İş cinayetlerine, 19. yüzyıl çalışma koşullarına, ödenmeyen maaşlara “Köle değil, işçiyiz” diyerek isyan ettiler. Dövüldüler, gözaltına alındılar, tutuklandılar… 3. Havalimanı inşaat işçilerinin 14 Eylül 2018 direnişinin üzerinden iki yıl geçti. Direnişin izdüşümü “3. Havalimanı İşçileri Mistik Tülü Kaldırdı” adıyla kitaplaştırıldı. 3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu’nca hazırlanan, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kolektif kitap, direnişin emek mücadelesine etkilerinden havalimanı yapımının ekosistem üzerindeki yıkımına, birçok konuya yakın plan yapıyor. 3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu’na mikrofon uzattık: 14 Eylül direnişi neyi görünür kıldı? İşçi sınıfına nasıl bir miras bıraktı? Emek ve ekoloji hareketlerinin dayanışması niçin hayati önem taşıyor? Dev Yapı-İş’in genel başkanı Özgür Karabulut’u dinliyoruz.
İsyanın ateşlendiği anı hatırlayarak başlayalım. 14 Eylül 2018’de 3. Havalimanı şantiyesinde ne oldu?
Özgür Karabulut: 3. Havalimanı şantiyesinde sorunlar hep vardı. Çalışma koşulları, ücret meselesi, barınma ve beslenme… Bütün bunlara işçilerin sürekli şikâyetleri, tepkileri söz konusuydu. Ancak 14 Eylül günü bardağı taşıran son damla oldu. 3. Havalimanı şantiyesini diğerlerinden ayıran özelliği, kamp alanları ile çalışma sahaları arasında 15-16 kilometrelik bir mesafenin olmasıydı. Haliyle, sabah işçinin işe gitmesi bir meseleydi. Bu nedenle sabahın erken saatlerinde, 5.30’da uyanıyorlardı ve saat 8’e kadar vardiyalarının başında olmaları gerekiyordu. Geç kaldıklarında ise yevmiyelerinden kısılıyor, hatta bazen tüm yevmiyelerinin kesildiği oluyordu. İşçilerin bu duruma itiraz etmektense birbiriyle giriştikleri bir yarış vardı. Ancak o gün, 14 Eylül günü, işçiler yağmurun altında servis beklerken, bir işçi arkadaş, “yahu biz insan değil miyiz!” dedi. Onun bu serzenişi bir anda öfke patlamasına neden oldu. Bu serzenişe beş şirketin ortak girişimi olan İstanbul Grand Airport (İGA) personelinin hakaretle karşılık vermesi ciddi bir direnişe yol açtı. Böylece “biz burada köle değil, işçiyiz” isyanı yayıldı.
Sendikalar durumdan nasıl haberdar oldu?
Ben DİSK’e bağlı Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol İşçileri Sendikası’ndanım (Dev Yapı-İş). Üyelerimiz bizlere “şantiyede eylem var” diye bildirdiler. Ayrıca konfederasyona üye olmayan işçiler de telefonla bizlere ulaştı. İnşaat İşçileri Sendikası’nın (İnşaat-İş) örgütlenmesinden sorumlu arkadaşımız Özkan Özkanlı’nın şantiyede olmasıysa durumu diğerlerinden ayırdı. Çünkü daha önce eylem oluyordu, ama biz sendikalar olarak hep işin dışında kalıyorduk. Eylem bittikten sonra haber geliyordu, bizim de çözüm noktasında işçilerle birlikte şantiye yönetimine gitmemiz söz konusu olmuyordu. Ama 14 Eylül günü arkadaşlarımızın orada olması, bizim işçi arkadaşlarla başından itibaren diyalog kuruyor oluşumuz muhataplık sorununu da çözdü. Daha derli toplu, hedeflerin netleştiği bir durum oluştu. Bir talepler listesi oluşturuldu.
Talepler listesine baktığımda bir inşaat işçisi ve sendika yöneticisi olarak utanç duyuyorum, çünkü 100 yıl önceki talepler bunlar. Ceberrut devlet aklını tümüyle gördük. Asgari talepler karşısında bile en üst ağızlardan “bunlar terörist, dışarıdan geldiler ortalığı karıştırıyorlar, devletin büyümesini istemiyorlar” dendi. AKP medyasında direnişi hiçleştirme söylemleri üretildi.
Taleplere nasıl karşılık verildi?
İlk başta işçilerin haklı olabileceği söylendi, “işinizin başına dönün, bu sorunlar çözülür” dendi. Ama daha önceki deneyimlerimizden biliyoruz, hiçbir sorun çözülmüyor; yemekhanede sorun varsa eğer iki günlük baskı sonucu yemekhane düzeliyor, ama bir sürekliliği yok. Taleplerin yerine gelmesini takip edecek, devamlılığı sağlayacak bir mekanizma kurulmuyor. Biz bu mekanizmanın kurulmasını istedik. “İşçi temsilcileriyle sendikaların ve iş veren yetkililerinin olduğu bir heyet çıksın, açıklama yapsın, sonra şantiyede çalışma devam etsin” dedik. Ancak şantiye yönetimi bunu kabul etmedi. Bizimle muhatap olurken yetkililerin sesleri titriyordu. Muhtemelen yukarıdan siyasi bir karar alınmıştı ve uygulanıyordu. Bu karar direnişin bastırılmasıydı. Çünkü o şantiyede yaşananlar bütün şantiyelerde olan şeylerdi: kötü çalışma koşulları, beslenme ve barınma sorunları, göçmen işçilerin durumu… Bu sorunlar bütün şantiyelerde var, hatta havalimanındaki şantiyeden daha kötü durumda olanlar da var.
Şantiyede kaç işçi vardı ve nasıl bir işçi kitlesinden bahsediyoruz?
Direnişin olduğu gün şantiyede yaklaşık 40 bin işçi çalışıyordu. Toplamda ise 350 bine yakın işçi şantiyeye giriş çıkış yapıyordu. İnsan yerine bile konmayan, buna karşı politik refleksi ve duruşu olan, memleketin dört bir yanından gelmiş işçilerden bahsediyoruz. Ağırlıklı olarak Kürt illerinden gelen işçilerin olduğu bir işçi kitlesiydi. Eylem yapma deneyimleri vardı. Sisteme karşı öfkeli, nerede ne yapacağını bilen işçilerdi hepsi. Sosyal medyadan direnişi incelediğinizde sanki günlerce hazırlanılmış bir eylem izlenimi edinebilirsiniz. Oysa bir anda başlayan bir şey. Fakat işçinin eylem yapma deneyimi var, devleti ve patronu tanıyor, onlara karşı öfkeli. Nihayetinde her cepheden işçi yan yana geldi, ortak bir sorunda buluştu. Anayasada ve uluslararası sözleşmelerde yeri olan haklı talepleri vardı. Aslında talepler listesine baktığımda bir inşaat işçisi ve sendika yöneticisi olarak utanç duyuyorum, çünkü 100 yıl önceki talepler bunlar. Devlet açısından binbir türlü utanç, ama bizler açısından da utanç. Ceberrut devlet aklını tümüyle gördük. Asgari talepler karşısında bile devletin en üst ağızlarından “bunlar terörist, dışarıdan geldiler ortalığı karıştırıyorlar, devletin büyümesini istemiyorlar” dendi. AKP medyasında direnişi hiçleştirme söylemleri üretildi.
14 Eylül gecesi işçilere saldırı düzenlendi, gözaltı ve tutuklama furyası başladı…
Ben şantiyedeyken gün içinde DİSK’ten bir heyet gelmişti, biz bir grup işçiyle onları karşılamaya gittik. Ancak o esnada beni apar topar şantiyenin dışına çıkardılar. Sabaha karşı tekrar şantiyeye gitmek üzere randevulaştık. Direnişe destek için diğer şantiyelere çağrıda bulunduk. Ancak biz bunu yapamadan gecenin bir vaktinde vahşice bir saldırı organize ettiler. İşçi arkadaşlar uyuduktan sonra saldırı gerçekleşti.
Mega projelerin özeti şu: devlet-sermaye talanı, işçi sömürüsü ve ekolojik yıkım. 3. Havalimanı bunun pirüpak örneği. Toplumu ikna etmek için orayı parlattılar. “Dünyanın en büyük havalimanını yapıyoruz, şöyle olacak, böyle olacak” dediler. Mistik bir tülle örtüyorlar hakikati. 14 Eylül direnişi o mistik tülü kaldırdı.
İlk gece işçi arkadaşlarımızın koğuşları koçbaşlarıyla kırıldı, 600’e yakın kişi gözaltına alındı. O gece neredeyse o bölgedeki bütün jandarma karakollarında işçi arkadaşlarımız vardı. İGA’nın otobüsleriyle işçiler gözaltına alındı, sorgulandı. Jandarmaların yanında İGA personeli işçi arkadaşlarımızı darp etti. Ellerinde hiçbir görüntü de yoktu. Gözaltına alınan arkadaşlarımızın telefon mesajlaşmalarından görüntü elde ederek cadı avı başlattılar. Gözaltına alınan 600 kişiden 24’ü tutuklandı. Daha sonra, o görüntülerle bir ajanda oluşturdular, görüntülerde yer alanları sorgulamaya başladılar. Bu yöntemle tutuklama furyası devam etti, yedi işçi arkadaş daha tutuklandı. Ben en son tutuklananlardandım. Aslında ilk gün yakalama kararı çıkartmışlar hakkımda, ama normal faaliyetlerime devam edebilmiştim. Hatta jandarmaya işçi arkadaşlarımı görmeye bile gitmiştim. Ancak, 4 Ekim 2018’de, sendikadan çıkarken gözaltına alındım, bir gün sonra da tutuklandım. Ben gözaltı ve tutuklamada bir baskıyla karşılaşmadım, ama diğer bütün arkadaşlarımız işkenceyle gözaltına alınıp, tutuklandı. Toplamda 14 Eylül’ü takip eden 15-20 günlük süreçte tespit edebildiğimiz 3200’e yakın işçi gözaltına alındı. Gözaltılar da İGA’nın güvenlik biriminde yapıldı. Orası karakol gibi işledi. İlk önce İGA güvenlikleri işçileri sorguladı, sonra işi jandarma devraldı. Hatta tüm soruşturma sürecini, işçilerin ceplerinden telefonlarını alarak, İGA personeliyle jandarma beraber yapıyordu. Tam tersi olması gerekirken, yani devletin İGA’ya yaptırım uygulaması gerekirken, İGA’nın bir karar aldığını ve devletin kurumlarına uygulattığını gördük.
Devletin tüm ekonomik ve siyasi gücünü yüklediği havaalanı projesi işçiler açısından bir köle kampıydı. Belki de dünyada bu şantiyedeki baskı ve şiddetin bir başka örneği yoktur. Devlet ve sermaye el ele verip tüm şiddetini ve öfkesini kimsesiz, emeğinden başka verecek hiçbir şeyi olmayan inşaat işçilerinin üzerine kustu. Bir korku imparatorluğu yaratmaya çalıştılar, ama toplumsal dayanışmayla bu korku parçalandı.
Direniş bütün baskılara rağmen şantiyede nasıl bir dönüşüme yol açtı?
Dile getirdiğimiz taleplerin hepsini reddediyorlardı, ama yaklaşık bir-bir buçuk ay içinde devletin ağzından o taleplerimizin hepsinin yerine getirildiğini anlayabiliriz. “Servis sorunu yok” diyorlardı, servisleri artırdılar. “Tahtakurusu yok” diyorlardı, benim bildiğim kadarıyla iki bin yeni yatak getirildi ve koğuşlar ilaçlandı. O direnişten sonra, normalde şikâyet üzerine ya da ayda bir yaptıkları haşere ilaçlamasını her hafta yapmaya başladılar. Yemeklere daha fazla dikkat ettiler. Çift bordro meselesi var mesela, sigortanızı yatırıp, geri kalanını elden verirler. Yasada suç, ama inşaat işçilerinin çoğu böyle çalıştırılır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle buna yönelik de bir şey yapıldı. Fakat ekleyelim, şikâyetlerimize rağmen, inşaat işçilerinin yüzde 90’ı bu şekilde çalıştırılıyor. İşçilerin geleceklerinden çaldıkları gibi, sigorta primi ödemeyen patronlar devletten de çalıyor.
3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu nasıl kuruldu, neler yaptı?
3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu gözaltı ve tutuklamalardan sonra devrimci ve demokratik kitle örgütleri ile bazı bireyler tarafından oluşturuldu. Amaç tutuklananların serbest bırakılmasını sağlamak, işçilerin haklı taleplerini görünür kılmak, iş cinayetlerinin sona ermesi için mücadele vermekti. İlk çağrıcılarından biri de bendim. Ayrıca adlarını anmak istiyorum, Galataport şantiyesinde Covid-19’a yakalandığı için 12 Nisan 2020’de yaşamını yitiren Hasan Oğuz arkadaşımız ve yine ağırlıklı olarak 3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu’ndaki faaliyetleri nedeniyle suçlanan ve 10 ay tutuklu kalan, sendikamızın genel sekreteri Nihat Demir de platformdaydı. Nihat’ın tutukluluğu bize gösteriyor ki, sadece 14 Eylül direnişi değil, o tarihten sonra yapılan dayanışma pratikleri de devlet nazarında suçtu. Hâlâ da onun öfkesini kusuyorlar bize.
Patronlar ve devlet direnişlerimizden kendilerince bir deneyim çıkarıyor, bizim de çıkarmamız lâzım. İstanbul’da bir kent suçu işlendi. Bunu çevre hareketleri, ekoloji mücadelesi veren kurumlar ilk baştan beri söylüyordu. Emek hareketi olarak özeleştiri vermeliyiz, ancak bize dokunulduğunda ses çıkardık. Biz direnişe geçtiğimizde de çevre hareketleri uzak kaldı.
Platform olarak hazırladığınız kitabın adı 3. Havalimanı İşçileri Mistik Tülü Kaldırdı. “Mistik tül”den ne anlamalıyız, 14 Eylül direnişi neyi görünür kıldı?
Mega projelerin özeti şudur: devlet-sermaye talanı, işçi sömürüsü ve ekolojik yıkım. 3. Havalimanı bunun pirüpak bir örneği. Kitap da bu bütünlük içinde olan biteni anlatıyor, belgeliyor. Toplumu ikna etmek için orayı parlattılar. “Dünyanın en büyük havalimanını yapıyoruz, şöyle olacak, böyle olacak” dediler. Yaparken allayıp pulluyor, mistik bir tülle örtüyorlar hakikatin üzerini. Ama 14 Eylül direnişi o mistik tülü kaldırdı. Örgütlü olmayan işçiler, “artık işçi sınıfı bitmiştir” denilen yerde, bir direniş sergiledi ve bu direniş hem ülke hem de dünya gündemine oturdu. Devletle sermayenin nasıl iç içe geçtiği, hukukun ayaklar altına alındığı direnişten sonra kamuoyunun gündemine daha güçlü bir biçimde geldi. Aksi halde işçilerin nasıl köle gibi çalıştırıldığından, onlarca iş cinayetinden bihaber olacaktı kamuoyu.
3. Havalimanı şantiyesinde kaç işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti?
O direniş gününe kadar şantiyede yüzlerce iş cinayeti yaşandığını dillendiriyorduk, ama elimizde sadece 37 işçinin ismi vardı. Onlarca ilgili kuruma yazılar gönderdik, sorular sorduk, ama bir tanesine bile cevap verilmedi. Direnişten sonra bir milletvekilinin CİMER’e başvurusuna verilen cevapla 52 işçinin yaşamını yitirdiğini öğrendik. Bu alanın içinde olan bizler dahi 37 işçinin yaşamını yitirdiği bilgisine sahiptik. O kadar gizlemişler ki, kimsenin haberi yok. Direnişle birlikte devletin bu kan emici, işçinin kanından beslenen patronlarla birlikte olduğu bir kez daha görüldü.
Yirmi tane inşaat baronu var. Bunların her alanda parmakları var, madende de enerjide de. Bugün Yusufeli Barajı’na baktığımızda, 3. Havalimanı’ndan farklı değil çalışma koşulları. Devletin tüm kurumları bu bir avuç firmanın hizmetine girmiş durumda. Pandemi sürecinde işten atmak yasaklandı güya, ama Cengiz Holding’in Mardin Mazıdağı’ndaki şantiyesinde işçiler kölece çalışmayı kabul etmeyip “biz evimize gidip gelmek istiyoruz” dediği için işten atıldı. Cengiz Holding işçilere “buradaki kamplarda kalacaksınız, eve giderseniz virüs getirirsiniz” diyordu. Bir açıdan baktığımızda pandemiye karşı bir önlemmiş gibi gelebilir, ama işçinin ne yatakhanesi, ne çalışma saatleri, ne yemekhanesi düzenlenmiş, üç kişilik koğuşta altı kişi kalıyor, ama işçiye “burada kalacaksın, evine gitmeyeceksin” deniyor. Nihayetinde Cengiz Holding’te 100’e yakın işçi işten atıldı. Pandemi sürecinde işten atma yasağını deldiği için o şirkete devletin müdahale etmesi gerekirken, işçiler direniş yapmasın diye devlet orayı kışlaya çevirdi. Devlet tüm kurumlarıyla bu patronları koruyor, onların kasası dolsun diye de hukuku ve yasaları ayaklar altına alıyor.
Kitapta emek ve ekoloji hareketlerinin dayanışmasının önemine vurgu var. Biraz bunu konuşalım…
Bizim 3. Havalimanı direnişinden sonra şantiyelere girmemiz daha da zorlaştı. Daha önce şantiyelere girip çıkıyorduk, şimdi girdiğimizde bizimle temas eden işçiyi işten atıyorlar. Her şantiyenin önünde büyük turnikeler var artık. Patronlar ve devlet direnişlerimizden kendilerince bir deneyim çıkarıyor, bizim de çıkarmamız lâzım. İstanbul’da bir kent suçu işlendi. Bunu çevre hareketleri, ekoloji mücadelesi veren kurumlar ilk baştan beri söylüyordu. Emek hareketi olarak özeleştiri vermeliyiz, o noktada gerekli refleksi gösteremedik, ancak bize dokunulduğunda ses çıkardık. Aynı şekilde biz direnişe geçtiğimizde, orada bir hak mücadelesi yürüttüğümüzde de çevre hareketleri uzak kaldı. Şimdi Kanal İstanbul projesi var. Oraya yeni bir kent kuracaklar. Yağma ve talan devam ediyor, iş cinayetleri sürüyor. Buna hep birlikte cevap vermemiz lâzım. Ya Kanal Ya İstanbul Platformu var, biz o platformun da bir parçası olmaya çalışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, eğer Kanal İstanbul projesi hayata geçerse 3. Havalimanı’ndan daha beter iş cinayetleri, işçi katliamları yaşanacak.
Birlikte mücadele ettiğimiz sendikalarda ve bizde artık bir bilinç oluştu. Doğa, dünya sadece bize ait değil, kurdun kuşun, börtü böceğin de yaşam hakkı var. Kendi yaşamımıza sahip çıktığımız gibi, doğadaki diğer canlıların da yaşamına sahip çıkmak zorundayız. Sadece İstanbul’un değil, Anadolu ve Mezopotamya’nın her noktasını istila etmiş durumda 20-30 inşaat patronu. Neredeyse her akan suya bir HES yapılıyor. Bunları inşa eden de biz inşaat işçileriyiz. Örgütlülüğümüz düşük olduğu için buralara müdahale edemiyoruz. Örgütlülüğümüz güçlü olsa bu doğa katliamlarına da müdahale edebiliriz. Ama gerçekliğimiz maalesef bu, açıkça söylemek lâzım. Bir işçinin yaşamını savunduğumuz kadar bir kaplumbağanın da yaşam hakkını savunmalıyız. Bunu savunamıyorsak Kaz Dağları’nı da Munzur Vadisi’ni de Kuzey Ormanları’nı da mahveder bu iktidar, çünkü gözleri paradan başka bir şey görmüyor. Emek örgütleri olarak çevreye duyarlı olursak, bu kıyıma karşı da bir tepki ortaya koyabiliriz.
Güvencesiz yerlerde direnişin zor olacağı söylenir, ama 14 Eylül direnişiyle bunun tersine döndüğünü söyleyebiliriz. Yeterli örgütlülük ve yan yana geliş sağlanırsa direniş ortaya konabiliyor. Deneyimler birbirine artık daha hızlı ulaşıyor. Sosyal medya üzerinden nerede ne olduğunu biliyor işçi artık. İşçi direnişe geçip hakkını almışsa bir diğer işçi de hakkını aramaya başlıyor.
14 Eylül direnişi inşaat iş kolu başta olmak üzere işçilere nasıl bir miras bıraktı?
2016’daki darbe girişiminden sonra demokrasi askıda. Tüm eylem ve etkinlikler yasaklanmış durumda. Buna en güçlü tepkiyi veren kadın hareketi ve emek hareketi. Direnişin olmadığı ay neredeyse yok. En fazla direnişe çıkan da inşaat işçileri. Çıktığımız direnişlerin de yüzde 90’ını kazanımla sonuçlandırıyoruz. Ülkenin işçi sınıfını incelediğimizde, işçilerin büyük çoğunluğu sendikasız, örgütsüz ve güvencesiz çalışıyor. Güvencesiz olan yerlerde normalde direnişin zor olacağı söylenir, ama 14 Eylül direnişiyle birlikte bunun tersine döndüğünü söyleyebiliriz. Yani güvenceli iş yerlerinde işini kaybetme korkusuyla tepki koymak daha zorken, güvencesiz iş kollarında bu durumun tersine döndüğünü görüyoruz. Zaten işçinin koşulları kötü, yeterli örgütlülük ve yan yana geliş sağlanırsa bir eylem ve direniş ortaya konabiliyor. 14 Eylül direnişinden çıkarılacak derslerden biri de belki budur. Koşullar oluştuğunda işçi kendi kendine bile bu refleksi verebiliyor. Eskisi gibi zor değil, deneyimler birbirine artık daha hızlı ulaşıyor. Sosyal medya üzerinden nerede ne olduğunu biliyor işçi artık. İşçi direnişe geçip hakkını almışsa bir diğer işçi de kendi iş yerinde direnişe geçerek hakkını aramaya başlıyor.
Sendikalar 14 Eylül direnişinden nasıl bir ders çıkarmalı?
Birçok şeye sonradan müdahil oluyoruz. Biz sendikalar ne kadar istersek isteyelim 14 Eylül gibi bir direnişi hayata geçiremezdik. İşçi kendi koşullarından yola çıkarak bunu gerçekleştirdi, biz de gidip o direnişi bir tık ileriye taşıdık. Bugün tartışabiliyoruz, çünkü içinde yer almışız. Önümüzdeki yıllar için söylüyorum: güvencesiz iş kollarında bir arayış ve öfke var, bu öfkeyi örgütlememiz gerekir. Böyle bir anda saman alevi gibi yanıp sönen eylemliliklerle değil, birbirinin üzerine konarak ilerleyen bir örgütlülüğün yaratılması, mekanizmaların oluşturulması lâzım. Bunun için uğraşıyoruz, hayata da geçireceğiz. 2018 yılında ağırlıklı olarak İstanbul’da çalışmamız vardı, bugün neredeyse memleketin bütün mega projelerinde sendikamızın üyeleri var, buralarda çalışma koşullarının düzeltilmesine dair çalışmalarımız var. Hepsi 14 Eylül’ün bize bıraktığı miras. Bu mirası gelecek kuşaklara taşımak boynumuzun borcu.