Duman yavaş yavaş büyüyen, konserlerde çaldıkça etki alanını genişleten bir grup oldu, değil mi?
Kaan Tangöze: Dünyada, normal lokal bir grup da aslında çala çala tanınır. Türkiye’de bu formül pek geçerli değil, ama bizimki tam öyle oldu. İlk albüm çıktığında bir sürü röportaja, televizyonlara gittik, fazla bir etki göstermedi. Olayı sağlam tutan, sağda solda çalmak oldu.
Batuhan Mutlugil: Her konserde, şarkıları hep bir ağızdan söyleyen kırk-elli kişilik bir çekirdek grubun oluşmuş olduğunu farkettik. Bu sayı gittikçe arttı. O elektrik diğer seyircilere de bulaştı.
Bugünlerde her yerde sizin “Her Şeyi Yak” cover’ınız çalıyor. Televolelerde bile.
Kaan: Kulağımıza geldi. Bunun önüne geçemezsin, ki zaten ne gerek var, neden geçesin?
Televolelerde şarkınızı duymak ne uyandırıyor sizde?
Ari Barokas: Gülme hissi. (gülüyor) O programları seyredenlerin ilgi alanına girdiğimizi anlıyoruz. Demek ki artık geniş bir yelpazeye sesleniyoruz, bu da sevindirici.
Sezen Aksu şarkısı cover’lama kararını nasıl verdiniz?
Kaan: İki sene önce konserlerde söylemeye başladık. Seyirci kendi parçalarımız kadar gaza gelmiş bir şekilde onu da bir ağızdan söylüyordu. Konser sonrası, “bu parçayı albüme koyun” diyorlardı etrafımızı çevirip. Bir kişi bile “aman sakın bu parçayı albüme koymayın” demedi.
Batuhan: Tam tersine, şöyle oldu: “Aman, sakın bu parçayı albüme koymayı unutmayın!” (gülüyor)
“Her Şeyi Yak” yerine kendi şarkılarınızdan birinin patlaması daha çok hoşunuza gider miydi? Yoksa farketmez mi?
Kaan: İlk başta “cover’la klip çekmeyeceğiz” diye bir karar verdik. Promo CD’ler radyolara dağıtıldığında o parça aldı başını gitti. Sonunda klip de ona çekildi. Bir konser klibi. Biz konserimizi veririz, oraya gelsinler, çeksinler, yayınlasınlar diye düşündük. Zaten klip işi reklam işi. Aslında albüme koyduğumuz her parça bizim için değerli. Ama “Her Şeyi Yak”, diğer parçalarımıza anahtar olabilir, ilerde, daha uzun süreler müzik yapmamızı sağlayacak belki. Bir şekilde insanların ayağına gitmemiz gerekiyor. Çünkü çok uzaklardayız.
Batuhan: Hem insanların zaten aşina olduğu, hem de bizim sevdiğimiz şarkıları söylemek güzel. Çünkü her yerde tanınmıyoruz. Böyle bir rock müziği yapıp da 100 bin, 200 bin kişiye bir anda ulaşamıyorsun. En azından insanlara kendimizi “Çile bülbülüm çile”yle, “Her Şeyi Yak” la anlatıyoruz. Seni, bilinen parçadaki farklı yorumunla tanıyor.
Her şey ortada. Bizim hikâyemizde hiç ekleme, katma, şişirme bir şey yok. Her şey ağır ağır, tam olması gerektiği gibi ilerliyor.
Sadık hayranlarınızdan olumsuz tepki geldi mi?
Kaan: Gocunacak bir durumumuz yok. Bizi çok seven kemik bir kitle var, biz de onları çok seviyoruz. Bir kandırmacayla kendilerini bizden uzaklaştırmasınlar boş yere. Her şey ortada. Bizim hikâyemizde hiç ekleme, katma, şişirme bir şey yok. Her şey ağır ağır, tam olması gerektiği gibi ilerliyor.
Ari: Gelin görün ki, şarkıyı kasete koyun diyenler yine o çekirdek kitle.
Müslüm Gürses’in “Olmadı Yâr”ı da konserlerde aynı igiyi görüyor. Onu albüme koymayı düşünmediniz mi veya bundan sonrası için düşünmüyor musunuz?
Kaan: Şimdilik düşünmüyoruz. Hatta, artık albüme hiç cover koymayalım diye düşünüyoruz.
Peki biz “Olmadı Yâr”ı sizden nasıl dinleyeceğiz? Habire konserinize mi gelmemiz lazım?
Batuhan: Sezen konusunda da işte tam böyle kandırdılar bizi. (gülüyor)
Kendi şarkılarını yazan bir grup olarak, bir yandan da başkalarının parçasını söylemek nasıl bir his?
Kaan: Muhabbet esnasında çıkan şarkılar bunlar. Bir sürü parça var beğendiğimiz. Daha çalışkan olsak, daha bir sürü parçayı yapabiliriz.
Tembel misiniz?
Kaan: Yani, ne bileyim, her zaman daha çok çalışılabilir. (gülüyor)
Cover’lamak isteyip de tutturamadığınız parça oldu mu?
Kaan: Ebru Gündeş’in “Dön ne olur” şarkısını seviyorduk, birkaç konserde çaldık, millet de beğendi. Ama biz kendi içimizde kaybettik; vokallerden, akorlardan, bir yerlerden kaçırdık şarkıyı.
Bugüne kadar çaldığınız en büyük kalabalık kaç kişiydi?
Ari: ODTÜ’de festivalde çaldığımızda 10 bin civarında insan vardı.
10 bin kişiye çalmanın Mojo’da veya Kemancı’da çalmaktan ne farkı var?
Ari: Mojo gibi bir yerde sıcaklığı yaratan yakınlık, diğerindeyse kalabalık. İkisinin enerjisi farklı, ikisi de iyi. Zaten hep beraber söyleniyorsa şarkılar, nerde çalarsan çal, farketmez.
Grubun oturmuşluğunun ölçütü, konserde şarkılarınızın bir ağızdan söylenmesi mi? İlk albümün ardından yola devam etmenizi sağlayan, sizi cesaretlendiren ne oldu?
Kaan: İlk albümü çıkardığımız sıralarda “elimizden geleni yaptık, bunu beğenenler de olacak, beğenmeyenler de” dedik. Patlayacak bir şey olacağını düşünerek çıkmadık zaten. Ama şunu anladık: Samimi bir şey yaptığın zaman karşılığını alıyorsun insanlardan.
Samimi olup kötü bir şey de yapabilirsin. Samimiyet o kadar önemli değil, ayrıca hiç yeterli değil.
Kaan: Müzikle ilgili bilgin, geçmişin, altyapın da olmalı. Türkiye’de bunlar eksik biraz. İnsanlar meslek sahibi değiller. Bir yerlerden bilgileri bekliyorlar, o arada öylesine bir şeyler ortaya çıkarıyorlar, olmuyor tabii.
“Komşu toprağa kimi gömmüşler” derken Nâzım Hikmet’i düşündüm. “Karşı köprüden kimi atmışlar”da Yavuz Çetin’i, “ah bu diyarda kimi asmışlar”da Deniz Gezmiş’i.
Piyasada bilgi eksikliği ve samimiyet fazlası var diyebilir miyiz?
Ari: Samimi ve kötü müzik yapanların bile daha çok dinleyeni olur. Buna inanın.
Kaan: Samimiyetten kastettiğim şu: Kendine karşı dürüst olmak. Millet ne severse onu yaparım değil de, ben ne seviyorum diye düşünerek iş çıkarmak… Popla diğerlerini öyle ayırıyorum. İnsanlar “ne yaparsam sever, nasıl satarım” diyorsa, poptur. Bu güzel de olabilir, kötü de olabilir. Kendine özgü bir şeyler yapıp sonradan beğeniliyorsa ayrı bir şeydir. Bu da popüler olabilir veya olmayabilir.
Ari: Önemli olan, kendi doğrularına inanarak bir şeyler yapmak.
Madem bol bol konser bahsinden gidiyoruz, seyrettiğiniz konserlere de değinelim. Sizi özellikle etkileyen konserler oluyor mu?
Kaan: En son Arto Lindsay’i seyrettim. Çok hoş takıldılar. CD’lerinden dinlediğimden daha vahşi geldi, çok farklı bir gitar stili var. Salondaki masalar, sandalyeler havayı çok bozdu; insanlar ayakta durmalı ve adam çalarken hep beraber sallanmalı oysa… Bizim öyle masada oturmalı yerlerde çalmama kararımız var… Etkilendiğim konser olarak Açıkhava’daki Lou Reed’i hatırlıyorum bir de. Çok güzeldi. Zaten çok sevdiğim biridir. O ensemble duygusu harikaydı, davul-bas-gitarda hep beraber düşmeleri, kalkmaları çok heyecan vericiydi. Müzik de odur, konser de odur zaten. Kasette alınamaz o duygu.
Duman için de bu bir ölçüt mü? Siz de beraber düşüp kalkmayı iyi mi biliyorsunuz?
Kaan: Tabii. Biz iyi düşer kalkarız. (gülüyor) Müzik kısılıp yükseldiği zaman heyecan veriyor. Hep aynı volümde, tekdüze gittiği zaman bir şeylerin eksik kaldığı, elektronik müzikte de görülüyor zaten.
Ari: Hayatın nasıl dinamikleri varsa, parçanın da var. O inişleri çıkışları hep beraber, aynı dozda yakalamak lâzım, insanların evlerinden çıkıp bizim için oraya gelmeleri bile yetiyor, içimizden birinin bir moral bozukluğu olsa bile, salondaki kalabalık sayesinde gaza geliveriyoruz.
Batuhan: Özellikle emprovize şarkılarda, çala çala, birbirimizin ne yapacağını iyi öğrendik. Bir takım parçaların içinde belli emprovize ölçümüz oluyor. O anlarda salondaki elektriğe göre kendi aramızda kopuyoruz.
O emprovizasyonlardan biri “Güzelliğin on para etmez” galiba. Psychedelic, döngüsel gitarlarla şarkıyı sahiden yeni baştan yaratıyorsunuz sanki.
Ari: Ama biz onu Âşık Veysel’e borçluyuz.
Ama biz de size borçluyuz.
Kaan: Cover yaptığın zaman zaten böyle olması lâzım. Yoksa hiç yapma. Karşıdaki insan bunu senin şarkın gibi hissediyorsa çok iyi. Sezen parçasını da kaydettiğimizde, bana bizim parçamız gibi geldi. Orijinaliyle çok alâkasızdı, resmen AC/DC gibi geliyordu kulağa. Kafaya kafaya rock giden bir durumu vardı. Zaten patlayacağını hiç tahmin etmiyorduk.
Batuhan: Sevdiğimiz bir şarkı teypte çalarken beynimizde başka şeyler çalıyor. Parçayı dinliyoruz, bir şeyler hissediyoruz ve kafamızdaki o başka şeyleri paylaşmak istiyoruz. Mesela “Güzelliğin on para etmez”in önce Esin Afşar yorumunu dinlemiştim, orijinalini sonra dinledim Âşık Veysel’den.
Ari: Seni harekete geçirebilmesi için, parça çocukluğundan beri beyninin içine işlemiş olmalı. Âşık Veysel’in sözleri daha küçüklükten, radyodan girmiş benim beynime.
Çocukluktan izi kalmayan eski şeylere sonradan rastlayıp da beğendiğiniz olmuyor mu?
Ari: Baba bir bağlama virtüözünden bir örnek vereyim, çok geç keşfedip bizimkilere dinletmiştim. Ali Ekber Çiçek’ten “ Haydar Haydar”. Zamanında kaçırmışım, dört sene evvel ilk defa dinlediğimde “vay be” dedim, “ nasıl oluyor böyle bir şey”.
Cover’larınızı da hep Türkçe parçalardan seçiyorsunuz. Türkçe rock yapma kararlılığınız Anglosakson rock’una karşı ilginizi azalttı mı?
Kaan: Anglosakson rock’u ölmüş gibi biraz zaten. Gençliğimizdeki parçaları dinleyip nostalji yapıyoruz.
Batuhan: Eski dönemki elektriği hiçbir grupta bulamıyorum. Yeni gruplardan beni uçuran olmuyor. Şimdi alternatif rock modası var, ama eski grupları daha alternatif buluyorum.
Ama bazen eski grupların sahneden bir türlü çekilmemesi de sıkıntı yaratabiliyor. Mesela Jethro Tull heyecanlandırıyor mu hâlâ sizi?
Batuhan: Valla ben çok severim Jethro Tull’ı. Bu soruyu duymamış olayım.
Kaan: Mesela Santana, zamanında inanılmaz bir müzik yapmış. Şimdi ne yaparsa yapsın, saygımız azalmaz. Son yaptığı iki albümü pek beğenmiyorum. Supernatural’da güzel melodik parçalar var, ama “millet bizden ne ister”e gidilmiş, halbuki onun Abraxas gibi plakları birer başyapıt. Supernatural’daki şarkılara yine güzelliğini kattı Santana. Solo sırası geldiği zaman adamın melodikliği ve akıcılığı anlaşılıyor. Ama altyapılar, nedir öyle yani?
Batuhan: Esas son albümü bir felaket, dinlenecek gibi değil… Ama Bob Dylan’ın son albümleri süper. Eski jenerasyon müzisyenlerin bu yaştaki yeni albümlerini ben her şeyden çok merak ediyorum, çünkü onca yılın, onca yaşamışlığın sonucunda, adamlar özetin özetinin özetinde.
“Masal” isminde bir politik hiciv şarkınız var: “Biri basmış 80’e / ötekisi 95 / aga böyle olmaz ki / koca millet harcanmaz ki…” Bu dizeleri rock’n’roll’a uyarlarsak ne düşünürsünüz? “Yaşlılar artık çekilsin” muhabbeti rock’n’roll’cular için de geçerli mi?
Kaan: Rock’çılar hayatlarımızı ne kadar etkileyebilir ki? Onlar 100 yaşında da rock yapsın. İnsana ancak güzel bir duygu yaşatırlar. Kime ne zararları var? Toplumların hayatını etkileyenler keşke onlar olsa, ya da filozoflar olsa mesela.
Keith Richards başkan olsun, sonra ne olacaksa olsun diyebilir miyiz?
Kaan: (gülüyor) Duyarlı ve insansever biri geçsin oraya, yeter.
Siz kendinizi yaşlı rocker pozisyonunda tahayyül edebiliyor musunuz?
Kaan: Hâlâ “Satisfaction”ı söyleyen Stones gibi mi? Bakalım biz o günleri görebilecek miyiz? (gülüyor) Biz plan mlan yapmıyoruz. Ama birtakım kayıtlar yapıp yabancılara göndermeyi düşünüyoruz şimdi. Öyle bestelerimiz de var.
Bunlardan ne farkları var o şarkıların?
Kaan: Onlar da gitar-davul-bas müziği. Ama İngilizce.
Niye Türkçe değil?
Kaan: Müzik iletişimdir. Yüzde ellisi söz, yüzde ellisi müzik. O insanların anladığı lisanla anlatmalıyız derdimizi.
Derdini İngilizce anlatmaya kalktığında bu orijinallikte bir kelime haznesiyle, bu kadar başarılı anlatabiliyor musun?
Lou Reed konserinde, davul-bas-gitarda hep beraber düşmeleri, kalkmaları çok heyecan vericiydi. Müzik de odur, konser de odur zaten. Kasette alınamaz o duygu.
Kaan: Kesinlikle kalitesi daha düşük şeyler olacaktır. Çünkü Türkçe benim anadilim. Ama oralarda da o kadar kötü şeyler yapıyorlar ki, bu da insana cesaret vermiyor değil. (gülüyor) Bazı melodiler buluyorum, onun üzerine kesinlikle Türkçe bir şey olamayacağını farkediyorum. Kaybetmek de istemiyorum o parçayı… Dünyada başka bir kitleyle müziğimizi paylaşmak güzel olmaz mı? Mesela Nâzım Hikmet yurtdışında da takdir gören bir insan. Öyle bir şeyi kastediyorum. Yoksa, “burası bizi tatmin etmiyor” gibi saçma bir şey söyleyecek halim yok. Belki bir Türkçe, bir İngilizce albüm yaparak yola devam edebiliriz.
Demin bahsettiğimiz Arto Lindsay konserindeki en etkileyici anlar Portekizce şarkılarda yaşandı. O Latin-New York harmanı müziğe İngilizce pek gitmiyordu sanki. Duman müziğini de İngilizceyle bozacakmışsınız gibi korktuk şimdi.
Kaan: Portekizce bence en melodik dil zaten. Arto Lindsay’in albümlerinde de Portekizce söylediği şarkılar beni başka yerlere götürüyor. Türkçe, Portekizce kadar melodik olabilir mi acaba?
Size melodik gelmiyor mu?
Ari: Türkçeye girdiğin anda melodik yapı bir anda değişiyor. Ayrıca bizim ritmsel zenginliğimiz çok önemli.
Batuhan: Ben yine de Türkçenin kulağa güzel geldiğini hiçbir yabancıdan duymadım.
Ari: Ama ne kadar sunabildik ki? İyi müzik dinleyen herhangi bir dünya vatandaşının Orhan Gencebay’ı beğenmeyeceğine ben inanmam.
Müziğinizde Anadolu ve Ortadoğu öğeleri modern rock’la atbaşı gidiyor. Bir “sentez” yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Kaan: O kelime bizi boğar. Müzik yapıyoruz, diyelim. Etkilendiğimiz müziklerin yansımasıdır bu. Beslendiklerimiz kadarıyla, bu çıkıyor.
Demek ki birçok gruptan daha iyi besleniyorsunuz.
Batuhan: Ayırt etmiyoruz ki dinlerken. Her güzel şeyi dinliyoruz.
Ari: Bir bağlamacıyla bir saksofoncu yan yana geldiği zaman amaç müzik yapmaktır. Sonra birtakım insanlar buna bir isim takabilir. Buna sentez desin, analiz desin, ne derse desin.
Bugüne kadar aldığınız en kötü eleştiri neydi?
Kaan: (diğerlerine dönüyor) Küfürlülerden var mı hiç aklınıza gelen? Herkes ağzına geleni söylesin zaten, ne olacak ki? Negatif olarak ilk başlarda “vokal niye alaturka?” tipi eleştiriler gelmişti. “Niye öyle makamlı?” falan filan…
Batuhan: Tea Party diye Kanadalı bir grup var, onlar da Doğu kökenli müzik yapıyor. O müzikten keyif alan kitle, Türkçe dinlemeyi refüze edebiliyor. Böyle garip bir çelişki.
İnternetteki Ekşi Sözlük’te biri sizin için şöyle yazmış: “Nedense arabesk bir tarzları olduğunu düşünüyorum ve bu düşünceden bir türlü kurtulamıyorum.”
Kaan: Kurtulmasın. (gülüşmeler)
Ari: Niye kurtulmaya çalışıyor ki?
Arabeske olan bu negatif bakışın kökü hiç kurumayacak galiba.
Ari: Arap müziklerine bizden daha önce uyanıyor dünya. Bence mükemmel müzikler. Üstelik biz tam ortadayız, tabii ki Türkiye’de işler daha karmaşık olacak. Hem Doğu’ya hem Batı’ya yakınız… Belki arabeskin iyi örneklerinin yanında kötü örnekleriyle de bol bol karşılaştık yıllarca. Bu kötülemenin temelinde o olabilir.
Reklam insanları kandırmak amaçlı yapılan şeyler değil mi sonuçta? Senin o ürüne ihtiyacın yokken ihtiyacın olmasını sağlıyor. Buna alet olmak istemeyiz tabii ki.
Kaan: Orhan Gencebay konusunda özel bir durum var. Onu bütün arabesklerden ayırmak gerekiyor. Çünkü bestesini, sözünü, aranjesini kendi yapıyor. Tamamen deneysel parçalar, içinde rock var, Arap öğeleri var, blues var. Melodiler bitmiyor, senfoni gibi gidiyor.
Başlarda daha kötü tepkilerle karşılaşsaydınız, bu kadar konser verme şansınız olmasaydı veya konserleriniz dolmasaydı ne olurdu? Küsüp çekilir miydiniz mesela?
Kaan: Yola çıkarken “bin kişi olsun, bizim olsun” diyorduk. O rakama zaten cover grubuyken de erişmiştik. Hele Türkçe yaptığımız zaman, en az o kadar insanı karşımızda göreceğimizi biliyorduk. Bu da bizim için yeterdi.
İki albüm arasında üç sene geçti. Yeni bir grup için fazla uzun değil mi?
Batuhan: Düzenli bir davulcumuzun olmaması bizi yavaşlatıyor, oturmuş bir dördüncü eleman olsa, her şey daha hızlı ilerleyebilir.
Ari: İnsanların hayatında öyle bir harala gürele var ki, kanalize olamıyorlar tek bir şeye. Bir yandan Duman’la çalarken diğer taraflardan eksik kalmamak istiyor insanlar… Çeşitli davulcularla prova yapıyoruz, saati dolunca davulcu gidiyor, biz takılmaya devam ediyoruz. Hemen birimiz geçiyoruz davula.
Kaan: Hepimiz davul hastayız zaten.
Batuhan: “Oje” de öyle bir anda çıktı. Yine davulcu yoktu ve Kaan geçmişti davula.
Duman olarak yola koyulduğunuzda çiçeği burnunda bir grup değildiniz. Asıl istediğiniz şeyin ne olduğunu kavramış bir grup olarak başladığınızı düşünüyor musunuz?
Batuhan: Barlarda cover yaptığımız süreç, ne istediğimizi anlama fırsatı verdi. Başkalarının parçalarında uzun uzun onlar gibi olmaya çalıştık yeterince. Cover çalarak nereye kadar gidebilirsin? 90 başlarına, lise yıllarına kadar gidiyor tanışıklığımız.
Kaan: Biz Mad Madame olarak çalarken, bir akşam Batuhan da bara gelmişti. Birlikte sahnede “Rockin’ in the Free World”ü çalmıştık.
Duman olarak “Rockin’ in the Free World”ü çalmak istemez misiniz?
Kaan: Çaldık da zaten, ilk dönem konserlerinde bir-iki kere.
O şarkıya da Duman’lık katıyor musunuz çalarken?
Kaan: Yok, Seattle sound’a yakın çalıyoruz. Gençliğimizde çok seviyorduk. Eddie Vedder’la Neil Young patlatmıştı şarkıyı. Neil Young’a öyle geçtik zaten. Oralardan kalan rüzgârla çaldık… Bir kere de, Alice in Chains’in solisti Layne Staley öldükten bir gün sonra “Wood”u çaldık Mimar Sinan konserinde. Onu da eskiden barlarda çalardık.
“Rockin’ in the Free World”ü Patti Smith de çalmıştı İstanbul konserinde.
Batuhan: O konseri kaçırdık. “Seyrettiğim en iyi rock konseriydi” diyenleri duydum.
O gece Neil Young’ı İstanbul’a gelmeye ikna edeceğine söz verdi Patti Smith. Ama kimse onu buraya getirmeye cesaret edemiyor. Çünkü sponsor sistemini ve müziğin reklamlara bulaşmasını tamamen reddediyor Neil Young.
Kaan: Şu reklamlar konusuna hiç girmeyelim. Ülkede bir reklam hastalığıdır gidiyor. Reklamları seyretmek yetmiyor, reklam sektörünün arkasındaki kameramanların, yönetmenlerin tanıtıldığı programlar var. Nedir bu kardeşim ya? Zaten kendisini seyretmek istemiyoruz, bir de “İşte Reklam” diye program koyuyorlar.
Merak etmeyin, size de reklam teklifi gelmesi yakındır.
Kaan: Kulağımıza öyle bir şey gelmedi.
Böyle bir teklif sizde sıkıntı yaratır mı?
Kaan: Biz müziğimizi yapalım, güzel güzel yaşayalım isteriz. Kendimizi oralarda görmekten haz almayız kesinlikle. Reklam insanları kandırmak amaçlı yapılan şeyler değil mi sonuçta? Senin o ürüne ihtiyacın yokken ihtiyacın olmasını sağlıyor. Buna alet olmak istemeyiz tabii ki. Ama kimseye de muhtaç olmak istemiyorsun şu hayatta.
Mesela “Eski Köprünün Altında”nın reklamlarda kullanılmasını nasıl karşılarsınız?
Kaan: Dinleyiciyi acayip bozar. Ben de sevdiğim bir grubu öyle görsem, “satmış kendini kapitalizme” derim yani. Ama birine muhtaç olacaksan, kendi ellerinle de yapabilirsin herhalde. En kötü şey birine muhtaç olmak.
Şarkı sözlerinizde biraz dolaşalım mı? Batuhan ve Ari’ye soralım önce. Siz nasıl buluyorsunuz Kaan’ın sözlerini?
Ari: Zaten bir noktada ben de bir dinleyici gibi hissediyorum kendimi. Kaan’ın yazdıklarına bakıyorum, içinde benden bir sürü bir şey olduğunu görüyorum ve “benim derdime dil olmuş” diyorum.
Batuhan: Evet, Ari de şu an benim dilime tercüman oldu.
Aşk şarkılarının bu kadar az olduğu bir albüm yapmak pek alışıldık bir durum değil Türkiye’de.
Kaan: Aşk tabii ki süper bir duygu, ama neticede bir-iki parçada toparlanabilir. Hayatın başka boyutları da var. Hiçbir zaman sırf aşk şarkılarından oluşan bir albüm yapacağımızı zannetmiyorum.
İlk şarkı “Bu Akşam”da “acelem yok, hedefim sağlam” diyorsun, neyi kastediyorsun?
Kaan: Bizi grup olarak özetliyor aslında. Acelesi olanları görüyoruz, bayağı değişik yöntemlerle yapıyorlar işlerini, bizse bildiğimiz yolda ilerliyoruz, o da ağır bir yol. Ama şimdi hızlandırılmış kursa girdik galiba.
“Masal”dan demin de bahsettik, ülkenin siyasi tıkanıklığına göndermeleri olan bir parça.
Kaan: Kalın kalemle geçilmiş bir parça. Ama ben bunları bağırmak istiyorum. Bağırırken de mizahla yaklaşıyorum. Derinine girmiyoruz pek. İfade özgürlüğünde, insan haklarında bu kadar geç kalınmasını, ekonomik düzeni, hortumcuları eleştiriyoruz. Bütünüyle Batılılaşmacı, bütünüyle radikal İslâmcı uçların ülkeyi öldüreceğini düşünüyoruz. Herkesin bildiği, gördüğü şeyler aslında.
Bir de “Mânâsı Yok” şarkısı var. Kaan’ın “Mânâsı Yok”un sözlerini getirdiği ilk ânı hatırlıyor musunuz?
Ari: Ben davuldaydım o gün. Hatırlıyorum. Şarkı sözünden çok şiirdi bence. O yüzden parçada düzenlemeler çok sade. Sözler o kadar yüksek bir noktada ki, hiçbir şeyle örtmemek gerekiyor.
Bu şarkıda, deminki kalın kalemin ucu biraz incelmiş galiba. Sözleriyle çok uğraştın mı?
Kaan: Bir anda, çok akıcı şekilde geldi o sözler. Hatta şimdi beş bölüm var şarkıda. İlkten 12 bölüm falandı.
Bir bakıma, kaybolan değerleri anlatıyorsun her dörtlükte: Akıl, saygı, sol, gönül, sanat… Bunu bir Türkiye metaforu olarak mı düşündün, yoksa tüm dünya aynı dertten mi mustarip?
Kaan: Türkiye’ye özel yerler de var, genel olanlar da. Sonuçta dünyanın bir yansımasıdır bu. “Komşu toprağa kimi gömmüşler / haberin var mı koç?” derken Nâzım Hikmet’i, “karşı köprüden kimi atmışlar”da Yavuz Çetin’i düşündüm.
“Ah bu diyarda kimi asmışlar?”
Kaan: Uzun bir liste yapılabilir. En ünlüsü tabii ki Deniz Gezmiş.
Albümdeki sözlerin en etkileyicilerinden biri “Elimdeki Saz Yeter Canıma”daki şu satırlar: “Kudurmak için şöhretin senin olsun / Saldırmak için servetin de olsun.” Şöhretin insanı kudurttuğunu mu düşünüyorsun?
Kaan: Bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok ki. Kuduran insanları görmüyor musunuz her gün televizyonda? Ağızlarından köpük çıkıyor.
Duman için de böyle bir şöhret ve kudurma tehlikesi var mı?
Kaan: (elindeki çakmağı sehpanın ortasına dikiyor) Bizim şeklimiz burada böyle duracak, ama belki etraftaki bakış açıları değişecek. Biz artık 19-20 yaşında çocuklar olmadığımız için, şeklimizde bir dağılma, kırılma olacağını sanmıyorum.
Batuhan: İlk albümde neysek, şimdi de oyuz ve aynı kalacak.
Normalde her grubun bir delisi, bir uslusu filan olur. Halbuki üçünüz de birbirine benzer karakterdesiniz galiba. İçinizde grubun lideri diyebileceğimiz kimse de yok. Bütün sözleri, çoğu besteyi yapan ve önde şarkı söyleyen Kaan olmasına rağmen, onda da pek öyle lider halleri yokmuş gibi duruyor.
Kaan: Zaten, lider kelimesini her ettiğinde, içim bulanıyor şu an bile, biliyor musun! Kelime kendi içinde negatif zaten. Hepimizin kendi beyni var ve işliyor. Ortak bir noktada buluşuyoruz.
Batuhan: Bizimki iş ilişkisi gibi değil. Arkadaşlık boyutu daha önemli, müzik bile daha sonra geliyor. Dostluk müziği, müzik dostluğu kapsıyor.
Ari: Bu karşındaki insanı olduğu gibi kabul etmekle ilgili bir şey. O zaman ilişkiler uyumlu gidiyor.
Kaan: Karakterlerimiz aynı değil zaten. Birbirimize muhalefet edip sizin önünüzde kavga etmek istemediğimiz için, şimdi burda bütün konuları evet evet diyerek cevaplayıp geçiyoruz. (gülüyor)
Ari: Ekip içinde herkesin ayrı görevleri olmalı ki, çarklar dönsün. Kaan şarkıları yazıyorsa, en önde söylüyorsa ve grubun lideri gibi görülüyorsa, bunda ne gocunacak bir şey var, ne de övünülecek bir şey. Sonuçta herkes kendi işini yapıyor, Duman’ı Duman olarak bir yerlere taşımaya çalışıyor. Kimsenin egolarıyla sivrilmeye çalıştığını düşünmüyorum.
Kaan: Ego şişmesi de bir kudurma meselesidir. Ben şahsen kudurmayacağıma söz veriyorum. (gülüyor)
Şarkıdaki “Saldırmak için servetin olsun” kısmına ne diyorsun? Bize hep fakirlerin saldırgan olduğu, terörist filan olduğu öğretilmişti halbuki.
Kaan: İnsan cebi doldukça saldırganlaşıyor. Onu da istiyor, bunu da istiyor, onu yıkıyor, bunu parçalıyor. Esas saldırgan, eline gücü geçirendir, servet sahibidir.
“Elimdeki saz yeter canıma” dizesi de Duman’ı anlatıyor mu sence?
Kaan: Kesinlikle anlatıyor. Ben sonuna kadar enstrümanımlayım. Arkadaşlarım da öyle gözüküyor.
Ari: Elimizdeki saz yetmeseydi, yarı yolda bırakanımız olurdu zaten. Yaş gelmiş 30’a.
30 yaş çok mu geliyor size?
Ari: Sonuçta üçle başlıyor. Biraz antipatik. (gülüyor)
Kaan: Ben 29’um gerçi.
Batuhan: Ben de 28.
Ari: Batuhan artık benden büyük aslında.
Nasıl yani?
Batuhan: Bir oğlum oldu. Onu kastediyor.
Ne güzel! Adı ne?
Batuhan: Batu Luka (Lucas).
Luka nereden geliyor?
Batuhan: Annesi Fransız.
“My name is Luka” yani?
Batuhan: O şarkıya bayılırdım ufakken. Suzanne Vega’yı çok severim… Kaan amcasıyla Ari amcası daha görmediler Luka’yı. (gülüyor) Henüz üç haftalık, şimdi Fransa’da.
Kaan: Fotoğraflarını gördük canım. Süper.
Batuhan: Gruba davulcu geliyor işte. (gülüyor)
Kaan: Acelemiz yok, hedefimiz sağlam. (gülüyor)
İnsan cebi doldukça saldırganlaşıyor. Onu da istiyor, bunu da istiyor, onu yıkıyor, bunu parçalıyor. Esas saldırgan, eline gücü geçirendir, servet sahibidir.
Ailelerinizin gidişata tepkisi nasıl? Artık oğullarını birer Duman elemanı olarak kabullendiler mi?
Kaan: Memnun oluyorlar, gördükçe bizi orda burada.
Anne babanın özellikle sevdiği bir parçan var mı?
Kaan: Bu albümden “Oje”yi seviyorlar. Bir-iki konsere de gelmişlerdi. İnsanların hep bir ağızdan şarkı söylediğini görmekten etkilendiler.
Ne diyorlar, mesela sana?
Kaan: “Aferin oğlum.’’ (gülüyor)
Büyüyünce müzisyen olmanı bekliyorlar mıydı sence?
Kaan: Bilmem. Ben sekiz yaşlarındayken piyano dersi aldım. Resital bile vermiştim.
Ne çalmıştın resitalde?
Kaan: Mozart falan.
Sonra hiç piyanoyla takıldın mı?
Kaan: Amerika’dayken bir stüdyonun güvenliğini yapıyordum, gece kapıları kilitleyip oradaki piyanolarla takılıyordum. Ama gitar çaldığımın binde biri kadar bile çalamam.
Konserlerde üstün çıplak şarkı söylemen çok dikkatleri çekiyor.
Kaan: Çok terliyorum, sahne de kalabalık oluyor, ne yapayım. Umurumda değil, kim ne diyorsa desin.
Bu yüzden Korn’un solisti Jonathan Davis’le karşılaştırıyorsun yeni kuşak tarafından. Bizim aklımıza ise, üstü çıplak sahneye çıkmak denince Iggy Pop’tan başkası gelmiyor.
Kaan: (gülüyor) Iggy’yi tanımıyorlar bile, değil mi? Bence günümüzde kaliteli eserlerin çıkmayışı, köklerin bilinmemesinden. Hep son yapılanın, moda olanın peşine gidiliyor. Ben mesela Amerika’dayken sürekli klasik rock radyolarını dinledim, Led Zeppelin bitiyor, Bob Dylan başlıyor, işin derinine iniyorsun.
Son bir şarkıya daha değinelim: “Belki Alışman Lâzım” yalnızlığın idrakıyla ilgili bir şarkı. Neden yalnızlıktan kurtulmaya çalışmak yerine, yalnızlığa katlanmak gerektiğini düşünüyorsun?
Kaan: Tam öyle bir şeyi kastetmiyorum. İnsanlar kendilerini çok çok ufak şeyler yüzünden daraltabiliyorlar hayatta. Çünkü karşılarındakinden bir şeyler bekliyorlar sürekli. Sen o beklentiyi sıfıra indirebiliyorsan, o zaman alacağın yaraları da minimuma indirmiş olursun.
Ama yaralanmayı göze almamak bir marifet değil. Ayrıca gördüğümüz ve şarkılarından bildiğimiz kadarıyla öyle yaralanmazmış gibi bir halin yok. Bugünkü kullanılan anlamıyla “cool”un tam karşıtı gibi duruyorsun. Eski cool’a uyuyor senin durumun.
Kaan: (gülüyor) Miles Davis cool’una uyuyorsa, tamamdır.
Bugün cool’un tanımı değişti. Hiçbir şeyi takmayan, duyarsız, dünyayı sallamayan adamlara cool denir oldu.
Kaan: Bu şarkı insana şahsi olarak bakan bir şarkı. Birebir insan ilişkilerinden, kişisel şeylerden bahsediyorum. Yoksa tabii genel olaylara karşı, yöneten-yönetilen ilişkilerine, toplumsal fikirlere karşı duyarlı olmak durumundayız insan olduğumuz sürece.
Sizi müzik kadar etkileyen başka bir sanat var mı?
Ari: Sanatın bütün dallarına karşı bir ilgi var. Sonuçta bir resme baktığın zaman ya da bir şey okuduğun zaman hemen bir alışveriş başlıyor.
Kaan: Sinema bunlardan bir tanesi tabii ki. İki saatliğine bambaşka bir yere gidiyorsunuz.
Seni çok etkileyen film var mı?
Kaan: Teke indirmek ayıp olur… Ne bileyim, David Cronenberg’in Naked Lunch’ı mesela. Çok güzel bir filmdi.
Batuhan: Ben müzikten aldığım hazzı başka hiçbir şeyden alamıyorum. Sinemayı seviyorum, ama müzik kadar haz vermiyor.
Ari: Ben en son Paramparça: Aşklar, Köpekler filmini seyrettim ve çok etkilendim. Farkında olmadığın birtakım gerçeklikler görüyorsun, aynı bir şarkıyı dinler gibi… Bütün bunlar mutlaka şarkılarımıza da yansıyordur. Bu yaşadıkların, gördüklerin, izlediklerin seni sen yapıyor. Yeni oluşan seni de müziğine koyuyorsun. İşte tüm güzergâh böyle.
Son yıllarda hayatınıza giren önemli bir kitap oldu mu?
Kaan: Kötünün Şeffaflığı’nı söyleyebilirim. İçindeki her şey çok sade, net ve kesin. Anarşist bir yaklaşımı var Jean Baudrillard’ın. Sanatı da, estetiği de, dünyanın geldiği durumu da çok güzel anlatmış.
Şu anda evinizde, elinizin altında sayfası kıvrılmış bir kitap var mı?
Ari: Sayfası kıvrılmış değil ama, birkaç aydır Orhan Veli duruyor başucumda.
Batuhan: Bende Freud’un tek tanrıcılık üzerine bir kitabı var, onu okuyorum. Bir de Kur’an okuyorum internetten. Freud’la birlikte paralel götürüyorum. Daha önce hiç din kitabı okumamıştım. Çok değişik geldi. Üstelik sürükleyici. Bittikten sonra diğerlerini de okuyacağım.
Satışlardan bahsedip bitirelim. İlk albümünüz kaç satmıştı?
Kaan: Herhalde 30 bin falanmış. Radyolar filan da çalmadı o zaman şarkılarımızı.
Belki Alışman Lâzım şimdiden bu rakamı geçmiştir tabii.
Kaan: Hiç sormuyoruz valla. İlk albüm sonrası, satışları sormama kararı aldık. Bir anlamı yok ki.
Niye? Para kazanıp kazanmamanız önemli değil mi?
Kaan: Biz kazanmayız ki. Şirket kazanır, satışların yüzde sekseninden fazlasını şirket alır. Bu her zaman böyledir. Çok satışın bize yansıyan tarafı, “daha çok insana ulaşmışız” gibi bir güzellik… Şirket size bir yatırım yapıyor, stüdyoya sokuyor, promosyon yapıyor, karşılığını da böyle alıyor. Kendince haklı. Onu alacak ki, bize yine yatırım yapsın. Böylece belki konser imkânlarımız da genişler.
Albümlerinizin korsan olarak satılması size pek kötü gelmiyordur o zaman?
Kaan: Zaten ben de aldım bir tane. Hatıra diye aldım. Belki bundan sonra çok garip müzikler yapacağız, hiç sokağa düşmeyeceğiz, “bak, zamanında sokak CD’cisinde Duman vardı” diye göstermek için. (gülüyor)
Roll, sayı 71, Ocak 2003