12 EYLÜL ZULMÜNÜN EN ÇIPLAK HALİ: DİYARBAKIR CEZAEVİ

Söyleşi: İrfan Aktan
12 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

40. yılını idrak ettiğimiz 12 Eylül’ün zulmü anlatmakla bitmez. Ama Diyarbakır Cezaevi’ni havsalalar almaz, yapılanlar kelimelere sığmaz. O vahşete nasıl direnildiğine de akıl sır ermez. 12 Eylül zulmünün en çıplak hali olan o zindanda yıllarını geçiren Ekrem Toğan ve Abdülhalim Yıldırım’ı dinliyoruz. Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklen…
Raşit Kısacık’ın İşkence ve Ölümün Adresi Diyarbakır Cezaevi (Ozan Yayıncılık, 2015) kitabından Zülfikar Tak’ın çizimleri
 

12 Eylül zulmü denince herkesin ilk aklına gelen yer Diyarbakır Cezaevi oluyor. Orada siz neler yaşadınız?

Ekrem Toğan: Bir insanın başka bir insana yaptığı o muameleyi anlatmak mümkün değil, insanın aklının alabileceği işkenceler değildi. Ne sizin anlamanız, ne de bizim anlatabilmemiz mümkün. Günün her saatinde işkence vardı. Bazı günler elektrik, bazı günler askı, gergi vardı. Çok afedersin ama, kötü şeyler de yapılıyordu, cop, sopa kullanma gibi… Başka işkenceler de vardı. Mesela bit, serum, tuvalet gibi… Kafana zeytinyağı döküp bit atıyorlardı. Veya seni sıkıca bağlar, tepene de bir serum takarlardı. Bazen günlerce o serum kafanda dururdu. Her üç saniyede bir damla düşerdi kafana, aynı noktaya! Sırf bu işkence bile insanı delirtmeye yeterdi. İşkencelerde kendini inkâr etmen isteniyordu. Pişmanlık duymanı, “Ben Kürt değilim, köpeğim” demeni istiyorlardı. Gözaltı sürecinde elindeki tek şey iradendi. İrademizi yitirmediğimiz için o işkenceden çıktık. Eğer kendini onlara teslim etmezsen, insaniyete olan inancını yitirmezsen, işkence, hakaret kâr etmez sana.

Bu süreçte ölümlere tanık oldunuz mu?

Gözümle görmedim ama, yan hücredeki arkadaşların öldürüldüğünü duymuştuk. İçeriye asker girince, tekmil verir, adını, memleketini yüksek sesle söylerdin. Zamanla yan hücrede kimin kaldığını bilirdin. Bir süre sonra o ismi duymayınca, yaşamını yitirdiğini anlardın. Sürekli kendi sıranı beklerdin.

Oradaki doktorlar işkence etmek için vardı. Hastalansan da, delirsen de işkence devam ediyordu. Tüberküloza yakalanan, işkence yüzünden bedeni çürüyen insanlara acımak yoktu. Tam 12 ay banyo yapamadık. İşkence yüzünden bedeninde çürükler oluşuyor, bunun kokusu bile insanı öldürüyor. Diyarbakır zindanı hakikaten bir tabuttu.

Diyarbakır Cezaevi’nde birçok insanın delirdiği de söyleniyor…

Oradaki doktorlar işkence etmek için vardı. Hastalansan da, delirsen de işkence devam ediyordu. Tüberküloza yakalanan, işkence yüzünden bedeni çürüyen insanlara acımak yoktu. İnsanlık yoktu zindanda. Kızıltepeli bir mühendis arkadaşımız vardı, Şükrü… Böbrek taşı döküyordu sürekli. Taş döktüğünde onu ranzaya bağlardık. Havar’ları bütün zindanı inletirdi. Kamışını yumruklar, su dökerdik ki, azıcık rahatlayabilsin. Sara hastalığına yakalananlar vardı, yere düşüp kafasını yaranlar vardı… Bizim koğuşta, tam 12 ay boyunca banyo yapamadık. Sonuçta, insan bedeni kendini yeniliyor, eksilen hücreler de koku yapıyor. Terliyorsun, işkence yüzünden bedeninde çürükler oluşuyor, bunun kokusu bile insanı öldürüyor… İşkenceden arta kalan “boş” zamanımızda bize bitler arkadaşlık ederdi. Seyfi Balta diye bir arkadaşımız vardı, Batmanlıydı. Eşofmanları siyah olduğu için en çok onun bitlerini görürdük. Diyarbakır zindanı hakikaten bir tabuttu.

Bunca hıncı ve şiddeti neye bağlıyordunuz?

Ekrem Toğan

Devletin gözünde suç işleyip işlemediğinin bir önemi yoktu, önemli olan senin kimliğin. Adamlar o kimliği yok etmek istediler. 1976’dan sonra Kürt hareketi o kadar hızla büyüdü ki, dört sene içinde devlet darbe yapmak zorunda kaldı. Kürtler çok fazla şey istemiyordu, “bizi tanıyın, biz de varız” diyordu.

12 Eylül öncesinde bölgede ağırlıklı olarak hangi siyasî gruplar vardı?

Kawa, KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşu), DDKD (Devrimci Doğu Kültür Dernekleri), PKK (Partiya Karkeren Kürdistan), Rizgarî (Kurtuluş) gibi gruplar vardı. Darbenin öncesinde de darbe ihtimalini konuşurduk, o yüzden de karşılaşılabilecek işkencelerde kimsenin ismini vermemeye kendimizi hazırlamıştık. Zaten darbe öncesinde de gözaltılar çok fazlaydı. İşkence, kötü muamele günlük hayatta hep vardı…

Siz hangi örgütteydiniz?

Ben KUK içinde devrimci mücadeleyi yürütüyordum. Kürt sorunu sadece bizim dönemimizde gündeme gelen bir sorun değildi. Bizden önceki kuşaklar da Kürtlerin ulusal kurtuluşu yönünde mücadele vermişti, bu mücadelenin tarihi yüzyıllara dayanıyordu. Ben bu mücadele tarihinin farkına lise yıllarında vardım. O dönemde siyasetle ilgilenmemem zaten anormal olurdu. Kürtler gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet ve gerekse de başka ülke rejimleri tarafından hep ezilmiş ve sonunda dört parçaya bölünmüşlerdir. Gençlik çağına gelen her Kürt bu gerçekliğin soğukluğunu hissederdi, hâlâ da hisseder. Çünkü insan başka insanlarla niye eşit olmadığını her zaman sorar, biz de sorduk, soruyoruz.

KUK içinde yer almanızın nedeni neydi?

Hakkâri’de KUK’un ciddi bir örgütlülüğü vardı, o yüzden de kendimi KUK içinde mücadele ederken buldum. 1979’da, Yüksekova’da bir Kürt gecesi düzenledik, Dilbirîn, Dilgeş, Birader, Beriwan gibi ünlü sanatçıları getirdik. KUK hayatın her alanında örgütlülük yaratmaya çalışıyordu. Konserler, konferanslar, toplantılar, eylemler örgütleniyordu.

Aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemi değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı mesela, “bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız” diyorlardı. Öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi. Çıktıktan sonra bile kimseye anlatamayacağımız uygulamalar yaptılar.

Hapse girmeniz nasıl oldu?

KUK olarak çeşitli etkinlikler düzenlemiştik. Demin de sözünü ettiğim Kürt gecesi sırasında birtakım karışıklıklar meydana geldi. Hastane Köprüsü üzerinde, akşam saatlerinde birileri iki askeri yakalamış, silahlarına el koymuştu. Ama bunu KUK yapmadı. Bizce planlı, programlı bir provokasyon girişimiydi. Silahları benim aldığımı, askerlere saldırdığımı söylemişlerdi ajan-provokatörler. Bunun üzerine 1979’un onuncu ayında tutuklandım. O zamanlar Yüksekova’da da zindan vardı. İşkencede, suçlamaları kesinlikle kabul etmedim. “Haberim yoktur, olsaydı inkâr etmezdim” dedim. Ama o dönemde, suç işleyip işlemediğine bakmazlardı, siyasî olman tutuklanman için yeterliydi. Beni Diyarbakır’a götürdüler. Bütün Kürt gençlerini İstanbul’da bile yakalasalar Diyarbakır zindanına koyarlardı. 79 gün Devegeçidi’nde gözaltında kaldım, işkence merkezi orasıydı. Devegeçidi süreci bitince Seyrantepe’ye naklettiler. Daha gözaltı süreci bitmemiş tabii. Gözaltı bitince, 15 gün hastaneye yatırdılar. Yaralarım iyileşmeye başladı. Sonra da Diyarbakır zindanına alındım. Üç ay sonra savcılığa düştük. O zaman gözaltı süresi üç aydı.

Gözaltında tutukluların birbiriyle ilişkisi, teması var mıydı?

Gözaltında kimsenin kimseyle ilişkisi olamazdı, yalnızlaştırma operasyonu yapıyorlardı. Hücrede tek, tuvalette tek, işkencede tek, sorguda tektin. Eğer şanslıysan, hücrede yanında başka biri de olurdu. Ama iki kişinin bir arada olması çok zordu. Gözlerin sürekli kapalı, günde bir parça kuru ekmek…

Darbeden nasıl haberdar oldunuz?

Darbenin olduğu gün, askerler adeta bayram ediyor, marşlar söylüyordu. Zaten gelip “sizin gününüz bitti, gün artık bizim günümüzdür” dediler.

Hapishaneye nakledildikten sonraki koşullarınız nasıldı?

Abidin Dino

Devegeçidi’nde daha çok fiziki işkence vardı, Seyrantepe’deyse psikolojini mahvetmeye çalışıyorlardı aynı zamanda. Bize sıradan askerler işkence etmezdi, psikiyatristler, insan ruhunu bilenler işkence ederdi. Seni nasıl insanlıktan çıkaracaklarını, nasıl küçük düşüreceklerini iyi bilenler işkence sürecine katılırdı. Aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemi değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı mesela, “bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız” diyorlardı. Öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi… Çıktıktan sonra bile kimseye anlatamayacağımız uygulamalar yaptılar. Bizi o hale soktular ki, çıktıktan sonra yaşadıklarımızı kimseye anlatamadık. Annem Hakkâri’den beni görmeye geldi. Aramızda üç metre mesafe ve arada demir parmaklıklar. Biz esas duruştayız. Annem “yaşıyor musun?” diye sordu ve görüş bitti. Kürtçe konuşmak yasaktı, konuşmamıza izin verseydiler bile, annem zaten konuşamazdı Türkçe. Ama ertesi hafta yine görüşe gelebilmek için annem bir hafta bekledi Diyarbakır’da. Tekrar geldiğinde, “bir daha gelme” dedim ve yine görüş bitti. Zaten kimse ailesinin gelmesini istemezdi. Biri seni ziyarete geldiğinde, “demek hâlâ seni unutmadılar” deyip işkence ederlerdi… Şunu da söylemeliyim ki, yaşadığımız bütün işkenceleri akşamleyin unutmuş olurduk. Delirmemek için direniyorduk. Bu da onları çıldırtıyordu. Eğer şu an Kürt illerinde bir mücadele sürüyorsa, Diyarbakır zindanındaki işkencelerin hafızalardan silinmemiş olması sayesindedir. O yüzden de yaşadıklarımız kayıt altına alınmalıdır. Kendini yakanlar da oldu… Benim koğuşumda olmadı, ama zindanda bu gerçeklikler yaşandı. Kalorifer borularıyla haberleşiyorduk normalde. Ama arkadaşların kendilerini yakarak şehadete ermelerini duyduk. Sloganlar atıyorlardı. Bizim koğuş onlarınkiyle çaprazdı.

Koğuşlarda kaç kişi kalıyordu?

Bazı koğuşlar küçüktü, orada 70-80 kişi kalırdı. En üst kattaki koğuşlar daha büyük olduğu için, oralarda 150’den fazla arkadaş kalırdı. O sırada zindanda 700 tutuklu vardı, gerçek kapasitesi 500 bile değildir. E tipi olduğu için üst kat atölye, orta kat yatak, zemin de yemekhane. Ama bizim kaldığımız dönemde, her yerde tutuklular kalıyordu. Demir ranzaları kaldırıp tahta ranza koydular güvenlik için…

1983’teki direnişe siz de katıldınız mı?

İnsan zulme başkaldıran arkadaşlarını yalnız bırakır mı? 1983’te 14 gün süren bir açlık grevi yaptık. Üç yıldır dış dünyadan hiçbir haber alamıyorduk. O direnişten sonra bize bir gazete verdiler, bir tane de radyo aldık. Ondan önce zaman diye bir şey yoktu hayatımızda. Zaman dediğin, işkence ve yemek saatleriydi, o kadar. Bazen arkadaşlar mahkemeye gidip döner, hangi tarihte olduğumuzu öğrenirdik. Mahkemeye giderken yirmi-otuz kişiyi zincirle birbirine bağlarlardı. Kafanı kaldıramazsın, tuvalete gidemezsin, önündeki arkadaşının ensesine bile bakamazsın. Mahkeme de mahkeme sayılmazdı zaten. Sabah 5’te götürüp gece saat 12’de getirirlerdi. Tuvalet, su, yemek diye bir şey yoktu. Arkadaşlara söylerdik, tuvalet ihtiyacı olan kendini hiç tutmasın. Birimiz altına ettiğinde, hepimiz dayak yerdik, ama yine de kimse altına etmemek için direnmemeliydi. Koğuşta da tuvalet içerideydi. Bazen tıkanır, öylece kalırdı. Kapıda, dışardan gözetleme deliği vardı. Camlar tamamen kırmızı-beyaz bayrağa boyanmıştı. Üç kış kaloriferler hiç yanmadı. Yazın da camları açmak yasaktı.

Annem “yaşıyor musun?” diye sordu ve görüş bitti. Kürtçe konuşmak yasaktı. Tekrar geldiğinde, “bir daha gelme” dedim ve yine görüş bitti. Zaten kimse ailesinin gelmesini istemezdi. Biri seni ziyarete geldiğinde, “demek hâlâ seni unutmadılar” deyip işkence ederlerdi.

Cezaevinde ne kadar kaldınız?

Üç yıl, altı ay Diyarbakır zindanında kaldım. Yirmi yıl cezaya çarptırılmıştım, fakat dosyamı temyiz ettirdik. Bunun üzerine, askeri mahkemenin beni yargılama yetkisi olmadığı anlaşıldı. Sivil mahkemeye sevkedildim. Onun üzerine, Hakkâri zindanına getirildim. Orada da beş ay kaldıktan sonra, beraat ettim. Toplam 4 yıl 12 gün hapis yatmış oldum.

Hakkâri cezaevindeki koşullar nasıldı?

Hakkâri’de cennetten cehenneme gelmiş gibi oldum. Çünkü Diyarbakır’daki bütün işkencelere karşın, birliktik, kardeştik, komündük. Hakkâri’deyse adli mahkûmların arasında kaldım. Tam bir rezaletti. Adli mahkûmlar arasında kardeşlik diye bir şey yoktu. Hakkâri zindanında da iki siyasî vardı ama, ben onlara yetişemedim. İnsanlar arasında fark gözetmemek lâzım ama, hakikaten adlî mahkûmlarla siyasî arkadaşlar arasında çok belirgin bir fark vardı. Bu, işkenceden daha kötü.

Adli mahkûmlarla siyasîler arasındaki en temel fark neydi?

Mesela, Diyarbakır zindanında sigara yasaktı. Bazen bir koğuşa beş tane sigara verilirdi. O beş sigarayı, elli kişi kardeşçe içerdi. En tiryakiler öne, diğerleri arkaya dizilirdi. Sigaraları öylece içerdik. Adlî mahkûmlar arasındaysa fakir zayıf, zengin güçlüdür. Kimse kimseyle giysilerini filan paylaşmaz.

Cezaevinden çıktıktan sonra nasıl bir ortamla karşılaştınız?

Çıkmadan önce dışarıda neyle karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Bütün Kürtler üzerinde baskı vardı. O yüzden de büyük bir korku vardı. Aynı örgütten arkadaşlar bile selam vermeye çekinirdi.

12 Eylül’le hâlâ yüzleşilmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence, Kürtler 12 Eylül’le yüzleştikleri için şu anda mücadele vermeyi sürdürüyor. Kürtler zevk olsun veya inat olsun diye bu mücadeleyi sürdürmüyor. Baskılar sürdükçe, Kürt hareketi de sürecektir. Toplumların ortak bir hafızası vardır. Bu hafıza acıları kolay kolay unutmaz. Devlet baskıyla, yıldırmayla yoluna devam ettiği için yaptıklarıyla yüzleşmeye yanaşmıyor. Bence generaller ne zaman yargılanırsa, 12 Eylül acısı da o zaman diner. 

 

ABDULHALİM YILDIRIM

Hesap sorulmadıkça öfkem sürecek

Hangi davadan, ne zaman tutuklanmıştınız?

Abdülhalim Yıldırım

Abdülhalim Yıldırım: Kurtuluş Hareketi üyeliğinden, 12 Aralık 1978’de yakalandım. 23 yaşındaydım. Kahvehanede oturuyordum. Üzerimde sahte kimlik vardı. Mardin 1. Şube’ye götürüldüm. Burada işkence gördüm. Daha sonra, tutuklanma kararım açıklandı. Savcı “gençsin, tutukluyorum, bir şey olmaz” dedi. Diyarbakır’a sevk edildim. Akşam da cezaevine kondum,

İlk gece nasıl geçti?

Çok sıkıntılıydı. Tabii gözaltındaki işkenceyle sorgulamadaki işkence arasında dağlar kadar fark var. Üstüm başım yırtık pırtıktı. Havalar soğuyordu. Cezaevinin camları kırıktı. Battaniye yok, su ısıtacak odun yok. Hiçbir ısınma aracı yok ve hava soğuk. Üşüyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılayacak hiçbir şey yok. Açlık grevine gitmeye karar verdik. Önce beş günlük bir açlık grevi kararı aldık. Kaldığımız yer daha önce atların kaldığı bir yerdi.

Talepleriniz yerine geldi mi?

Hayır, gelmedi.

Hangi gruplar vardı?

TKP’sinden PKK’sine, Özgürlük’ten Kawa’sına, Partizan’a kadar tüm gruplar vardı.

Kaç kişiydiniz?

25 kişi yerleştik. Sonra 65-70 kişi olduk.

12 Eylül geldi yani…

12 Eylül’ün sabahında gazetelerden öğrendik ordunun yönetime el koyduğunu.

Darbenin etkisi hemen kendini gösterdi mi?

Evet. Görüşe çıkmadan önce, “sıralı hizaya girme” kuralı getirildi. Daha sonra, yemekten önce dua okunması, ardından uygun adım ve gardiyanlara “komutanım” diye hitap edilmesi…

Kemal Pir dövülürken yukarıdan bir ses yükseldi: “Arkadaşlar, Direnme Savaşı’nı okudunuz mu?” Birkaç saniye sessizlik oldu. Devam etti: “Vietnamlı devrimciler, Saygon zindanlarında yemek için böcek bile bulamazken, o işkencelere katlanarak sömürgecileri yendiler.” Hayri Durmuş’tu. Feci bir dayak. Beton gibiydi Hayri, hiç sesi çıkmadı.

Buna nasıl tepki verildi?

Tabii dua okunmadı. Bir asker geliyordu, dua okuyup gidiyordu. Gülüp geçiyorduk. Uygun adım dediklerinde kimse uygun adım gitmiyordu. Zamanla koşulları ağırlaşırdılar… 1981 başında koğuşlararası ilişkiler kesildi. Karanlık odalar oluşturuldu. Gelen tutuklular önce karanlık odaya alınıyordu. Sonra koğuşlara getirilen tutukluların karanlık odaya değil, direkt koğuşlara alınmaları için açlık grevi önerisi getirildi. Katılanlar oldu, katılmayanlar oldu.

Kimler katılmadı?

Devrimci Demokratik Kültür Derneği ve Özgürlük Yolu katılmadı. Cezaevinde 40 koğuş vardı. 35’inde PKK’liler kalıyordu. Bu defa açlık grevini dokuz günlük kararlaştırdık. Üçüncü günde koğuşlarımız basıldı. Koğuşlar dağıtıldı, hücreye alındık.

Kaç kişilikti hücreler?

Abidin Dino

Çok küçüktü. Ben, Refik Akay ve Şakir Budak aynı hücreye konduk. 10. hücreydi. Yarıya kadar su doluydu. İşkence ve dayak günleri başladı. Bana “sürün” diyorlardı. Anlamadım ne demek istediklerini. Dayağı yedim. Bu sırada diğer hücrelerden birinden, “kahrolsun faşizm”, “kahrolsun sömürgecilik” sloganları geldi. Tüm gardiyanlar hücre salonuna geldi, “kim bağırdı?” diye sordu İç Güvenlik Komutanı. Yukarıdan, “üçüncü kat, dördüncü hücre” diye bir ses duyuldu. Komutan “Üçüncü kat, dördüncü hücre. İndirin aşağıya” dedi. İndirdiler, getirdiler. Baktım ki, Kemal Pir. Komutan, Kemal’e “Ben Ortadoğu’nun en gaddar komutanıyım” dedi. Kemal de, “Ben de Ortadoğu’nun en gaddar devrimcisiyim” dedi. Bu sırada beni bıraktılar. Kanlar içinde bir köşedeyim. Kemal’e kalaslarla giriştiler. Kemal dövülürken yukarıdan bir ses yükseldi: “Arkadaşlar, siz, ‘Direnme Savaşı’nı okudunuz mu?” Birkaç saniye sessizlik oldu. Ve devam etti: “Vietnamlı devrimciler, Saygon zindanlarında yemek için böcek bile bulamazken, o işkencelere katlanarak sömürgecileri yendiler.” İç Güvenlik Komutanı “Ulan sen misin büyük patron?” diye yukarı bağırdı. Yukarıdaki ses de, “evet, benim” dedi. İndirdiler. Gelen Hayri Durmuş’tu, Hayri’ye giriştiler. Feci bir dayak. Beton gibiydi Hayri, hiç sesi çıkmadı. Tek bir bağırma olmadı. Öldüresiye dövdüler. Öldüğünü düşündük. Sonra yukarıdaki hücrelerden, hep bir ağızdan “kahrolsun faşizm, kahrolsun sömürgecilik” sloganları atıldı. Tüylerim iğne gibi olmuştu. Sonra hepimizi hücrelere aldılar. Dayaktan ötürü tutan hiçbir yerimiz yoktu. Hücre buz gibi, yarıya kadar da su dolu. Ancak, üstü açık. Yukarıdan yapılan tüm çiş, dışkı üzerimize düşüyor. Suyun içi bok içinde. Akşama kadar kaldık. Akşam da komutan battaniyeleri toplattı. Gece oldu. Buz gibi bir hava. Donmak üzereyiz. Soğuktan korunmak için türkü söylüyorduk. Moralleri de yüksek tutmak istiyorduk. Sonuçta askeri yöntemleri tam anlamıyla gerçekleştirmeye başladılar.

Neydi onlar?

Atatürk’ün ilke ve inkılâpları ezberlettirilmeye başlandı. Devletin resmî bayramlarında ilkokul çocuklarına okuttukları şiirler okutturuldu. “Ne mutlu Türküm diyene” dedirtildi sürekli. Atatürk’ün gençliğe hitabesi okutturuldu. Nâzım’ın “Mavi gözlü dev adam” şiiri… Hepimiz uyduk. Her koğuşa ses sistemiyle bunlar veriliyor, biz tekrarlıyorduk.

Hücre buz gibi, yarıya kadar da su dolu. Ancak, üstü açık. Yukarıdan yapılan tüm dışkı üzerimize düşüyor. Akşam komutan battaniyeleri toplattı. Gece oldu. Buz gibi bir hava. Donmak üzereyiz. Soğuktan korunmak için türkü söylüyorduk. Moralleri de yüksek tutmak istiyorduk.

Tepkilerin sıfıra indirilmesi başarıldı mı?

Başarıldı. A’den Z’ye idarenin söylediklerini yapmayan kimse kalmadı. Yavaş yavaş karanlık odaya alınma dönemi başladı. Bu odaya alınanlar itirafa zorlanıyordu ağır işkencelerle. Daha önce “idamım altı aydır” diyen Ferhat Kuntay, “iki kez karanlık odaya götürdüler, artık dayanamıyorum” diyordu. Bir gün bana, “cezaevlerinde görülmemiş, duyulmamış bir eylem biçimi var mı?” diye sordu. “Cezaevleri dört duvar arası. Burada yapılacak, açlık grevi, ölüm orucu ve isyandır” dedim. Daha sonra duydum ki, kendilerini bir koğuşta yakmışlar.

Mahkemelere giderken neler yaşanıyordu?

Tektip kıyafet uygulaması başlamıştı. Onları giyiyorduk. Zincirleniyorduk. Birimizin kafası, diğerinin ensesinde.

Kaç defa mahkemeye çıktınız?

36 kez. Sonunda tahliye oldum, memlekete döndüm. Mardin-Kızıltepe’ye. Sonra öğretmenlik hakkımı kazandım, öğretmenliğe döndüm.

12 Eylül devam ediyor mu sizce?

12 Eylül hukuku yargılanmadan, demokrasi Türkiye’ye yerleşmeden bu sürecin sona ermesi mümkün değildir. Herkes acı çekti. Herkes ayrı ayrı acı çekti. İtirafçı olan da çekti, direnen de çekti. Aileler de acı çekti. Herkes acı çekti.

12 Eylül’le nasıl hesaplaşılır?

Bugünkü Türkiye şartlarında hesaplaşmak mümkün değil. Ancak, geniş halk yığınlarının, işçi- köylü iktidarının kurulmasıyla hesaplaşılır. Ancak öyle 12 Eylülcüler yargılanır.

Siz kişisel tarihinizde hesaplaşabildiniz mi?

Çok öfkeliyim. Ama gerçekten öfkeliyim. Hesap sorulmadıkça öfkem sürecek.

Öfkenin temelinde ne var?

Ezilen kesim için özgürlük, barış, kardeşlik istediğimiz için baskılara, işkencelere maruz kaldık. Öfkem bunadır.

Söyleşi: Hale Gönültaş
Express, sayı 53, Eylül 2005

^