor Ergin. Ve şöyle devam ediyor:
“Bugün Akdeniz’de tanık olduğumuz kutuplaşmayı, yabancılaşmayı, düşmanlıkları bir nebze olsun gidermek için havzanın antik geçmişinden dersler çıkarmak mümkün. Mesela Filistin: Filistinlilerin şimdi yaşadıkları bölgeye Tunç Çağı’nın sonunda batıdan, ‘Avrupa’ dan geldiklerini biliyoruz. Elbette yerleşmelerinden sonra başka halklarla karıştılar, ancak bu basit gerçeğin ve mesela Akdeniz genelinde DNA çalışmalarının bize gösterdiği şey, Eski Akdeniz halkları arasındaki geçişkenliktir. Roma hakimiyetinde ya da önceki dönemlerde Akdeniz dikensiz gül bahçesiydi demiyorum, ama eğer geçmişten ders almalıyız diyorsak, yolumuzu aydınlatacak böyle birçok iyi örnek bulunabilir.”
Aziz Augustinus zamanında, Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı yıllarda Afrika köylüleri hâlâ Kartaca dilini konuşuyor ve Kenanlı olduklarını söylüyorlardı: “Unde interrogati rustici nostri quid sint, punice respondentes Chanani…” (Köylülerimize nereli oldukları sorulduğunda, Kenanlı diye cevap veriyorlar.)[7] Braudel biraz daha ileri giderek eski Kartaca koloni bölgeleri olan Kuzey Afrika ve Güney İberya’daki Arap fetihlerin hızla gerçekleşmesinde, buraların eski Fenike mirasına yakınlığını örnek gösteriyor. Öyle ya da böyle, bu ve benzeri tüm örnekler bazı şeylerin nasıl fetihle, sınırla ya da zamanla yok edilemeyeceğini, ancak, içererek dönüşebileceğini anlatıyor.
Evet, antik bir limandan güneşin batışını izlerken, binlerce yıldır aynı sularda seyreden insanları düşleyerek tüylerimiz diken diken oluyor. Evet, karmakarışık bir çarşıda gezerken geçmişte aynı sokaklarda yürümüş insanların konuştukları diller kulağımıza çalınıyor. Evet, bazen uzak diyarlarda kendimizi yalnız hissettiğimizde Akdenizli hemşerilerimizle duygularımızı kolayca ortaklaştırabiliyoruz. Ama Akdeniz’i anlamak üzere çıktığımız yol sadece bunlardan dolayı kıymetli değil. Bahsettiklerimiz romantik kimlik arayışından çok daha fazlasını ifade ediyor. Sandığımızdan çok daha büyük bir bütünün parçasıyız ve Braudel’in dediği gibi, “denizin yüklü geçmişi içinde aceleci bir yolcunun izleyebileceği tek yol, bu kavramın onun önüne serdiği sonsuz yollardır.” O halde bize de bu sonsuz yollarda tarihin feneriyle yelkenleri açmak düşüyor…