Şeyh Bedreddin –Uzun İnce Bir Yol adlı kitabınızda, 2006’da yayınlanan Simavnalı Bedreddin belgeseliniz için otuz kadar yerleşim yerinde yüzden fazla insanla beş dilde söyleşiler yapıldığını anlatıyorsunuz. Bu kapsamlı, uzun soluklu, zahmetli çalışmaya sevk eden, Bedreddin’in hikâyesinde sizi cezbeden neydi?
Nurdan Arca: İlk kıvılcımlar Nâzım Hikmet’in şiiri –Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı– ve Mehmet Akan’ın 1970’lerde Ankara Sanat Tiyatrosu’nda, 1980’lerde Devlet Tiyatrosu’nun Taksim Sahnesi’nde sahnelenen oyunu Hikâye-i Mahmud Bedreddin. Bir kıvılcım çakar ve yavaş yavaş büyür ya, Nâzım’ın şiirinin ve Akan’ın oyununun böyle bir etkisi oldu.
Nâzım’ın şiirleri muhteşem; Bedreddin Destanı’nda ise muazzam bir drama var. İnsanın içine o kadar dokunuyor ki! Zaten o yüzden, okuduğunuz anda, bir daha hiç gitmiyor, içinizde kalıyor ve çeşitli vesilelerle kendisini tekrar tekrar gösteriyor. Nâzım’ın destanı ilk kıvılcımdı, daha sonra “kim bu Bedreddin” diye merak edip okumaya, araştırmaya başladım ve müthiş bir insanlık hikâyesiyle karşılaştım. Gerek kişiliğinde, gerek ömrü boyunca yaptığı işlerde, yaşadığı yerlerde ve gerekse yazdığı kitaplarda… Özellikle kişiliğinde temsil edilen insanlık hikâyesi beni çok çarptı.
Nasıl özetlersiniz o insanlık hikâyesini?
Çoğulculuk, doğacı tasavvuf, mutlak iktidarın sorgulanması, adalet ve eşitlik arayışı diye özetlenebilir herhalde. Bedreddin maneviyatı akılla buluşturan bir derinliğin ustası.
Nâzım Hikmet destanın zeylinde “Bedreddin’in materyalizmi ile Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım demiştim. Olmadı” diyor.
Ahmet Yaşar Ocak da Bedreddin’in iki veçhesi olduğunu söylüyor: “Rasyonel, hatta materyalist bir filozof ve mistik bir kişilik.”
Nâzım yazdıklarını akşamları arkadaşlarına yüksek sesle okuyor. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Balaban koğuş arkadaşları. Tepkilerine bakıyor, olumlu tepki alamazsa yırtıp atıyor, yeniden yazıyor. Belki de o nedenle bu destan böylesine olağanüstü.
Nâzım, Bedreddin destanını 1936’da yazıyor. O günlerin Türkiye’sine ve dünyasına baktığımızda, Almanya’da Naziler iktidara geliyor, 1934’te Hitler devlet başkanı oluyor. Aynı yıl “Trakya olayları” patlıyor, 21 Haziran-4 Temmuz arasında, iki haftadan fazla sürüyor. “Trakya olayları” aslında Yahudi pogromu, Trakya dediğimiz de Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, bayağı geniş bir coğrafya. Nâzım tam o günlerde, “bahriyeyi isyana teşvik” suçuyla yattığı Bursa hapishanesinde kaleme alıyor Bedreddin destanını. İlahiyat Fakültesi kelâm müderrisi Şerafettin Yaltkaya’nın yazdığı Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin adlı risaleden, kendi ifadesiyle, “müderrisin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddin’imi kurtarmak lâzım” diyerek…
Şerafettin Yaltkaya o risaleyi 1924’te yazıyor, 1942’de Diyanet İşleri Başkanı oluyor. Nâzım sadece Yaltkaya’nın kitabından yararlanmıyor. İbn-i Arabşah’ı, Aşık Paşazade’yi, Neşrî’yi ve İdris-i Bitlisi’yi de okuyor. Bunlardan sadece İbn-i Arabşah Bedreddin’den olumlu söz ediyor, diğerlerine göre, “zındık, sapkın, hain”. (gülüyor)
Kitabınızın başında Halil İnalcık’ın İdris-i Bitlisi’den naklettiği bir pasaj var. Bitlisi şöyle anlatıyor Bedreddin’i: “Kendini mehdi sanar, müritlerinin başına geçerek toprakları yandaşlarına dağıtacağına inanırdı. Geniş mezhebi birçok haramı helâl yapacaktı.” Bitlisi’nin tarifi Nâzım’a doğru yolda olduğunu göstermiş olmalı. Herhalde şunu da eklemek gerekiyor, Nâzım’ın destanında “toprak” sözcüğü hep kapital harflerle…
Bedreddin isyanının düğüm noktası toprak mülkiyeti ve vergi meselesi zaten. Nâzım dönemin maddi koşullarını da işliyor şiirinde. Müthiş bir çalışma disiplini var Nâzım’ın, hapishane kütüphanesinden çıkmıyor, orada çalışıyor. Yazdıklarını akşamları arkadaşlarına yüksek sesle okuyor, şiirin duygusu dinleyenlere geçiyor mu, geçmiyor mu diye. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Balaban koğuş arkadaşları. Tepkilerine bakıyor, olumlu tepki alamazsa yırtıp atıyor, yeniden yazıyor. Karşısında her akşam ona feedback veren seyircisi var. Belki de o nedenle bu destan böylesine müthiş ve olağanüstü.
Bedreddin’in hayatı bir yol hikâyesi aynı zamanda. Nâzım da Bedreddin’in izinde hayali bir yolculuk olarak kuruyor destanı. Yaşadığı çağın koşulları düşünüldüğünde, Bedreddin’in yaptığı yol, katettiği mesafe parmak ısırtıcı. Bursa, Konya, Halep, Şam, Kudüs, Mekke, Kahire, arada Tebriz, sonra tekrar Kahire, ardından Halep ve Ege üzerinden Edirne. İznik sürgününden sonra da Karadeniz ve Balkanlar…
Gerçekten parmak ısırtıcı. 1380’de, Edirne’den yola çıkıyor, önce Bursa’ya fıkıh eğitimi almaya gidiyor. Orada bir yıl kalıyor, ardından dönemin entelektül merkezlerinden Konya’ya geçiyor. İbn Arabi’nin 1204’te, Endülüs’ten gelip yerleştiği şehir Konya. Bedreddin orada İbn Arabi’nin manevi oğlu Sadrettin Konevi’nin takipçilerinden mantık ve matematik dersleri alıyor. İbn Arabi’nin Vahdet-i Mevcut düşüncesinden ve Füsusü’l Hikem (Gerçeğin Gözü) adlı ünlü eserinden etkilenmiş olması çok muhtemel. Sonra Halep ve Şam üzerinden Kudüs’e gidiyor, Mescid-i Aksa’daki ulemadan ders alıyor. Mekke’ye geçiyor, hac dönüşü Kahire’ye gidiyor.
Tarihçi Michel Balivet’nin kronolojisine göre, yıl 1384.
Evet. Kahire o dönem Memlûkluların yönetiminde ve 14. yüzyılın sonu, 15. yüzyılın başı itibarıyla, İslâm dünyasının en önemli merkezi. Fetret Devri’ni çalışan tarihçi Dimitris Kastritsis’e göre, Bedreddin’in asıl aydınlanma dönemi Kahire’de. Memlûk sultanı Berkuk’a ve oğluna fıkıh dersleri verirken zamanın ünlü mutasavvıfı Hüseyin Ahlati’yle tanışmasıyla başlıyor. Bu tanışma Bedreddin’in hayatında bir dönüm noktası. Alim olmaktan vazgeçiyor, saraydaki işini bırakıyor, Ahlati tekkesinde derviş oluyor.
Kırklarelili bir kıdemli derviş Varidat’ta okuduğunu söyleyerek anlatmıştı. Musa peygamber “Yarabbim, bana cemalini göster” diyor. Tanrı’dan bir nida geliyor, “Ya Musa, çık Tur Dağı’na.” Musa Tur Dağı’na çıkıyor, kimse yok. “Bana cemalini gösterecektin” diye sesleniyor Tanrı’ya. “Ya Musa” diyor Tanrı, “dön de kendine bak! Daha cemal mi arıyorsun?”
Onun da tarihini verelim, Kahire’ye gidişinin on yıl sonrası, 1394. Aynı yıl, Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Nahcivan’da idam ediliyor. Yaklaşık 15-20 yıl sonra da, Halep’te hurufi şair Nesimi katlediliyor… Dönemin Kahire’sinde, kitabınızda Balivet’den aktardığınız üzere, Anadolu ve Memlûk Türklerinin hatırı sayılır bir ağırlığı var, hem bürokraside hem medreselerde. Ve Bedreddin onlarla yakın temas içinde.
Bedreddin Türkçe ve Çerkezce konuşan Memlûklularla birlikte daha çok. Mürşidi Hüseyin Ahlati de Anadolulu, Ahlatlı. Bedreddin yirmi yıl kalıyor Kahire’de. Memlûk sultanı Berkuk’un ona armağan ettiği kölesi Cazibe’yle, Hıristiyan bir Habeşli kadınla evleniyor. Bedreddin onu azad ediyor, cariyesi değil, eşi yapıyor.
Ve galiba Ahlati’den olduğu kadar Cazibe’nin ablasının, Maria’nın fikirlerinden etkileniyor.
Maria da Berkuk’un azad ettiği bir köle ve Ahlati’nin karısı. O da mutasavvıf. Bedreddin’in torunu Hafız Halil’in yazdığı Şeyh Bedreddin Menakıbnamesi Bedreddin’in hayatı hakkındaki temel kaynak ve orada Maria’nın nasıl esinlendirici bir rol oynadığı çok güzel anlatılıyor: “Söyleyince Maria çün halini, sırrı tevhidden düşen ahvalini… Şeyh zamanında feridi derh (maddi dünya insanı) iken, zamanın bir teki iken, anı gül gördü ve kendini diken...”
Ahlati bir ara Tebriz’e gönderiyor Bedreddin’i, Şiiliği, Safeviliği tanıması için.
Bedreddin Ankara Savaşı’nın (1402) ardından gidiyor Tebriz’e. Balivet’nin verdiği tarih 1403. Tebriz’e neden gittiği hakkında rivayet muhtelif. Ahlati’nin Timur’la görüşmesi için Bedreddin’i gönderdiği söylenir, ama asıl niyetin Safeviliği ve Safevileri tanımak olduğunu belirten kaynaklar var.[i] Öte yandan, Balivet’nin aktardığı üzere, Bedreddin’in Timur’la görüştüğü doğru. Ancak, Bedreddin’in Tebriz’e gidişi Timur’un Anadolu’dan dönüşünün öncesinde. Balivet’nin anlatımına göre, Bedreddin oradaki mutasavvıflardan itibar görüyor, onların düzenlediği bir toplantıda Timur’la görüşüyor. Bedreddin’in yetkinliğinden etkilenen Timur Tebriz’de kalmasını teklif ediyor, Bedreddin kabul etmiyor. 1404’te Kahire’ye dönüyor ve aynı yıl, Ahlati’nin ölümü üzerine, Ahlati tekkesinin şeyhi oluyor. Fakat altı ay sonra, orada rahatı yerindeyken, birdenbire Kahire’yi terkediyor. Edirne’ye dönmek üzere yola çıkıyor. İlk durak Halep…
Fakat demin söz Safevilere geldiği için, şu notu düşmek gerekiyor galiba. Bedreddin’in isyanından yaklaşık yüz yıl sonra, Çaldıran Savaşı’yla ve Yavuz Selim’in zaferiyle sonuçlanan Osmanlı-Safevi çatışmasında, Teke yarımadasının, iç Ege’nin ve Konya çevresinin Türkmen ahalisi Yavuz’u değil, Şah İsmail’i destekliyor. Bu arada, Yavuz’un divanının Farsça, sonradan Hatayi mahlasını alan Şah İsmail’in divanının ise Türkçe olduğunu da belirtelim. Bu uzun Safevi parantezinin bir nedeni de kitabınızda yer verdiğiniz Aziz Mahmud Hüdai Layihası.
Ahmet Yaşar Ocak, Bedreddin asıldıktan sonra müridlerini ve Deliorman halkını suçlayan iki layihadan, iki hukuki belgeden söz ediyor. Bunlardan biri Aziz Mahmud Hüdai Layihası. 1576’da, Bedreddin’in asılmasından bir buçuk yüzyıl sonra, Sultan I. Ahmet’e sunulan layiha, Ocak’ın aktarımıyla kitaba aldığım gibi, “Bedreddin isyanını özetlemekte, Simaveniler anlatılırken Safevilerle ittifak halinde oldukları ve Dobruca’daki Kalenderi zaviyesinin kapatılması öğütlenmekte, şeyhlerinin tutuklanmasıyla müritlerinin yola geleceklerini bildirmekteydi.”
Aydınoğlu Mehmet Bey’in14. yüzyılda yaptırdığı caminin Birgi meydanına bakan kenarındaki mermer levhanın üzerinde bir aslan kabartması var. İslâm’da canlı tasvirleri yasak, ama bu 14. yüzyıl camisinde yelesiyle filan tastamam bir aslan tasviri… Bu da o dönemde, o bölgede farklı bir iklimin hüküm sürdüğünü gösteriyor.
Bedreddin’in güzergâhına dönelim. Hayatının yirmi yılını geçirdiği Kahire’den ayrıldığında, ilk durağı Halep…
Halep’te Türkmenler onu kentin kapısında heyecanla karşılıyor, liderleri olmasını istiyorlar. Bedreddin’in Halep’e gidişi, Menakıbname’ye göre, Nesimi’nin öldürülmesinin hemen sonrası. Hatta, Bedreddin Nesimi’nin idam fetvasını veren kişiyle karşılaşıyor. Birçok başka kaynağa göre ise Nesimi’nin öldürülmesinden (1417-18) on küsur yıl önce gidiyor Halep’e.
Burada Hallac-ı Mansur’un ve takipçisi şair Nesimi’nin “Vahdet-i Vücut” düşüncesiyle Bedreddin’in Varidat’ındaki İbn Arabi esinli “Vahdet-i Mevcut” farkına değinmekte fayda var. Hem böylece Bedreddin’in sözünü ettiğiniz “doğacı tasavvuf”u açılmış olur. Kitapta güzel özetliyorsunuz aradaki farkı.
Vahdet-i Vücut ile Vahdet-i Mevcut farkı benim için Bedreddin felsefesindeki en karmaşık konuydu. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Varidat yorumundan yararlandım çok. Vahdet-i Vücut, en yalın tarifiyle, bir aynanın parçalanıp tuzla buz olup dağılması gibi, Tanrı’nın kâinattaki her insanda var olması. Vahdet-i Mevcut ise Tanrı’nın bizzat kâinattaki her şey olması, sadece insanda değil, âlemdeki, kâinattaki bütün varlıklarda, hepsinde ve her şeyde ve onların toplamında mevcut olması. Ben öyle anlıyorum.
Nesimi’nin “Enel Hak” derken ne kastettiği ve neden derisi yüzülerek öldürüldüğü de anlaşılıyor bu tariften. Kitabınızda, Bedreddinî bir derviş Vahdet-i Mevcut anlayışını bir kıssayla özetliyor.
Kırklareli’nde tanıştığımız bir kıdemli derviş Varidat’ta okuduğunu söyleyerek anlatmıştı onu. Musa peygamber “Yarabbim, bana cemalini göster” diyor. Tanrı’dan bir nida geliyor, “Ya Musa, çık Tur Dağı’na.” Musa Tur Dağı’na çıkıyor, kimse yok. “Bana cemalini gösterecektin” diye sesleniyor Tanrı’ya. “Ya Musa” diyor Tanrı, “dön de kendine bak! Daha cemal mi arıyorsun?”
Halep’e dönersek…
Bedreddin Türkmenlerin liderlik teklifini kabul etmiyor, Anadolu’ya geliyor…
Rahatı yerindeyken Kahire’yi bırakıp, ardından da Halep’te aldığı liderlik teklifini reddedip niye Anadolu’ya geliyor?
Bir arayışı var Bedreddin’in, bir insanlık arayışı. Mevcut haldekinden başka bir insanlığın arayışı. Her çağda var o arayış, çeşitli adlar altında. Bazen sufizm, bazen hümanizm, bazen aydınlanma… Fetret Devri’nde geliyor Anadolu’ya, kimi tarihçilere göre yirmi yıl süren o kargaşa döneminin, düşüncelerini yaymak için uygun zemin olduğunu düşünmüş olabilir. Ama temel meselesi yeni bir insanlık arayışı. Özellikle Varidat’taki bazı düşünceleri erken bir Aydınlanma çağrısı gibi, evrensel bir çağrı. O nedenle derin bir iz bırakıyor toplumsal hafızada. Bedreddin’in tüm hayat hikâyesinde beni en çok cezbeden bu oldu aslında. Doğduğu yerde, Simavna’da tanık olduğum olayı ömrüm boyunca unutmayacağım.
Niyazi-i Mısri, yazdığı şiirin sonunda, İbn Arabi’nin ünlü eseri Füsusü’l Hikem’i deryaya, Varidat’ı o deryaya dökülen bir nehire benzetiyor. “Muhyeddin ü Bedreddin ettiler ihyayı din / Derya Niyazi Füsus enkârıdır Varidat.”
Nedir o olay?
Bedreddin 1300’lerin ikinci yarısında, şimdiki adı Ammovouno olan bir Gagavuz köyünde, Simavna’da doğuyor. Simavna Edirne’ye kuş uçusu 25 kilometre, karayoluyla 40 dakika mesafede. Belgesel için araştırma yaparken gitmiştik oraya. Bir kahvede oturuyoruz, kahveci Bursa-Balat’tan göçmüş bir Rum kadın, Vassiliki. Türkçesi çok iyi. “Bedreddin’i bilir misiniz” diye sordum. “Ben bilmem, ama babam olsa neler neler anlatırdı” dedi. O sırada, 10-12 yaşındaki torunu Eleni bize kaçamak bakışlar atarak babaannesinin kulağına bir şeyler söyledi, sonra koşa koşa gidip bir kitap getirdi. Açıp yüksek sesle okumaya başladı.
Yunanca okuyor, anlamadan dinliyoruz. Birden Bedreddin, İsrail, Melek, Angeliki gibi çok iyi bildiğimiz isimlerin geçtiğini fark ettik. İsrail, Bedreddin’in babası, bir Selçuklu beyinin oğlu. Angeliki, Müslüman olduktan sonraki ismiyle Melek, annesi… Eleni Şeyh Bedreddin’in hayatını okuyor bize. Yaz ödeviymiş. Bedreddin’in hayatı Yunanistan’da ortaokul yaz ödevi! Bedreddin’in kolektif hafızada kalması beni çok etkiledi. İnsanlara bir yerden dokunmuş Bedreddin hareketi. Dokunup geçmemiş, hafızaya yerleşmiş. 600 yıldır da duruyor. Bunları bilmeden peşine düşmüştüm Bedreddin’in, ama öğrendikçe daha da içine çekti beni.
Kitaptaki Ayşe Teyze hikâyesi Bedreddin’in toplumsal hafızaya yerleşmesi bakımından da çok çarpıcı.
Trakya’da köy köy dolaştık Bedreddinîlerin izinde. Oradaki Bedreddinîlerin hepsi, Rumi takvimde 1293’e denk geldiği için ‘93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Edirne’nin berisine göçen Amuca kabilesinden. Amucalar yüzyıllarca, bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda yaşamıştı. Göçten sonra bir kısmı Bektaşiler arasında erimiş. 1877-78 savaşında Manastır’dan, Selanik’ten, Bulgaristan’dan yüz binlerce sığınmacı gelmiş, yaklaşık 200 bini Trakya’ya yerleşmiş, ayrıca 300 bin kişinin Rumeli’den Anadolu’ya geçip oraları yurt edindiği söyleniyor.
Lüleburgaz’da bir köye gittik, kahvede –adı Dostlar Kıraathanesi– çay içerken insanlar merak edip soruyor. Biz de “Şeyh Bedreddin diye birini duydunuz mu, onu araştırıyoruz” diyoruz. Bir adam “sizi tanıyanlara götüreyim” dedi. Gittik. Evin hanımı avluda karşıladı bizi, “inekleri sağmaktan geliyorum” dedi. Kolsuz bir bluz ve şortlaydı. Sohbet ettik. “Ben bilmem, babaanne bilir” dedi, kızını gönderip çağırttı.
Bedreddin’in Camiu’l Fusûleyn’i içtihatlara değil, vicdanlarına uymayı öğütlüyordu kadılara. Dört asır sonraki Mecelle’de ise Hanefi hukukunun dışına çıkılmadığı gibi, yargıca içtihat seçme serbestisi tanınmıyor. Cemal Kafadar’a göre de Bedreddin, “Bırakın bir mezhep içindeki üç-dört büyük düşünüre bağlı kalmayı, bir mezhebe bile bağlı kalmıyor. Hür düşünür tavrını burada da gösteriyor.”
Babaanne, Ayşe Teyze. “Şeyh Bedreddin diye birini araştırıyoruz, siz nerelisiniz” dedim. “Buralıyım” dedi, annesi ise Eski Zarağ’danmış, özgün adıyla Stara Zagora’dan, yani Bedreddinîlerin bugün Bulgaristan topraklarındaki yerleşimlerinden birinden. “Anneniz olsa bilirdi” dedim. “Ben de bilirim” deyip sağ elini kalbinin üstüne koydu. “Pirimizdir Bedreddin Sultan.” 83 yaşındaydı, ama sözü sohbeti yerindeydi. Laf lafı açtı, bir yandan anlatıyor, bir yandan da deyişler söyleyerek kesik adımlarla semah dönüyordu.
Sonraki günlerde birkaç kez gittik Ayşe Teyze’nin evine. Her seferinde büyük bir misafirperverlikle ağırlandık. Bağlama çalındı, deyişler, nefesler söylendi, semah dönüldü. Ayşe Teyze’nin kalın, pürüzsüz sesiyle söylediği “Misafir Hızırdır” deyişini hiç unutmuyorum: “Mihman canlar siz bize hoşgeldiniz hü hü / Mihman canlar siz bize hoşgeldiniz hü hü / Yavan kaşık yesin, yüzümüz gülsün hü hü / Yavan kaşık yesin, yüzümüz gülsün hü hü…”
Yedi büyük Alevi şairinden biri olan Hatayi’nin şu deyişini de ilk kez Ayşe Teyze’den dinledik: “Kalk semahta bile oyna / Silinsin pak olsun ayna / Kırk yıl bir kazanda kayna / Daha çiğsin yan dediler…” Bir deftere söyledikleri deyişleri yazmışlardı, çoğu Yunus Emre şiirlerindendi. Ayşe Teyze Bedreddinîlerin azalmasından yakınıyordu. “Evvel çoktuk, gök gibi gürlerdik, ne kalabalıktık, ne kalabalıktık” diyordu.
O köyde 15-20 Bedreddinî varmış, ama pek belli etmiyorlar Bedreddinî olduklarını. Avluda otururken komşular duymasın diye alçak sesle konuşuyorduk. Trakya köyleri çoğunlukla Bektaşi. Bedreddinîler Bektaşi köylerinde barınmış, bir tek Bektaşiler kabul etmiş onları. Çok yakın ilişkileri yok ama. Bedreddin Bektaşi ya da Alevi değil, ancak sufizmi Bektaşilere ve Alevilere çok yakın. “Muhabbet” dedikleri ritüele davet ettiler bizi orada, dışarıdan kimseyi almıyorlar normalde…
Bedreddin’in duraklarıyla devam edelim. Kahire’yi terk edip Halep üzerinden Anadolu’ya geliyor, ama doğrudan Edirne’ye dönmüyor, epey zikzaklı bir güzergâh izliyor.
İki sene sürüyor Edirne’ye dönüşü. Önce Toroslar’a, ardından Konya’ya gidiyor, sonra İzmir, Karaburun, Tire, Birgi, Ortaklar, Ödemiş, Manisa, Kütahya… Oralardaki ahaliyle, Türkmenlerle, Torlaklarla, Hıristiyan ve Yahudi topluluklarla görüşüyor, ilişkiler kuruyor. Dönem Fetret Devri’nin başı, Anadolu siyasal kargaşa içinde. İki yılın sonunda, Gelibolu üzerinden Edirne’ye dönüyor. Orada, 1407’de, kendi zaviyesini kuruyor. Öğrencileri arasında Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi de var, 1411’de sultanlığını ilan edip Bedreddin’i de kazaskeri yapacak olan şehzade Musa Çelebi…
Bedreddin’in Ege’de gittiği iki yer, kethüdası Börklüce Mustafa’nın öyküsüyle doğrudan bağlantılı. Karaburun büyük isyanın başladığı yer, Tire ise Börklüce’nin mekânı…
Evet, ya Tireli ya Birgili Börklüce. Tanışmaları, buluşmaları Bedreddin’in o bölgeye gidişiyle oluyor. Torunu Hafız Halil Menakıbname’de Bedreddin’in Börklüce ve Torlak Kemal’le, hatta asılmasına neden olan Deliorman’daki isyanla hiç âlâkası olmadığını söylüyor. Fatih döneminde yaşıyor çünkü, sultanın hışmını çekmek istemiyor. Ama Menakıbname dışındaki bütün kaynaklar Börklüce ve herhalde Torlak Kemal’le arasında güçlü bir bağ olduğunu gösteriyor. Bedreddin’in sürgünde olduğu İznik’i terk ederken ailesini Börklüce’nin yanına göndermesi, aralarında çok kuvvetli bir hukuk olduğunun bir başka göstergesi. Bedreddin’in Kahire dönüşünde, Tire civarında geçirdiği günlerde kurulan bir bağ söz konusu. Börklüce de isyan öncesinde, Göynük’e yerleşmiş olan Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’e emanet ediyor Bedreddin’in ailesini. Akşemseddin’le Bedreddin arasında hısımlık var zaten.
Doğru ifade “Simavna Gazisi Oğlu”. Arapçanın yazımında kadı ile gazi arasında bir nokta var, o nüansı kaçırınca, “gazi” sözcüğü “kadı” okunuyor. Bu yanlış okuma tekrarlana tekrarlana galat-ı meşhur haline geliyor ve Bedreddin “Simavna Kadısının Oğlu” olarak biliniyor.
Akşemseddin’de duralım biraz. Onu orta öğrenim tarih kitaplarından “Fatih’in hocası” diye biliyoruz. Ama o kitaplarda sözü edilmeyen, Akşemseddin’in İstanbul’un fethine ve sonrasında başkent yapılmasına karşı çıkması. Edirne’nin başkent kalmasında ısrar ediyor. Edirne nasıl bir yer o tarihlerde, ki İstanbul’a rakip olabiliyor?
Edirne, 14. yüzyıldan itibaren ve 15. yüzyıl boyunca kozmopolit bir kent ve tam bir entelektüel merkez. İspanya’dan, Portekiz’den, Almanya’dan göç etmiş kalabalık bir Yahudi nüfus var. Hurufilerin, Kalenderilerin, İranlı mutasavvıfların, Yunan felsefecilerinin yaşadığı bir yer. Örneğin, İstanbul’da doğmuş, Mora’da, Mistra’da ölmüş Plethon diye ünlü bir filozof var, Yunan felsefesinin Edirne’deki temsilcisi gibi. Kahire dönüşünde Bedreddin’in önce zaviyesini kurduğu, sonra Musa Çelebi’nin sultanlığı döneminde kazaskerlik yaptığı Edirne böyle bir yer. Simavna’ya 25 kilometre mesafede. Osmanlı öncesinde birkaç kilise ve beş-on mahalleden oluşan küçük bir kasaba. Osmanlı döneminde, özellikle başkent olmasıyla birlikte, hızlı bir gelişim gösteriyor. Edirne’ye yerleşen halkın kurduğu mahallelerin adlarında Aydınoğulları Beyliği’ne ve Simavnalı Bedreddin’e bolca atıf var.
Ege’ye dönelim. Tire’yi uzunca konuşmamız gerekiyor, ama önce bir Birgi parantezi açalım. Kitapta anlattığınız Birgi Camii, dönemin kültürel atmosferi bakımından çok simgesel.
Birgi, Aydınoğulları Beyliği’nin ilk başkenti. Aydınoğlu Umur Bey’in görkemli bir heykeli var Birgi meydanında. Heykelin tam karşısında da Aydınoğlu Mehmet Bey’in 14. yüzyılda yaptırdığı, kendi adını taşıyan cami. Dikdörtgen planlı bir cami bu ve Birgi meydanına bakan kenarındaki mermer levhanın üzerinde bir aslan kabartması var. İslâm’da canlı tasvirleri yasak, ama bu 14. yüzyıl camisinde yelesiyle filan tastamam bir aslan tasviri… Bu da o dönemde, o bölgede farklı bir iklimin hüküm sürdüğünü gösteriyor.
Bu iklime dair Irène Mélikoff’un Ekim 2000’de Ürgüp’te yapılan Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi’nde sunduğu bildiriye atıf yapıyorsunuz.
Dönemin inanç haritası bakımından önemli bir bildiri o. Mélikoff şöyle diyor: “1346’da, Aydın Emiri Umur Paşa Venedik temsilcilerine şöyle der: ‘İzmir’e düzenlenen Haçlı Seferleri’nden hiç korkmuyorum, çünkü Hıristiyan dostlarım var.’
Umur Paşa’nın Hıristiyan dostları heterodoks inançlı Katolik Gelfler ve Gibelinlerdi. Onlara ‘sahte Hıristiyan’ denirdi. 1330’larda bu ‘sahte Hıristiyanlar’ Efes yakınlarında yeni bir kent kurmuşlardı ve orada Türklerle birlikte Ege’deki Latin adalarına akın düzenliyorlardı. Bu heterodoks ‘sahte Hıristiyanlar’ Katolik veya Ortodoks Hıristiyanlara karşı Türklerle işbirliği yapıyordu.
‘Sahte Hıristiyan’ olarak nitelenen kesimler Katarlar ve Bogomillerdi. 13. asırda Alaşehir’de (eski Philadelphia) 16 Katar kilisesi vardı. 1341’de, Umur Paşa Korint Körfezi’ne bir akın düzenleyerek Türklerin Keşişlik Adası dedikleri adayı ele geçirmişti. Bu ada, Umur Paşa döneminde kuraldışı (heterodoks) inançlı Fransiskenlerin merkeziydi. Fransiskenler dünya malına değer vermeyen bir hayat tarzında yaşıyorlardı.”
Mélikoff Börklüce’nin Sisam’a gidip geldiğini, orada Fransiskenlerle bağ kurduğunu, onlar gibi evrensel bir din ve proto-komünist bir kolektivizm vaaz ettiğini anlatıyor. Balivet de Börklüce’nin 1403’te Sisam’a gitiğini, Timur’dan kaçan Aydın-Ayasluğ ve Bursa-Balat Türklerinin oraya göç ettiğini söylüyor. Arada böyle katmanlı bağlar, ilişkiler var. Bedreddin de Kahire dönüşünde, Aydınoğulları Beyliği coğrafyasında dolaşırken bir ara Sakız’a gidiyor…
Evet, Sakız’daki Giritli keşişlerin daveti üzerine gidiyor, en az on gün kalıyor oradaki Turloti Manastırı’nda. Turloti’nin izlerini aradık Sakız’da, ama bulamadık. Turloti Girit’in kuzeydoğusundaki bölge, oradan gelen keşişlerin Sakız’da kurduğu manastır adını oradan alıyor. Bedreddin’in Turloti’deki keşişlerle dostluk kurduğunu, hatta Giritli iki keşişin onunla birlikte Çanakkale’ye gittiğini yazıyor çeşitli kaynaklar.
Kırklarelili bir derviş yönetti bizim katıldığımız Muhabbet’i. Söze başlarken “Gönlünde kini, kibri olan canlar kalkar gider” dedi. Muhabbet sekiz saate yakın sürdü. Kadın-erkek ayrımı hiç yok. Bu denli eşitlik çok az gördüm. Hacı Bektaş Veli’nin “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde / Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde / Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok” deyişinin ete kemiğe bürünmüş haline tanıklık ettik.
Sakız’daki keşişler Bedreddin’i niye davet ediyor, Bedreddin niye icabet ediyor?
Onlar orada muhalif bir güç. Sakız o dönemde Ceneviz kolonisi, dolayısıyla Katolik hâkimiyeti var. O hâkimiyete karşı da Ortodoksların, Yahudilerin, Müslümanların direnişi ve ortak mücadele arayışı söz konusu. Bedreddin’in birleştirici bir figür olduğunu düşünüyorlar herhalde. Bedreddin de İzmir çevresinde ve Aydın, Manisa, Kütahya hattında oluşan çok dinli, adem-i merkeziyetçi eğilimli halk muhalefetini Sakız’daki arayışla buluşturabileceğini düşünüyor olabilir. Sakız Foça’nın tam karşısı sonuçta, mesafe kuş uçuşu yarım saat civarı. Ege’deki farklı etnik ve dini topluluklar bir arada yaşıyor, ama onları birlikte hareket geçiren tayin edici unsur toprak mülkiyeti ve vergi meselesi. Bedreddin’in Sakız’a gidişi stratejik bir tercih gibi görünüyor.
Börklüce’nin de Sakız’da yakın ilişkileri var.
Bizanslı tarihçi Mikael Doukas’ın ünlü eseri Historia’daki anlatımından anlıyoruz onu. Historia’da Bedreddin’in adı geçmiyor, ama Börklüce için şöyle diyor Doukas: “Hemen hemen bütün köylüleri kendine mürit edindikten sonra, sinsi tutumla Hıristiyanların dostluğunu kazanma çabasına girişti. Her gün bu kişi Chios Adası’na (Sakız), oradaki halkın ve kilisenin ileri gelenlerine adamlar göndermeye başladı.”
Börklüce’nin “sinsi tutumu” Bedreddin’in Varidat’ındaki şu cümlelerle bağlantılı olsa gerek: “Zaman ve mekânın tesiriyle dinlerde uymazlık görünür. Kök bakımından aralarında fark yoktur. Rizayet ve ibadet şekilleri üzerinde durmak lüzumsuzdur, hepsi aynı yola çıkar.” Bedreddin’in hayat hikâyesiyle devam edelim. Babası da önemli bir figür Osmanlı’nın kuruluş döneminde. Dedesi keza.
Dedesi Abdülaziz ve babası Gazi İsrail, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa komutasında, 1354’te, Çanakkale üzerinden Gelibolu’ya geçen akıncılardan. Dedesi Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın yeğeni ve başvezir. Mevlâna müridlerinden olduğu da söylenir. Bedreddin’in babası Gazi İsrail ise Simavna’yı fetheden komutan. O zaman henüz kadı değil. Simavna kalesinin ele geçirilmesi sonrasında kale beyinin kızı Angelika’yla evleniyor, Angelika Müslüman oluyor, Melek adını alıyor. Ve çok geçmeden Bedreddin doğuyor. Yıl 1359 olmalı. Bedreddin doğduğunda, Osmanlı henüz sadece altmış yıldır tarih sahnesinde. Ve henüz küçük bir beylik. Sonraki kırk yılda, Ankara Savaşı’na dek hızla büyüyor.
Varidat, cennet-cehennem tasvirlerinin dış yüzündeki anlamlardan başka anlamları olduğunu söylüyor, “Huriler, köşkler, ırmaklar, meyveler ve buna benzer şeylerin hepsi hayal âleminde gerçekleşen, duygu âleminde bulunmayan şeylerdir; anlayıver artık” diyor. Zühre ana-bacı da, “Cennet, cehennem hep bu dünyada. Mesela, kadın eli sıkmayanlar cehennemi bu dünyada yaşıyorlar” demişti.
Osmanlı’nın kuruluşunun altmış yıl öncesine gittiğimizde ise Babaî isyanları çıkıyor karşımıza.
Tarihçi Dimitris Kastritsis, Fetret Devri’nde çıkan isyanların 1240’lardaki büyük Babaî isyanlarının, Şeyh Bedreddin’in öğretilerinin ise İbn Arabi ve Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin öğretilerinin devamı olduğunu belirtiyor.
Kitabınızda Varidat’la İbn Arabi’nin Füsusü’l Hikem’ini ilişkilendiren Niyazi-i Mısri’nin şiirini aktarıyorsunuz.
Niyazi-i Mısri, 17. yüzyılda Halvetiyye tarikatının Mısriyye kolunun şeyhiydi. İbn Arabi ile Bedreddin hakkında yazdığı şiirin sonunda, İbn Arabi’nin ünlü eseri Füsusü’l Hikem’i deryaya, Varidat’ı o deryaya dökülen bir nehire benzetiyor. “Muhyeddin ü Bedreddin ettiler ihyayı din / Derya Niyazi Füsus enkârıdır Varidat”. Yaygın kanı, Bedreddin’in Varidat’ı bizzat yazmadığı, öğrencilerinin ders notlarını derleyerek bir araya getirdiği yolunda. Bu bakımdan, tarihçi Cemal Kafadar’ın belirttiği gibi, Melâmî şeyhlerinin “sohbetname”sini andırıyor. Sohbetnameler bir kişinin elinden çıkmıyor, sohbetlerden, sözlerden, sorulara verilen yanıtlardan derleniyor.
Sohbetler Türkçe, ama Varidat Arapça, neden öyle?
Cemal Kafadar’ın yorumu şöyle: Sohbetlerini kendisi sonradan notlar halinde yazmış olabilir. Belki kâtibi yazıyordu, belki öğrencileri. Bedreddin’in ele aldığı konular ağır felsefi konular, dönemin felsefe dili ise Arapça. O nedenle Varidat da diğer kitapları gibi Arapça. Varidat Bedreddin’in Türkçeye en önce ve en fazla çevrilen kitabı. Okuduklarım arasında Abdülbaki Gölpınarlı’nın Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin kitabının ikinci bölümündeki Varidat bana en güvenilir görünen edisyondu.
Varidat’ı etraflıca konuşmayı sonraya bırakıp Bedreddin’in diğer kitaplarından söz edelim biraz. Nâzım’ın destanında Teshîl vurgulanıyor. Ama anlaşılan o ki, Camiu’l Fusûleyn neredeyse Varidat kadar kalıcı bir kitap.
Bedreddin’in kitaplarının sayısı 14 ila 42 arasında değişiyor. İlk fıkıh eserlerinden biri olan Letâifu’l-İşârât Şerhi’ni (Fıkıh Ekolleri Arasındaki Tartışmalı Konuların İncelikleri) Kültür Bakanlığı 2012’de yayınladı. Ardından Camiu’l Fusûleyn ve Teshîl de Türkçeye çevrildi. Bedreddin’in Edirne’de, 1410-1411 yıllarında yazdığı Camiu’l Fusûleyn 15. yüzyıl başlarından 19. yüzyıldaki Mecelle’ye, yani 1869’a dek, 400 yıl boyunca medeni kanun kitabı olarak kullanılmıştı. Mecelle’ye kadar başka bir kanun külliyatına rastlanmıyor.
Camiu’l Fusûleyn’in Mecelle’den nasıl bir farkı var?
Bedreddin’in “kendime ve kadılara yardımcı olsun diye yazdım” dediği Camiu’l Fusûleyn, içtihatlara değil, kendi vicdanlarına uymayı öğütlüyordu kadılara. Dört asır sonraki Mecelle’de ise Hanefi hukukunun dışına çıkılmadığı gibi, yargıca kendi hukuk mantığına göre karar verme, içtihat seçme serbestisi tanınmıyor. Hukukçu Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin adlı kitabında, Camiu’l Fusûleyn’in Mecelle’den daha ileri olduğunu ayrıntılarıyla anlatıyor. Bedreddin’in fıkıh kitabı, yargıcı “skolastik hukuktan kurtarıyor”, başkalarının içtihadıyla değil, kendi içtihadıyla, kendi reyiyle hüküm vermesi gerektiğini söylüyor. Kurdakul’un ifadesiyle, “Bedreddin yargıcı ne kadıaskerin ne de ‘emr-i sultan’ın isteğine zebun etmiştir”. Cemal Kafadar’a göre de Bedreddin, “Bırakın bir mezhep içindeki üç-dört büyük düşünüre bağlı kalmayı, bir mezhebe bile bağlı kalmıyor. O hür düşünür tavrını burada da gösteriyor.”
Bedreddin “Simavna kadısının oğlu” olarak biliniyor. Nâzım’ın destanı dahil, neredeyse bütün kaynaklarda öyle geçiyor, ama kitabınızda doğru ifadenin “Simavna gazisinin oğlu” olduğu söyleniyor.
Gazi İsrail Simavna kalesini fethediyor, sonra da orada kadılık yapıyor, ardından da Edirne’de. Dolayısıyla, Bedreddin hem Simavna kadısının hem Simavna gazisinin oğlu. Ama, Orhan Şaik Gökyay’a göre, doğru ifade “Simavna Gazisi Oğlu”. Kafa karışıklığının sebebi, Arapça kaligrafinin yanlış okunması. Arapçanın yazımında kadı ile gazi arasında bir nokta var, çok ince bir nüans. O nüansı kaçırınca, “gazi” sözcüğü “kadı” okunuyor. Bu yanlış okuma tekrarlana tekrarlana galat-ı meşhur haline geliyor ve Bedreddin “Simavna Kadısının Oğlu” olarak biliniyor. Gökyay bu yanlışı düzeltiyor, Cemal Kafadar da İki Cihan Âresi’ndede bunu teyid ediyor: “Sağolsun, Orhan Şaik Gökyay’ın ustaca gösterdiği gibi, Bedreddin’in Simavna kadısının değil, gazisinin oğlu olduğunu biliyoruz.”
Burada, “gazi”nin o zamanlardaki anlamının üzerinde durmak gerekiyor galiba. Kitabınızda Cemal Kafadar’dan Halil İnalcık’a, Dimitris Kastiritsis’ten Jason Goodwin’e, Osmanlı’nın kuruluş dönemini inceleyen tarihçilerin görüşlerine yer veriyorsunuz. Özetleyecek olursak, 14. yüzyılın “gazi”si kimdir, ne yapar?
Andığınız tarihçilerin ortak görüşüne göre, Osmanlı’nın kuruluş dönemi olan 1300’ler, ilk fetihleri yapan gazilerin ve uzlaşmaların yüzyılı. Burada, uzlaştırmacı heterodoks inancın altını çizmek gerekiyor. Gaziler Osmanlı’nın sınırlarını genişleten savaşçılardı, ama Cemal Kafadar’ın belirttiği gibi, gazilerin işi Müslüman olmayan toplulukların karşısına “İslâm ya da kılıç gibi basit bir seçenekle çıkmak değildi”. Gaziler Osmanlı mülküne kattıkları topraklarda İslâm’ı yaymak istiyorlardı, ama gayrımüslim halkı Müslüman olmaya zorlamıyorlardı. Heterodoks inançlarının esnek, uzlaştırmacı yapıları sayesinde, fethettikleri topraklardaki gayrımüslim halklarla gayet iyi geçiniyorlardı.
Zaten Osmanlı’nın kuruluş döneminde, toplumun ve devletin baskın dini ideolojisi heterodoks İslâm… Nitekim, siz de Ahmet Yaşar Ocak’tan şu alıntıyı yapıyorsunuz: “14. yüzyılın başlarında bir uç beyliği olarak tarihte yerini almaya başlayan Osmanlı devleti iki paralel (ortodoks-heterodoks) İslâm yorumunun varisiydi. Hatta, halkın belli bir kesimi daha ziyade heterodoks İslâm yorumunun varisiydi. Bu vakıanın en belirgin göstergesi Aşıkpaşazade, Oruç Bey ve Neşri tarihleri gibi erken Osmanlı kaynaklarında beyliğin kuruluş döneminin, Rum Abdalları yahut Abdalan-ı Rum tabir edilen dervişlerin menkıbeleriyle iç içe tasvir olunmasıydı. Başta Osman Gazi olmak üzere, Orhan Gazi, I. Murat gibi Osmanlı beylerinin etrafı Şeyh Edebali, Geyikli Baba, Abdal Musa gibi şeyh ve dervişlerle çevriliydi…”
Tam da öyle, Osmanlı’nın ilk yüzyılının gazileri sadece savaşan askerler değildi. Genellikle “gazi-dervişler” veya akıncı-dervişler diye anılıyorlar zaten. Dönemin eğitim kurumları olan zaviyelerde yetişiyorlardı. Zaviye açı demek, her zaviyenin kendisine has bir bakış açışı, eğitim anlayışı vardı, bu da dönemin çoğulculuğunun bir başka göstergesi. Bu zaviyelerde yetişen gazi-dervişler padişahların danıştığı, yönetimde söz sahibi insanlardı. Ömer Lütfü Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesinde gazilerin dervişliğini ve zaviyelerle bağlarını ayrıntılı olarak anlatıyor. Zaviyeler kendi içlerine kapalı birimler değil, toplumsal hayatın içinde ve üretimde yer alıyorlar. Örneğin, Tire’deki büyük çiftliklerin kurulmasında oradaki zaviyelerin önemli payı vardı.
Varidat’ta “İnsan kendi doğrularını sonuna kadar savunmalı, eğer meydan okuması gerekiyorsa meydan okumalıdır” diyor. Aydınlanma’nın temel kavramı olan “Sapere Aude” ile buluşan bu anlayışı Cemal Kafadar şöyle özetliyor: “Kant ünlü ‘Aydınlanma Nedir?’ makalesine ‘Sapere Aude’ ile başlar. Yani bilmeye cüret et, bildiğini kamu önünde söylemeye cüret et.”
Görüşlerine başvurduğum Fetret Devri uzmanı Dimitris Kastritsis’in gazi-dervişler hakkındaki görüşlerini kitapta aktarmıştım. Özetle şöyle diyor: “Gazi ve akıncı aynı şey mi? Bu insanlar bütün Hıristiyanlara karşı olan, onları ya döndürmek ya da öldürmek isteyen fanatik Müslümanlar mı? Öyle olmadıkları açık. Hayatları Hıristiyan topraklarına yapılan akınlara bağlı olsa bile bazı akınlarda Hıristiyanlardan destek gördüklerini biliyoruz.”
Jason Goodwin ise Ufukların Efendisi Osmanlılar adlı kitabında “İlk savaşçılar uçsuz bucaksız bir alana tül kadar ince, demir kadar güçlü bir ağ atmışlardı, ama asla bir ve aynı ulus değildiler” diyor. Goodwin ünlü tarihçi Fernandel Braudel’e atıfla, bu ilk savaşçıların “işbirliği yapıları” oluşturduklarını söylüyor ve Osmanlı’yı şöyle tanımlıyor: “İnancı İslâm, ayini Bizans, itibarı Acem, zenginliği Mısır, alfabesi Arap, yönetimi Balkan kökenli.”
Bedreddin’in tarih sahnesine çıkışı Osmanlı’nın kuruluş yüzyılı. Kimliği, kişiliği, dünya görüşü bu çoğulcu yapı ve gazi-dervişlerin zihniyet ikliminde oluşmuştu. Bedreddin, demin Börklüce bahsinde Varidat’tan alıntıladığınız bölümün de gösterdiği gibi, farklı inançların sentezini savunuyor ve binlerce Müslümanı ve Hıristiyanı bu bakışla, anlayışla bir araya getiriyor. Bunu gazi-dervişler ortamından gelmesine rağmen değil, tam da o nedenle başarabiliyor.
Bedreddin’in ana dili Yunanca, baba dili Türkçe, eğitim ve yazı dili ise Arapça…
Evet, Bedreddin en az üç dilli. Muhtemelen Farsça ve bazı Balkan dillerini de öğreniyor sonradan. Annesi Rum, karısı Habeşli bir Hıristiyan, oğlu İsmail Beşe bir Ermeni papazının kızıyla evli. Hikâyenin içinde Rum var, Türkmen var, Ermeni var, Yahudi var, Balkan halkları var, Torlaklar, Kalendiriler, Hurufiler, daha birçokları var. Bedreddin böyle bir çok-dilli, çok-inançlı, çok-kültürlü ortamın insanı.
Altı yüzyıl sonrasına gidelim… Lüleburgaz’ın bir köyünde, Bedreddinîlerin “Muhabbet”ine davet edildiğinizi söylediniz. Kitabınızda da anlatıyorsunuz. “Muhabbet” nasıl bir ritüel?
Muhabbet bir evin odasında oluyor. Ortada boş bir alan bırakacak şekilde, bir halka oluşturup oturuyorlar, kadınlı erkekli, yüz yüze, “cemal cemale”. Muhabbet’e başlamadan önce, erkekler kırmızı başlıklarını giyiyor, başlıklarının tepesine beyaz Serez bezi bağlıyorlar. Halkanın ortasındaki boş alanda üç mum yakıyorlar. Alevilerdeki “Dede”nin muadili bir “Baba” ve yine Alevilerdeki gibi, 12 “hizmet dedesi” var. Babanın evli olması ve eşinin, “ana-bacı”nın ona eşlik etmesi şart. Baba geleneksel bir söylemle açıyor Muhabbet’i.
Habib Dede 1980’lerde bir arkadaşıyla İstanbul’a gelmiş, Aksaray’da dolaşırken “Bedreddin’in takipçisiyiz, ama kitabını bilmiyoruz, okuyup öğrenelim” demişler. Bir kitapçıya girmişler, “Şeyh Bedreddin’in kitabı var mı?” diye sormuşlar. Kitapçı “Sizi gidi komünistler, defolun dükkânımdan” diye kovalamış bunları.
Kısa süre önce vefat eden Baba’nın yerine seçtikleri yeni Baba genç ve deneyimsiz olduğu için Kırklarelili bir derviş yönetti bizim katıldığımız Muhabbet’i. Söze başlarken “Gönlünde kini, kibri olan canlar kalkar gider” dedi. Muhabbet sekiz saate yakın sürdü. Arada dualar okundu, çoğu Türkçe, bazıları Arapça. Her bölümün sonunda ve başında hu çekiliyor, “Bedreddin Sultan’a hu” deniyor. Sonrasında yemek yeniyor.
Bir “kazan dedesi” var, rakı-su karışımı yapıyor bir tencerenin içinde. Çok hafif bir rakı, kepçeyle herkese veriyor. Yemek sırasında, öncesinde ve sonrasında öyle bir ritüel var. Semah dönülüyor, Alevi semahlarıyla aşağı yukarı aynı. Birbirlerine sarılarak döndükleri bir semah var, sadece Bedreddinîler yapıyor onu.
Kadın-erkek ayrımı hiç yok. Bu denli eşitlik çok az gördüm. Hacı Bektaş Veli’nin “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde / Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde / Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok” deyişinin ete kemiğe bürünmüş haline tanıklık ettik orada. Kırklareli’nin Kofçaz kazasının bir köyüydü. Bedreddinîler en çok Kırklareli’nde.
Kofçaz’daki Topçu Baba türbesini ve her yıl haziran ayında yapılan “Topçular Şöleni”ni anlatıyorsunuz kitapta. O türbeyi ve şöleni konuşalım biraz.
Bedreddinîleri nerede bulacağımızı kime sorsak, “Topçular’a gidin” diyordu. Topçular hem şölenin hem türbenin adı. Topçu Baba kutsal bir gazi-derviş. Türbesi Bulgaristan sınırına yakın bir ormanın başladığı yerde. Türbenin kıbleye bakmaması enteresan. Biz gittiğimizde önünde upuzun kuyruklar vardı. Sırası gelen kapının eşiğini öperek içeri giriyordu. Çıkarken türbeye sırt dönülmeden geri geri yürünüyordu.
Şölen türbenin yanında başlayan ormanda yapılıyor, her yıl haziranda, hasattan önce. Şiirli, müzikli, semahlı, sohbetli, yemekli bir şölen. Bir sahne var, sazlar çalınıyor, deyişler, nefesler söyleniyor, semahlar dönülüyor. Seyyar mutfak kuruluyor, pilavlar, etler pişiriliyor. Sabah 10’dan itibaren rakı içiliyor, fakat bir tek olay çıkmıyor. Herkes bir ağacın altında grup olarak oturuyor. İki bin civarında insan, çoluk çocuk, kadın erkek, genç ihtiyar…
Muhabbet’i anlatırken “horoz pişirildi” dediniz. Niye tavuk değil de horoz? Özel bir sembolizmi mi var?
Cebrail onlar için kutsal bir melek, Alevilerde de öyle. Üç kitapta da tanrının elçisi çünkü. Horoz Cebrail’i temsil ediyor, yani Cebrail yeniyor. Fakat şu da var: Günümüz Bedreddinîleri Bedreddin’in felsefesine teorik anlamda pek hâkim değiller, açıklayamıyorlar, ama onu yaşıyorlar. Varidat’ı içselleştirmişler, ona bir kitap olarak değil, bu dünyanın, bu hayatın doğal bir ifadesi diye bakıyorlar.
Bu içselleştirmeye ve güncelleştirmeye dair güzel örnekler var kitabınızda. “P. Köyü”ndeki bir ana-bacının cennet-cehennem yorumu mesela…
Bedreddinî derviş Davut Baba’nın eşi Zühre ana-bacı yapmıştı o yorumu. Varidat, cennet-cehennem tasvirlerinin dış yüzündeki anlamlardan başka anlamları olduğunu, onları içi dışı temiz kişilerin bildiğini, anladığını söylüyor, “Huriler, köşkler, ırmaklar, meyveler ve buna benzer şeylerin hepsi hayal âleminde gerçekleşen, duygu âleminde bulunmayan şeylerdir; anlayıver artık” diyor. Zühre ana-bacı da, “Cennet, cehennem hep bu dünyada. Mesela, kadın eli sıkmayanlar cehennemi bu dünyada yaşıyorlar” demişti.
Varidat içselleştirmesi kolay bir kitap. Söyleşinin başında, Bedreddin’in hikâyesini özetlerken aslında Varidat’ı da özetlediniz. O özeti biraz açacak olursak: Çoğulculuk, eleştirel düşünce –içtihat, gelenek ne olursa olsun, kimin buyruğu olursa olsun–, panteist ve Spinozist diyebileceğimiz bir doğa tasavvuru –onun uzantısı olarak “yaradan” ile “kâinat”ın eşzamanlılığı– ve bunlardan çıkarsanan eşitlik, özgürlük, kardeşlik anlayışı…
Varidat’ın “Bil ki…” diye başlamasına hayranım. İnanmanın değil, bilmenin önemini vurguluyor. Varidat’a göre, bilmek sadece okuyup öğrenmek değil, iç sesi dinlemek. Tasavvuf erbabının düşüncelerini topladığı kitaplara “varidat” denirdi, bütün mutasavvıfların bir varidatı olurdu. Bedreddin’inki “Bil ki...” diye başlıyor. Mealen “Bir düşünce aklınıza yatmıyorsa, size doğru gelmiyorsa, onu kim söylemiş olursa olsun, din uluları ne derse desin, uymayın, kendi yorumunuzu yapın” diyor.
Michel Balivet’nin 1980’lerin ortalarında, Yeşil Cami’de tanık olduğu sahne şu: Bir adam, karşısında oturan delikanlılara öfke ve nefretle, bağıra çağıra bir şeyler anlatıyor. Bedreddin’e köpürüyor, “zındık”, “hain” diye sayıyor. Balivet bu şiddetli öfke ve nefretin yöneldiği kişinin 15. yüzyılda idam edildiğini öğrenince çok şaşırıyor ve o araştırma yapmaya başlıyor. Sonuçta ortaya en iyi Bedreddin monografilerinden biri olan Şeyh Bedreddin –Tasavvuf ve İsyan çıkıyor.
Cemal Kafadar, Bedreddin’in bu anlamda bir “müçtehid” olduğunu söylüyor, Foucault ve Kant’la paralellikler kuruyor. Siz de Bedreddin ve Varidat’ı bir “erken aydınlanma çağrısı” olarak yorumluyorsunuz.
Varidat’ta “İnsan kendi doğrularını sonuna kadar savunmalı, eğer meydan okuması gerekiyorsa meydan okumalıdır” diyor. Aydınlanma’nın temel kavramı olan “Sapere Aude” ile buluşan bu anlayışı Cemal Kafadar şöyle özetliyor: “Kant ünlü ‘Aydınlanma Nedir?’ makalesine ‘Sapere Aude’ ile başlar. Yani bilmeye cüret et, bildiğini kamu önünde söylemeye cüret et.”
Bunlar tabii tehlikeli kavramlar, o zamanlarda da, bu zamanlarda da kurulu düzenleri tehdit eden fikirler. Kitabınızda, Aksaray’da Varidat’ı soran iki Bedreddinînin aldığı cevap simgesel bu bakımdan.
Kırklareli’nin Deveçatağı köyünde tanıştığımız Habip Dede anlattı onu. Etkili bir derviş Habib Dede, ama o da diğer Bedreddinîler gibi, Varidat’ı yaşıyor, okumuş değil. 1980’lerde, bir arkadaşıyla İstanbul’a gelmiş, Aksaray’da dolaşırken “Bedreddin’in takipçisiyiz, ama kitabını bilmiyoruz, okuyup öğrenelim” demişler. Bir kitapçıya girmişler, “Sizde Şeyh Bedreddin’in kitabı var mı?” diye sormuşlar. Kitapçı köpürmüş, “Sizi gidi komünistler, defolun dükkânımdan” diye kovalamış bunları. (gülüyor)
Karaburun’da da bir pansiyon sahibi sizi azarlıyor aynı nedenle.
Karaburun’un en ucundaki Sarpıncık köyünde oldu o. Ücra bir köy, köy pansiyonculuğu projesi kapsamında açılmış bir yerdi. Terasta yemek yerken Bedreddin hakkında konuşuyorduk, pansiyonun sahibi alt kattan fırladı geldi, konuşmalarımızı duymuş, bağırıp çağırdı, “O komünisti nasıl översiniz, çıkın gidin pansiyonumdan” diye. Sonradan öğrendik, adam polis emeklisiymiş, doğudan göçüp gelmiş. Karaburun köylerinin çoğunluğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip oraya yerleşmiş ya da yerleştirilmiş nüfus.
Gene de o köyde yüzyıllar öncesinden kalma bazı gelenekler hâlâ yaşıyor galiba.
Kısmen yaşıyor. Sarpıncık’ta, Ramazan ayının son gününde, herkes adağını –kuzu, pirinç, un vb.– caminin altındaki ortak bir mutfağa götürüp pişiriyor, bayramın ilk gününde aynı yemeği yiyor. Eskiden ortaklaşa pişirilen yemek hep birlikte yenirmiş, ama artık herkes alıp evine götürüyor. Belki de Karaburun’un 15. yüzyıldaki ortaklaşa hayatından kalmış bir gelenek.
Kolektif hafıza müthiş bir şey. Mordoğan’da emekli bir öğretmen Börklüce taraftarlarının işkence altında pes etmediklerini, “İriş Dede Sultan” diyerek can verdiklerini gözlerinden yaşlar akarak anlattı bize.
Varidat 16. yüzyılda, Kanuni döneminde, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvasıyla yakılıyor. 17. yüzyıl şeyhülislâmlarından Sofyalı Bali ise sultandan Bedreddinîlerin “yeryüzünden temizlenmesini” arz ediyor, çünkü “Deliorman ahalisi onun müridi ve genç, yaşlı, kadın, erkek bir arada ‘cemiyet ve sohbet’ edip ‘cennet şarabı budur’ diyerek şarap içmekte, En-el Hak diye şeyhe secde etmekte, daha sonra mumları söndürerek Seddi-i Şeriatı yıkmaktadırlar.” 19. yüzyıla geldiğimizde, Tanzimat dönemi şeyhülislâmlarından Arif Hikmet Bey Varidat’ın kopyalarını kendisi toplayıp yaktırıyor.
Arif Hikmet kafayı takmış Varidat’a, kendi cebinden ödeyip alıyor, öyle yok ediyor. Üstelik Tanzimat dönemindeyiz. (gülüyor) İlginç bir nokta şu: Ebussuud üç fetva veriyor Bedreddin aleyhine, “kâfir Simaveni taifesi”ni evlerinde misafir edenlerin dahi suç işlediğini söylüyor, ama babası Şeyh Muhyiddin Muhammed Yavsi Bedreddin hayranı. Varidat’ı olumlayan bir şerh yazan, Bedreddin için “dinin parlak ayı, ariflerin güneşi” diyen bir din adamı.
Gelelim 20. yüzyıla, 1980’lere. Bedreddin’in asılmasından yaklaşık 570 yıl sonrasında, Fransız tarihçi Michel Balivet’nin Bursa’da, Yeşil Cami’de tanık olduğu bir sahne var kitapta.
Balivet 1980’lerin ortalarında, Hacettepe Üniversitesi’ne bir çalışma yapmaya gelmiş, asistan bir arkadaşı da Osmanlı tarihine meraklı diye alıp onu Bursa’ya götürmüş. Yeşil Cami’de tanık olduğu sahne şu: Bir adam, karşısında bağdaş kurmuş oturan delikanlılara öfke ve nefretle, bağıra çağıra bir şeyler anlatıyor. Balivet merak ediyor ne söylediğini, o zamanlar henüz Türkçe bilmiyor, arkadaşı tercüme ediyor. Adam Bedreddin’e köpürüyor, “zındık”, “hain” diye sayıyor. Balivet bu şiddetli öfke ve nefretin yöneldiği kişinin 15. yüzyılın başında idam edildiğini öğrenince çok şaşırıyor ve o merakla Bedreddin konusunda araştırma yapmaya başlıyor. Sonuçta ortaya en iyi Bedreddin monografilerinden biri olan Şeyh Bedreddin –Tasavvuf ve İsyan çıkıyor.
Balivet’den 15-20 yıl sonra, aynı camide siz de benzer bir sahneye tanık oluyorsunuz.
Evet, 2003’te, gene Yeşil Cami’de oldu o olay. Öfkeli bir adam –bu defa Afgan asıllı bir turist rehberiydi, Türkçesi düzgündü– karşısına dizilmiş yüz kadar erkek çocuğa, Kur’an kursu öğrencileriydi herhalde, Bedreddin’in nasıl alçak, nasıl hain olduğunu anlatıyordu. Sadece Bedreddin’e değil, Torlaklara öfke saçıyordu.
Adamla tanıştık, Torlaklarla ne alıp veremediğini sorduk. “Torlaklar Bedreddin taraftarı, Torlak Kemal de halifelerinden biri. Aydın, Manisa etrafında toplanmışlar, Osmanlı’ya kılıç çekmişler” dedi. Bedreddin kim diye sorduk, kitapta da aktardığım şu sözleri söyledi: “Yunanistan topraklarında, Simavna’da doğmuş, annesi Dimetoka tekfurunun Hıristiyan kızı. Babasının adı İsrail, babası da Yahudi, ama Müslüman görünüyorlar. Yeni bir din getirmeye kalkıyorlar.”
Bedreddin nasıl biriydi, eğitimi var mıydı diye sorduğumuzda, cevabı ilginçti: “Var, var. Bağdat’ta, şurada burada tahsil yapmış. Varidat isimli bir kitabı var. Zeki, çalışkan, bilgili bir insan, ama işte ihanet ediyor devlete.”
21. yüzyıldan devam edelim. 2000’lerin başına dek, Tire müftüsünün fıkıh referansı Bedreddin’in demin hakkında konuştuğumuz Camiu’l Fusûleyn’i.
Yerel tarihçi Munis Armağan anlattı onu, eski Tire müftüsü Gıyasettin Bilici, Camiu’l Fusûleyn’i 2000’lerin başına dek başvuru kitabı olarak kullanıyor. Munis Armağan’ın Bedreddin hakkında kitapları var, kaç kuşaktır Tireli, karış karış biliyor Tire’nin tarihini. Camiu’l Fusûleyn’in el yazmalarını Tire’deki Balım Sultan dervişleri çoğaltmış. Balım Sultan Tekkesi’nden geriye kalanları görmeye gittik. Zeytinlikler arasında harap bir yapı. Ama hâlâ Nevruz’da Balım Sultan’da büyük kutlamalar yapılıyordu. Dervişler küpeli dolaşıyor, danalar süsleniyor, sokaklarda “Nevruz geliyor” diye bağırılıyordu. Munis Bey 16. yüzyıldaki Tire müftüsünün Bedreddin’in sülalesinden olduğunu, Bedreddin’in sülalesinin “Beylioğulları” diye anıldığını da anlattı.
Bugünkü Tire’nin şehir meydanının adı Portakal Meydanı. Ama aslı Portugal, yani Portekiz. Tireliler meydanın adının kökeni biliyor mu?
Bilmiyorlar. Portakaldan geldiğini zannediyorlar. Tarım güçlü orada, ama portakal pek yetişmiyor. Meydanın adının kökeni Portugal-Portekiz, çünkü Yahudiler gelmiş oradan. Onların gelişiyle Tire bir nevi Yahudi kültür merkezi konumu kazanmış, İstanbul Yahudilerinden de Tire’ye göçenler olmuş. Tire ve çevresi, Bedreddin’in yaşadığı dönemde, Aydın Beyliği’nin hüküm sürdüğü bölge. Muazzam verimli topraklar, Gediz’in, Büyük Menderes’in, Küçük Menderes’in suladığı bir havza… Bu nedenle Osmanlı’nın gözüne kestirdiği bir yer Aydın Beyliği coğrafyası. Aydın Beyliği, Umur Bey zamanında, Selanik ve çevresini ve Rumeli’yi de yönetmiş, oralardan kovulunca Aydın, Tire civarına çekilmişler. Böyle bir iktisadi ve kültürel coğrafyadan bahsediyoruz.
Yeşil Cami’ye dönelim, Afgan rehberin sözünü ettiği “devlet ve ihanet”ten devam edelim. Bedreddin’in “Osmanlı’ya kılıç çeken” müridlerinden Börklüce Mustafa ve taraftarları, Karaburun isyanında Osmanlı ordusunu iki kez bozguna uğratıyor, üçüncü ve son savaşta, yaklaşık 30 bin Osmanlı askeri 10 bin kişilik Börklüce kuvvetlerini alt ediyor. Kitapta o büyük savaşın cereyan ettiği ovayı anlatıyorsunuz. Yer adları kan revan. Kanlı Boğaz, Cehennem Deresi, Azap Deresi, Kanlı Dere, Kanlı Kaya… Karaburun Börklüce isyanından sonra boşaltılıyor, ama isimler ve hikâye kalıyor.
Evet, Karaburun yüz yıl iskâna kapatılıyor, insansızlaştırılıyor, sonra da başka yerlerden insanlar getirilip yerleştiriliyor. Ama kolektif hafızadan silemiyorsunuz hikâyeyi.
“Kökünü kazımak” dedikleri şeyi yapıyorlar. Ama o kök kazınamıyor. Örneğin, 2020 güzünde, Karaburunlu bir köylü kadın şunları anlatıyor Börklüce hakkında neler bildiği sorulduğunda: “İsyan etmişler Osmanlı’ya. Köylü ne ekerse gelip alırlarmış, cana tak demiş, garibanlar bütün ekinlerini yakmış bir gün. Gelip sormuşlar da sonra, tek bir buğday tanesi bulamamışlar.” Osmanlı’nın Börklüce kuvvetleri tarafından iki kere bozguna uğratıldığı, Karaburun’a giremediği söylendiğinde şöyle devam ediyor: “Üçüncüde girmiş. Cehennem Deresi’ne adım atılmaz hâlâ, günler aylar kırmızı akmış.” Bu anlatım üzerine, “Nereden biliyorsun bu kadar şeyi, üzerinden 600 yıl geçmiş” dendiğinde ise şu karşılığı veriyor: “Çok mu zaman geçmiş dersin yani?”[ii]
Kolektif hafıza müthiş bir şey. İnsanlarda kalan bilgi çok etkileyici. Bizim görüştüğümüz insanlar başka yerlerden gelip Karaburun’a yerleşmişlerdi, yaşadıkları yerin tarihi hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Ama, Mordoğan’da emekli bir öğretmen, Hayati Denizkuşu, Börklüce taraftarlarının işkence altında pes etmediklerini, “İriş Dede Sultan” diyerek can verdiklerini gözlerinden yaşlar akarak anlattı bize. “Dede Sultan” Börklüce’nin lâkabı…
Nefes Baba türbesinde yerde kilimler, sağda solda şamdanlar, mihrabın iki yanında katlanmış seccadeler, duvarlarda sağlı sollu ikonalar. Mihrabın üstünde Arapça yazılmış silik, ama okunabilen bir “Bismillahirrahmanirrahim” yazısı. Onun altında bir tablo: “İsa’nın Son Yemeği”nin bir tasviri…
Börklüce “külâh” anlamındaki “börk”ten, diğer lâkapları Kara Mustafa ve Karareis de ten renginden geliyor, değil mi?
Evet, esmerliğinden ötürü Kara Mustafa ve Karareis diye de anılıyor. Börklüce zamanında, Karaburun’a Ahurlu ya da Ahırlı dendiği, Börklüce isyanından önce Müslüman ve Hıristiyan halkın birlikte yaşadığı söyleniyor. Börklüce’nin Sakız’a en yakın noktalarından biri olan Karareis köyüne –bugünkü adı Avcılar– yerleştiği de söylentiler arasında. Belki de köyün adı o nedenle Karareis’ti. Börklüce ve taraftarlarının o köydeki mağaralarda kılıç, kalkan, ok, mancınık gibi silahlar ürettiği de söyleniyor.
Kolektif hafıza demişken, dağ laleleriyle ilgili efsane de çarpıcı bir örnek…
Evet, öyle bir şehir efsanesi var. Karaburun’da her yerde beyaz anemonlar yetişirken, Börklüce’nin Osmanlı’yla savaştığı ve yenildiği Aşağıovacık’ta kırmızı anemonların yetiştiği anlatılıyor.
Börklüce’nin katli 1416. Kimi kaynaklara göre, 1402’deki Ankara Savaşı’ndan 1413’e, kimilerine göre 1420’lere kadar süren dönem Fetret Devri olarak adlandırılıyor. Karışıklık, karmaşa anlamındaki “fetret” o döneme sonradan verilen ad, bizler de öyle okuduk orta öğretimin tarih kitaplarında. Osmanlı tarihçileri o döneme “taht mücadelesi” diyor. Yabancı tarihçiler ise “iç savaş” terimini kullanıyor, uygun olanı o, zira sivil halkın desteklediği ordular savaşıyor. Taraflar Yıldırım Bayezid’in birbiriyle savaşan oğulları, esasen Mehmet Çelebi ve Musa Çelebi.
Çelebi “şehzade” ya da “beyin oğlu” anlamında kullanılıyor. Osmanlı’da yönetenlerin ünvanı 1300 ile 1375 arasında “gazi” ve “bey”den sultan ve padişaha doğru değişiyor. Sultan ünvanını ilk kullanan Orhan Gazi’nin küçük oğlu, Yıldırım Bayezid’in babası I. Murat (1359-1389). Çelebi Mehmet de Musa Çelebi’ye galip geldiğinde Sultan I. Mehmet ünvanını alıyor. Fetret Devri’nin ilk galibi Musa Çelebi aslında. Yıldırım Bayezid’in en büyük oğlu Süleyman Çelebi’yi yenilgiye uğratarak 1411’de, Edirne’de sultanlığını ilan ediyor. Ama hükümdarlığı Rumeli ile sınırlı, Anadolu’da ise Amasya’da üslenen Mehmet Çelebi hükümdar.
Bedreddin, Musa Çelebi’nin kazaskeri oluyor. Kazasker veya kadıasker ordunun ve yargının, dinin en yüksek makamı. Hem genelkurmay başkanı hem anayasa mahkemesi başkanı gibi.
Türkler, Pomaklar, Ulahlar, Gagavuzlar… Trakya, Bulgaristan ve Eflak’ın Müslüman ve Hıristiyan halkları Bedreddin’i coşkuyla karşılıyor. Nâzım “Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp / reaya zinciri bırakıp gelmiş / Yani Rumeli’nden bizden ne varsa tekmil / kol kol Ağaçdenizi’ne akıp gelmiş” diyor.
Paul Wittek “Musa, kadıasker olarak, yani ulema sınıfının en yüksek payesine, birkaç yıl sonra bir nevi komünizmi ve Hıristiyanlarla kardeşliği telkin eden, içtimaî ve dinî büyük bir hareketin başı olacak olan Şeyh Bedreddin’i seçti” diyor. Musa Çelebi niye böyle bir tercih yapıyor, Bedreddin’in Edirne’deki zaviyesinde öğrencisi ve belki de müridi olduğu için mi?
Musa Çelebi’nin 1400’lerin başlarında, Edirne’de Bedreddin’in öğrencisi olduğu biliniyor, ama müridi olup olmadığı hakkında bir bilgi yok. Musa niye öyle bir tercih yapıyor? Cevabı bilinmeyen bir soru bu. Çeşitli tahminler yürütülüyor…
Fetret Devri’ndeki iç savaş çok taraflı bir iç savaş. Mehmet Çelebi’yi destekleyenler arasında kayınbiraderi Dulkadiroğlu Beyi var, Bizans var, Sırp despotu, Macar vasalı var. Musa’nın yanında ise Eflak voyvodası, Rumeli’deki akıncılar, gazi dervişler ve Batı Karadeniz’deki İsfendiyaroğulları Beyliği var. O dönemde yeni bir dünya kuruluyor Doğu Roma coğrafyasında. Çözülen merkezi iktidarın yerini yerel feodalite ve küçük beylikler alıyor, adem-i merkeziyetçi eğilimlerle merkeziyetçilik çatışıyor. Bütün bunların arka planında toprak mülkiyeti ve vergi düzeni meselesi var, değil mi?
Evet, 15. yüzyılın başında dünya değişiyor, yeni bir düzen kuruluyor. Şöyle bir ekonomik-politik arka plan var: 1400’den önce, Selçuklu’nun dağılmasıyla oluşan beyliklerden biri Osmanlı. Ankara Savaşı öncesinde, 13. yüzyılda batıda, Rumeli’nde fetihler yapmışlar, büyümeye başlamışlar. Tayin edici unsur toprak mülkiyeti ve vergilendirme. Kuruluş aşamasındaki merkezi devletin iki güçlü kozu bunlar. “Bu topraklar benimdir. Ne yetiştiriyorsan yarısından fazlasını bana vereceksin ve asker yetiştireceksin, onu da bana vereceksin” diyor köylüye. Köylü vermek istemiyor tabii. Zaten perişan durumda. Ankara Savaşı’ndan sonra, Timur İzmir’e kadar yakıp yıkmış, ürün kalmamış ortada. Yine merkezi bir devlet kurulsun, yine ağır vergiler gelsin istemiyorlar. Osmanlı her gittiği yerde çok ağır vergi koyuyor. “Sömürgeleştirmiyor” deniyor ama, haraca bağlıyor. Ekonomik kısmı bu.
Politik kısmında, buna direnenler var, bunu destekleyenler var. Destekleyenler kuruluş evresindeki merkezi devletin etrafına topladığı kesimler, toprak sahipleri, tüccar sınıfı… Direnenler ise küçük çiftçiler, hayvancılık yapanlar, zanaatkârlar. Çok keskin bir sosyo-ekonomik çatışma var. Bundan sonra hayat ne olacak, nasıl yaşanacak? Musa’yı alt eden Mehmet Çelebi, Sultan I. Mehmet olarak tahta oturuyor ve bu tartışmaya son vererek Osmanlı’yı merkezi devlet haline getiriyor. Merkezileşmeye karşı çıkan gazi-dervişler tasfiye ediliyor, Osmanlı’nın ilk yüzyılına hâkim olan adem-i merkeziyetçilik terk ediliyor. Merkezi devleti yerleştiren ise Fatih. I. Mehmet’in savaşla yaptığını II. Mehmet Kanunname ile hukukileştiriyor. Doğu Roma coğrafyasındaki Osmanlı devletinde yeni düzen böyle kuruluyor.
Mehmet Çelebi 1413’te Musa Çelebi’yi yenip tahta oturuyor, ama iç savaş bitmiyor, çok geçmeden Düzmece Mustafa İsyanı başlıyor.
Mustafa Çelebi’ye “düzmece” denmesi, Yıldırım Bayezid’ın oğlu olmadığı, sahte bir şehzade olduğu iddiasına dayanıyor, resmi tarihe adı böyle geçiriliyor. Ama birçok kaynak Mustafa Çelebi’nin Ankara Savaşı’nda, Musa Çelebi ile birlikte Timur’a esir düştüğünü, Timur’un Musa’yı serbest bıraktığını, Mustafa’yı ise beraberinde Semerkand’a götürdüğünü söylüyor. Timur’un 1415 civarında serbest bıraktığı Mustafa, önce Sinop’a, İsfendiyaroğulları Beyliği’ne geliyor, oradan Eflak’a geçiyor, Bulgaristan ve Makedonya’da kendisine taraftar topluyor ve sultanlığını ilan ediyor, Selanik’e yerleşiyor. Mehmet Çelebi 1416 sonbaharında Selanik’i kuşatıyor, “Düzmece” Mustafa birkaç ay direndikten sonra teslim oluyor. I. Mehmet onu öldürtmüyor nedense, taht mücadelesinden vazgeçirmekle yetiniyor. Musa’yı gaddarca öldürtmüştü halbuki. Mustafa’yı niye hayatta bıraktığı bir soru işareti. Mustafa’nın ağabeyine biat etmiş olmasından belki de. Mustafa Çelebi yenik düşünce dünya işlerinden elini eteğini çekiyor, ömrünü bir Bektaşi babası olarak, Nefes Baba olarak sürdürüyor. Selanik yakınlarında türbesi var. Çok ilginç bir yer.
Kitapta “tekke-mescit-şapel karışımı” olduğunu söylüyorsunuz.
Nefes Baba türbesi Selanik yakınlarındaki bir tepenin üstünde, küçük bir kulübe. Etrafındaki ağaçların dalları dilek, adak çaputlarıyla kaplı. Leopar desenli iç çamaşırı bile gördük. (gülüyor) Biraz ileride bir Roma tapınağı var, aşağıda ise Roma hamamları ve muazzam bir kervansaray kalıntısı. Zamanın ticaret yolu çünkü burası, Via Egnatia. Bu kervansarayla Evrenos Gazi’nin 1360-1380’lerde Gümülcine’de yaptırdığı imaret arasında önemli bir bağ var: Kervansarayda konaklayanlardan elde edilen gelir Gümülcine’deki imarette yoksullara yemek dağıtmak için kullanılıyor. Nefes Baba türbesi bu kervansaraya tepeden bakan, beyaz badanalı, tek oda bir yer. Tahta kapıyı itip içeri giriyorsunuz. Karşıda, ocakla mihrap arası bir bölüm, yerde halılar, kilimler. Sağda solda şamdanlar, mihrabın iki yanında katlanmış seccadeler, duvarlarda sağlı sollu ikonalar. Mihrabın üstünde karakalemle Arapça yazılmış, silik, ama okunabilen bir “Bismillahirrahmanirrahim” yazısı. Onun altında bir tablo: “İsa’nın Son Yemeği”nin naif bir tasviri… İki dinin bir arada olduğu, ikisinin de ibadetinin yapılabileceği bir mekândı.
1924 mübadelesinde, Serez’de yaşayan Bedreddinîler Türkiye’ye gelirken Bedreddin’in naaşını getiriyorlar. Ama defnedilecek bir yer verilmiyor. Yaklaşık kırk yıl öyle bekliyor. 1961’de bir Bakanlar Kurulu kararıyla, şimdi bulunduğu yere, Çemberlitaş – Divanyolu’ndaki II. Mahmut türbesine defnediliyor.
Bu türbe hem Nefes Baba – “Düzmece” Mustafa ve Bedreddin’i hem yenik düşen düşünce dünyasını temsil ediyor gibi. Ama o kalıntı bile yok ediliyor yakın zamanda, değil mi?
Evet, iki sene sonra tekrar gittiğimizde bambaşka bir yer olmuştu. Ağaçlarda tek çaput yoktu. Yerdeki halılar, kilimler kaldırılmış, onların yerine mavi banyo seramikleri döşenmişti. Seccadeler de yoktu. “Bismillahirrahmanirrahim” yazısı beyaz badanayla ortülmüştü, duvarlar silme ikonalarla kaplıydı. Artık tam bir Ortodoks şapeliydi. Onca zaman çoğulculuğun sembolü olan Nefes Baba 21. yüzyılda tarihe karışmıştı.
15. yüzyıla dönelim. Mehmet Çelebi 1413’te, Sofya yakınlarındaki Çamurlu’da (Nevrekop) cerayan eden nihai savaşta Musa Çelebi’yi yeniyor ve gaddarca öldürtüyor. Ama Musa’nın kazaskeri Bedreddin’i İznik’e sürgün etmekle yetiniyor, üstelik bin akçe maaş bağlıyor.
Bedreddin o maaşı reddediyor, vakıf malı olduğu gerekçesiyle. Ama Mehmet Çelebi’nin Bedreddin’i niye sağ bıraktığı, ayrıca niye maaş bağladığı bir soru işareti. Bedreddin’in bir din âlimi olarak ününden, saygınlığından ötürü sürgün etmekle yetiniyor herhalde. Bir de belki Bedreddin’in kazaskerliği döneminde Trakya’da kazandığı taraftarlarını kışkırtmamak için.
1416’daki ayaklanmadan sonra idam edilmesine de kolay karar verilemiyor. Bir heyet oluşturuluyor, epey tartışılıyor. Bedreddin’in İznik’i terk edişiyle devam edelim… Karaburun’daki Börklüce ayaklanması başladığında, Bedreddin İznik’ten ayrılıyor ve Kastamonu’ya, İsfendiyaroğulları Beyliği’ne gidiyor. Bu arada, tarih Temmuz 1416. Bedreddin neden öyle bir tercih yapıyor?
İsfendiyar Beyi’nin Musa Çelebi’nin eski müttefiki olmasına güveniyor. Balivet “Düzmece” Mustafa’nın da isyana kalkışmadan önce, Sinop’ta İsfendiyar’ın sarayında olduğunu, sonra Eflak voyvodası Mircea ile işbirliği yaparak Bulgaristan’a geçtiğini belirtiyor. Bedreddin de aynı yolu izlemek istemiş olabilir. Fakat İsfendiyaroğulları Osmanlı’nın üstlerine gelmesinden çekiniyor, yanlarında tutmak istemiyorlar Bedreddin’i. Sinop’tan bir gemiye bindirip Kırım’a gönderiyorlar. Ama Bedreddin Kırım’a gitmiyor, yoldan dönüp Bulgaristan’a, Dobruca kıyılarından Silistre-Razgrad arasındaki Deliorman civarına gidiyor. Taraftarları da orada zaten. Coşkuyla karşılanıyor. Ve isyan başlıyor.
İsyan, 1416 sonbaharında, üç ayrı noktada art arda patlıyor. Aydın’da Börklüce, Manisa’da Torlak Kemal, Deliorman’da Bedreddin liderliğinde. Börklüce ve Torlak’ın taraftarlarını Doukas’ın Historia’sından ve Nâzım’ın destanından biliyoruz, Bedreddin’i Deliorman’da coşkuyla karşılayan kimler? Gerçi Nâzım sınıfsal bir özet geçiyor…
Türkler, Pomaklar, Ulahlar, Gagavuzlar… Trakya, Bulgaristan ve Eflak’ın Müslüman ve Hıristiyan halkları Bedreddin’i coşkuyla karşılıyor. Nâzım, o özette, “Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp / reaya zinciri bırakıp gelmiş / Yani Rumeli’nden bizden ne varsa tekmil / kol kol Ağaçdenizi’ne akıp gelmiş…” diyor. Balivet, Bedreddin’in coşkuyla karşılanmasını, “kazaskerliği döneminde Aşağı Tuna ve Bulgaristan bölgelerinde çok iyi bir izlenim bırakarak ateşli taraftarlar kazanmasına” bağlıyor. Ayrıca, “Osmanlı vakanüvislerinin de Bedreddin’in tahtı ele geçirmek için Tuna bölgelerinden, özellikle Deliorman’dan başlayarak örgütlediği düzenli bir isyandan söz ettiklerini” anlatıyor.
Bu üç isyanın yanısıra bir de “Düzmece” Mustafa ayaklanması var. Deliorman’da isyan başladığı sırada, Çelebi Mehmet’in ordusu “Düzmece” Mustafa isyanına son vermek için Selanik’i kuşatmış durumda.
Çelebi Mehmet Deliorman’da başlayan isyanı duyunca kuşatmayı kaldırıyor, Serez’e çekiliyor. Ve ordusunu Deliorman’a gönderiyor. İsyancıları savaşarak yenemiyorlar, fakat Bedreddin’i tuzağa düşürerek esir alıyorlar ve Serez’e, Çelebi Mehmet’e götürüyorlar. Sonrası bilindiği gibi, Nâzım’ın anlattığı gibi…
Nâzım’ın destanında, Bedreddin Serez çarşısında, “bir bakırcı dükkânının karşısı”ndaki ağaca –kimi kaynaklara göre kiraz ağacına– asılıyor. O dükkân diğer kaynaklarda “nalbant” diye geçiyor. Bakırcı veya nalbant, Bedreddin taraftarları o dükkânı satın alıp Bedreddin’in naaşını, 1924’teki mübadeleye kadar orada saklıyorlar. Siz Serez’de de Bedreddin’in izini sürmüştünüz…
Serez’de Bedreddin’in bir türbesi, zaviyesi ve medresesi var. Türbesi bir Kadiri tekkesinin arazisinde. Türbenin girişinde “Müşkülünüz olunca bana gelin” yazdığı söyleniyor. Türbedarlığı hayatta olduğu sürece torunu Hafız Halil yapıyor, öldüğünde türbenin haziresine gömülüyor. Bedreddin’in mezarı zaviyesinin içinde. Serez Bulgar işgaline maruz kalıyor 1911-12’de. Bütün şehir yakılıp yıkılıyor. O sırada zaviyeyi de yıkıyorlar. Erciyes Üniversitesi’nde Bedreddin Sempozyumu yapmışlar, onun kitabının kapağına Bedreddin Zaviyesi’nin resmini koymuşlardı. Ama biz gittiğimizde hiçbir şey yoktu. Taş üstünde taş kalmamış. Serez belediyesinin arşivindeki haritalarda türbe ve Bedreddin Zaviyesi görünüyor, ama bunlar Bulgar işgalinden önceki haritalar. 1924 mübadelesinde, Serez’de yaşayan Bedreddinîler Türkiye’ye gelirken Bedreddin’in naaşını getiriyorlar, kurşun bir sandıkla. Ama defnedilecek bir yer verilmiyor. Yaklaşık kırk yıl öyle bekliyor, önce Sultanahmet Camii’nde, sonra Topkapı Sarayı’nın deposunda. 1961’de bir Bakanlar Kurulu kararıyla, şimdi bulunduğu yere, Çemberlitaş – Divanyolu’ndaki II. Mahmut türbesine defnediliyor.
Mélikoff Bedreddin ve Torlak Kemal’in asılmasını, Börklüce’nin ise çarmıha gerilmesini isyanlar arasındaki farka bağlıyor. Üç isyan da Osmanlı’yı devirmeyi hedefliyor, ama Bedreddin ve Torlak Kemal’in ayaklanması İslâm çerçevesinde kalıyor. Börklüce hem dine hem mülkiyet düzenine bayrak açtığı için idamdan daha ağır bir ceza düşünülüyor ve çarmıha geriliyor.
II. Mahmut’un kim olduğunu hatırlayalım bu arada. 1821’de, soykırım ölçeğindeki büyük Sakız katliamını, 1826’da ise resmi tarihin Vaka-ı Hayriye diye adlandırdığı, ama gene soykırım ölçeğindeki büyük Yeniçeri ve Bektaşi katliamını yapan sultan. Bedreddin’i götürüp onun türbesine gömüyorlar.
Özellikle yapıyorlar bunu. II. Mahmud’un türbesinin kapısının önüne, ayak altına gömüyorlar bir de. Dahası, Bedreddin’in mezar taşında “Doğumu: 1359 – İdamı: 1416” yazılıyor. Ölümü değil, idamı… Çok kötü bir şey. Öldürüldüğü tarihi de yanlış yazmışlar, 1418 demişler. İdamı 18 Aralık 1416 halbuki.
Naaşı yok edebilirlerdi. Onca yıl bekleyip, sonra da götürüp oraya, o mezar taşıyla gömmeyi tercih ediyorlar.
Ama, 1924’ten 1961’e, 37 yıl karar veremiyorlar. (gülüyor)
İdam ederken de biraz kararsız kalıyorlar. Bedreddin konusundaki kararsızlık 600 yıl sürüyor.
Varidat’ı yaktıran Kanuni dönemi (1520-1566) şeyhülislâmı Ebussuud’un babası Bedreddin hayranı. Tanzimat döneminin (1839-1876) şeyhülislamı Varidat’ı sahaflardan toplayıp yok ediyor, ama Kanuni dönemindeki yasaklama Tanzimat’ta yok. Abdülhamit döneminde (1876-1908), İttihatçı Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin Varidat’ı çevirmesi epey ses getiriyor. 2000’lerin başına dek Tire müftüsü Bedreddin’in fıkıh kitabını okutuyor. Böyle bir sarkaç…
Bedreddin paylaşılamıyor da. “Ne muazzam fakihti, ne kadar mühim bir İslâm düşünürüydü” diyen kitaplar çıktı son zamanlarda.
Madem öyle biriydi, niye asıldı?
Yanlışlık oldu diyenler var o cenahta. (gülüyor)
Ama Bedreddin yok edilemiyor, konuştuğumuz birçok örneğin gösterdiği gibi, toplumsal hafızada yaşıyor.
Nasıl ayakta, değil mi? Çünkü çok evrensel, herkese seslenebiliyor. Bedreddin’in düşünce dünyası, hikâyesi bütün insanlığa değiyor.
Bedreddin çırılçıplak asılıyor, Börklüce ise çarmıha geriliyor. Bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?
Çarmıha germe eski zamanlarda hırsızları cezalandırma yöntemiymiş. Suçluları, hırsızları, toplumun gözünde dışlanması gerekenleri çarmıha gererlermiş. Küçültmek için Börklüce’ye bunu yapıyorlar. İsa’yı çarmıha germeleri de ondan. Irène Mélikoff, Bedreddin ve Torlak Kemal’in asılmasını, Börklüce’nin ise çarmıha gerilmesini, liderliğini yaptıkları isyanlar arasındaki farka bağlıyor. Üç isyan da Osmanlı yönetimini devirmeyi hedefliyor, ama Bedreddin ve Torlak Kemal’in ayaklanması İslâm çerçevesinde kalıyor, idam cezası suça uygun görülüyor. Fakat Börklüce hem dine hem açıkça mülkiyet düzenine bayrak açıyor. Börklüce, Mélikoff’un ifadesiyle, “Sisam ve Sakız kâfirleri, yani Fraticeliler (Fransiskenler) ile bağlar kurmuş, onlar gibi malların ortak kullanılmasını ve tek bir evrensel dini vaaz ediyordu”. O nedenle Börklüce için idamdan daha ağır bir ölüm cezası düşünülüyor ve çarmıha geriliyor.
Hıristiyan topluluklarla ittifak içinde ayaklanan birini çarmıha germek, onu Hıristiyanlar nezdinde olumlu bir imge kılmaz mı?
Kılar tabii, ama kriminal muamelesi yapıyorlar. Çarmıha gererek küçük düşürmek istiyorlar. İsa’yı da kriminalize ederek çarmıha germişlerdi. Müslümanlara da “bak bu Hıristiyandır” mesajı vermek için çift anlamlı bir şey yapıyorlar. İşkence boyutu da var tabii, korkunç bir şey. İsa’yı da o işkenceyle öldürmüşler, bilememişler haç olarak kalacağını. (gülüyor)
Bedreddin ve Börklüce’nin bir başkaldırı simgesi olarak kalacağını da bilememişler. Nâzım, destanın son bölümündeki “Ahmedin Hikâyesi”nde, koğuş arkadaşı Ahmet’in dedesinden dinlediklerini naklediyor: “Biz Bedreddin’in kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, bedenin dirileceğine inanalım. ‘Bedreddin yine gelecek’ diyorsak, ‘sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir’ diyoruz.” 2016’daki Börklüce Sempozyumu’nda da Ayhan Yalçınkaya şöyle diyor: “Bedreddin’i mi seçeceğiz, devleti mi? Bedreddin bugün Gezi ve Gezi’nin dolanıp durduğu bütün toplumsal yüzeydir; Tuzluçayır’dır, Okmeydanı’dır, Antakya’dır. Bu yüzey bizi özgürlüğe ve eşitliğe çağırıyor; devlet ise baskıya, şiddete, ölümsüz bir eşitsizliğe ve ölüme…” Siz de kitabınızın başında, “İçimdeki ses hiç durmadan Bedreddin’in yeniden gündeme gelmesi gerektiğini fısıldıyordu” diyorsunuz. 2021’de, Bedreddin’in idamının 605. yılında içinizdeki ses ne diyor?
İçinde yaşadığımız şu günlerde o ses öyle yükseldi ki, her şeyi bir arada söylemeye çalışıyor. Bedreddin’in tarihimizdeki varlığı, yıpratılan, yok edilmeye çalışılan hak, hukuk, adalet, laiklik, düşünce özgürlüğü gibi değerlerimizin kökünün ne kadar derinlerde olduğunu hatırlatıyor. Onlar bizi biz yapan değerler.
Uygarlığın sadece batıdan gelmediğini, bu topraklarda da filizlendiğini hatırlatıyor. Bedreddin’in o muazzam felsefesinin ve dünya görüşünün mirasçısı olduğumuzu hatırlatıyor. Öyle çok şey söylüyor ki, nasıl kısaltsam diye düşünürken, yeni çıkan bir kitabın adı içimdeki sesin sözünü bir cümlede anlatıverdi: “Neo-Türkiye’nin panzehiri hafızadır.” Şeyh Bedreddin –Uzun İnce Bir Yol’u kolektif hafızamıza katılsın diye yazdım.
1+1 Express, sayı 177, Eylül-Kasım 2021
[i] Tarih, Ütopya, İsyan –ŞeyhBedreddin: Yaşamı, Felsefesi, İsyanı, der. Barış Çoban, Su Yayınevi, İstanbul, 2011
[ii] Express, sayı 174, Aralık 2020