Modern edebiyatın, öykülerin, çevirilerin güçlü kalemi Tomris Uyar 2003’te, 4 Temmuz’da aramızdan ayrıldı, ardında onlarca öykü ve günce, çağdaş dünya edebiyatından onlarca çeviri bıraktı. Ve sesi, neşesi bu âlemde baki kaldı. Peki yazısına, hayatına eşlik eden müzikler nelerdi? 1999’un eylül ayında, bir ikindi vakti Roll blind-test’i için kapısını çaldığımızda bizi “bu saatte çay mı içilir” diye karşılamış, kendi artık pek içmese de şahane bir votka-portakal hazırlamış ve anlatmaya koyulmuştu. Roll’dan naklen…
Fotoğraf: Şahin Kaygun
Chet Baker – The Thrill Is Gone
Tomris Uyar: (dikkatle dinliyor) Chet Baker diyeceğim ama, o değil. Chet Baker olmak için sesinde bir uyumsuzluk var sanki…
Hayır, o.
Sesini çok severim, ama bu defa nedense değişik geldi, bunu tutturamadık. Aslında görüntüsüne hiç uymayan, yumuşak bir sesi var, ama kadın sesine uygun şarkılar söyleyeceği anlamına da gelmez bu. Mesela bizim türkücülerin uymayan sözlerde türkü söylemesi vardır, öyle de değil sesinin yumuşaklığı. Yine de erkek bir ses. Bizim türkücülerde kadın oturur, “Eminem” diye türkü söyler. (gülüyor) Lezbiyensen başımın üstünde yerin var ama… (kahkaha atıyor)
Peki, Chet Baker’ın fotoğrafına bakalım şimdi. (Albümün kapağında trompet çalan bir Chet Baker fotoğrafı var.) Trompetsiz olarak görmeye çalışmanız mümkün mü?
Mümkün, mümkün tabii. (fotoğrafa bakarak) Ben trompeti görmüyorum ki zaten şu anda. Çok tatlı bir adam tabii… Görüntü olarak sert bir havası var, ama sesi ve müziği çok yumuşak. Erkeksi, maço görüntüsüne uymayan bir sesi var galiba. Ayrıca tam “çirkin güzel” sanki. Zaten benim de tam tarzımdır bu. (gülüyor) Evet, kendisinden bu sesi beklemezsiniz, başka bir ses beklersiniz Chet Baker’dan. Ama bu beklediğiniz ses, mesela Aznavour gibi bir ses de değildir. Bir kere ticari bir ses değildir. Bunu size sormak isterim aslında, çünkü müzikten çok anlayan bir insan olduğumu sanmıyorum. Ticari sesi hemen anlarım, bundan ne kastediyorum: Baker ticari bir ses değil. Shirley Bassey’nin sesi çok güzel, ama ticari bir ses. Aradaki farkı da sözcüklerle ifade etmeyi beceremiyorum. Charles Aznavour ticari bir ses, Frank Sinatra, Elvis ticari bir ses. Louis Armstrong ticari değil ama bana göre.
Pürüzlü sesleri seviyorsunuz galiba, ya da ticari bulmadığınız sesler öyle.
Ticariden kastım tavlayıcı ses. Tavlayan şiir de sevmem ben. Güzeldir, görkemlidir, alır götürür, ama bir şey kalmaz arkada.
Chet Baker’ın tipi gibi yani; “çirkin güzel” olmasını istiyorsunuz biraz.
Kesinlikle. Ticari “çirkin güzel” olmaz. Ya çok güzel olur ya da sonuna kadar, Armstrong gibi mesela, hiç güzel olmaz. (gülüyor)
Ticari sesi hemen anlarım. Ticariden kastım tavlayıcı ses. Tavlayan şiir de sevmem ben. Güzeldir, görkemlidir, alır götürür, ama bir şey kalmaz arkada.
Peki, Serge Gainsbourg ve Jacques Brel’in çirkinlikleri?
Brel’i severim. Léo Ferré’yi de çok severim ve onlar da hakikaten çirkinler işte. Şarkıcı deyince kendi özel hikâyesini anlatan insanı düşünüyorum ben. Bir çeşit saz şairi gibi demeyeyim ama, o ruha yakın, şarkılarının sözünü de kendi yazan bir insan. O yüzden şiirlerin bestelenmesinden de hiç hoşlanmam.
Peki, besteci şairin ruh durumuyla kendi ruh durumu arasında çok yakınlık duyuyorsa ve halinin anlatımını o şiirde tam olarak buluyorsa?
Şiiri müzik olarak aktaranla şairin ruh durumu birbirini tutuyorsa… Bunun için şairin o şiiri bir şarkı sözü olarak düşünmüş olması lâzım. Şiiri şarkılaştırmak çok güçtür bence. Ben şair olsam, herhalde oturur şarkı sözleri yazardım, bestelensin diye. Ve sanıyorum bir dizemin, mısramın kullanılmasını isterdim sadece bir şarkıda. Nakarat olarak ya da arada bir yerde belirsiz olarak. Olduğu gibi bir şiirimin şarkı olmasını istemezdim. İyi şarkı sözü o şarkıyı söyleyecek insanın kendisi tarafından yazılır bence. En iyi filmlerin senaryoları da rejisörün kendisi tarafından yazılanlardır mesela.
Bir kitabı alarak onu kendi bakışıyla filme çeken yönetmenler var. Kendine göre bazı şeyleri öne çıkarıp bazı şeyleri arkaya itebiliyor mesela orada yönetmen. Şiir bestelemeyi buna benzetirsek..
İyi bir yere geldiniz. Visconti’nin Thomas Mann’ın bir romanından çektiği filmi var. Çok güzel. Ama Albert Camus’nün Yabancı’sından çektiği film bir felaket. Demek ki Visconti’nin dünyasıyla Thomas Mann’ın dünyası birbirlerine yakın, ama Camus ona o kadar uzak ki. Kötü film mi? Düzgün bir film. Kurallara uygun, sinemasal bir sorun yok. Ama Camus ile ilgisi yok.
Billie Holiday – Body and Soul
Elbette Billie Holiday. Kendi içinde mazoşist bir tavır taşısa da, sözleri bazen sinirime dokunsa da iyi bir şarkıcı. Ezik ve bir erkek yüzünden dağıtmış bir kadın. Sanki sadece o erkek var, “my man” diye başlar ve kendi dünyası yok gibi. Ama ona yakışır bu.
Güçsüz ve ezilmiş bir kadın mı kendisi de?
Güçsüz mü, bilemeyeceğim. Ne kadar buyurgan ve kaprisli görünürse görünsün, arkada çok kırılgan ve çabuk yaralanan bir kadın havası veriyor bana. Zaten şarkılarının çok dokunaklı olması bu yüzden bence. Sorunları var ve bunları anlatıyor size. Ama sadece size anlatıyormuş, başka kimse yokmuş gibi oluyor. Çok az sayıda şarkıcının başarabileceği bir şeydir bu. Sanki sadece size söylüyormuş duygusu. Size ciddi ve doğru bir şey anlatıyor orada… Öykü yazarken aklıma bir şey getiren şarkıcı azdır. Holiday onlardan biri işte. Hiç bıkmadım ondan… Ama her müziği her zaman dinleyemem. Sabahları pop caz dinleyemem. Geceyarısı Beatles asla dinleyemem. Ayrıca dans müziğini, dans etmeyi çok severim.
Sizin dans ederken eski bir fotoğrafınız yayınlandı son Milliyet Sanat’ta, orada ne dansı yapıyorsunuz?
Kanto… Sevmem ama kantoyu. Kanto mizah seven insana göre bir oyundur. Müzik denemez bence. Seyirliktir ve insanı neşelendirir sadece… Ben çok kanto yapmışımdır. Murat Belge’yle hep yapardık. Eskiden tangoyu da çok severdim, ama artık hakiki Arjantin tangolarını bile pek dinleyemiyorum. Çılgınlık gibi bir şey. Üstelik iki erkek arasında yapılan bir dans olarak başlamış. Meydan okuma, kıskançlık gibi duyguları içinde barındıran bir dansken, artık bol figür, çevirmeler falan katılmış, sulandırılmış bir dans haline gelmiş artık.
Ece Ayhan’ın geçenlerde “Tango keşke Türkiye’ye İngilizceden değil de İspanyolcadan girseydi” gibi bir cümlesini okuduk…
Türkçeden girdi aslında.
Evet, Türk tangosu diye de bir şey var.
Ya, maalesef… O zamanlar her şey Fransa’dan geliyordu. Amerika’da bile edebiyat çevirileri Fransızcadan yapılırdı. Bizim için Tanzimat’ın oyunları tabii bunlar.
Nerede dans etmeyi seversiniz peki?
Düzgün bir orkestra, düzgün bir pist, düzgün bir elbise ve ona uygun bir pabuç olmalı dans için.
Geceleri dışarı çıkıp dans etmek gibi bir alışkanlığınız var mı?
Çocukluğumdan beri var. Çocukluk ve gençliğimde, gündüz koşup oynamak ve iyi vakit geçirmek varsa, gece de düzgün giyinip dans etmek vardı. O dans edenler arasında da flört durumu falan yoktu. Hangi dansı iyi edebiliyorsanız, ona uygun, iyi dans edebileceğinizi düşündüğünüz kişiyi partner olarak seçerdiniz.
Siz hangisini iyi yapardınız?
Çarliston. Fokstrot ve valsi de iyi yaparım, ama çarlistonu severim. Gırgır bir danstır. Gülmeye uygun bir danstır. Romantik danslara pek ilgim yoktur. Aslında romantik dans etmesini bilmesi gerekenler erkeklerdir. Her şeyi iyi idare edebilmeli romantik dansta bir erkek. Sırf parmaklarıyla hareketi yönlendirebilmeli. Örneğin, eski damadım Sait Sökmen’le iyi dans ederdik. Dans, müziğin bir parçası. Şarkı da öyle. Müziği sek olarak almayı pek sevmem.
Dans edenlere bakıyorum, durgunlar. Yavrum al şu kızı, çevir, bir şey yap diyesim gelir gece bazen dışarı çıktığımda. Bu kadar temastan kaçan bir genç kuşağın olması bence üzülünecek bir şey.
Tek başınıza hiçbir şey yapmadan bir müziği dinlemez misiniz?
Sözsüz bir müzikse, tabii James Last Orkestrası falan gibi yerlere düşmüyoruz burada (gülüyor), o tür hafif müzikler, suskunluktan iyidir sadece. Çeviri yaparken falan fazla takılmayacağım bir müzik olması için ancak dinlenebilir onlar.
Yazdıklarınızın belli bir müzik eşliğinde okunmasını ister miydiniz?
Öyle bir yazı yazmıştım, hangi yazar hangi müzikle dinlenmeli gibi… Yazarken çok eğlenmiştim. Borges ile mesela tabii ki tango. James Joyce ile kesinlikle country… Hiç alâkası yok gibi gelebilir, ama tam onun müziği, Dublin’e de uygun.
Yazdığınız bir şeyi okurken, sizin o an dinlediğiniz ya da esinlendiğiniz müziği okuyanların da dinlemesini istemez miydiniz?
Miles Davis’in Siesta’sının filmini seyrettim. Hayatımda seyrettiğim en kötü filmlerden biri. Güzelim müzik ziyan olmuş. Ama çok hikâyeli bir müzik. Resmin iyisi gibi, müziğin iyisi de çok hikâyeli olmamalı bence. Eğer şarkı değilse tabii. Aldım elime Siesta’yı, ben de düşünüyorum evde ne yapayım diye. O sırada da Edip Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar şiirini bir daha okudum. Orada mektupları var, ölmeden önce yazdığı. Ondan bir fazlasını ben Edip’e yazayım diye düşündüm. Siesta’yı aldım, aa, oturuyor. Bütün bölümleri, gitarları, trompet soloları, ritmleri, hepsi yerine oturuyor. İsteyenler bunu şunun eşliğinde okuyabilirler diye yazdım. Erdal Öz de “istersen kasetle birlikte verelim yazıyı” diye espri yapmıştı. Çok severim böyle şeyler yapmayı müzikle. Müziğe göre hikâye yazmak değil, müziğin getirdiklerini yazmak kastım burada.
Anlatılan hikâyeye müzik ekleyebilmek uğruna yazmak yerine film çekmeyi düşündüğünüz oldu mu?
Hayır… Sanıyorum ben edebiyattan başka hiçbir şey düşünmedim. Kendimi anlatabilmemin en iyi yolu edebiyat olmuş sanırım hep. Çocukken hep resim yapardım, ne güzel resim yapıyor, harika çocuk diye düşünürlerdi hep. Ama çizemem ben. Çizgi bile çizemem. Renkler cazip gelmiş, onlarla desen yapmışım sadece. Ama balad şarkıcısı olmayı çok isterdim. Balad en önemli şiir-şarkı karışımı işlerden biri. Bob Dylan’ın yazdığı şarkılar mesela. Başka hiçbir iş yapamayacak ender şarkıcılardan biridir o. İçinden gelmek diye kötü bir laf vardır ya, tam öyle onun durumu. Edith Piaf da öyle. Başka hiçbir şey yapamaz.
Yazmak bir yalnızlığı kullanma biçimi gibi. İnsan yalnız başınayken yazabilir. Resimde insan kendini kaptırabilir, müzikte doğaçlama yapılır, ama yazı daha bilinçli olmayı gerektiyor sanki. Gerçi çeşitli denemeler var ama…
Onlar denemeler sadece. Öyle örnekler var, ama yazı genelde bilinçli olarak çalışmayı gerektirir, o bahsettiğiniz duruma pek izin vermez. Meslektir çünkü. Ayakta duramayan bir masa yapan marangoza bir daha masa yaptırmazsınız. Şimdi evde popçuları seyrediyorum, ne kadar hazırlıksızlar. En kötü şey de hazırlıksız çıkmaktır. Edebiyatta da öyle. Hazırlanmaya zaman ayırmak istemiyor insanlar, hemen çıksınlar istiyorlar, ama hemen de bitiyorlar işte.
Bir yazı yazmıştım, hangi yazar hangi müzikle dinlenmeli gibi… Borges ile mesela tabii ki tango. James Joyce ile kesinlikle country… Hiç alâkası yok gibi gelebilir, ama tam onun müziği, Dublin’e de uygun.
Siz ilk çıktığınızda hazırlanmış hissediyor muydunuz kendinizi?
Hissediyordum. Çok küçük yaşlarda yazmaya başladım, ama çıkmaya karar vermeden önce çok okudum. Türk edebiyatını epey inceledim ve okuduktan sonra öykücü olmaya karar verdim. Sonra yabancı dünya edebiyatından öykülere girdim. Türkçeme çok güvenmiyordum ve Türkçemi geliştirmek için çeviri yapmaya başladım. Ben başka bir dili iyi öğrenmek için çeviri yapmam. Kendi dilimi öğrenmek için çeviri yaparım. Kendi dilinin sınırlarını zorlamak, dilinizin ne kadar yeterli olduğunu görmek için çeviri yapmak iyidir. Okuduğunuz kavramın karşılığını bulabilecek misiniz diye denersiniz.
Jeff Buckley – Ulalume
Kim olduğunu bilemeyeceğim.
Parçanın sözleri Poe’ya ait.
Poe olduğu belli ama, iyi okumuyor bence. Poe okuyuşu değil okuyuşu. Biraz Amerikanvari bir okuyuşu var, yuvarlayan. Kelimeleri tanıdım, ama Poe’nun ritmini tutturamamış bence.
Poe’nun dünyasını çevirmeni olmak dışında kendinize yakın bulur musunuz?
Yakın bulmadım. Bütün delilik nöbetlerini, içkiyle, maddelerle ilişkisini yazılarına nesnel malzeme olarak kullanışı, o cinayet romanlarındaki mantık ve tutarlılık, göndermelerde bulunan müthiş ipuçları çok hoşuma gider. Berrak bir kafası var. Berrak kafaya her zaman hayran olurum. Nasıl o yaşayış içinde öyle bir berrak kafası olur hep, merak ederim ve saygı duyarım.
Poe yeniden keşfedilen yazarlardan mı?
Her beş yılda bir keşfedilir o yeniden, zavallı. (gülüyor) Çünkü hiçbir zaman Poe’nun ne yapmak istediği üzerinde durulmamış, hep aynı yerlere takılınıp geçilmiş. Aynı zamanda matematikle çok uğraşıyor Poe. Karekökler, sayılar falan düşünüyor hep. İnanılmaz bir beyni var. Trajik hayatları olan insanlar arada bir dirilirler böyle.
Genelde sanatçıların mühendisliğe, matematiğe ilgi duymayacakları düşünülür. Hatta matematikten nefret edip edebiyata sarılmak bir övünç meselesi olarak anlatılır bazen.
Yanlış. Şiir örneğin, tamamen matematiktir. Turgut Uyar da öyle derdi. O da matematik çok severdi. Matematik çok yanlış öğretiliyor insanlara. “İki kere iki dört eder”i ezberleyerek başlarsınız. Niye dört ettiği üzerine düşünülmez, öğretilmez. Sanatsal iyi bir şey yapıyorsanız, içinde matematiğe benzer bir kurgu olması gerekir.
Kısa öykünün yoğunluğunu tam tutturmak için peki…
Faulkner “İnsan önce şiir yazar, beceremezse kısa öykü… Onu da beceremezse roman yazar” der. Çok tevazu göstermiş kendisi için tabii ama, kısa öyküde yoğunluk, fazlalıkları elemek, bir kelime söyleyecekseniz, anlatmak istediğiniz üç şeyi kapsayabilir mi diye düşünmek gerekir. Ayrıntıda boğulmamalı, boşa konuşmamalısınız.
Ben başka bir dili iyi öğrenmek için çeviri yapmam. Kendi dilimi öğrenmek için çeviri yaparım. Kendi dilinin sınırlarını zorlamak, dilinizin ne kadar yeterli olduğunu görmek için çeviri yapmak iyidir.
Bir hikâye var, Can Yücel ve Edip Cansever üzerine… Edip Cansever uyurken, Can Yücel de Edip Cansever’in şiirlerini alıp bazı mısraların üzerini çizmeye, karalamaya, kısaltmaya başlamış. Edip Cansever uyanınca çok bozulmuş, Can Yücel de “şiir atarak yazılır” demiş ona…
Tam Can’a göre. Öyle bir sinsi zekâsı vardı ki… Küfür etmesi de ona çok yakışıyordu, ama sonunda abartmıştı o da işi. Konuşamaz olmuştunuz. Her lafa “sikerim”le başlayıp bilmem neyle bitiriyordu. Başkası söylese kızarsınız, ama ona gidiyordu. Ama hep de öyle konuşulmaz… Can’ın o kendini bırakma gibi durumunun altında ciddi bir disiplin, hâkimiyet vardı kendine. Öyle Bukowski gibi adamlarla alâkası yoktu. Bir tek küfürü çok abartmasına kızardım. Müstehcen fıkraları kapalı anlatmaya çalışan insanları da hiç sevmem, çok küfür edenleri de.
Peki, Edip Cansever size göre şiiri uzatıyor muydu çok?
Hayır, uzatmıyordu. Edip’in kendine göre özel bir dili vardı. Hikâyeli yazardı. Turgut Uyar’dan da, Cemal Süreya’dan da Edip’ten etkilendiğim kadar etkilenmem. Edip daha çok anlatan –bunları iyi anlamda söylüyorum–, daha süslü ve imgesi bol bir yazardı. Tekrarı seven bir şairdi. O da onun yöntemi…
Juliette Gréco – Les enfants qui s’aiment
(dikkatle dinliyor) Tanıdığım bir ses. Biliyorum ama, şimdi adı aklıma gelmeyecek.
Juliette Gréco… O da mı ticari bir ses sizce?
Ticari bir ses gibi gelmez sesi ama, iddialı gelir. Kimin gibi diyeyim… Joan Baez gibi. Sözcü müzisyen sevmem pek. Didaktik olunmasından hoşlanmıyorum. Marlene Dietrich’in zamanlarını düşünüyorum. Mesela “Mavi Melek” şarkısı falan, güzel şarkılar değildir. Ama müziğin saçma olmayan bir yaşama sevinci var. Ya da müziğin saçma olmayan paylaşma duygusu vermesi. Mesela aynı şarkıyı seven insanların yakınlaşması kolay olabilir. Sanki geçmişlerinde bir ortaklık var gibi gelir. Bu müziği aşan bir şey tabii, müziğin yan etkileri içinde. Ne bileyim, bir şey çalar, çok kötüdür, ama dans ettiğiniz eski sevgilinizi hatırlatır. Başka sanat dallarında bu olmaz pek. Aklınıza başka bir şey getiren müziktir hep.
Eşlikçi olması mı bunun sebebi acaba?
Dili önemli değil, en önemlisi bu galiba. Bilmediğiniz dilde bir şarkıyı dinleyebilirsiniz. Roman gibi değildir. Size bir şey anlatır. Klip seyretmeyi de sevmem bu yüzden. Güzel olsa da klip seyretmek istemem. O şarkı benim içindir ve özeldir. Başkasının yorumlamasını istemem. Müzikte kıskanç bir tarafım vardır böyle. Ya da şarkıları başka yorumda söylerler. Mesela Beatles’ı Latin ritmlerine oturturlar. Nasıl olabilir ki? Latin ritminde başka bir şarkı yaz, daha iyi. Bazı şarkıları seversiniz, öyle banka reklamı falan olur, dinlemek istemezsiniz bir daha. “Shoot Down The Moon”u çok severdik mesela Yıldırım Türker’le. Sonra Cüneyt Canver’in sevdiğini de öğrenince çok soğuduk şarkıdan. (gülüyor)
Şiir tamamen matematiktir. Turgut Uyar da öyle derdi. O da matematik çok severdi. Matematik çok yanlış öğretiliyor insanlara. “İki kere iki dört eder”i ezberleyerek başlarsınız. Niye dört ettiği üzerine düşünülmez, öğretilmez.
O Pink Floyd’u da çok seviyordu…
Aman biri daha olsun Pink Floyd seven. (gülüyor)
Gréco’ya dönersek, Piaf daha “sokak”ken, Juliette Gréco daha elit gibi mi?
Piaf, sokak değil, kaldırım artık. Ötekisi okumuş etmiş, kültürlü. Piaf’ın çok zorluklarla geçmiş, trajik bir hayatı var. Şarkı sözlerindeki insanla aynı insan değil tam olarak belki. Ama Piaf’ta daha sahicilik var, Juliette iyi söylüyor şarkıyı sadece.
Gréco için “egzistansiyalist şarkıcı” denir. Sizce doğru mu?
İşin görünen kısmı var belki kıyafetlerde. Sartre’ın siyasetini bir kenara atıp sadece dış görünüme indirgemek o. Sadece şarkı ve kıyafetle olacak iş değil, o aynı zamanda siyasal eylemle olur. Gerçi kadının belki bunlarla da alâkası vardır, hakkını yemeyeyim şimdi.
Marilyn Monroe – My Heart Belongs To Daddy
Ah Marilyn’ciğim…
Marilyn size nasıl bir kadın olarak görünüyor?
Sahici bir insan. Kendi sınırlarını, engellerini, boşluklarını çok iyi bilen bir kadın. Bu yüzden çok kötü bir hayat süren ender insanlardan birisi.
Aptal sarışın mı sizce?
Aptal sarışına baştan bir kere razı olmuş olması onun her zaman bu rolü oynamasını gerektirmiş. Sonunda rolünü oynamakta zorlanmış. Dünyanın en ukalâ erkeklerinden biriyle yanlış bir evlilik yapmış. Hiçbir hoşgörüsü olmayan bir insan sanıyorum Arthur Miller… Hayatındaki tırmanış ilginç. Önce basit bir denizciyle, sonra bir beyzbol oyuncusuyla, ardından Arthur Miller… Her şeyi denemiş, bir yanlışı bir daha yapmamış, ama Miller onun için ölümcül bir yanlış. Sıyrılamayacagı kadar büyük bir hata.
Hangisinin hatası bu? Arthur Miller’ın da onunla evlenmesi bir hata mı?
İkisinin de hatası. Ama bazı hatalar olur. Yaşam hatasızlığa dayalı olamaz. Bazen hatalar büyük keyifler bırakabilir. İnsan Hakları Bildirgesi’ne girmesi gereken bir madde bu. İnsan saçmalayabilmeli, hata yapmalı. Yapılmazsa da hayat bir şeye benzemez. Hele ilişkilerde.
Mesela Beatles’ı Latin ritmlerine oturturlar. Nasıl olabilir ki? Latin ritminde başka bir şarkı yaz, daha iyi. Bazı şarkıları seversiniz, öyle banka reklamı falan olur, dinlemek istemezsiniz bir daha.
Aptal sarışın değil Marilyn. Arthur Miller ise “bir kadın yarattım” havalarında sanki. Akıllı profesör ve bir bar kızı… Mavi Melek hikâyesi gibi. Kafasının sürekli bunlarla dolu olduğunu düşünüyorum Miller’ın. O yüzden de çuvalladı.
Peki Marilyn olmak? Aşağı yukarı tüm erkeklerin istediği bir kadın olmak?
Bundan yakındığını sanmıyorum. Hafif bir teşhirciliği var. Ama biraz soğukluğu, frijitliği de var. O teşhirciliğinden anlıyorum. İyi bir oyuncu ve iyi oyuncu olması için bir fırsat da verilmemiş. Çok bebek güzel olmak biraz trajik bir şey olmalı…
Onunla olmak da bir erkek için biraz trajik olmalı…
Evet, bir erkeğin kolay katlanabileceği bir şey değil. Zor olmalı. Sürekli bakılan bir kadın. Marilyn’i çok seviyorum, ama şarkıcı olarak değil tabii. Şirinliği yüzünden. Başkası anlatsa şöyle bir şarkıyı, böyle sevimli olmaz.
Marianne Faithfull – Working Class Hero
Pürüzlü bir ses. Siyah bir şarkıcı olabilir. Marianne Faithfull’a da benziyor ama, o değil galiba.
Faithfull.
Onu da pek sevmem.
Şarkıcı olarak mı, kadın olarak mı?
İkisi birden. Düz bir kadın. Ses olarak da pürüzlere rağmen çok düz. Hoş bir ses ve hoş bir kadın, ama derinlemesine bakılması gereken, üzerinde düşünülmesi gereken bir kadın gibi gelmiyor bana. Bende yer etmemiş.
Şarkıcılığı daha sonra ön plana çıkıyor. Önceleri bir tür groupie, rock çevresinin erkekleriyle birlikte oluyor…
Bak o kısmına helal olsun, o kısmı iyi işte. (gülüyor) Şimdi ilginç olacak belki ama, çok maço sesi var gibi geliyor bana. Maçodan da öte, bıçkın. Bizim gazeteci-yazar takımına benziyor biraz bu kadın. “Evet abiler” diye konuşan, mahallenin kızı, harbi delikanlı havası var onda. Bu beni biraz itiyor belki.
Sorarlar hep, sizin için yazılmış bir şiir var mı? Var. Edip’in var, Turgut’un var, Cemal’in var. Ama bu onların aşkı düşünmelerini gösterir, beni düşünmelerini göstermez. İnsanların aşkı düşünüşleri vardır ve o düşünce bazen bir objeye rastlar.
Siz kadınlarda yumuşak ses mi arıyorsunuz?
Hayır, aramıyorum. Tam tersi, o vik vik diye mızıldanan iyi aile kızı seslerine hiç dayanamam ben. Ama Faithfull bana çok anlamlı gelmiyor işte. Tam erkek takımından o. Orada şöyle bir his var beni iten, sokak çocuğu, ama eve gidip bulaşıklara yardım eden bir sokak çocuğu sanki. Dayak yer annesinden, ama gene kaçar, gene dayak yer, dayağa da hayır demez. Belki hayatı öyle değil, ama sesinin bende uyandırdığı çağrışım o. Bu sesindeki tafra kadar dayanıklı olduğunu sanmıyorum.
Yaptıklarını tamamen duygularıyla yapıyor. Yerine göre mânâsız bir aşk şarkısı da söyler, yerine göre “işçi sınıfı kahramanı olmalı insan” diye bir şarkı da… Sanki bunu tamemen duygusal bir çıkış olarak yapar, arkasında duracağı politik bir birikimi olması şart değildir gibi…
İşte o beni çok çekmiyor. Şarkıcı sonuna kadar gidip arkasında durmalı. Mânâsız bir aşk dünyanın en güzel şeyidir bu arada, ama şarkı söylemezsin. Sevdiğin için şarkı söylemezsin, şiir yazmazsın, roman yazmazsın. Sorarlar hep, sizin için yazılmış bir şiir var mı? Var. Edip’in var, Turgut’un var, Cemal’in var. Ama bu onların aşkı düşünmelerini gösterir, beni düşünmelerini göstermez. İnsanların aşkı düşünüşleri vardır ve o düşünce bazen bir objeye rastlar. O karşılaşmayla içgüdü olarak başka türlü görünür, ama içeride aşk aynı aşktır. Bu yüzden saçma aşkının da başımın üzerinde yeri var. Ama bu onu da yapmaz, ondan da pişman olur. Neyse, bu sorudan da kaldık. Diğerine bakalım bari. (gülüyor)
Tülay German – Burçak Tarlası
Çok iyi bir ses, tanıyorum bunu. Bir dakika, Tülay German mı?
Evet. Bu şarkı–türkülerin Batı formunda düzenlenmesi konusunda kıvılcımı çakan plak olarak kabul edilir hep.
Ben türkülerin çokseslendirilmesi çabasını pek mânâlı bulmuyorum. Teksesli olmasının ne sakıncası var? Türkü öyle bir şey sonuçta. İlle orkestrada çalmak için fazla saz katmak çoksazlandırmak oluyor gibi geliyor bana. Esin Afşar’ın falan yaptıkları bana çok anlamlı gelmez açıkçası. Bütün şarkıcılar, eskiler, türkü söylemiştir. Ama türkü bir şarkıcıya kendi olma şansını pek tanımaz. Burada Tülay German çok güzel söylüyor, çünkü sesini çok iyi kullanıyor. Ama sözleri duyunca, “keşke kendi bir şeyler söyleseydi bu sesle” diyorum. Ayrıca türküler çokseslendirilirken dilini kaybediyor. Fonetiği uymuyor, prozodisi uymuyor. Geleneksel dil kayboluyor. Heceler uzuyor ve bu bana batıyor.
Zülfü Livaneli bu konuda çok eleştirilir hep.
Eeee, evet, haklısınız. (gülüyor) Onu şarkıcı olarak görmüyorum ki. Detone söylüyor en başta.
Bob Dylan da detone söyler.
Ama şimdi Dylan öyle (Dylan’ın sesini taklit ediyor) söyler ama, bilir ne söylediğini. Bizimkinin o başöğretmen edasıyla, takım elbiseyle sahneye çıkışına benzemez yani şimdi Dylan.
60’larda böyle yerel müzik, ulusal popüler müzik takıntısı başladığında, edebiyatta, müzikte böyle bir köy etkisi başladığında, siz de etkilendiniz mi bu akımdan? Mesela oturup Rahmi Saltuk dinler miydiniz?
Rahmi Saltuk’u dinleyince kötü demem. Ama yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Sadece müzikte değil, böyle yazarlara da üzülürüm. Çünkü o ağırlık gerekmiyordur. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez. Bir şeyleri yaparken güleryüzlü de olunabilir. Ruhi Su opera sese bir ekol. Özellikle dinlemem, ama duyduğum zaman “olabilir, bu iş böyle de yapılabilir” derim. Türünün en iyi örneği o. Sonra işte Rahmi Saltuk, Timur Selçuk ve Zülfü Livaneli falan var. Timur Selçuk’un o kendisinin beğenmediği şarkıları güzeldir aslında. Şimdi dinibütün bir sosyalist oldu. Bu işin insanı nasıl vuracağı belli olmuyor tabii.
Yaşam hatasızlığa dayalı olamaz. Bazen hatalar büyük keyifler bırakabilir. İnsan Hakları Bildirgesi’ne girmesi gereken bir madde bu. İnsan saçmalayabilmeli, hata yapmalı. Yapılmazsa da hayat bir şeye benzemez. Hele ilişkilerde.
Türkü seviyor musunuz?
Türküyü türkü gibi söyleyenlerden dinlemeyi severim. Belkıs Akkale mesela, tam türkücü. İçinden geldiği gibi iyi türkü söylüyor. Öyle bir misyon olsun falan diye değil. İbrahim Tatlıses iyi bir ses, ama yanık sesle tüten ses arasında biraz fark var. Ticari tarafı öne çıkan bir nağmeli söyleyişi var. Ondaki nağme, nağmenin karikatürü gibi. Ama “Burçak Tarlası” bir dönemin güzel şarkısı. Aklımda kalmış doğrusu… Bir alaturka kaldı çalmadığınız…
Selahattin Pınar – Hatıralar
İşte alaturka! Selahattin Pınar bu. Özensiz bir ses, içten, o güzel… Alaturkada bir de Sadettin Kaynak vardır. Arabeskin yaratıcısıdır aslında. Canlıdır, neşelidir, hoştur ama, müzik olarak çok sıkıcı bir bestecidir. Selahattin Pınar, daha lirik, daha iç dünya insanı ve içkici bir insan. Bende sempati duygusu uyandıran bir insan. Sanıyorum öyle bakkal, çakkal, balıkçı gibi dostları olan, onlarla içen bir adam. Kaynak gibi hoca değil. Bir de Osman Nihat var. İkisinin ortasında. O daha salon şarkısı diyebileceğim bir adam. Osman Nihat “uygar”, “Batılı”… Fena değildir, ama fazla da önemli değil. Selahattin Pınar ise zorla şarkı söyleyen, birinin yanında çalan, kendi halinde bir adam.
Selahattin Pınar dinlediğimiz kaydında tek enstrümanla şarkısını çaldı ve söyledi. Şimdinin o şık giyimli, geniş orkestralı alaturkacılarına benzemiyor…
Tamamen abartı onlar. Alaturkada iş ikiye ayrılıyor. Emel Sayın ya da Muazzez Abacı gibi repertuar şarkıcıları: Nasıl söyleneceğini iyi bilirler, ama ticari bir işe döndürüp repertuar şarkıcısı olmuşlardır. Bir de fasıl var. Düzenli olmadan, birlikte bir yerlere gidilir. Bazen büyük bir zevkle dinlediğim olur alaturkayı.
Alaturkayı kent kültürü içine mi alıyorsunuz?
Tabii ki kent müziğidir. Hatta ilahiler de kent müziğidir. Ama bugünkü kente çok aykırıdır bu müzik. Bugünkü kent için çok uzaktan gelmiş bir müzik gibi artık. Hiçbir şeyi kent kültürü içinde yaşamıyoruz ki, müziği kent kültürü olarak yaşayalım. Bugün kentte doğanlar bile kentli değil ki kent müziği yapsınlar. Eskiden nasılmış, yine hiç bilmiyorum. Bir şey kalmamış sanki geriye. Bu belki sadece bana özgüdür, bilemiyorum.
Arabesk de o türküleri dinleyen insanların alaturka ya da sanat müziği denilen tarzla olan yakınlığı üzerinden çıkmış olabilir mi? Arabesk de Saadettin Kaynak gibilerin vasıtasıyla alaturkadan doğan bir müzik gibi görülebilir mi?
Sanat müziği demeyelim lütfen. Bir de sanat fotoğrafı, sanat filmi falan derler. Allah korusun o laflardan. Arabesk, Sadettin Kaynak’tan doğup Arap müziğinden, yalelliden etkilenmiş bir müzik gibi. Ama içine sirtaki tarzı, Hint tarzı da karışıyor. Son derece kırma, melez bir müzik, ama bu kırmalık çoğu zaman olumlu anlamda olmuyor.
Arabesk sizin için hep negatif bir anlama mı sahip?
Evet. Orhan Gencebay gibi sesler bana çok itici gelir. Anlayamadığım ve bu yüzden de sevmediğim bir müzik. Seven insanlar var, onların hayatında bir şeylere cevap veriyor. İtirazım yok. Ama bana uymuyor. Sonra türedi burjuvazinin de, fakirlerin de birlikte dinledikleri bir müzik. Hesabını vermek zorunda olmayan bir müzik çünkü. “Beğendim – beğenmedim”de kendini bulan bir müzik. Ben neden sevmediğimi biliyorum. Bana uzak gelen bir hayat anlayışı var.
Son model bir Mercedes’te de, otuz kişinin tıkış tıkış olduğu minibüste de aynı kaset dönebiliyor. Sınıfların kendine has müzikleri ortaya neden çıkmıyor olabilir?
Çünkü sınıflar net olarak ortaya çıkmıyor. Ekonomik açıdan bakılırsa, Türkiye burjuvazisi bir Fransız burjuvazisi değil. Üreten değil, tüketimi körükleyen bir burjuvazi. Müzik derseniz, akşamüstü bir araya gelip, eğlenip kadın poposu seyrettikleri bir müzik. Şarkılar sevgilisizlik, terkedilme, aşk üzerine, ama aşktan anladıkları da zırva. Maceraları, küçük kaçamakları aşk zanneden, konuştuğum çocuk, çıktığım çocuk mantığında bir müzik pop ve arabesk. Bazılarının sözlerinde bir Amerikan özentisi var ayrıca. “Ham Çökelek” gibi bayağı örnekler var ortada. Ama bunu inanın ahlâki açıdan söylemiyorum, sadece kötü örnek olarak söylüyorum. Merak ettiğim, adam “Ham Çökelek” şarkısıyla ne anlatıyor ve dinleyenler ne anlıyor? Bunu merak ediyorum.
Paul Simon – Boy In The Bubble
Yok, bunu da çıkaramayacağım.
Paul Simon’ın Graceland albümünden bir şarkı. Albüm world music akımına ilk meyleden çalışmalarından biri olarak görülüyor. Simon Güney Afrika’da kaydetmişti bu albümü.
Müzikte ben lokal ritmlere tahammül edemem. Bela Bartok’a bile tahammül edemem. Oturup “İsrail Müziği” diye bir albüm dinleyemem ben. Öyle egzotik meraklısı değilim. Nedense altı çizili bir şeyi sevmem. Kendiğilinden olmalı içinde bir şey. Mesela bir filmi de Türk filmi diye seyretmem. Film olarak seyrederim. Son dönemde çekilenlerin hepsinde o sevmediğim “local touch” vardı. Hamam’da, Tabutta Rövaşata’da hep bu vardı. Bir tek Gemide’yi beğendim onların içinde.
Biraz mekânsız olabilir mi o film? Yani dünyanın herhangi bir limanında demirlemiş öyle gemiciler ve öyle bir gemi olabilir belki…
Evet, o yüzden de güzel bir film. Ama aynı zamanda burayı da çok iyi tanıyan bir insan tarafından çekilmiş. Konuşamayan yabancı bir kadın, kaptan figürü, kentten gemiye dönüşler, gayet yerinde bir senaryo ve iyi bir film.
Film daha çok politik olarak eleştirildi, kadının çok edilgen olması falan…
Ben öyle bakmam. Birisi demişti bir kere, Fellini’nin Kadınlar Kenti’ni feminist olmadığı için hiç beğenmemiş, bir daha seyretmeyecekmiş. Şimdi Can Yücel gibi konuşacağım, Fellini’nin de çok bilmem neresindeydi sanki. Fellini’yi feminist olduğu için mi seyredeceksin? Sonra adam niye feminist olsun? Çok saçma olurdu bu. İnsanlarla eserlerini karıştırmamak lâzım. Fellini’yi yakından tanısan, herhalde duygulu, kadınlara yumuşak yaklaşan bir adamdır. Kadın haklarını savunabilir, ama filminde bunu yapmak zorunda değil. Hamam filminde sıkıntıdan patladım. Tam Batılı gözüyle oryantalist olarak bakıyoruz hamama. On dakika hamamın köşesi… Eee, benim için hiçbir şey yok ki o hamamın köşesinde, bakıyorum bakıyorum, o bildiğim hamam köşesi işte. Biz böyle kendimizi keşfediyoruz hesapta yeniden. Orhan Pamuk romanı gibi aynı: Keşfediyoruz! Keşfetmelerine gerek olan bir şey yok aslında orada. Bir de İstanbul Kanatlarımın Altında’ya çok güldüm. Film bile değil aslında. İki kişinin konuşması gibi. Bir de “devletlûm, sultanım” gibi konuşarak da, bir nevi saray jargonu yaptıklarını sanmışlar. Ağır Roman’ı seyrettim, kitabını severim aslında, ama o da çok kötüydü. Filmde o mahalleye bakış aynı Hamam’daki bakış gibi. Ama kitap öyle değil. Kitabı kıl payı olmuş kitaplardan biri. Böyle beğenmediğim yerellik deyince aklıma bir de Emir Kusturica geliyor. O Çingeneler Zamanı, hiç dayanamam. Ülkü Tamer’in yazıları gibi. Ülkü Tamer eski eşim ama, Antep’te eski sinemalar, orada film nasıl seyredilir, film nasıl kopardı diye nostalji dolu yazılar yazıyor. Filmin kopması neden hoş bir şey olsun ki?
Peki, Ülkü Tamer’in her hafta yaptığını biz size yapalım, en beğendiğiniz dört filmi soralım…
Üçüncü Adam, 400 Darbe, Bisiklet Hırsızları, tuhaf olacak mı bilmem ama Blues Brothers, Olağan Şüpheliler, Rezervuar Köpekleri…
Pink Floyd – Have A Cigar
Bundan da kaldım, çıkartamadım ne olduğunu.
Pink Floyd.
İşte bunu bilemediğim için utandım şimdi. Pink Floyd’u da tanımam lâzımdı.
Pink Floyd’la ilk tanışmanızı hatırlıyor musunuz?
Çok eski, aklımda kalmamış. Çok sevdiğim bir grup. Ama hiçbir zaman da özellikle bağlanmadığım, sadece yolda gelip giderken dinlediğim bir grup. Mick Jagger da benim için öyledir. Çok beğenirim ama Rolling Stones’u da aynı Pink Floyd gibi dinlerim. Ama Pink Floyd’u daha çok severim. Anlattıkları vardır ve müzik anlattıklarını daha iyi anlamanıza yol açar. Peter Greenaway’in filmleri gibi. Müzik çok önemlidir o filmlerde. Konuyu anlamanıza yardım eder. Aslında bu açıdan müziğe çok şey borçluyuz.
Peki gidip gelirken dinlediğiniz değil de, gerçekten sevdiğiniz rock’çular var mı?
Metallica’yı falan da severim, ama genelde aynı böyle dinlerim. Dans etmesini severim onlarla. Ayaklarım hemen titremeye başlar. Dans edenlere bakıyorum, durgunlar. Yavrum al şu kızı, çevir, bir şey yap diyesim gelir gece bazen dışarı çıktığımda.
Teknoyla dans edebiliyor musunuz peki?
Ederim tabii, ne olacak, ama pek sevmem. Kendimi çok yorgun hissediyorum teknoyla. Aynı figürü sürekli yapmak ve yaratıcılığı kullanmamaktan yoruluyorsunuz. Hep aynı hareketten ve müzikten, fiziksel olarak olmasa da yoruluyorsunuz. Bir de “crack” gibi uyuşturucu adıyla anılan bir dans var. Bir anne çocuğunu uyutuyor gibi sarılınıyor, ama slow, romantik bir dans gibi değil. Aşırı aseksüel bir dans. Dansta temas, o temasla geçen elektrik önemlidir. O kadar aseksüel bir dans olamaz. Birbirlerini hiç tanımayan insanlar bile iyi dans edebilirler. Bizimkiler, bakıyorum, ayakta dans eder gibi yapıp bir yandan konuşmaya çalışıyorlar. Otur orada konuş o zaman.
Bütün danslarda önceden belirlenmiş bir figürler bütünü, sistematiği var. Ama teknoda serbestsiniz, her hareketiniz dans kapsamına girebilir…
Evet, pistin ortasında sadece kafanızı öne arkaya da oynatabilirsiniz ve gider. Hatta çok cool da olur. (gülüyor) Bu kadar temastan kaçan bir genç kuşağın olması bence üzülünecek bir şey. Mutsuz, eğlenmek zorunda olduğu şartlanmasıyla oraya gelmiş, kafasında “yarın mark bozdurup dolar mı alsam” düşüncesi olan gençler sanki. Bir de kapalı genç kızlar vardır, danstan sonra sinirli olurlar kedi yavrusu gibi. Dans esnasında her şeyi yaparlar da, sonra gene eski havalarına bürünürler. Eee, biraz önce o yaptıkların neydi, biz mi yanlış anladık? (gülüyor) Önce neşe lâzım, bir de iyi dans etmeniz lâzım. Ama ortada bir eğlence varsa, herkes bilip bilmediğine bakmadan dans ediyorsa, kalkar sen de edersin. O ayrı bir durum, oturmak ayıp olur. Kalkıp sallanmayacaksın da ama. Kalktıysan dans edeceksin. Yüzme havuzunda yüzmeyi sevmem ben, bu da ona benzer. Biz galiba dans etmeyi değil, oynamayı seviyoruz. Bütün toplantılar normal, Batılı gider bizde, iş aslına rücu etmeye başladığında o ağır erkekler deli gibi kıvırmaya başlarlar çok tuhaf bir biçimde. Erkeklerin kırıtması çok komik geliyor bana.
Pink Floyd’un şarkısı “Have A Cigar”dı. Tütünle aranız nasıl, çok içiyorsunuz galiba… İçmeyen yazar var mıdır?
Çok içerim. Çok içen mesela Murat Belge vardır. Orhan Pamuk içebilir, ama sağlık için içmez. İleride çok büyük olacağını düşünen insanlar sağlık için, daha çok yaşamak için içmezler bazen. Yahu, iç sigaranı, yazamazsan da o romanları senden sonra başkaları yazar, senin kadar iyi olmasa ne olur yazdıkları? Kendini aşırı ciddiye almak kötüdür, ama benim kadar çok içmek de iyi değil tabii. Ama başka keyif maddesi kalmadı hayatımda. İçki de içemiyorum artık. Belki bir yere kadar az içebilirim, ama öyle yapacağıma hiç içmem daha iyi. Her şeyim öyledir. İçkiyi içtim mi çok içerdim. Sevgim de öyledir. Nefret? Onu kaldıramam, taşıyamam, o yüzden onda ileri gitmem.
Roll, sayı 35, Eylül 1999