12. DOCUMENTARİST BELGESEL GÜNLERİ

Söyleşi: Anıl Olcan
14 Haziran 2019
SATIRBAŞLARI

Sudanlı kadın futbolculardan Emel Korkmaz’ın hikâyesine… Kuir aşıklardan masum hayvanlara… Documentarist İstanbul Belgesel Günleri ufuk açıcı belgesel filmleriyle yeniden şehre geliyor. 15-20 Haziran tarihleri arasında 12. yılını kutlayacak festival ekibinden Necati Sönmez ve Emel Çelebi’ye bağlanıyoruz. 

Documentarist gibi sadece belgesel filmlerin gösterildiği bir festival yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Necati Sönmez: 90’lı yıllarda işim gereği çok festival gezdim. O zamanlar ağırlıklı gazetecilik yapıyordum. Festivalleri takip edip filmler üzerine yazıyordum. FIPRESCI’nin üyesi olarak birtakım jürilerin içinde bulundum, vs. Gezdiğim festivallerde izlediğim filmler arasında belgesel sinemanın ağırlık kazandığını görmeye başlamıştım. Sinemada arayıp bulamadığım taze kanı belgesellerin taşıdığını fark ettim. Kurmaca sinemadan bir uzaklaşma ve bunun sonucunda belgesele yakınlaşma oldu kişisel hayatımda. O günlerden sonra belgeselin hayatımda önemli bir yeri olmaya başladı. Hem izleyici olarak hem de belgesel film yapan biri olarak. Emel Çelebi ile beraber belgesel film yapmaya başladık. Bir-iki film yaptıktan sonra gördük ki filmlerimizi gösterecek mekânlarımız yok. Birkaç kurumsal festival kırk yılda bir belgesel bölümü yaparsa gösterilebiliyordu. 2000’li yılların başında, belgesele yer veren bir tek Antalya Altın Portakal Film Festivali vardı. Documentarist, bizim ve arkadaşlarımızın filmlerini göstereceğimiz bir platforma ihtiyacımız olduğu için başladı. Ayrıca yurtdışındaki festivallerde gördüğümüz ve bizi çok heyecanlandıran belgeselleri paylaşma motivasyonumuz vardı. Documentarist 2008’de tek bir mekânda yirmi küsur filmle başladı. O zamanlar adına “festival” demiyorduk, belgesel günleri diyerek başladık. Bugün seksen filmlik programlar yapan bir “festival” olduk. O dönemlerde kimse belgesele yer ayırmazken bir anda belgesele giderek genişleyen yerler ayrılmaya başlandı. Bugün İstanbul Film Festivali’nde kırktan fazla belgesel film görebiliyoruz. On sene önce tek tük vardı. Bu da Documentarist’i başka bir yol arayışına itti. Berlin ve Cannes Film Festivali gibi ana akım festivallerde gösterilen filmlere değil de, daha gölgede kalan belgesellere yer vermeye başladık. Uzak coğrafyalardan daha bağımsız belgesellere yer vermek daha öncelikli hale geldi. Bunun yanısıra her sene belgeselin bilinmeyen ustalarına yer vermek ve hakkıyla tanıtmak gibi bir amacımız oldu. Bu zamana kadar konuk ettiğimiz isimlerin hepsi Türkiye’ye ilk defa geldi.

Belki de tıkanıklık sinemacılara da sirayet etti ve bunu belgeselle aşabileceklerini düşündüler. Gerçek hayatın kendi tahayyüllerinden daha ilham verici olmasıyla ilgili olabilir bu durum. Hayat her zaman kafanda kurduğun bir hikâyeden daha acayiptir.

Kurmaca sinemadan uzaklaştığınızı söylediniz. Niye öyle oldu?

Sönmez: Bu hissiyatı birçok kişinin paylaştığını düşünüyorum. 90’lardan beri sinema yazıları yazan biri olarak doğaldır ki kurmaca sinemayla haşır neşirdim. Bir dönemin büyük sinemacılarının, Antonioni’lerin, Angelopoulos’ların, Bergman’ların devri yavaş yavaş kapandıkça yerlerinin pek bir şeyle doldurulamadığını hissettim. 80’lerden sonraki kuşakların dönüp dönüp hep aynı duvara tosladığını düşünüyorum. Çok büyük bir genelleme yapacak olursak, bir kabızlık yaşanıyor. Yıl içinde izlediğimiz filmlerin kaç tanesi aklımızda kalıyor? Duygu veren sinema filminin sayısı o kadar azaldı ki, “o” filmi bulana kadar bir sürü film izlemekten sıkıldım. Seçici davranırsanız izleyeceğiniz on belgesel filmden yarısı sizde ciddi bir iz bırakabilir. Çok büyük konuşmayayım, iyi belgesel diyelim. (gülüyor)
2000’li yıllarda belgeselin potansiyeli arttı ve sınırları genişledi. Kurmacaya yakın işler yapılmaya başlandı. Daha önce de bunun örnekleri var, ama “istisnai”ydi. Bu dönemde bir kurmaca filmin sürükleyiciliği kadar sürükleyici olabilen belgeseller yapılıyor. Sevdiğim birçok eski ustanın belgesele yöneldiğini görüyoruz. Werner Herzog’un son dönemde yaptığı filmlerin önemli bir kısmı belgesel. Wim Wenders mesela, önemli belgeseller yapıyor. Bizim Güney veya Tangolar gibi kurmaca filmleriyle sevdiğimiz Fernando Ezequiel Solanas, son yıllarını belgesel yaparak geçti. Belki de bahsettiğim tıkanıklık sinemacılara da sirayet etti ve bunu belgeselle aşabileceklerini düşündüler. Gerçek hayatın kendi tahayyüllerinden daha ilham verici olmasıyla ilgili olabilir bu durum. Bana kalırsa, hayat her zaman kafanda kurduğun bir hikâyeden daha acayiptir.

Documentarist’in programına baktığımızda,
genelde o dönem yaşanan olaylarla ilgili bir seçkisi oluyor. Bu bilinçli bir tercih mi?

Sönmez: Bu genelde kendiliğinden olan bir şey. Bize gelen filmler güncel olaylardan daha önce yapılmış filmler oluyor. Yaşanan gerçekliğin yansımasını daha önce hisseden belgeseller diyebiliriz. Özellikle o dönemin konularına ayrıcalık tanımak gibi bir şey olmuyor. Bu süreç daha çok kendiliğinden yaşanıyor. Filmleri programa seçerken yegâne kıstas, “o filmin belgesel olarak değeri” diyebiliriz.

Bu sene Sudan ile ilgili özel bir bölümünüz var. Sudan’da yaşanan halk isyanının festivale nasıl bir etkisi oldu?

Sönmez: Kişisel olarak Darfur’daki katliamdan kaçıp Türkiye’ye sığınan biriyle ilgili bir belgesel yapmak istiyordum, ama olmadı. Bu yüzden özel bir ilgiyle takip ediyorum yaşananları. Tesadüf eseri oldu biraz Sudan seçkisi. Sudan’da 2018’in aralık ayından itibaren gösteriler başladı. Yeni yılın başında bu bir halk hareketine dönüştü. Hemen bir “Sudan seçkisi” yapalım demedik. Berlin Film Festivali’nde çok iyi filmler gösterildi Sudan’la ilgili. Bunlardan biri Ağaçlardan Bahsetmek. Festivalin en çok sevilen filmi oldu ve birçok ödül aldı. Orada yönetmenle kurulan ilişki sayesinde filmin Documentarist’te gösterilmesi mümkün oldu. Ağaçlardan Bahsetmek, Sudan’ın yakın dönem sinema tarihini anlatan bir film. O filmde bahsedilen bazı yönetmenler Sudan Film Grubu ismiyle 1980’lerde Sudan’da film gösterimleri yapıyorlar. Onların daha önceden yaptıkları filmlerin restore edildiğini öğrendikten sonra “bunları da seçkiye alabilir miyiz” diye hayal kurmaya başladık. Bütün o filmleri alabilmek bizim için bir şans oldu. Bu günlerde yaşanan korkunç katliam, o filmleri de bir anda ciddi siyasi bir simgeye dönüştürdü.

Suhaib Gasmelbari, “Ağaçlardan Bahsetmek”, 2019

Sudan’da yaşanan isyanda kadınların rolü çok büyük. Özellikle Alaa Salah’ın direnişçi kadınlara şarkı söylediği video çok konuşuldu. Documentarist seçkisinde Hartum Ofsayt isimli bir belgesel Sudanlı kadın futbolcuların hikâyesini anlatıyor…

Sönmez: Hartum Ofsayt filminin yapımını yıllardır takip ediyorum. Kaba kurgusunu izlemiştim. Yönetmen arkadaşımız Mısır’da yaşayan bir Sudanlı. Esasında çok önceden yapımına başlanmış bir film, ama kadınların mücadelesini anlattığı için şu anda yaşanan durumla da örtüştü. Neredeyse askeri bir rejimle yönetilen ve koyu İslâmcı bir toplumda kadınlar futbol oynamak istiyor ve bir milli takım oluşturma hayali kuruyorlar. Tabii bir sürü engelle karşılaşıyorlar. Hatta bir milli takım kurmak istiyorlar. Sudan’da yaşanan isyanda, Mısır’da, Tunus’ta yaşandığı gibi, kadınların isyan içindeki varlığı çok önemli. Gözden kaçırmamak gerekiyor.

Bu sene festivalin onur konuğu Sean McAllister. Nasıl karar verdiniz Sean McAllister ismine?

Sönmez: Sean McAllister’ın yeni filmini Türkiye’de göstermek istediğine dair bir duyum aldık ve yazışmaya başladık. Sean McAllister işçi sınıfı bir aileden geliyor ve kendisi de fabrikalarda filan çalıştıktan sonra sinemacı olmaya karar veriyor. Son filmi Northern Soul, Türkçeye Kuzeyli Bir Can diye çevirdik. Çok güzel bir film. Bir işçinin fabrikadan arttırdığı zamanlarında çocuklara hiphop öğretmesini anlatıyor. Bu film McAllister’ın kendi ülkesinde çektiği az sayıdaki filmlerden biri. Ondan önce farklı ülkelere gidip oralardan hikâyeler anlatmış. Japonya’da, Irak’ta, Yemen’de, Suriye’de vakit geçiriyor ve oralardan bir karakter bulup onunla arkadaşlık ediyor. Onlarla yaşıyor ve o insanlarla olan ilişkisinin filmini çekiyor. Bir görüntü yönetmeni yok. Kendi küçük kamerasıyla filmini çekiyor. O insanların mahrem hayatlarına kadar giriyor. Kendi ifadesine göre bu görüntülerin ne kadarının kullanılabilir olduğuna kurgu odasında karar veriyor. O mahremiyet çizgisinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair etik bir tartışma yürütüyor aslında. O filmlerin hepsinde bir dikkat ve saygı var bence. Ama bu tartışılır tabii ve muhtemelen burada yapacağı sinema dersinde de bunu tartışacağız.

Masumun hakkını savunmak: Belgesel öyle bir şeydir. Sesini duyuramayan kesimlerin sesini duyurmak. Bu amaçla belgeselci oldum.

Sean McAllister’ın vereceği sinema dersi, teknik bir atölyeden öte, etik konuların tartışılacağı bir buluşma olacak öyleyse…

Sönmez: Tamamen belgesele bakışını, insanlarla nasıl bu kadar yakınlaşabildiğini ve onların güvenini nasıl kazandığını anlatacağı bir atölye olacak. Bu güveni nasıl suistimal etmediğini anlatacak. Bizim festival olarak etik tartışmalara ayrı bir hassasiyetimiz var. Bir film istediği kadar iyi olsun, baştan bir etik sorunu varsa almıyoruz. Bu anlamda bu tartışma belgeselcilerin kendi iç sorunları açısından önemli olacak.

Greta Thunberg’in ardından dünya çapında çocukların iklim kriziyle ilgili eylemlerine şahit olduk. Çocuk aktivistler bu aralar önemli bir işi sürdürüyorlar. Türkiye’den çocuk iklim aktivistleriyle ilgili bir forum düzenleyeceksiniz. Ayrıca çocuklukla ilgili birçok film gösterilecek. Ne söylemek istersiniz bu seçki hakkında?

Emel Çelebi: Bu çok tesadüfen oldu. Yaratıcı bir film olduğu takdirde onu festivale dahil etmek istiyoruz. Filmleri seçtikten sonra “büyüme öyküleri” diyebileceğimiz filmlerin hayli fazla olduğunu gördük. Dünyanın birçok yerinden büyüme filmleri var, kuzey kutbundan, Polonya’dan, Almanya’dan, Danimarka’dan… Hepsi hassas konularla ilgili. Mesela Danimarka’dan Fantezi Fantezi isimli film otizmli bir ikiz kardeşin hikâyesini anlatıyor. Sen Benim Arkadaşımsın Hollanda’daki göçmen Suriyeli çocuklarla ilgili. Türkiye’den Her Ev Bir Okul filmi mesela, o da kendi dilini konuşamayan Kürt çocuklarla ilgili. Çok incelikli filmler.

Sönmez: Bazen, baştan böyle bir şey yapalım diye yola çıkmadan karşımıza çıkan malzeme bizi böyle bir karara itebiliyor. Demek ki dünyadaki belgesel aleminin dikkati oraya yönelmiş ve bu sayede çocuklara dair öyküler çıkmış son dönemde. Böyle bir bölüm yapmışken iklim aktivisti çocuklarla ilgili bir forum da düzenleyelim dedik. Forum, filmlerin içeriğiyle doğrudan bağlantılı değil. Greta’dan sonra son dönemde adını duyuran Türkiyeli çocuk aktivistler oldu. Gelip eylemlerini ve dertlerini anlatacaklar.

Hayvan haklarıyla ilgili filmler bu sene Documentarist seçkisinde önemli bir yer tutuyor…

Çelebi: Çok önem verdiğimiz bir konu bu. Dili olmayan, konuşamayan masumun hakkını savunmak: Belgesel de öyle bir şeydir bence. Sesini duyuramayan kesimlerin sesini duyurmakla ilgili. Ben bu amaçla belgeselci oldum. Hayvanlar ve doğa konusu huninin en daraldığı noktalar. En medeni görünen ülkelerde bile hayvan haklarının çiğnendiğini görüyoruz. Aslanın İçinde diye bir film göstereceğiz. Danimarka’da bir hayvanat bahçesinde üretim fazlası olarak düşünülen bir aslan katlediliyor ve bu çok ilginçmişçesine bir gün hayvanat bahçesinde kesilip iç organları sergileniyor. Üretim fazlası nedir yahu? Bu bir anatomi dersi mi? Bu çok tehlikeli bir nokta.

Kamusal alanın daralması Documentarist’i nasıl etkiliyor? Hangi konularda zorluklar yaşıyorsunuz, bunların üstesinden nasıl geliyorsunuz?

Sönmez: Documentarist’in 12 yıllık tarihi Türkiye’nin son yıllarının tarihiyle de paralel gelişti. Doğrudan etkilendik o tarihten. Bir dönem televizyonlarla görüşüp beraber atölyeler yapma fikrimiz vardı. Dünyada bu böyle. Televizyon kanallarının işin bir ucundan tutması gerekiyor ki belgesel üretilip yayınlanabilsin. Bu tür çabalara girmiştik. Şimdi aklımızın ucundan bile geçmiyor bir ulusal kanala gitmek. Oralarda festivalin haberini çıkarmak dahi mümkün değil artık. Medya alanının tamamen dışında tutulmak gibi bir durum var. Kamusal alanın daralmasının bizim gibi festivallere en büyük etkisi de gösterim yapacak sinema salonlarının azalması oluyor. Kurmacada isim yapmış yönetmenlerin yeni filmlerinin bile sinema salonlarına girmesi iyice zorlaştı tekelleşme yüzünden. Küçük kültür merkezleri ve küçük salonlar dışında pek bir yer yok. Biz bunu zorlamaya çalışıyoruz. Kadıköy’de bir sinema salonunda gösterim yapıyoruz. Bir ara Atlas sinemasını kiralamıştık. Documentarist’in tarihi, mekânları dönüştürerek gösterim yaptığımız örneklerle doludur.

Karol Lindholm, “Aslanın İçinde”, 2018

Festivalin ilk senesi Pera Müzesi’nin salonunu ilk defa biz gösterim için kullanmıştık. Orası müzenin etkinlik salonu olarak yapılmıştı. Daha sonra burayı İstanbul Film Festivali de kullandı. Salt Beyoğlu’nun salonunu minderler koyarak uzun filmlerin gösterilebileceği bir salona dönüştürmüştük. Ses Tiyatrosu’nu perde ve projeksiyon koyarak kullandık. Muhteşem bir yer, ama altyapısı yoktu. Hollanda Konsolosluğu içindeki Chapel’de gösterimler yaptık yılllarca. Öte yandan Beyoğlu’nda yaşanan dönüşümden çok etkileniyoruz. Hatta bir ara ‘’Beyoğlu’ndan çıkmak mı lazım?’’ diye düşünmeye başladık. Ama bir yandan ayağımızı burada tutmaya çalışıyoruz. Beyoğlu kaybedilmemesi gereken bir mevzi. Sinemanın son dört-beş yılda yaşadığı çalkantılar bizi çok etkiliyor. Documentarist’te ödül alan Reyan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeseli birkaç ay sonra Antalya Altın Portakal Film Festivali programından çıkarıldı. Orada başlayan bir yeni dönem var, sansür tarihi açısından. Bakur mesela, hiçbir yerde gösterilmedi, biz onu Şişli Kent Kültür’de gösterdik. Bir yandan farklı bir cepheden sansürle mücadele ediyoruz. Eser işletme belgesi zorunluluğu getirdiler ve biz ona yanaşmadık. Festivallerin tepesinde Demokles’in kılıcı olarak sallandırıldı.

Belgesel, hakikat sonrası söyleme bir panzehir. Post-truth bir sürü şeyi kapsayan bir söylem. Hafızasızlaştırma, gerçeği yok etme, yalan haber ve manipülasyon… Belgesel bütün bunlara karşı duran bir yöntem.

Belgesel ve post-truth arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Sönmez: Düşünün ki “Hayata Dönüş” adıyla bir katliam yapıldı Türkiye’de… Belgesel, hakikat sonrası söyleme karşı bir panzehir. Post-truth, bir sürü şeyi kapsayan bir söylem. Hafızasızlaştırma, gerçeği yok etme, yalan haber ve manipülasyon… Belgesel bütün bunlarla mücadele etmenin bir aracı. Birkaç alternatif haber mecrasının dışında, hakikate ışık tutma potansiyeli taşıyan sadece belgesel var. Belgesel bu yüzden sansüre uğruyor. Bugün “sinemada sansür” dendiğinde belgesele sansürü konuşuyoruz aslında. Çok nadiren kurmaca bir filmin sansüre uğradığını görüyoruz. Belgesel rahatsız eder, kurcalar, tabulara dokunur, toplumsal hafızanın oluşmasına yardımcı olur. Post-truth söyleminin yapmak istediği şeyin tam tersi.

Video kaydedebilen mobil cihazların yaygınlaşmasının belgesel mecrasına etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sönmez: Tabii, mesela kadın sinemacıların artmasına teknolojik gelişmelerin büyük katkısı oldu. Hantal yapının içine girmeden de film yapabilme olanağını bulmak çok önemli. Belgesel filmlerde de kadın sinemacıların ağırlığını görürsünüz. Türkiye’ye baktığınızda, yüzde 50’nin üzerindedir kadın belgeselcilerin oranı. Dijital olanaklar birçok şeyi demokratikleştirdi. Bir yandan da çevresinde gördüğü hikâyeleri sinemanın diliyle anlatmak isteyenlere de bir olanak sundu. Sadece “kamerayı al, çek” değil tabii. Bu bir yandan kalitesizliği de beraberinde getirdi. Abbas Kiarostami’nin Selanik’te bir sinema dersine katılmıştım, “Dijital kameralar çıktığında çok umutlanmıştım, fakat onları kullananlara silah ruhsatı gibi bir şey vermek gerektiğini düşünmeye başladım” demişti. Böyle bir tarafı da var.

Suliman Mohamed Ibrahim Elnour, “Afrika, Cangıl, Tamtamlar ve Devrim”, 1979

Video aktivizm ve belgesel mecrası birbirlerine çok yakın alanlar. Bu iki üslûbu ayıran ne sizce?

Sönmez: Bunları özenle ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Video aktivizm daha çok gazetecilikle ilgili geliyor bana. Belgesel, sinema yapmaktır. Belgeselin gazeteciliğin yerini doldurması bazen bir gerçeklik, zaman zaman kaçınılmaz bir durum. Medyanın örtbas ettiği şeyleri belgeseller ortaya çıkarıyor, ama diğer yandan bir handikap. Belgeselden böyle bir beklentimizin olmaması lâzım. Belgesel, sinemanın bir türü olarak varolmalı. “Bilgi” iletme mecburiyetinden azade olması lâzım. İyi belgesel bize bir kültür hakkında bilgi veren belgesel demek değildir. O bilgileri her yerden bulabiliriz. Belgesel iyi bir hikâye çıkarabilmiş ve bize dokunabilmişse iyi bir filme dönüşür. Ama sonuçta aynı yöntemlerle yapılan işler.

Türkiye’de belgesel sinemanın gelişimini nasıl görüyorsunuz?

Çelebi: Kültür Bakanlığı fon desteklerini azalttı. Barış için imza verenlere fon desteği vermiyor. Birçok sansür uygulamasından geçiyoruz. Bunlara rağmen çok sayıda belgesel başvuruyor Documentarist’e. Türkiye’nin gündemini yakından ilgilendiren konular hakkında yapılıyor bu belgeseller. Hikâye anlatma konusunda gelişme var Türkiye’de yapılan belgesellerde.

Son söz?

Çelebi: Documentarist ve benzer çabaların sürdürülebilir olmasını istiyoruz. Belgeselcilerin film yapmaya devam etmesini arzu ediyoruz. Umut var. (gülüyor)

Sönmez: Bakur engellendiğinde yapımcılara “neden internete koymuyorsunuz” dendi. Ama bu bir yandan salonları bırakıp o filmleri birlikte izlemekten, birlikte tartışmaktan feragat etmek anlamına geliyor. Bu inanılmaz bir geri adım aslında. Kamusal alandan çekilmek pahasına bir filmi internete koymak en son yapılması gereken şey. Belgeselciler olarak öncelikli hedefimiz insanları bir filmin etrafında toplamak ve o filmi yanyana yüzyüze tartışmalarını sağlamak olmalı.

^