Savunduğunuz temel gelir modelini nasıl tanımlarsınız?
Kathi Weeks: Temel gelirin istihdamdan ve aile yapılarından bağımsız, herkese koşulsuz ödenen yaşanabilir düzeyde asgari gelir biçimini savunuyorum. Böyle bir temel gelir tökezlemeden üzerinde durabileceğiniz bir zemin sağlayacak ve insanları ücretli emek sisteminden azade kılmasa da onun şartlarına bağımlılığımızı azaltacaktır. Büyük ihtimalle çoğu insan temel gelire ek kazanç elde etmek için çalışmayı tercih edecektir, ancak daha iyi çalışma koşulları talep ederken elleri de güçlenecektir.
Marksist feministler temel gelire nasıl yaklaşıyor?
Marksizm çalışmanın eleştirel incelemesi açısından çok verimli bir alan. Marksist feministler cinsiyet kimliklerini ve hiyerarşilerini incelerken cinsiyete dayalı iş bölümünü cinsiyet farkını ve eşitsizliğini yeniden üreten güçlü bir mekanizma olarak ön plana çıkarır. Cinsiyete dayalı iş bölümü cinsiyet sisteminin itici gücü olmakla kalmaz. Çocuk ve yaşlı bakımı cinsiyete, cinsiyet ideolojileri ve kurumlarına dair duygu ve düşüncelerimizin de çok güçlü bir kaynağı.
Biraz kaba bir ayrımla, biri güncel, diğeri geçmişe dair iki Marksist feminist dönemden bahsedebiliriz. 1970’lerde, ikinci dalga feminizm sırasında, Anglo-Amerikan Marksist feministler iki tahakküm sistemi, kapitalizm ve patriyarka arasındaki ilişkiyi haritalandırmaya odaklanmıştı. Bu dönemi ev emeği ve ailesel üretim ilişkileri alanına çalışmanın Marksist eleştirisini dahil etme teşebbüsü olarak özetleyebiliriz. Aile temelli ev işini, bakım ve alışveriş emeğini, dahası bir toplum yaratmak için verilen emeği dar bir çerçevede tanımlanan “üretken emeğin” sırtını dayadığı yeniden üretim emeği olarak inceleyip, haneyi bir işyeri, aileyi ise işgücünü örgütleyen, yayan ve yöneten bir rejim olarak tanımladılar. İlk başlarda yeniden üretim emeğini “ev işi” diye nitelendiriyor ve daha çok temizlik, alışveriş, yemek pişirmek gibi işlerden bahsediyorlardı, çünkü bunlar o dönemde “işçiliğin” simgesi haline gelmiş fabrika emeğine en benzer faaliyetlerdi. Ama giderek daha çok bakım emeğine ve ilişkilerine odaklandılar. Böylece “özel” diye nitelendirilen faaliyetler, ilişkiler ve kurumlar üzerindeki tül perdesini kaldırdılar. “Üretken” diye adlandırılan emeğin ön şartı olan yeniden üretim emeğinin tanınmasını talep ettiler. Yeniden üretim emeği olmasa “ücretli emeğin” de var olamayacağını gösterdiler. Bu durumu gözler önüne sermek için dönemin otonom Marksistlerinden “toplumsal fabrika” kavramını ödünç aldılar. 1960’larda, çalışmaya dair tüm tahayyüllerin mekânı fabrikaydı. “Sosyal fabrika” kavramıysa emeğin tüm topluma nasıl da nüfuz ettiğini gösteriyordu.
İkinci dalga Marksist feministler kapitalizm ve patriyarka arasındaki ilişkiye epey kafa yordular. İkisi birbiriyle yakın ilişki halinde miydi yoksa tamamıyla iç içe mi geçmişti? Ayrıca, bununla ilintili kiminle ittifak yapılacağına dair pratik meseleyi sorguladılar. Otonom mu hareket edilmeliydi yoksa çoğunluğu antifeminist olan diğer antikapitalist gruplarla beraber mi tavır alınmalıydı?
Neoliberal post-Fordist ekonomilerde ücretli işler giderek daha fazla geleneksel olarak kadınsılaştırılmış ev emeğine benziyor. Bu özellikle düşük ücretli, yarı zamanlı, enformel, güvencesiz, kırılgan istihdam biçimlerinde, emekçilerin ölçülmesi zor duygusal, bakımla ilgili ve iletişimsel kapasitelerinden faydalanan hizmet sektöründe belirgin hale geliyor.
Bugün ise feminizm ve Marksizm arasındaki ilişkiye dair yeni ihtimallere kapı aralayan başka bir durumla karşı karşıyayız. 1970’lerde feministler ücretli emeği, kapitalist üretim sürecinin parçası sayılmayan farklı türden bir ücretsiz emek pratiğine bağlayan Marksist analize kafa yordu. Bugün ise yeni ücretli çalışma biçimlerini anlamak için ücretli ve ücretsiz “kadın emeği”ne dair daha eski feminist analizlere başvurmamız gerekiyor. Bazıları şu anki durumu “emeğin kadınsılaşması” diye tarif ediyor. Pek tutmasam da tarif şunu ifade ediyor: Neoliberal post-Fordist ekonomilerde ücretli işler giderek daha fazla geleneksel olarak kadınsılaştırılmış ev emeğine benziyor. Bu özellikle düşük ücretli, yarı zamanlı, enformel, güvencesiz, kırılgan istihdam biçimlerinde, emekçilerin ölçülmesi zor duygusal, bakımla ilgili ve iletişimsel kapasitelerinden faydalanan hizmet sektöründe belirgin hale geliyor. Bu değişen çalışma ortamıyla yüzleşmek için ücretlendirilmemiş hane emeğini ele almak yerine, gerek ücretli gerekse ücretsiz çalışmanın toplumsal cinsiyete dayalı biçimlerinin Marksist feminist analizinden, onun bu biçimlerin nasıl bir sömürüye neden olduğuna ve deneyimlendiğine dair kavrayışından yararlanmalıyız. Bu da pratikte şu anlama geliyor: Güncel sömürü biçimlerini anlamak ve onlara direnmek istiyorsak, Marksizm artık feminist kuram ve pratiklerden bihaber olamaz ve ayrı hareket edemez. Kısacası feminist kuram Marksizm açısından artık bir tercih meselesi olmaktan çıkmıştır.
Fordist tahayyülde bir istisna, üretken emekten ayrı olarak görülen yeniden üretim emeği duygusal ve iletişimsel melekelerimizden giderek daha çok nemalanan post-Fordist hizmet emeği söz konusu olduğunda artık geleceği belirleyen, genelleştirilebilen bir şablon haline geldi. Yani zamanla ücretli emek ve haneye dayalı ikili model analiz açısından işlevsizleşti. Yeni kapsayıcı ölçüte göre toplumsal yeniden üretim çok dar kapsamda tanımlanan üretim yapısının, yani ücretlendirilmiş emeğin dayandığı tüm sosyal, kültürel ve öznel altyapıları ifade ediyor. Tıpkı küçük bir parazitin daha güçlü bir konağın vücudundan beslenerek yaşaması gibi.
Kolektif bir siyasi faaliyet olarak temel gelir talep etmenin kendisi çok ilginç. Bir talebin açıklanması, savunulması, gerekçelendirilmesi ve tartışılması gerekir. Talep etmenin kendisi eleştirel farkındalık ve yeni politik arzular doğurması açısından üretkendir. Temel gelir talep etmek aynı zamanda ücretli emek sistemindeki gelir paylaşımına dair sorunları da görünür kılar.
Öte yandan, bir Marksist feminist olarak şunu ilave etmem lâzım. 1970’lerdeki Uluslararası Ev Emeği için Ücret Kampanyası’ndan ve ilgili literatürden ne talep etmemiz gerektiğinden ziyade bizzat talebin ne anlama geldiğine ve neye muktedir olduğuna dair çok şey öğrendim. Kolektif bir siyasi faaliyet olarak temel gelir talep etmenin kendisi de çok ilginç. Bir talebin açıklanması, savunulması, gerekçelendirilmesi ve tartışılması gerekir. Talep etmenin kendisi eleştirel farkındalık ve yeni politik arzular doğurması açısından üretkendir. Temel gelir talep etmek aynı zamanda ücretli emek sistemindeki gelir paylaşımına dair sorunları da görünür kılar. İlgili tartışmalar sorunları daha iyi anlamamıza yarayacak eleştirel bir kavram dağarcığı yaratırken nihayetinde daha fazla değişiklik talep etmemizin de önünü açabilir. Bizi ücretli emeği, neyin emek olup olmadığını ve bunların hayatımızın geri kalanıyla olan ilişkisine dair farklı bir dünya tahayyül etmeye zorlar. Böylece temel gelir hareketinin başarısı ya da başarısızlığının ölçütü sadece onun hayata geçip geçmemesini değil, talep ettiğimiz sürecin ortaya çıkardığı kolektif gücü, örgütlenme şekillerini, eleştirel bilinci ve yeni talepleri de kapsar.
Bazı feministler ise temel gelirin cinsiyete dayalı iş bölümünü pekiştireceğini, bu yüzden de bir “sus payı” niteliği taşıdığını savunuyor.
Temel gelirin doğrudan hane temelli yeniden üretim emeğini ya da onun özelleştirilmesini hedef almadığı doğru. Geleneksel hetero-patriyarkal ailenin üretken ve yeniden üretime dayalı cinsiyetçi iş bölümünü desteklediği, böylece daha çok erkeğin ücretli çalıştığı ve daha çok kadının evde emek sarf ettiği bir senaryo düşünebiliyorum. Aynı zamanda, düzeni bir ölçüde sarsıp hem kadınlara hem de erkeklere çalışma hayatlarını bir ölçüde farklı deneyimleme, işleriyle ve aile hayatlarıyla ilişkilerine farklı bir yön verme imkânı verdiğini de hayal edebiliyorum. Tartışmaları değerli bulsam da, bu bakış açısının temel gelir siyasetine dair feminist angajmanın özünü ya da sınırlarını temsil ettiğini düşünmüyorum. Feminizm sadece erkeklerin ya da kadınların göreceli konumlarını değil, topyekûn toplumu değiştirmeye dair devrimci bir projedir. Yani benim açımdan kilit önemdeki soru temel gelir mücadelesinin insanlara daha iyi yaşamlar sağlayıp sağlamayacağı. Bu da salt hayatta kalmak adına çekilen gündelik eziyetten bir miktar azade olup tüm ilişkilerimizi daha adil, eşitlikçi ve sürdürülebilir kılacak bir bakış açısını da içerir.
Temel gelirin yanı sıra çalışmanın reddini de potansiyel bir radikal taktik olarak ele alıyorsunuz. Çıkış noktanız ne?
Kavramı yine otonom Marksist gelenekten ödünç alıyorum. İşin reddi ücret sisteminin etrafında örgütlenen ancak onunla sınırlı kalmayan yeniden üretimi odağa alıyor. Üç noktanın altını çizmek önemli. İlkin, çalışmanın reddi o ya da bu işe değil, küçük bir azınlığın muazzam sermaye birikimi edinmesi, geri kalanların ise hayatları boyunca ücretli emek vermesi üzerine tasarlanmış iktisadi yapılanmaya yönelik bir tavır. İkincisi, işin reddi mevhumu örneğin iş bırakma eylemleri gibi herhangi bir müdahaleyi öncelemek yerine başka birçok tavrı ve eylemi de içerebilecek radikal bir çalışma eleştirisine ilham kaynağı olmayı amaçlıyor. Üçüncüsü, çalışmanın reddi bireysel boyutta etik bir buyruk değil, zamana yayılmış kolektif bir siyasi plan. Nihai hedef bizi halihazırda var olan ister ücretli ister ücretsiz olsun çalışma dünyasına zincirleyen kurumları ve ideolojileri dönüştürmek. Bu da kuşkusuz çeşitli kolektivitelerin politik örgütlenmesini gerektiriyor. Nihayetinde çoğu birey, çalışma hayatından öylece çekip gidemez. Zaten kastedilen de bu değil.
Kadın emeği ve feminist mücadele açısından çalışmayı reddetme hakkı ne anlam ifade edebilir?
Feministlere önemli bir eleştirel hat ve pratik siyaset imkânı vereceğini düşünüyorum. Halen iktisaden hayatta kalmanın anahtar mekanizması olan ücretli emek sistemi ikinci bir kuruma, işçilerin hem günlük hem de nesil bazlı yeniden üremesini sağlayan yeniden üretim emeğini tedarik eden özelleştirilmiş aileye dayanıyor. Yani aile-ücret-emek sistemi ücretli emeğe dayalı belli başlı üretim sistemlerini ve hane etrafında örgütlenmiş, aile kurumu tarafından bir arada tutulan yeniden üretimi içeriyor. Bir çoğumuz sıklıkla ücretsiz ve cinsiyetlendirilmiş yeniden üretim ilişkilerine bu sistem üzerinden giriyoruz. Öyleyse soru şu: Günümüzde örgütlendiği ve bölümlendiği şekliyle toplumsal yeniden üretim emeğini “reddetmek” ne anlama geliyor? Feministlerin deneyimleyerek öğrendiği üzere ev işinin reddi, potansiyel açından çok geniş kapsamlı etkileri olan, çok zor bir müdahale. Çalışmanın reddi asgaride hane temelli yeniden üretim emeğinin sosyal ilişkilerinin kurumsal kilit taşı konumundaki ailenin ve onun ideolojik dayanağı aile değerlerinin eleştirilmesini içeriyor. Azamideyse çalışma ve hayatın örgütlenmesine topyekûn başkaldırmak anlamına geliyor.
Temel gelir hareketinin başarısı ya da başarısızlığının ölçütü sadece onun hayata geçip geçmemesini değil, talep ettiğimiz sürecin ortaya çıkardığı kolektif gücü, örgütlenme şekillerini, eleştirel bilinci ve yeni talepleri de kapsar.
Bu bağlamda, temel gelir talebi çalışma ve aile sisteminin yetersizlikleri, çalışma, aile ve onları temellendiren etiğe dair hem gerekli hem de mümkün farklı gelecekler üzerine kafa yormamızın kapısını aralıyor. Günümüzde çalışma etiği ve aile değerleri aynı anda romantize ediliyor, efsaneleştiriliyor, doğallaştırılıyor ve kutsanıyor. Bu sefil kurumlar bir avuç azınlığın sermaye biriktirdiği, geri kalanların ise eğer şansları yaver giderse hayatlarını düşük ücretli bir işte çalışarak tükettikleri bir ekonomik sistemin hayati önemdeki ideolojik destek sistemleri olmaya devam ediyor. Aile ve çalışma aynı sistemin iki yüzü.
Ama ücretli çalışmanın ve böylece “kendi ayakları üzerinde durmanın” kadınları özgürleştireceğine dair liberal feminist görüş günümüzde oldukça hâkim.
Marx yabancılaştıran çalışmayı “kendini feda etme emeği” olarak tarif ediyor ve şöyle diyor: “İşçi kendi fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştirmek yerine bedenini çürütüyor ve zihnini mahvediyor”. Bu durum kapitalizm sultasındaki tüm istihdam biçimlerine içkin. Bu açıdan Marx doğru bir tespit yapıyor: “Emeğin yabancı karakteri fiziksel veya başka bir zorlama ortadan kalktığı anda, ondan tıpkı veba gibi sakınılmasından apaçık bellidir.” Çalışmanın kutsal bir insan faaliyeti olduğuna dair genel bir eğilim var. Mesela aklınıza kendilerini ücretli işlerde eşit fırsat arayışına adamış ve ücretli emeğin kadınların kültürel açıdan mecbur bırakıldığı ev hayatından kaçış bileti olduğunu savunan ana akım feminist söylemleri getirin. Genel olarak solda insanları çalışmaya teşvik eden, böylece onları emekçi olarak “güçlendiren” istihdam programlarına dair sosyal demokrat bir vurgu olageldi. Çalışmaya dair bu bakış açısı iş süreçlerine toplumsal becerilerimizi, duygularımızı ve yaratıcılığımızı katmamızı gerektiren istihdam biçimlerinde daha da işlevsel hale geliyor. Bugün hizmet sektöründeki çoğu işveren çalışanlarının işe yönelik hevesini ve ortak hedefe adanmışlığını önemsiyor. İş etiğinin üretimde böylesine kilit bir rol üstlendiği bir ortamda, söz konusu değerleri ve varoluş biçimlerini sorgulamaya dair irade etkili bir isyan biçiminin potansiyellerini bünyesinde barındırıyor.
Ücretli emeği kutsayan liberal feminizm dışında çalışmaya ahlaki payeler biçen başka eğilimler de var. Örneğin, bazı feministler gerçekten de toplumun yeniden üretimi için hayati önemdeki bakım emeğini görünür kılabilmek için “emeğin değeri” ile ilgili benzer bir yaklaşım sergiledi. Görüşlerini geleneksel iş etiğiyle paketleyerek, aile içi emeğe diğer türden faaliyetler ve ilişkiler pahasına aşırı değer biçme riskini aldılar. Bu stratejiler geçmişte ne kadar etkili olursa olsun, her iki feminist yaklaşım da ücretli emeğe ya da ev işine diğer pratiklerden, örneğin yakın ilişkiler kurmaktan ve sosyalleşmekten daha fazla değer biçtikleri ölçüde epey sorunlu olmaya devam ediyor.
Temel gelirin kadınların çocuk doğurup doğurmama kararına bir etkisi olabilir mi?
Ev İşi İçin Ücret örgütlenmesi (Wages for Housework, 1972) aileyi, dolaysıyla çocuk doğurmayı mevcut üretim sisteminin bir uydusu olarak görüyordu. Ev işi için ücret talep etmelerinin bir nedeni de çocuk sahibi olup olmayacaklarına, eğer isterlerse ne zaman ve hangi koşullarda çocuk sahibi olacaklarına karar verebilmekti. İnsanın parası ve zamanı olmadığı için çocuk yapmamaya karar vermesi gerçek bir seçim sayılmaz. O yüzden şunun altını çiziyorlardı: “Evde bilâücret çalışıp kendimize ait paramız olmadığı ya da ev dışında üç kuruşa çalıştığımız sürece hiçbirimiz çocuk sahibi olup olmamayı seçemez ve hepimiz tüplerimiz kesilmese de kısırlaşmakla yüzleşiriz.”
Çalışmanın reddi bireysel boyutta etik bir buyruk değil, zamana yayılmış kolektif bir siyasi plan. Nihai hedef bizi halihazırda var olan ister ücretli ister ücretsiz olsun çalışma dünyasına zincirleyen kurumları ve ideolojileri dönüştürmek.
Tıpkı ev işi için ücret talebi gibi temel gelir de tek başına çocuk yapıp yapmamaya, bir aile kurup kurmamaya dair seçimlerin gerçekten anlamlı koşullarını sağlayamaz. Bununla birlikte, bireylerin ev içi iş bölümüne girip girmeme konusunda seçim yapmalarını kolaylaştırabilir, ayrıca fiziksel ya da başka açılardan istismarcı bir hane içi ilişkiden sıyrılmak için bir kaynak işlevi görebilir. Ayrıca, inşalara çocuk yapıp yapmama konusunda karar verebilmeleri için ekonomik özgürlük verecektir. Bu açıdan temel gelir daha sürdürülebilir bakım ve paylaşım ilişkileri geliştirme olasılığı için de maddi bir destek sağlar.
Bir yandan da temel gelir “ütopya” diye yaftalanıp geniş kesimlerce baştan reddediliyor...
Öncelikle şunu söylemek gerek: Temel gelir oldukça “gerçekçi” bir talep. Hatta sözlük anlamıyla, eğer “gerçekçi” olmak ve orta vadede kıçını kurtarmak istiyorsa kapitalizmin temel gelir uygulamaktan başka çaresi yok. Ama temel geliri ütopyacı bir talep olarak ele alsak dahi, eğer inceltilmiş bir “ütopyacılık” anlayışının çerçevesini çizebilirsek, temel gelir talebinin gücünü daha rahat takdir edebiliriz diye düşünüyorum. Ütopyacı bir talepten ne anlamalıyız? Akademik çalışmalar ütopyanın kökenlerini Thomas More’un 16. yüzyılın başında yayınlanan ve günümüzde genellikle Avrupa ütopyacı edebiyat geleneğiyle ilişkilendirilen Ütopya kitabına dayandırıyor. Kitap kurgusal bir ideal toplumun çerçevesini çiziyor. More “ütopya” kelimesini icat etti. Kelime “topas” yani “yer” ile “u-” ekinden oluşuyor. “U” hem “iyi” hem de “yok” anlamına geliyor.
Ütopya denince akla ilkin edebiyat gelse de aslında ütopyacı düşüncenin sonsuz ifade şekli mevcut. Siyasal felsefe alanında çalışan Barbara Goodwin’e göre ütopyacı külliyat içerik, biçim ya da işlev açısından el alınabilir. Bir ütopyayı sadece iyi bir toplum tahayyülüne dair içeriği üzerinden okumak onu sadece kelimenin düz anlamıyla ele almak, mesela ütopyacı ve distopyacı içerikler arasında ayrıma gitmek, anlamına gelir.
İmkânsızı İste: Bilimkurgu ve Ütopyacı Tahayyül kitabında eleştirmen Tom Boylan ütopyaları iki gruba ayırıyor. Bir yanda More’unki gibi klasikler, diğer yanda 1960’larda Ursula Le Guin ve Samuel R. Delany gibi yazarların ürettiği, tamamlanmış bir toplumsal şablonu anlatan klasik ütopyalara eleştirel yaklaşan, mütevazı, kusurlu, tamama ermemiş, süreksiz, ama yaşadığımızdan bir nebze daha iyi toplumlar öneren eleştirel ütopyalar. Edebi ütopyaların biçimsel nitelikleri de epey çeşitli. Mesela başlarda ütopyalar henüz keşfedilmemiş topraklarda hayal ediliyordu. 20. yüzyıla gelindiğinde Hint-Avrupa geleneğindeki ütopyaları çoğunlukla zamansal boyutta, değişen ölçülerde uzak bir gelecekte gerçekleşiyormuş gibi hayal edilmeye başlandı.
Çalışmanın reddi asgaride hane temelli yeniden üretim emeğinin sosyal ilişkilerinin kurumsal kilit taşı konumundaki ailenin ve onun ideolojik dayanağı aile değerlerinin eleştirilmesini içeriyor. Azamideyse çalışma ve hayatın örgütlenmesine topyekûn başkaldırmak anlamına geliyor.
Bence siyasi bir talebin, mesela temel gelirin de ütopya türüne dahil olduğunu iddia etmek ütopyanın tanımını bir adım öteye taşıyor. Böylece belli bir siyasi talebi açıklamaya, desteklemeye ve savunmaya yönelik tüm metinler, parçalar, manifestolar da ütopya türüne dahil oluyor. Bu açıdan bakınca ütopyacı biçimlerin içeriği kadar işlevleri de çok ilgi çekici. Ütopyanın ilk işlevi yabancılaştırma etkisi, şimdiki zamana eleştirel bir mercekle bakabileceğimiz bir gelecek tahayyülü üretme kapasitesiyle ilgili. Başka bir dünya hayal ederek ideolojik açıdan kemikleşmiş, korunaklı, doğal addedilen zamane yaşam biçimlerine dair sağduyuya eleştirel bir mesafe koyabiliyoruz. Frederick Jameson ütopyanın bu eleştirel işlevini mantıki sonuçlarına kadar takip ediyor ve başarısız, geleceğe dair elle tutulur bir değişiklik önermeyen ütopya tasavvurlarının bile bir ölçüde başarılı olduğunu, çünkü eleştirel bir araç niteliği taşıdığını söylüyor. Yani başka bir gezegendeki, bizimkini pek anıştırmayan hayali bir toplum heteroseksüel çekirdek ailelerden oluşsa bile bize hayal gücümüzün sınırlarını, belli ideolojik teamüllerin ötesine çıkamayışımızı gösterdiği ölçüde işlevini yerine getiriyor. Yani başarısız olduğu için bir ölçüde başarılı da oluyor.
Ütopyacı düşüncenin ve spekülasyonun ikinci işlevi ise dikkatimizi ve gayretimizi açık bir geleceğe yöneltmesinden geçiyor. Eleştirel işlevinin merkezinde yabancılaşma varsa, onun bu ikinci, “kışkırtma” işlevi için “umut” diye adlandırabilceğimiz bir şey gerekiyor. Ümitli olma halinin nasıl uygulanabileceğini, hatta daha iyi bir toplumsal varoluşun bir anlık parıltısını dahi gözler önüne serse, bir ütopya yeni ve daha tatmin edici beraberlik biçimlerine dair özlemlerimizi yerine getirmek adına siyasi arzuyu canlandırabiliyor.
Fransız düşünür Miguel Abensour ütopik tasavvurların özgün içeriklerini önemsizleştirerek bu tasavvurların bize neyi arzulamamız gerektiğini değil, “bizzat arzulamayı arzulamayı”, “daha iyi, daha çok ve her şeyden önce başka türlü arzulamayı” öğretebileceğini söyler. Ütopyanın en iyi başarabileceği tam da bu arzu eğitimidir: Başkalarının önerdiği seçenekler arasından seçmekten ibaret olan siyasal yaşamımızın ötesini hayal etmemize imkân verir. Jameson da bunun altını çiziyor: “Bir biçim olarak ütopya radikal alternatiflerin temsili değil, onları hayal edebilmenin önşartıdır.”
Peki, ütopyanın şimdiki zamanın eleştirisi, başka bir geleceğe dair arzuları tetiklemesi olarak ifade edebileceğimiz bu iki işlevi ile temel gelir talebi arasındaki bağ nedir?
Siyasi bir talep sadece bir reform, değişiklik önerisinden ibaret değildir. Onun adına beraber mücadele verilir. Bir günde zafere ulaşılmaz. Temel geliri savunurken ücret ve aile sistemine, gelir dağılımına dair tüm sorunları deşmemiz gerekir. Birçokları için sıra dışı veya tandık olmayan bu talebi savunmak için gelir elde etmenin genel kamuoyunca onaylanmış yolları olan aile ve çalışmayı kıyasıya eleştirmemiz gerekir. Üstelik, günümüzde çalışma ve aile sisteminin kusurları iyice alenileşti. Sosyolog ve aktivist Andrew Ross kırılgan işlere hapishane emeğini, kullanıcıların veri ve algoritma kullanmak için harcadığı dijital emeği, enformel istihdam ilişkileriyle çığ gibi büyüyen eski usul ücret hırsızlığını da ekliyor ve “Bir Hiç Uğruna Çalışmak” adlı makalesinde güncel çalışma rejimini şöyle özetliyor: “Toplumsal fabrika artık 1970’lerden kalma avangart bir tez olmaktan çıkıp modern emeğin tüm peyzajına kazındı.”
Fransız düşünür Miguel Abensour ütopik tasavvurların bize neyi arzulamamız gerektiğini değil, “bizzat arzulamayı arzulamayı”, “daha iyi, daha çok ve her şeyden önce başka türlü arzulamayı” öğretebileceğini söyler. Ütopyanın en iyi başarabileceği tam da bu arzu eğitimidir: Başkalarının önerdiği seçenekler arasından seçmekten ibaret olan siyasal yaşamımızın ötesini hayal etmemize imkân verir.
Temel gelirin elle tutulur birçok faydası olacaktır. Mesela işsizlere ve güvencesiz işlerde çalışanlara destek sağlayacak, emekçilerin pazarlık gücünü artıracak, yakın ilişkilere ve aile üyeliğine dair seçimlerimiz üzerindeki baskıdan kurtulmamıza yardım edecektir. Ama tüm bunların ötesinde emeğin ekonomi politiğine dair sıkı bir eleştirel perspektifin çerçevesini çizmeye yol açabilir, çalışmaya ve aileye tutsak edilmiş hayatın ötesini hayal etmemizi tetikleyebilir. Temel gelire dair mücadelenin uzun zamana yayılacak olması da sadece bir engel değil, anlamlı bir toplumsal dönüşüm için gerekli ideolojik ve kültürel örgütlenme için bir fırsat niteliği de taşıyor.
Gelir ve çalışma arasındaki bağımlılık ilişkisini kırmak için temel gelire paralel olarak başka hangi talepleri dile getirmeliyiz?
Kamu kaynaklarıyla sağlanan çocuk bakımı, uzun bakım izinleri, borçların silinmesi ilk elden talep edilmesi gerekenler. Ancak, özellikle iki önemli talep için tüm gücümüzle mücadele etmeliyiz. İlki, istihdamla sağlık hizmetleri arasındaki bağın koparılması, yani çalışsın ya da çalışmasın herkese sağlık hizmeti sağlanması. İkincisiyse sınırların açılması. Sermayenin yatırım, yeni işgücü ve ürün pazarları adına sınırlardan azade hareket edebildiği, emeğin ise hareket kabiliyetinin kısıtlandığı ortamda göç ile çalışma siyaseti derinlemesine iç içe geçiyor. Ulusal ölçekte temel gelir talep ederken aynı anda sınırların açılması için mücadele etmek hayati önemde. Aksi takdirde, diğer birçok başka reform talebi gibi temel gelir de göçmen karşıtı duyguları körükleyebilir, hatta seyahat ve göç üzerinde daha fazla kısıtlamaya destek anlamına bile gelebilir.
Temel gelir mücadelesi sırasında bizi bekleyen tehlikeler ve tuzaklar neler?
Gerçekten de temel gelirle ilgili siyaset üretmek çok riskli, örgütlenme sırasında kafa yorulması gereken çok konu var. Yol mayınlarla dolu ve bizi bekleyen, hiç de azımsanamayacak muhtemel felaketler de mevcut. İlk tehlike makul bir temel gelir tesis edilirken kamusal ve sosyal hizmetlerin, başarıyla uygulanmış toplumsal programların kaldırılması. İkincisiyse, yetersiz bir oranda tesis edilerek düşük ücretlere ufak bir ekten ibaret kalması, böylece Wallmart gibi dev şirketlerin çoğalmasına yol açması, düşük ücretli işleri norm haline getirerek patronların işine yaraması. O yüzden seviyesinin asgari yaşanabilir gelire denk gelmesi hayati önemde. İşin en can alıcı yanlarından biri de ileriye doğru atılmak için geriye kaç adım atacağımızın muhasebesini yapmak.
Ulusal ölçekte temel gelir talep ederken aynı anda sınırların açılması için mücadele etmek hayati önemde. Aksi takdirde, diğer birçok başka reform talebi gibi temel gelir de göçmen karşıtı duyguları körükleyebilir, hatta seyahat ve göç üzerinde daha fazla kısıtlamaya destek anlamına bile gelebilir.
Feminist mücadeleyi hatırlayalım. Feministler 1870’de ABD anayasasına yapılan 15. ekin kadınların oy hakkını da kapsaması için bastırmıştı. Ardından, elli yıl süren mücadeleyle 1920’de kadınlara oy hakkı tanıyan 19. eki kabul ettirmeyi başardılar. Bugün de Hasta Koruma ve Ekonomik Bakım Yasası (Affordable Care Act, 2010) Herkes İçin Sağlık Sigortası’na (Medicare For All) giden yolda bir adım mı yoksa bir sus payı mı, bunu da zaman gösterecek. Kapı eşiğine konmuş bir ayak, kapıyı ardına kadar açmak için bir takoz görevi de görebilir, ayağın kemikleri de kırılabilir. Emin olduğum tek şey Ev İşi İçin Ücret kampanyasının kalbinde yer alan şu tespit: “Feminizm elde edilmesi daha kolay hedeflerden değil, kadınların ihtiyaçlarından yola çıkmalıdır.”
Şunu da her daim akılda tutmakta fayda var: Temel gelir devrimci değil, reformist bir talep. Ücret sisteminde esaslı bir reformu hedefliyor. Ama aynı zamanda daha ciddi bir dönüşüme yönelimi belirleyecek potansiyele de sahip. İnsan olmanın anlamı çalışmaktan ibaret değil. Üstelik günümüzde insanların büyük kısmı toplumsal açıdan hiçbir ehemmiyet taşımayan işlerde emek sarf ediyor. Piyasadaki otuz yedinci şampuan markasını üretmek için çalışan birinin bir toplumsal fayda ürettiğini tasavvur etmek epey zor.
* Bu söyleşi Kathi Weeks’in CTXT, Open Democracy, Versobooks, CLT’ye verdiği söyleşilerden ve Remobilizing Utopia konferansında yaptığı sunumdan derlendi. Temel gelirin diğer veçheleri ile ilgili yazı ve söyleşileri dosyadan okuyabilirsiniz.