8 Mart’ta Türkiye’nin dört bir yanında kadınlar “Birlikte değiştirebiliriz” diyerek sömürüye, savaşa, şiddete ve yoksulluğa karşı seslerini yükseltti, sizin öne çıkan mesajınız neydi?
Adile Doğan: Her sene olduğu gibi 8 Mart haftasının tamamını mahallede sokak eylemleri, salon etkinlikleri ve direnişteki kadınları ziyaretlerle örgütledik. Yereldeki kadının, işçi, emekçi kadının hayatından uzaklaşan mücadele kadın mücadelesi açısından değiştirici olmaz. Kapitalistlere, patronlara laf etmeden haklarımızı alamaz, saldırılara karşı duramayız.
Bu sene kadınları “Yoksulluğa, güvencesizliğe, şiddete karşı eşit ve özgür bir yaşama, haydi kadınlar örgütlü mücadeleye!” diye çağırdık. Etkinlik ve eylemler öncesinde bir dizi toplantı yaptık, sorunları tespit ettik ve bunları taleplere dönüştürdük. Kadının güvenliksiz ve güvencesiz yaşamı olarak özetlenebilir sorunlarımız. Güvenliksiz, çünkü kadınlar her gün öldürülüyor, istismara uğruyor, taciz ediliyor. Güvencesiz, çünkü işten atılma veya iş bulamama kadar artık market rafında aynı gün içinde fiyatı üç kez artan ayçiçeği yağını da bulup bulamayacağını bilmiyor. Bu yüzden belirsiz, güvenliksiz, güvencesiz bir hayata karşı sesimizi yükseltiyoruz.
Gündemde milyonlarca kadını ve çocuğu etkileyen nafaka ve boşanmadan doğan hakların gaspı, Medeni Yasa’da yapılmak istenen değişikler var. Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği’ne yapılan başvurularda nafaka meselesi gündeme geliyor mu?
Mahallede kadınlar derneğin yerini bilir, çat kapı gelir. Geçen gün akşam 7 gibi, tam çıkmak üzereydik, kapıda ufak tefek bir kadın arkadaş belirdi, içeriye girmekte tereddüt ediyordu. Çekinmemesini söyledim. Girdi oturdu, anlatmaya başladı.
16 yıldır evli ve ev içi şiddet mağduru. Dehşet bir aşağılanma, cinsel şiddet yaşamış. Dayak yememiş bir tek. Bu yüzden de şiddete maruz kalmadığını düşünüyor. “Kocam iyi sayılır, diğer kocalar gibi dövmüyor” diyor. 16 yıl önce, 20 yaşındayken zorla nişanlandırılıyor bir akrabasıyla. İstemediği için nişanı atıyor, erkek kaçırıyor, alıkoyuyor ve tecavüz ediyor. Bunun sonucunda da resmi nikâh kıyılıyor. Sekiz ve altı yaşlarında iki çocuğu var. Sekiz yaşındaki çocuğu öğrenme güçlüğü çekiyor. Burada bir parantez açayım, bu aralar çok sık duyuyoruz bu “öğrenme güçlüğü” meselesini. Derneğimize günde on kadın başvuruyorsa, en az altısının çocuğunda öğrenme güçlüğü var. Aile içi şiddetin bunda rolü olduğunu gözlemledik…
Babanın dışında, sekiz yaşındaki erkek çocuğu da şiddet uyguluyor kadına. “Genellikle sakin bir çocuk, içinden bir canavar çıkıyor, üzerime saldırıyor” diye anlattı. Babasının tavrını gözlemleyen çocuk onu taklit ediyor. Erkek kadının özgüvenini o kadar zedelemiş ki, kadın anne olarak saygınlığını yitirmiş. Sürekli “beceriksizsin”, “güzel değilsin”, “yanıma lâyık değilsin”, “bana muhtaçsın, ayrılamazsın” diyormuş kadına,kadın da inanmış bunlara. Oturdukları ev kira olmasına karşın, “evi sana bırakacağım, çocukların başında kal, ben de ayda şu kadar para göndereyim, başka bir şey isteme” demeye başlamış. Kadın da bu nedenle gelmiş bize. “Ben şimdi ne yapacağım” diye soruyor. “Boşanma davası açmaya kalkma, çocukları da alırım, benden bir şey alamazsın” demiş. “Gelir, arada bir kadın olarak ihtiyacını da karşılarım” diyormuş utanmadan. Çocuklar her şeye tanık, aşağılanmalara, tecavüzlere… Burada evler küçük çünkü, özel alan yok.
Kadının durumunu öğrendikten sonra ne yapabildiniz?
Dernek kurulmadan önce, mahallede kadınlar birbirlerine telkin ederdi: “Bir tokat attı diye yuva yıkılır mı…” Bugün öyle değil, kadınlar gelip danışıyor. Sözünü ettiğim arkadaşı etraflıca dinledim. Önce, psikolojik şiddeti anlatmak gerekti. Konuşurken “Keşke tokat atsaydı, geçer giderdi, sürekli aşağılanmak asla geçmiyor” diyordu. Kadınlardan çok sık duyduğumuz bir cümle bu. Sonra, nafaka ve boşanma hakkını anlattım. İktidarın nafaka hakkı ve boşanmadan doğan haklara müdahale edeceğinden söz ettim.
Yasal süreci anlatırken İstanbul Sözleşmesi’nden açıldı söz. Kadın “Ben İstanbul Sözleşmesi’ni bilmiyordum, kocamdan öğrendim” dedi. Meğer adam birilerinden İstanbul Sözleşmesi’ni duymuş, bu konuda konuşuyorlarmış. Sormuş kocasına, “Hayırdır, ne yapacaksın bu sözleşmeyi?” Erkeğin yanıtı: “Bu sözleşmenin kaldırılması için imza topluyorlar, ben de vereceğim, çünkü kadınlara çok hak tanındı. Erkeğin ve ailenin mağduriyeti çok büyük.”
Emekçilerin yaşadığı mahallelerde dergâhlar, cemaat evleri çok güçlü. İstanbul Sözleşmesi ve nafaka aleyhinde konuşmalar yapıyor, imza topluyorlar. “Kadınlar zina yapıyor, hem eski kocadan para alıyor hem de diğer erkekle nikâhsız yaşıyor” propagandasının etkisiyle erkekler imza atıyor, dini yorumlara, şeyhe karşı gelemiyor.
Bu yanıta tepkisini sorduğumda, “Aileyi ve erkekleri mağdur ediyorsa, iftira atıyorsa kalksın tabii” demiş. Muhafazakâr bir kadındı. İstanbul Sözleşmesi’nin kendisinin durumundaki kadınlara yönelik devlete yüklediği sorumlulukları anlattım. Medeni Yasa’dan söz ettim. Konuştukça ortaya çıktı ki, ekonomik çıkış bulsa adamdan kurtulmak istiyor, dile kolay, 16 yıl eziyet çekmiş.
Erkek kadının çalışmasına izin vermemiş, “Evde çocuklara bak, ben size bakarım” demiş. Derneğe başvuranların ortak derdi bu, erkekler evlilik süresince kadınları çalıştırmıyor, boşanma aşamasında da tek kuruş nafaka ödemek istemiyorlar. Medeni Yasa’ya yönelik iktidarın girişimlerini öğrenince iyice telaşlandı. “Biz bunun için buradayız” dedim, “nafaka hakkına el konmaması için mücadele ediyoruz”. Kadın arkadaş durdu durdu, “Kocam bu yasa değişikliğini duyarsa hemen boşar beni, çocukları da üzerime atar, tek kuruş da nafaka vermez” dedi. Şimdi nasıl destek olacağımızı planlayacağız ve ona göre harekete geçeceğiz.
İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı mahallede nasıl örgütleniyor?
Bizim gibi emekçilerin yaşadığı mahallelerde dergâhlar, cemaat evleri çok yaygın ve güçlü. Özellikle Menzilciler çok yoğun. Furkan Vakfı var. İstanbul Sözleşmesi ve şimdi nafaka aleyhinde çalışıyorlar. Üyelerimiz anlatıyor, dergâhta nafaka hakkının kalkması için konuşmalar yapılıyor, imza toplanıyor. Kadınlar hakkında çeşitli vaazlar verilmiş, “Biz mağduruz, kadınlar bu durumu kullanıyor, zina yapıyor, hem eski kocadan para alıyor hem de diğer erkekle nikâhsız yaşıyor” yönündeki propagandanın etkisi altında kalan erkekler imza atıyor veya atmaya zorlanıyor. Karşı çıkanlar olsa da dini yorumlara, şeyhe karşı gelemiyorlar.
Kadınlar haklarının farkında mı?
Mahallede İstanbul Sözleşmesi çalışması yürütürken fark ettik ki, kadınlar ancak fiziksel şiddete uğradıklarında veya yaşadıklarının şiddet olduğunu fark ettiklerinde ve boşanma aşamasına geldiklerinde yasal haklarından haberdar oluyor. İstanbul Sözleşmesi’ni resmi ağızlardan saldırılar başladıktan sonra öğrendiler. Bu arada, bize başvuran muhafazakâr kadınlar giderek çoğalmaya başladı. Bunun nedeni de ekonomik kriz ve bunun yarattığı yükün kadınların yaşamına şiddet olarak dönmesi. Hangi siyasi görüşte olursa olsun, tüm kadınların ortak paydası bu artık.
Geçenlerde 15 muhafazakâr kadınla kahvaltıda bir araya geldik. Propagandanın etkisiyle “süresiz nafaka olmaz” diyorlardı. “Nafakayı devlet ödesin” fikri cazip geliyor. Çünkü kadın boşandığı anda elinde valizi, bir başına kalıyor. Bir kadın arkadaş boşandı, ortalıkta kalıverdi, ona derme çatma bir ev bulduk, Sosyal Hizmetler’e başvurduk. Yardım çıkması iki ay sürdü. İki çocuğundan birine eğitim yardımı çıktı. Kadın “Devlet güvencesi buysa, beni sadaka gibi bir paraya mahkûm edip günlerce devlet kapılarında süründürecekse devlet güvencesini kabul etmiyorum” dedi sonunda. Ekmek kavgası ve boşanma sonrası beş parasız sokakta kalıvermek tüm kadınların ortak paydası. Bu karşılaşmalarda kadınlar arasında milliyetçi eğilimlerin yükseldiğini de görüyoruz. Ancak, erkeklere oranla daha hızlı kırılabiliyor.
Milliyetçi eğilimlerin yükseldiğini nerelerde gözlemliyorsunuz?
Özellikle mülteci meselesinde görüyoruz. Mahallede kadınlar Suriyelilerin ve Afganların savaştan kaçıp gelmelerini anlıyor, ama “işimizi elimizden alacaklar” diye karşı çıkıyor. Mahallemizde çok sayıda mülteci yaşıyor. Merdivenaltı atölyelerin tümünde mülteci kadınlar çalışıyor. Erkekler ağır sanayide güvencesiz ve çok düşük ücretlere çalıştırılıyor. İnsanlık dışı koşullarda, işyerinde yatıp kalkan erkekler var. Atık kâğıt toplayıcılığı yapanlar da çok. Yoksul mahallelerde dilenen pek olmazdı eskiden, şimdi dilenen insanlar arttı.
Bir yandan da, kadınların erkeklere göre milliyetçi duyguları daha hızlı kırılıyor, empati kurma duygusu daha güçlü kadınlarda. Ülkemizde en büyük mülteci grup bu ülkenin kadınları aslında. Kendi vatanlarında mülteciler. O kadar kaygan bir zemin üzerinde yaşıyorlar ki, her an bir valizle yapayalnız, evsiz, işsiz ve parasız kalabilirler ve hayatlarını sıfırdan kurmaları gerekebilir. Boşandığında veya cinsel saldırıya uğradığında ailesi de kabul etmiyor, en baştan başlayıp yeni bir yaşam kurması gerekiyor. Bununla da kalmıyor, kadınlar evlerini terk etmek zorunda kaldıklarında dışlanıyor veya tacize uğruyor, bu yüzden boşandığını gizleyen birçok kadın işçi var.
En büyük mülteci grup bu ülkenin kadınları. Kendi vatanlarında mülteciler. O kadar kaygan bir zemin üzerinde yaşıyorlar ki, her an yapayalnız, evsiz, işsiz ve parasız kalabilirler ve hayatlarını sıfırdan kurmaları gerekebilir.
Fabrikalarda taciz vakalarına sık rastlanıyor mu?
Bölgemizdeki fabrikaların birçoğunda boşanmış kadınlar parmağına yüzük takmak zorunda. İşe girince fabrikanın yöneticileri tarafından öğütleniyor, “Hoş karşılanmaz, içeride adın çıkar” deniyor kadın arkadaşlara…
Geçenlerde buradaki bir tekstil fabrikasına gittik, işçiler toplu sözleşme için epey mücadele etti. Yüzde 70’i kadın olan bir fabrika bu. Ve buradaki işçi kadınların yüzde 20’sinin boşandığını biliyoruz, ama bunun sadece belki yüzde 1’i biliniyor. Onlar da eski işçiler ve erkeklerle abi-kardeş muhabbeti geliştirmiş olanlar. Boşanmış kadınlara “herkesin kullanabileceği kadın” gözüyle bakılıyor. Boşanmış kadın güzel bir pantolon giyemez, hemen söylenti başlar, “Böyle şeyleri biz eşimize alamıyoruz, acaba ona kim aldı” gibi. Takı takamaz, makyaj yapamaz. Eğer boşandığını söylemezse bunları yapabilir. Gerçi direnişlerle bunlar da kırılıyor. İşçiler arasında yeni bir dil oluşuyor. Biraz daha birbirlerine sahip çıkıyorlar.
Dernekçe takip ettiğiniz taciz olayları var mı?
Bu bölgede sanayinin tarihinde ilktir, sonra neredeyse geleneğe dönüştü: Bir fabrikada bir ustabaşı, bir kadın işçiyi taciz etti. Kadın bize başvurdu. Seksen kadın aynı anda işi bıraktı. Ustabaşı disiplin kurulu kararıyla işten atıldı… Sık sık kadın işçi temsilcileriyle bir araya geliyoruz. Bu tip konuları da ele alıyoruz. Bu arada, kadınların farkındalığını yükseltmek gerekiyor, zira tacizi kimi zaman beğenilme ile karıştırıyorlar. Mobbing olsun, taciz olsun, bize başvuran herkesi sarıp sarmalıyoruz, yaşananların kendi suçu olmadığını anlatıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’ne saldırılar arttığında pazar yerlerinde bildiriler dağıtarak bilgi vermeye başladık. Nafaka konusunda sosyal medyadaki kampanyalara veya onlarca panele karşın bilgi sahibi olmayan çok sayıda kadın var.
Medyada da nafaka karşıtlığı körükleniyor, iktidara yakın medya sizinle de iletişim kuruyor mu?
Geçenlerde TGRT’den aradılar. “Nafaka mağduru erkekleri haberleştiriyoruz, sizler de kadınların asıl mağdur olduğunu iddia ediyorsunuz. Bizi onlara ulaştırın, konuşalım” dediler. Bunun mümkün olmadığını anlatmaya çalıştık. Çoğu zaman mahkeme kararları veya kadınların boşanma sürecinde aldıkları tehdit ve şiddet geçmişleri medya önünde söz almalarını engelliyor. Böyle bir söz almanın sonucu boşanma aşamasındaki erkek tarafından öldürülmek olabilir pekâlâ. Sonuçta, programa ben çıktım. Yeşim Salkım’ın programıydı. “Şiddet gören kadın kapıyı çarpıp çıksın, adamdan nafaka filan istemesin” gibi değerlendirmeler yaptı. Şarkı sözü yazıyor sanki, insanın nutku tutuluyor. Mağdur olduğunu iddia eden bir avuç erkeği temsil edenler de vardı yayında. Medya eliyle asılsız iddialarını gündeme getirmeye çalıştılar. O kadar bilgisiz ve temelsiz konuşuyorlardı ki, şaşırıyor insan. Ben konuşmaya başlayıp gerçekleri anlatınca, “alın bu kadını yayından” dedi Yeşim Salkım –yayında da duyuldu bu.
Devlet kurumlarıyla, yerel yönetimlerle temasınız, işbirliğiniz oluyor mu?
Tedbir kararı alınması veya kadınlara sosyal yardım sağlanması gereken durumlarda ilçedeki görevlilerle muhatap oluyoruz. Eskisi gibi bizi görmezden gelemiyorlar. Artık kadınlar “Esenyalı Kadın Dayanışma’dan geliyoruz” deyince ilgileniyorlar, çünkü konuları takip ediyoruz, bizimle iletişime geçmek zorunda kalıyorlar.
Geçenlerde Pendik Kent Konseyi’nde seksen kadın kuruluşuyla beraber bizi de kahvaltıya davet ettiler. Kaymakam ve belediye başkanının eşleri de vardı. Niye çağrıldığımızı anladım. Her söz alan “Güzel Pendik için kadınlar bunu başaracak” diyordu. Bu tip toplantılarda sorunlar yüzeysel konuşuluyor. Bir sorun, bir keder var belli ki, ama kimse konuşmuyor. Nasıl konuşacaklar, devlet bürokrasisi var karşıda, korkuyorlar. Söz bize gelince “Güzel Pendik’in çirkin bir yüzü de var, geçen ay üç kadın öldürüldü” dedim, ortalık buz gibi oldu.
Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği nasıl kuruldu?
Pendik’in Esenyalı mahallesi 500 bin nüfuslu, beş muhtarlıktan oluşan büyük bir yerleşim. Tuzla tersanesi ve sanayi bölgesi nedeniyle yüz binlerce işçinin yaşadığı bir yer. Pendik’ten Gebze’ye, Gölcük’e kadar. Yarısı işçi kadınlar…
Gezi başlamadan iki-üç ay önceydi. Metal sektöründe kadınların sayısı artıyordu. Sendikalaşma faaliyetlerinde tanıdığımız kadınlar vardı. Örgütlenme üzerine konuşuyorduk. Çeşitli fabrikalarda, farklı işkollarında çalışan kadınlar kendi aramızda tartışmaya başlamıştık. Fabrikalarda çalışan kadınlarla yetmiş-seksen kişilik kahvaltılar organize ettik. Dernek fikrini olgunlaştırmaya çalıştık. Biz bunları tartışırken Gezi direnişi patlak verdi. Gezi Parkı’na gidemedik, ama Gezi burada canlandı. Bir anda sokakta yüz binlerce kadın oluyorduk, önderliği kadınlar yapıyordu. Günlerce süren eylemler oldu. Bu atmosferi değerlendirmek istedik. Mahallemizde işçi kadınların örgütlenmesi için bir çağrı yaptık, 300 kadın yanıt verdi, bunun üzerine parkta forum düzenledik. Gezi’nin talepleri ile işçi kadınların talepleri birleşti: sendikalaşma, eğitim, sağlık, kürtaj hakkı… Kadına yönelik şiddetten istihdam sorunlarına, ulaşım ve işsizlikten bitmeyen gece vardiyalarına kadar bir dolu talep…
Metal sektöründe kadın işçiler artıyordu, ama ağırlıklı olarak tekstil fabrikalarında çalışan kadınlarla kurduk derneği. 300 kadın dernekleşme kararı verdik. Tekrar tekrar toplantılar yaptık. Bazılarımızın kurucu olması gerekiyordu, otuz kadar arkadaşımız gönüllü oldu. Bir halk meclisi de kurduk. Bir Mahalle Festivali gerçekleştirdik 30-31 Ağustos 2013’te. Festivalde yaklaşık 150 kadın görev aldı, bütün mahalle, hatta ilçe duydu kurulduğumuzu. 17 Kasım 2013’te de derneğin açılışını yaptık.
Kuruluş aşamasında itirazlar oldu mu?
Olmaz mı!Kimi siyasi partiler devreye girdi, “Bu dernek kimin arka bahçesi olacak” dediler. Şiddet uygulayan koca ve babalar devreye girdi. Kadınların bir derneğe üye olmasının sakıncalı olduğunu söylediler. Kadınlar bundan etkilendi, otuz kadın öncü olacaktı, ama yedinci kadın üyeyi bulmakta bile zorlandık başlangıçta.
Dernek fikrini tartışırken Gezi patlak verdi. Mahallede yüz binlerce kadın günlerce süren eylemler yapıyorduk. Gezi’nin talepleriyle işçi kadınların talepleri birleşti: sendikalaşma, eğitim, sağlık, kürtaj hakkı…
Kuruluştan bir ay sonra, 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde, ilk eylemimizi yaptık. Üç ay biraz zorlandık. Hem erkekler hem siyasi partiler bize “kadın kolu” dediler, “platform” dediler, “bunlar kadınları dağa götürecek” dediler, ama bir türlü dernek diyemediler.
Burası İstanbul’un büyük mahallelerinden biri ve rantın yüksek olduğu bir yer. Tuzla da, Pendik de partilerin yerel yönetimlerinin ele geçirme savaşı verdikleri yerler. Esenyalı da bunların tam ortasında. Partiler dernek kendilerinin olsun istiyordu. Siyasi partilerin bazıları kadın kollarının toplantılarını burada yapma talebiyle geldi. Biz “hayır” dedik. Dernekte bunlarla cebelleşirken bir yandan da ne yapacağımızı bu çalışmalar sırasında öğrendik. Kadına yönelik şiddetin çok fazla olduğunu görüyorduk. Şiddete maruz kalmış kadının elinden tutmak, cinsel saldırıya maruz kalmış çocuğa dokunmak, ilk zamanlarda bizi çok yaralayan işler oluyordu. Çoğu kez geceleri ağlıyordum.
İlk ele aldığınız olay hangisiydi, hatırlıyor musunuz?
Maalesef ilk vakamız engelli bir kız çocuğuna toplu tecavüzdü. Adli tıp raporu almak için adli tıp uzmanı ve feminist Şebnem Korur Fincancı’yla iletişime geçtik. Altı ay sonra, Esenyalı halkı ilk kez bir kadın eylemi gördü. Boşandığı eşi tarafından yakılarak öldürülmek istenmişti bir kadın. Esenyalılı kadınlar sahip çıktılar kızkardeşlerine ve yürüyüş yaptık, sokağı işgal ettik. Şu an o arkadaşımız üyemiz. Bu olaydan sonra bizim için de bir şeyler değişmeye başladı, şiddetin farklı görünümlerine dikkat eder olduk. Dernek yavaş yavaş kadın danışma merkezi haline gelmeye başladı. Zaman geçtikçe daha görünür oldu, birçok kadın için çözüm odağı oldu.
Biz cinayetten öncesiyle ilgilenmek, o aşamada destek sunabilmek istiyoruz. Kadın cinayetleri raporları açıklanıyor, şu kadar kadın öldürülüyor deniyor, ama bunun öncesi var. Bunun öncesinde neler yaşanıyor? Kadınlar adım adım nasıl intihara sürükleniyor ve erkek şiddetinin kurbanı haline geliyor? Dernekte bize başvuran kadınlarla birbirimizin hayatının parçasıyız, birbirimize karşı sorumluluklarımız var. Hepimiz mahalleli kadınlarız, ev temizliğine giden, işçi olan veya iş arayan kadınlar… Derneğimizin 23 yöneticisi AKP’ye oy vermiş, ama zamanla fikri değişmiş kadınlar. Çok ciddi şiddete maruz kalmış, ama giderek hayatı değişmiş ve mücadeleci kadınlar var aramızda. Kadınların mücadeleye katılması, kim olursa olsun, hangi sıfatla olursa olsun, onları iyileştiriyor. Kadınlar açısından en zor iyileşen yara kendisine ve çocuğuna uygulanan cinsel saldırı. Mücadeleye başladığında, sistemin türlü yüzlerini görmeye başladığında, yalnız olmadığını anlamaya başladığında iyileşiyor. İyileşme bu sistemin değişeceği duygusu ve umudu sayesinde oluyor.
Şubat başında yayınladığınız, 2021’de size başvuran 996 kadın ve çocukla yaptığınız görüşmelere dayanan Kadına Yönelik Şiddet Raporu’nda şiddeti “çoklu, süreğen ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir olgu” olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?
Şiddet aile içinde doğuyor ve gelişiyor. Son yirmi yılda Türkiye’de şiddet hızla yükseldi. Çocuklar potansiyel şiddet yumağı halinde. Okulda akran zorbalığı, mahallede flört şiddeti hep aynı yerden besleniyor. Kadına sürekli uygulanan şiddetin çocuklar üzerindeki etkisi maalesef çocuğun babayı rol model alması şeklinde oluyor. Şiddet aile içinde kuşaktan kuşağa tekrar tekrar üretiliyor. Kadınların ve çocukların en güvende olması gereken yerde, evde yaşanıyor şiddet. Bize yapılan başvurularda kadına yönelik şiddet faillerinin çoğunluğu kadınların yakınları. Kadına ve çocuğa şiddet uygulayan 164 erkeğin 115’i kadınların eşi. Kadınlar evlilikleri boyunca şiddetin birden fazla tekrarlandığını da ifade ediyor. 164 şiddet vakasından sadece biri tekil bir vaka. Nişanlıyken, flört ederken başlayan psikolojik şiddetin nikâh sonrası ekonomik şiddete dönüşmesi, gerilim tırmandıkça fiziksel ve cinsel şiddet boyutuna geçmesi, bu çok yönlü şiddetin süreklilik kazanması ve varsa çocuklara doğru genişlemesi şeklinde kalıplaşmış bir model var.
Ekonomik krizle cinsiyet temelli şiddet arasında nasıl bir ilişki var?
Ekonomik kriz ve yoksulluk kadına yönelik şiddeti artırıyor. Kadınların şiddet hikâyeleri ekonomik şiddeti de barındırıyor. Kimi zaman çalışmaya zorlama, kimi zaman çalışmasına izin vermeme şeklinde gerçekleşen şiddet, kadın çalışıyorsa banka kartına el koyma gibi eylemlerle sürüyor. Pandeminin etkisiyle de kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin ya da işten çıkarma gibi çeşitli biçimlerde geliri azalan hanelerde geçim ve bakım maliyetini karşılamak güçleştikçe, işgücü dışında bırakılan kadınların ailenin toplam bakım yükünü para olmadan gerçekleştirmesi zorlaşıyor. İşsizlik artar, yoksullaşma derinleşirken cinsiyet temelli şiddet de artıyor.
Raporda sokağa atma tehdidinden söz ediyorsunuz…
Görüşme yaptığımız, destek sunduğumuz kadınların altıda biri sokağa atılma ve terk edilmekle tehdit edilmiş kadınlar. Gün gelip evlilik bittiğinde, evlilik süresince işgücünden çekilmiş kadının herhangi bir geliri olmayınca önündeki yeni görev işgücüne dahil olabilmek oluyor. Kadın işsizliğinin arttığı bugünlerde üstelik. Bu da başka potansiyel sorunları ortaya çıkarıyor: Aileye geri dönmek, devlete başvurup sosyal yardımlara bağımlı hale gelerek hayatta kalmak gibi minimal bir yaşam sürmek ya da iş bulup ev tutana kadar çocuklarının bakım yükünü aileden birine, mümkünse babaya ya da sosyal hizmetlere bağlı yurtlara devretmek. Bunların tümü nafaka hakkının gasp edilmesi ya da boşanmalarda arabuluculuk getirilmesi gibi kadınların medeni haklarına yönelik ihlalleri meşrulaştıran girişimlerle de ilintili. Üst siyasette bu girişimler sürerken tabanda da medeni hakların altı fiilen oyuluyor. Bir başka davranış kalıbıysa erkeklerin tek taraflı olarak çokeşlilik dayatması, kadınların ifadesiyle “başka bir kadınla imam nikâhı kıyması” ya da “kuma getirmek” istemesi. Ekonomik haklarından yoksun bırakılan ve şiddetle tehdit edilen kadınlar çokeşlilik dayatmasını katlanabildiği son raddeye kadar kabul etmek zorunda kalabiliyor.
Rapora göre, boşanmak da büyük sorun kadınlar için.
Özellikle şiddet yüzünden boşanmayı düşünen kadınların hepsi can güvenliğinden endişe ediyor. Bunu barınma ve gelir güvencesizliği takip ediyor. Görüştüğümüz kadınların yüzde 17’si durumunu “Boşanamam, çünkü…” diye ifade ederken, “Boşanmak istiyorum, ama…” diyenlerin oranı yüzde 31, “Boşanıyorum / boşanacağım ve…” diyenlerin oranı da yüzde 52. Şiddet ayrılma ya da boşanmayla tam olarak bitmiyor da. Pek çok kadın için sığınma evleri, acil hayatta kalma merkezi, anlık nefes alma durağı olarak geçici işlev görüyor. Devlet koruma rolünü ya hiç yerine getirmiyor ya da kadınları yarı yolda bırakıyor. Kadın erkeğe bağımlılıktan çıkıp erkek egemen devlet sistemine bağımlı hale geliyor. Özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden sonra, resmi kurumlar da kadının etrafındaki kuşatmanın bir parçası haline geliyor, kolluk kuvvetleri, yargı mekanizmaları ve sosyal politika uygulayıcıları da şiddet kuşatmasındaki yerini alıyor.
Bu görüşmeleri yapmak, kadınlara destek olmak gibi faaliyetleri hangi kaynakla yaşama geçiriyorsunuz?
Küçük kaynaklarla, kurduğumuz ağlarla sorunları çözmeye çalışıyoruz. Temelde üye aidatlarıyla ayakta duruyoruz. Bağış aldığımız da oluyor. Küçücük olanaklarla kapıyı sonuna kadar açık tutmaya çalışıyoruz. Kolay olmuyor. Elliye yakın kadın arkadaş aktif olarak çalışıyoruz. Her birimiz işin bir ucundan tutuyoruz.
Siz nasıl başladınız bu işlere?
15 yıl işçi olarak çalıştım. 24 yıl önce, 14 yaşında başladım çalışmaya. Dokuz yıl kozmetik firmasında çalıştım. Kars’tan göç etmiş bir aileyiz. Memlekette susuzluk, devlet baskısı annemin canına tak etmiş ve göç kararı verip İstanbul’a göçmüşler. Babam gurbette çalışıyordu sürekli. Bu süreçte eğitimim yarım kaldı. İstanbul’da çalışmaya başladım. Bu sayede kardeşlerim eğitim alabildi. En büyük olmanın tüm yükünü çektim. Fabrikada işe başlayınca haksızlıkları da görüyorsun, yaşıyorsun. Bir şey yapalım diye konuşmaya başladık. Maaşlarımıza yapılması gereken zam yapılmamıştı. Bir anda şalteri kapattık, fabrikanın dışına çıktık ve yürümeye başladık. Yolun ortasında arkadaşlar durdurdu bizi, “Hemen fabrikanıza geri dönün, kapının önünde bekleyin bari” dediler. Sendikamız yok, ne yapacağımızı bilmiyoruz. O zaman henüz çok yeniyim. O günün heyecanı hep kaldı kafamda.
Ayda bir Ekmek ve Gül’de, ara ara Evrensel’de işçi kadınlar hakkında yazılarınız yayınlanıyor. Yazmaya nasıl başladınız?
Bir gün kapı çalındı, Evrensel gazetesini uzattı bir el, “alır mısınız?” dedi. Reddettim. Sonraki hafta yeniden geldi, sırf başımdan savmak için aldım. Üçüncü hafta da geldi, yine aldım. “Okuyor musun?” diye sordu getiren arkadaş. Böylece okumaya başladım. İşçi mektupları dikkatimi çekti. Benim de mücadele ettiğim sorunlardan bahsediyordu bu mektuplar. Müdür de, patron da aynıydı sanki. Sürekli almaya başladım gazeteyi. Ben de fabrikada olup bitenleri yazmaya başladım sonra. Öğrendiklerimle sendikalaşma faaliyeti başlattık. 19’umda eski işçiydim artık ve 500 kadın kadardık fabrikada. Kadınlarla kalabalık toplantılar yapıyoruz, örgütlenme çabasına girdik. Bu sürede patronlar örgütlenmede başı çektiğimi anladı ve beni işten çıkardı. Ben kapıda beklerken arkadaşlar da içerde işi durdurdu. Kadınlar fabrikadaki kameraların kablolarını kesti ve patron kadınların işi durdurma eyleminde olduğunu kayıt altına alamadı. İşten sorgusuz sualsiz atamadı kadınları. Sonra tamirci kılığında noter getirdiler fabrikaya, tabii gözcüler var her yerde, kadınlar her yerde gözleniyor. Yani hem direniyoruz hem de ispatlanamıyor. 2004’te başlayan bu süreç 2006’ya kadar sürdü. Bir protokol imzalandı. İşçilerin tüm talepleri karşılık buldu, maaştan iş koşullarına kadar pek çok alanda iyileştirmeler yapıldı. Tek şart benim geri dönmememdi. Ben de başka işkollarında devam ettim. Yedi-sekiz fabrikada daha çalıştım. Hepsinden de buna benzer nedenlerle atıldım.
Kadınların mücadeleye katılması onları iyileştiriyor. Mücadeleye başladığında, sistemin türlü yüzlerini görmeye başladığında, yalnız olmadığını anlamaya başladığında iyileşiyor. İyileşme bu sistemin değişeceği duygusu ve umudu sayesinde oluyor.
Kadın hareketinin gündeminin kadın işçilerin taleplerini içerdiğini düşünüyor musunuz?
İlk örgütlendiğimde, kadınlarla bir şey yapmaya karar verdiğimde, hayatımda ilk kez katıldığım miting 8 Mart mitingiydi. Sene 2003. Kortejde sendikalar da vardı, emek örgütlenmeleri de. O zaman anlamlandıramamıştım. Sesim kısıldı o gün. Kadıköy’de dört koldan rıhtıma aktı yürüyüş. O mitingi bugün de kapsayıcı buluyorum. İşçi kadınlar açısından aslında söylenecek çok şey var. Bu açıdan kadın işçilerin sorunları kadın hareketinin meselesidir. Bildik sendikalar hâlâ 8 Mart ve 25 Kasım’ları salon toplantılarına sıkıştırmaya çalışıyor. İki söz alıyorlar, bir-iki pankart, bir-iki fotoğraf, tamam. Bu tür etkinlikler 8 Mart’ın içini boşaltıyor, bir yandan da kadın işçiyi gündeminden, gerçekliğinden koparıyor. Sokak zayıfladıkça sendika bürokrasisinin güçlendiğini, bürokrasinin yarattığı engeller arttıkça kadınların salon etkinliğine sıkıştırıldığını ve toplam bir zayıflığın ortaya çıktığını görüyorum.
Kadın hareketinin yoksulluk nafakasına ses vermesi biraz zaman aldı. Ne dersiniz buna?
Nafaka hakkı, özellikle yoksulluk nafakası sınıfsal bir duruma işaret ediyor. Adliyenin yolunu bile bilmeyen kadın için boşanma da, nafaka da zor mevzular. Zaten kadın hele de şiddet görüyorsa nafaka diye ısrar etmiyor, bu iş uzamasın diye düşünüyor. Mesela, eşit işe eşit ücret konusunu anlamak ve önemini gerçekten hissetmek için işçi, emekçi kadın olmak ya da sınıfsal bir bakış açısına sahip olmak gerek. Bizim gibi emekçi semtlerinde kadınlar, avukat tutmayı bırak, baroya ulaşırken, barodan bir avukat alırken bile çok zorluklar yaşıyor. Kadın karakola gidiyor, daha karakoldan çıkmadan tanıdık polis kocasını arıyor, “karın buraya geldi” diye. Kadın muhtarlığa gidiyor, fakirlik belgesi alacak. Muhtar kayınbabayı arıyor, “senin gelin fakirlik belgesi almaya geldi” diye. Hangi kadının aldığına bakalım nafakayı. Mesela burada en az yüz işçiyi sömüren bir taşeronun karısı nafakayı alıyor. Avukat tutuyor, mal varlığını biliyor, kanıtlayabiliyor, bunu yapabiliyor. 4250 lira asgari ücretli bir işçinin karısı hem canını kurtaracak, hem nafaka alacak hem de yaşamaya çalışacak…
Dernek olarak tehdit alıyor musunuz?
Son zamanlarda kayıp kadınlar için karakola başvuran erkekleri derneğe gönderiyor polisler. Geçen gün böyle bir olay yaşadık. Çatkapı bir erkek geldi, karısını arıyor. “Ayşe nerede?” diye sordu girer girmez. Evi terk etmiş Ayşe. “Neden, dövdün mü?” dedik, hayır demedi, ama “telefonunu kırdım” dedi. Telefonu neden kırdın diye sormamızı bekledi, sormadık, yanıtı biliyoruz, “beni aldatıyordu” diyecek. Bu adamın üzerinde satır mı var, silah mı, bilmiyoruz. Karakol bizi teşhir ediyor, hedef olarak şiddet uygulayan adamların önüne atıyor. Zaman zaman özellikle kocalardan tehdit aldığımız oluyor. Ama mahallede güçlü bir örgütlenmemiz var. Eski bir koca, elinde silahla bir kadın arkadaşın peşine düşmüştü. Kadına eşlik ettik, çocuğunu da evden aldık ve şikâyet için karakola götürdük.
Bu yılın başından beri artan işçi direnişleri mahalledeki kadınları nasıl etkiliyor?
Son zamanlarda neredeyse tek gündemimiz haline dönüştü direnişler. Biz de dernek olarak kadınların başını çektiği eylemlerde var olmaya çalışıyoruz. Kadınlar hızlı örgütlenmeyi başarıyor.
Bu bölgede kadın patronlar da var. Hatta bazıları kendilerini kadın hakları savunucusu olarak bile tanımlıyor, böyle reklamlar yapıyorlar. Farplas’ın da, CPS’in de patronu kadın. Bir tekstil fabrikası vardı, patronu kadındı, sırf kadınlara haklarını vermemek için kapattı fabrikayı. Direnişler kadınlar arasında sınıf bilincinin gelişmesinde çok etkili oluyor. Tüm direnişler her açıdan çok öğretici.
Direnişler başarıya ulaştığında kadın işçiler güçleniyor. Bu durum evdeki ilişkilere de yansıyor. Kadın örgütlendiğinde güçleniyor, sendika temsilcisi oluyor. Metal fabrikasında sendikalaşma sürecinde dernek olarak kadınlarla temaslarımız oldu. Sözleşme imzalama sürecinde kadın işçiler 8 Mart’ın resmi tatil olmasını ve regl iznini sözleşmeye dahil ettiler. Böyle durumları maalesef sendikalar kendilerine yontmaya çalışıyor, doğru değil, kadınların mücadelesinin sonucunda oluyor bunlar. Şu an sokağa çıkmış, fabrikasının önünde direnen binlerce işçinin gazını ücretlerine iyi kötü bir zamla alır, eylemleri sonlandırırlarsa büyük resim değişmez. Direnişler örgütlenmelere dönüşürse, politik taleplerle devam ederse, işte o zaman değiştirici bir gücü olur. Burada da kadın işçileri yalnız bırakmamak gerekiyor, dernek olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Buna karşın hâlâ kadınları salon toplantılarına sıkıştırmaya, fular hediye ederek kandırmaya çalışan sendikalar da var. Kadınlar artık bunları sorguluyor. Kadınlar hayata tutunmak için ellerinden geleni yapıyor. Şiddetin bireysel hayatta kalma mücadeleleriyle çözümlenemeyeceğini görüyorlar. Şiddet, İstanbul Sözleşmesi’nde de altı çizildiği gibi, eşitsizlikten besleniyor. Hayatın her alanında kadın-erkek eşitliği sağlanmalı. Kadınların istihdama ve sosyal yaşama özgür ve eşit katılabilmesini sağlayacak yaygınlıkta 7/24 işleyen kreşler, özel çocuk bakım merkezleri kurulmalı. Yaşam biçimimize, özgürlüğümüze dokunulmamalı ve en önemlisi, eşit yurttaşlık haklarımıza yönelik saldırılardan vazgeçilmeli. O kadar çok başlık var ki…
Umut-Sen’den Başaran Aksu’nun “esas işçi direnişleri nisanda başlayacak” öngörüsüne ne diyorsunuz? Nasıl bir 1 Mayıs olur sizce bu sene?
Yoksulluğa savaş koşulları da eklendi. Bıçak kemiğe dayandı. Kimsenin yüzü gülmüyor, milyonlarca insan asgari yaşam koşullarından yoksun. Özellikle kadınların üzerindeki yük ve yaşamlarını kuşatan şiddet artıyor. Tüm bu nedenlerle direnişlerin sönümleneceğini düşünmüyorum. Direnişlere bağlı olarak kazanımlar da artıyor. Başaran Aksu’nun da dediği gibi, önümüzdeki günlerde ciddi eylemlilikler olabilir. İşçiler taleplerini daha ileriye taşıyacak. 1 Mayıs meydanları kızıla boyanacak.
1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022