Çin’in gerek aşırı birikim ve üretim sorununu ötelemek, gerekse küresel ölçekteki etkisini katmerlendirmek için 2013’de başlattığı dev projenin, Kuşak ve Yol Projesi’nin genel çerçevesi, coğrafi yayılımı nasıl? Ne hedefliyor?
Ceren Ergenç: Proje 2013’te Xi Jinping döneminin başında açıklansa da tarihi öncelere uzanıyor. 1980’lerde ekonomide iki türden ikilik vardı. Biri kırsal-kentsel, diğeri de doğu-batı ikiliğiydi. Zengin doğu ve onun batıdaki hinterlandı söz konusuydu. Deng Xiaoping o dönemde, Hindistan’daki gibi, farklı eyaletlerin aşağı yukarı aynı anda kalkınacağı, ama ülke ekonomisinin hızla büyümeyeceği bir model yerine iki aşamalı bir model seçti. Önce doğu yakasının geliştirmeyi, ardından ortaya çıkan zenginliğin batı hinterlandına damlatmayı tercih etti. Doğu eyaletleri zaten tarihsel açıdan daha gelişmişti, uluslararası sermayeyle bağlantıları vardı. Ancak, 1997 krizinin ardından, zenginliğin piyasa şartlarında batıya yeterince akmadığını gördüler. Bu yüzden Hu Jintao bölgesel beş yıllık planlara geçti. Hedefi batı eyaletlerini geliştirmekti. Batı bölgeleri iki kısımdan oluşuyor. Biri Şincan, Tibet, Gansu gibi Orta Asya’ya bağlanan eyaletler, diğeri aşağıda Hunnan, Guanşi, Guizhou gibi Güneydoğu Asya’ya bağlanan kısım. Bu iki kısım için ayrı kalkınma planları yapıldı. Batı bölgeleri için hazırlanan planlar Xi Jinping döneminde Kuşak ve Yol Projesi’yle uluslararası hale getirildi. Fikir hâlâ Kuzeybatı Çin’i Orta Asya’ya, Güneybatı Çin’i de Güneydoğu Asya’ya bağlayarak kalkındırma temeline dayanıyor. İki rotanın da son durağı Avrupa. Bu yüzden de sıklıkla “Baharat Yolu” ve “İpek Yolu” metaforları kullanılıyor.
ABD’de “İkinci Soğuk Savaş” doktrinini savunanlar projeyi Marshall Planı ile karşılaştırıyor. Çin’in gelişmekte olan ülkelerle yeni bir Batı karşıtı blok yaratmaya giriştiğini iddia ediyor. Oysa Marshall Planı merkezden belirlenmiş, hiyerarşik uygulanmıştı ve hedefleri açıktı. Kuşak ve Yol ise at arabası tekerleğine benziyor. Ortasında Çin yer alıyor ve çepere uzanan çubuklarla hedef ülkelere bağlanıyor. Bu yüzden ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) ya da AB gibi bölgesel bir örgüt değil. Kuşak ve Yol ülkeleri birbirileriyle değil, sadece Çin’le ikili ilişkiye geçiyor. İkincisi, ikili ilişkilerin koşulları ve içeriği önceden belirlenmiş değil.
Kuşak ve Yol Projesi at arabası tekerleğine benziyor. Ortasında Çin ve çepere uzanan çubuklarla hedef ülkeler. Ülkeler birbirleriyle değil, sadece Çin’le ikili ilişkiye geçiyor. İkili ilişkilerin koşulları önceden belirlenmiyor. “Yeni bir sömürgeci proje” ya da “üçüncü dünyacı bir girişim” diye tanımlamak mümkün değil.
Çin bu proje için Dünya Bankası’na benzeyen Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nı kurdu. Fakat tüm planlar ikili ilişkiler çerçevesinde belirleniyor. Kuşak ve Yol bir blok arayışı, Çin’in yeni emperyalist bir projesi ya da Mao dönemindeki üçüncü dünyacılığın yeni sürümü diye farklı şekillerde yorumlanıyor. Bu farklı yorumlar projenin içeriğinin homojen olmamasından kaynaklanıyor. Kuşak ve Yol coğrafyasındaki ülkeler, sermaye grupları farklı projeler önerebiliyor. Ayrıca, Çinli KİT’ler de projeye dahil oluyor. Projeler ülke içindeki mali ısınmayı gidermek için de yapılıyor. Böylece KİT’lerin kârlılık sorunu da çözülmeye çalışılıyor. Dolaysıyla, Kuşak ve Yol girişimi hiç de homojen olmayan bir projeler bütününden oluşuyor, etkisi coğrafyadan coğrafya değişiyor. Örneğin, enerji alanında çalışan Shanghai Electric adlı KİT Körfez ülkelerinde yeşil enerji yatırımları yapıyor. Petrol ülkeleri petrol sonrası bir geleceğe hazırlık yapıyor. Ancak, aynı KİT Adana Hunutlu’da çok eski teknolojiyle, kömürle çalışan, uzun vadede kâr etmeyecek bir termik santral kurabiliyor. Aşırı birikim sorunu bu türden “gereksiz” yatırımlarla da aşılmaya çalışılıyor.
Çinli şirketlerin Kuşak ve Yol’daki ülkeleri borçlandırdığı, ardından da ihaleleri kendi firmalarına verdiği, böylece özellikle Asya ve Afrika’da bir “borç tuzağıyla” hegemonya yaratıldığı yazılıyor. Bu ne ölçüde gerçek?
Gerçekten de Kuşak ve Yol’un ana hedeflerinden biri, projeleri Çinli şirketlerin gerçekleştirmesi. Bu anlamda bir ölçüde tek yönlü bir ilişki var. Ama bunun bir “borç tuzağı” haline gelip gelmeyeceği rota üzerindeki ülkelerin tutumuna bağlı. Ekonomisi, planlaması zaten güçlü ülkeler, Kuşak ve Yol’u kendi devletinin ya da sermaye gruplarının gerçekleştirmekte zorlanacağı büyüklükteki projeleri Çin’e yaptırtmak için kullanıyor. Örneğin, İsrail Kuşak ve Yol’dan çok faydalanıyor. Ama Sri Lanka, Bangladeş ya da Afrika’daki bazı ülkeler giderek Çin’e bağımlı hale geliyor. İyi bir ekonomik planlamaya sahip ülkeler ne isteyeceklerini biliyor. O zaman iki taraf da projeden faydalanıyor. Ama iktidarların projeyi ekonomik çöküşü engellemek için, Çin’den sermaye aktarımı için, IMF’den kaçınmak için kullandığı ülkelerde Çin “gereksiz” yatırımlar yapabiliyor. Mesela, yeteri kadar hastanesi olmayan bir Afrika ülkesine büyük stadyumlar inşa ediyor. Çin finansal destek vermişse bağımlılık ilişkisi kuruluyor. O yüzden Kuşak ve Yol’u “yeni bir sömürgeci proje” ya da “anti-hegemonik üçüncü dünyacı bir girişim” diye tanımlamak mümkün değil.
Pandemi öncesinde, Kuşak ve Yol’un Avrupa’daki varış noktası olan Duisburg limanına Çin’den günde ortalama otuz hızlı tren varıyordu. Avrupa’nın bu ikinci en büyük iç limanından mallar kıtaya dağılıyordu. Trenlerin en az yarısı Çin’e boş dönüyordu. Yakın zamanda Avrupa Komisyonu Kuşak ve Yol’u dengelemek için 300 milyar avroluk bir fon açıkladı. Kuşak ve Yol’da Avrupa’nın yeri nedir?
Duisburg’a giden trenler şunu anlatıyor: Kuşak ve Yol’un gerek Orta Asya gerekse Güneydoğu Asya rotasından varmak istediği asıl yer Avrupa pazarları. Ancak AB ve Çin arasındaki ticaret sadece trenlerle gelen emek yoğun ürünlerle, hammaddelerle ve AB aleyhine gerçekleşen dengesizlikle açıklanamaz. Çin’e karşı ticaret açığı olmayan ülke yok. Sıradan tüketim ürünlerinden bahsediyorsak, o trenlerin boş dönmesinden başka seçenek yok. Öte yandan, Çin ve Avrupa ülkeleri arasındaki teknoloji bazlı ticaret tek yönlü değil. Çin dijital ve yeşil teknoloji pazarlarına hâkim olmaya çalışırken ABD bu konuda ilerlemesine hepten karşı çıktığı için Avrupa’yı kendi yanına çekmeye çalıştı. Yeşil teknolojiler tedarik zincirinde Avrupalı şirketlerle işbirliği yapıyor. Çin ve Avrupa’nın yeşil teknoloji pazarı iç içe girmiş durumda. Bu yüzden AB’nin ABD-Çin ticaret savaşlarında taraf tutması mümkün değil. Hatta, özellikle Trump döneminde, ABD’nin Kyoto Protokolü’nden ve Paris Antlaşması’ndan çekilmesinden sonra, AB Çin’e iklim gündeminde ABD’nin yerini doldurmasını önerdi. Çin sadece yeşil ekonomi pazarı için değil, uluslararası kamuoyunda sorumlu bir süper güç imajı edinmek için de bu fırsatı değerlendirdi.
ABD Ukrayna-Rusya savaşında NATO’nun desteği sağlanır sağlanmaz okları Çin’e çevirdi ve Çin’i Rusya’yı destekler bir pozisyona sokmaya çalıştı. Ama Çin sağlam durdu. Ne arabuluculuk önerilerini kabul etti ne de Rusya’ya açıktan destek verdi.
Öte yandan, Avrupa’nın Çin politikası çelişkili. Bir yandan yeşil enerjide ittifak yaparken diğer yandan “Global Gateway” (Küresele Açılan Kapı) ile Kuşak ve Yol’a potansiyel bir rakip yaratmaya çalışıyor. Biden hükümeti ise “Build Back Better World” (Daha İyi Bir Dünyayı İnşa Etmek) girişimiyle Kuşak ve Yol’un etkilerini dengelemeyi planlıyor. Ancak, bu iki girişim de henüz isimden ibaret. Nasıl mekanizmalara sahip olacaklar, hangi projeleri amaçlıyorlar, finansmanları nasıl gerçekleşecek, belli değil. Kuşak ve Yol’un on yılda bu kadar ilerleyeceğini, müttefikleri addettikleri ülkelerin bile ondan pay almak isteyeceğini öngöremedikleri için şu anda niyet düzeyinde onu dengelemeyi arzu ediyorlar.
Rusya ise Kuşak ve Yol başladığında Şangay İşbirliği Örgütü (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan, Özbekistan, Hindistan, Pakistan, İran) için endişelenmişti. Rusya Orta Asya’yı kendi arka bahçesi sayıyor. Orada Çin bir ödün mü verdi, yoksa anlaşma mı yaptı, ama nihayetinde Şangay İşbirliği Örgütü’nü Rusya’ya bıraktı. Rusya da Kuşak ve Yol’a karışmıyor.
Kuşak ve Yol için dünya GSYH’sının yüzde 40’ına denk gelen 129 ülkeyle ikili anlaşma sağlandı. Çin’in Afrika’yla ticaret hacmi 2009’da ABD’yi geçti. Çin Tanzanya’da “Yeni Shenzen” diye tarif edilen dev bir liman şehri kuruyor, kıtada hızlı tren ağları inşa ediyor. Çin’in ilk askeri üssü de Cibuti’de açıldı. Çin’in Afrika ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Diğer coğrafyalarda olduğu gibi, Çin’in Afrika’daki varlığı ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Bazı ülkelerde bağımlılık ilişkisi yaratıyor. Örneğin, Güney Sudan’daki enerji kaynakları adına oradaki varlığını sürdürmek istiyor. Sudan’ın emek pazarı orada kurduğu fabrikalarda çalışacak kadar gelişmiş olmadığı için Çinli işçileri o fabrikalarda çalıştırıyor. Türkiye dahil bazı ülkelerde de bu yönde pazarlıklar yapılıyor. Çin farklı coğrafyalarda kurduğu fabrikalarda esnek bir tutum alıyor. Mesela beyaz yakalı işçiler Çinlilerden, mavi yakalılar yerel işgücünden oluşabiliyor. Ama Tanzanya örneğinde daha eşitlikçi bir ilişki görüyoruz. “Yeni Shenzen” de tıpkı eskisi gibi bir teknoloji merkezi olarak düşünülüyor. Dolayısıyla, Tanzanya’ya bir teknoloji transferi öngörülüyor. Bu anlamda Sudan’dan ayrılıyor. Bu yüzden “Çin Afrika’daki yeni sömürgeci ülke” demek kolay değil. Ülkelerin coğrafi farklılıkları da ilişkilerde rol oynuyor. Çin-Afrika ilişkisi diye genelleyemeyeceğimiz bir çeşitlilik söz konusu.
Ukrayna Yol ve Kuşak projesinin de önemli rotalarından biri. Çin karadan Belarus üzerinden trenle Avrupa’ya ulaştığı gibi, Karadeniz’de de limanlara sahip. Savaş Çin’i ve Rusya’yla ilişkilerini nasıl etkiledi?
Ukrayna Çin için gerçekten kötü bir haber oldu. Putin Xi Jinping’i işgalden ne kadar haberdar etti ya da Jinping’in en azından savaşın ölçeğinden haberi var mıydı, çok belirsiz. Ancak, savaşın ardından Çin hükümetinin tepki vermekte zorlanmasından, uzun süre sessiz kalmasından, en azından işgalin ölçeğinden haberinin olmadığı sonucunu çıkarıyoruz. Ardından, hem Rusya hem ABD Çin’in küresel konumunu kendilerini meşrulaştırmak için kullanmak istedi. Putin 2022 Pekin Kış Olimpiyatları’nın açılışında Xi Jinping ile yan yana görüntü vererek Çin savaşı destekliyormuş izlenimini yaratmaya çalıştı. Oysa açıklama metnine baktığınızda, Rusya tarafına dair genel geçer ifadeler yer alırken Çin’in Asya-Pasifik’teki dertlerinin altı çiziliyor. ABD ise savaşta NATO’nun desteği sağlanır sağlanmaz okları Çin’e çevirdi ve Çin’i Rusya’yı destekler bir pozisyona sokmaya çalıştı. Burada daha büyük bir amaç seziliyor. Zira, Rusya savaşla beraber siyaseten ve ekonomik açıdan sistem dışına itiliyor. ABD Çin’i de uluslararası sistemi bozmaya çalışan bir aktör olarak çerçevelemeye çalıştı. Ama Çin sağlam durdu. Ne arabuluculuk önerilerini kabul etti ne de Rusya’ya açıktan destek verdi. ABD’yi eleştirdi, ama ülkelerin kendi kaderini tayin hakkı düsturunun arkasında durdu. Ukrayna’nın egemenliğinin korunması gerektiğini açıkladı. Rusya’ya ekonomik ve askeri destek verdiği iddiaları boş çıktı. Çinli özel bankalar Rusya swap sisteminden çıkarılınca Rusya’daki şubelerini kapattı. Sibirya’daki Çinli enerji şirketleri Rusya’dan çıkmanın arayışına girdi. Çin açısından sistemin içinde kalmak en önemli motivasyon. Elbette Çin kamuoyunda milliyetçi bir söylem var, ama somutta ne devlet ne de iktisadi aktörler Rusya’ya destek verdi.
Tayvan’ı anakaraya dahil etmek Çin ulusal kimliğinin bir parçası olageldi. Tayvan ekonomisini anakaraya bağımlı kılabilseler de şöyle bir açmaz var: Yetmiş yıllık bağımsızlık geçmişi bulunan ada, askeri bir müdahale olmadan anakaraya dahil edilemez, edilse bile halkın rızasını almak çok zor olur.
Çin açısından savaşın bölgesel sonuçları da oldu. Zira, savaş Çin-Avrupa arasındaki tedarik zincirini kırdı. Çin’i Avrupa’ya bağlayan kuzeyden güneye üç koridor var. Kuzey koridorunun uzun süre kullanılamayacağı ortaya çıktı. Çin ulaşım sektörünün savaşın hemen ardından yayınladığı raporlarda yaşanan şaşkınlık hemen anlaşılıyor.
Şimdilerde iki seçenek tartışılmaya başlandı. İkisi de Türkiye’yi yakında ilgilendiriyor. İlki orta koridoru güçlendirmek. Türkiye de kendi orta koridorunu yıllardan beri Kuşak ve Yol’a entegre etmeye çalışıyor. Fakat şu âna kadar Çin bu konuda isteksizdi. Savaşın ardından Çin’le görüşmeler tekrar başladı. Nihayetinde Çin altyapı eksikliğinden dolayı orta koridorun ağırlığı kaldıramayacağına karar verdi. Dolaysıyla, diğer alternatife, deniz yoluna yöneldi. Türkiye Türk Devletleri Teşkilatı’yla orta yolu canlandırmaya çalışsa da Çin Doğu Akdeniz rotasını tercih etti. Orada limanları var. En önemlisi Pire limanı, ama şu anda kapasitesi yeterli değil. İsrail’deki Hayfa limanına Lübnan’da bir liman eklemek istiyor. Hakeza İspanya’da bir liman ihtimali de var. Kısacası, Çin Akdeniz’de limanlardan oluşan bir ağ üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşacağı güvenli bir geçit kurmaya çalışıyor.
Türkiye’nin bu plandaki yeri ne?
Kuşak ve Yol gerek Uygur meselesinden gerekse siyasi ilişkilerin stabilize edilememesinden dolayı Türkiye’yi teğet geçiyor. Ancak, Türkiye’deki derin ekonomik krizle beraber Çin’in Varlık Fonu’na doğrudan yardım ettiğini görüyoruz. İzmir ve Mersin gibi liman kentleri Çin’in kurduğu ağa dahil olmak istiyor. Şu anda Çin sermayesinin sahip olduğu tek liman İstanbul Avcılar’daki Kumport, fakat Türkiye’deki düzenlemeler hükümet tarafından çok sık değiştirildiği için verimli kullanılamıyor. Gümrük işlemleri durmadan değiştiği, bir akşamda KHK’lar ile sistem altüst olduğu için Çinli şirketler bile doğrudan Pire limanına geçmeye çalışıyor. Öte yandan, Pire limanının kapasitesi yetersiz olduğu için yeni liman arayışı da var.
Hubert Sauper Dost Olarak Geldik adlı belgeselinde, kendi yaptığı bir uçakla Sudan’ın gerek ABD, gerek Çin hegemonyası altındaki bölgelerini geziyor ve bir Çin fabrikasına iniş yapıyor. Bilardo oynayan işçilerin nerede olduklarından habersiz fabrika kompleksinde yaşadıklarını gözlemliyor. Bu türden bir işçi göçü ne boyutta?
Çin’in diğer ülkelere işçi göndermekteki ilki hedefi ülkede yeteri tecrübeye sahip bir emek gücü yoksa onu dengelemek. İkinci hedef ise Çin’de hızla artan genç işsizliğini dizginlemek. Ama bu istihdamın büyük çoğunluğu geçici mahiyette. Gidilen ülkede bir kuşaktan fazla kalmak, yerel halkla kaynaşmak gibi bir durum söz konusu değil. İşçiler tamamen izole fabrika lojmanlarında, prefabrik kentlerde, sanki bölgeye paraşütle inmişçesine yaşıyor.
Adam Smith Pekin’de kitabında Giovanni Arrighi 18. yüzyılda Çin’in kapitalist olmayan pazar ekonomisini, refahını övüyor ve şöyle diyor: “Batının aksine, binlerce yıldır hemen tüm iktidar değişikliklerinin toplumsal kalkışmalarla gerçekleştiği Çin’de, devlet Batı hegemonyasında görmediğimiz bir muvazene siyaseti güdüyor.” Ama Arrighi ABD’nin tepkisinin geleceği şekillendirecek başat etkenlerden biri olduğunu da ekliyor. Çin’de muvazene geleneği ne ölçüde devam ediyor?
Arrighi’nin “kapitalist olmayan pazar ekonomisi” tanımı Adam Smith Pekin’de kitabı ilk çıktığında da bayağı eleştirilmişti. Bu tanımdan yola çıkarak, “sömürgeci de olmaz” saptaması eleştiriye açık. Az önce anlattığım nedenlerden ötürü, Çin “yeni sömürgeci” diye tanımlanamaz, ama bu kapitalist olmadığı için böyle değil. Öte yandan, Çin’in kendi coğrafyasında askeri müdahalelere başvurmadığı, hegemonyasını ekonomik ilişkiler üzerinden konsolide etmeye çalıştığı bir gerçek. Burada ABD’deki İkinci Soğuk Savaş fikrini savunanlardan ayrılıyorum. Ne Tayvan yakınlarındaki ne de Güney Çin Denizi’ndeki askeri tatbikatlar Çin’in askeri bir süper güç olma yolundaki denemeleri değil. Tayvan meselesi zaten ulusal kimliği ile ilgili. Diğer tatbikatlar da bölge hegemonyasını pekiştirmek adına yapılıyor. Zira, tarihten deneyimleyerek sadece ekonomik gücün yeterli olmadığını ziyadesiyle öğrendiler. Sonuçta Britanya İmparatorluğu aslen askeri üstünlüğüyle Çin’i kendisine tabi kıldı. Çin askeri gücün önemini bu yüzden yadsımıyor. Ancak, bunun Asya-Pasifik bölgesinde bir bölgesel savaşa, sıcak çatışmaya dönüşeceğini düşünmüyorum. Tayvan konusunda aynı şeyi söylemek zor, çünkü Tayvan’ı anakaraya dahil etmek her zaman Çin ulusal kimliğinin bir parçası olageldi. Bunu ‘90’lar ve 2000’lerde ekonomik olarak yapmaya çalıştılar. Tayvan ekonomisini büyük ölçüde anakaraya bağımlı kılabilseler de gelinen noktada şöyle bir açmaz var: Yetmiş yıllık bağımsızlık geçmişi bulunan ada, askeri bir müdahale olmadan anakaraya dahil edilemez, edilse bile halkın rızasını almak çok zor olur. O yüzden Çin bir yandan Tayvan’ı sınırlarına dahil etmeyi, tabiri caizse “misakı milli” meselesi olarak görüyor, diğer yandan da bunun çok zor olduğunu biliyor.
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki tüm hamleleri sadece Çin’in karşı koymasıyla değil, bölge ülkelerinin iki küresel güç arasında taraf seçmek zorunda kalmak istememesi yüzünden de atıl kaldı. Elbette bunlar ABD’nin pes edeceği anlamına gelmiyor, çünkü ABD küresel hegemonya mücadelesinin Asya-Pasifik’te yaşanacağını öngörüyor.
Bu iddianın tarihsel arka planı nedir?
Tayvan Adası çevredeki başka Pasifik adalarıyla beraber Qing Hanedanlığı sırasında Çin’in eline geçiyor. Anakaradan adaya göç yaşanıyor. O zamandan beri Çin topraklarının bir parçası kabul ediliyor. “Yüzyıllık Aşağılanma” sırasında Japon İmparatorluğu tarafından Çin’den alınıyor. Daha sonra Çin’de komünistler ve milliyetçiler savaşmaya başlıyor. Daha doğru bir tanımla, komünistler ve kapitalistler demek gerekir, çünkü iki taraf da milliyetçi aslında. İç savaştan ÇKP galip çıkınca Çin Ulusal Partisi (Kuomitang) 1949’da Tayvan’a kaçarak “geçici” Çin Cumhuriyetini kuruyor. Soğuk Savaş dinamikleri içinde batı kampı Tayvan’daki hükümeti Çin’in temsilcisi olarak görüyor. Ancak, 1970’lerde Çin-Amerikan ilişkilerinin normalleşmesiyle beraber batı bloku Tayvan’dan vazgeçip Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıyor. Böylece Tayvan uluslararası toplum tarafından egemenliği tanınmayan, ama fiiliyatta var olan siyasi bir varlık haline geliyor. Bugün de Tayvan’ı sadece birçoğu küçük ada devleti olan 13 ülke tanıyor. Özellikle Kuşak ve Yol’dan sonra Afrika ülkeleri Tayvan’ı tanımayı birer birer bırakıyor. Tayvan’ın Birleşmiş Milletler’de temsilcisi yok. Dışarda da hep bu gri alanda hareket ediyor. Örneğin, elçilik yerine “ekonomik ve kültürel ilişkiler ofisleri” açıyor ve vize yerine seyahat belgesi veriyor.
ABD’nin 1979’da resmîleştirildiği Tayvan politikası şöyle diyor: “Tayvan’ın geleceğini barışçıl yollar dışında belirlemeye yönelik her çaba ABD açısından ciddi bir endişe kaynağıdır.” Epey muğlak bir açıklama. Yakın döneme kadar ABD Tayvan’ı doğrudan silah yoluyla koruma taahhüdü de vermedi.
Bu Çin ile sıcak çatışma yaşamamak adına hiçbir zaman telaffuz edilmedi, ama ABD-Tayvan arasında askeri korumaya yönelik bir anlaşma var. Çin’in ismi telaffuz edilmeden, ABD’nin uluslararası hukuka bağlı olarak Tayvan’a yardıma geleceğini söylüyor. Ama Tayvan yerine Çin’in tanınmaya başlandığı zaman üç ülke arasında zımnen şu anlaşma da yapılıyor: ABD Çin Halk Cumhuriyeti’nin Çin’in tek temsilcisi olduğunu kabul edecek ve Tayvan’ın bağımsızlığını desteklemeyecek. Buna karşılık, Çin Tayvan’a askeri müdahalede bulunmayacak, Tayvan da bağımsızlık ilan etmeyecek. 1970’lerden bu yana yerleşen bu statükoyu tehdit eder gibi görünen birkaç kriz yaşansa da, her defasında taraflar birbirlerine sorumluklarını hatırlatmakla yetindi. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’a ziyareti sırasında ve sonrasında yaşanan son krizde de statüko korundu.
Bir yandan da ABD’deki kamuoyu araştırmaları, Tayvan’a bir tehdit oluşturduğu durumda ABD’nin Çin’le sıcak çatışmaya girmesine onay verenlerin oranının yıllar içinde artarak yüzde 52’ye ulaştığını gösteriyor.
Bu sonuçlar iki nedenle gerçekten şaşırtıcı. İlkin, ABD’de dış politika meseleleri genelde iç politikada pek yansıma bulmaz. İkincisi, Çin’le bir çatışmaya girmek ABD’nin Asya bölgesinde Vietnam ve Afganistan’ın ardından bir kez daha bitiremeyeceği bir savaşa girmesi anlamına gelir. Peki, ABD kamuoyunda böyle bir muhtemel savaşa destek neden artıyor? Sanırım bu gerçek bir savaş ihtimalinden ziyade, Obama’nın “Asya Ekseni” planından başlayarak Trump döneminde iyice yükseltilen Çin karşıtlığının ve İkinci Soğuk Savaş retoriğinin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Pandemi Çin’de başladığı için bu söylem iyice derinleşti ve Asyalılara karşı ırkçılığa vardı.
2012’de başlayan “Asya Ekseni” ile beraber ABD müttefikleri Avusturalya, Japonya ve Hindistan ile askeri işbirliğini artırdı. Ayrıca Trans Pasifik Ortaklığı (TFP) ile bölge ülkeleriyle ikili serbest ticaret anlaşmaları imzaladı. Çin bu çevreleme stratejisine nasıl cevap vermeyi planlıyor? ABD müttefiklerinin Çin’le ilişkileri açısından özgün yanlar neler?
Gerçekten de Obama döneminden bu yana ABD’nin başat dış politikası Çin’i çevrelemek ve güçsüzleştirmek üzerine kurulu. Ukrayna Savaşı ABD’yi Çin hedefinden saptırdı, ama ABD NATO ülkelerinin desteği sağlar sağlamaz tekrar Çin’e odaklandı. 2012’den beri Asya-Pasifik bölgesinde gücü yeniden ele geçirmeye çabalıyor. Zira Çin’in yükselişiyle beraber güç dengesinin değiştiği ilk coğrafya burası oldu. Önce TFP’yi harekete geçirdi. Ardından NATO’nu muadili Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü’nü (SEATO) ayağa kaldırmaya çalıştı. “Asya-Pasifik” kavramını Çin’e kaptırınca “Hint Pasifiği” kavramını tedavüle sokmaya çalışıyor. Oysa “Asya-Pasifik” komünist Asya’dan müttefiklerini ayrıştırmak için ABD’nin Soğuk Savaş döneminde kullandığı bir kavramdı. Ama tüm bu hamleler sadece Çin’in karşı koymasıyla değil, bölge ülkelerinin iki küresel güç arasında taraf seçmek zorunda kalmak istememesi yüzünden de büyük ölçüde atıl kaldı. Çin TFP’nin hemen ardından Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklığı (RCEP) kurdu. Bölge ülkeleri her iki örgüte de üye olunca ikisi de nötralize oldu. Asya ülkeleri SEATO’ya girmeyi reddettiler. “Hint Pasifiği” kavramını Hindistan bile serbest ticaret alanında kullanmayacağını açıkladı. Elbette bunlar ABD’nin pes edeceği anlamına gelmiyor, çünkü ABD küresel hegemonya mücadelesinin Asya-Pasifik’te yaşanacağını öngörüyor.
ABD’nin hegemonik gücü büyük bir gözetim mekanizması kurabilmesinden de kaynaklanıyor. ABD’nin veri tabanlı gözetim kapitalizminden farklı olarak, Çin veri tabanlı, devlet merkezli bir gözetim mimarisi inşa ediyor. Beş yıldır veri teknolojilerine ABD’den fazla yatırım yapıyor. Gözetim devletinin ilk deneyleri baskı altındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde gerçekleşti. Çin tipi gözetim sistemi toplumu somutta nasıl denetliyor?
Çin dijital ekonomide devlet eliyle ilerliyor. Alibaba gibi çok büyük özel şirketler de var, ancak hemen hepsi yakın zamanda sıkı regülasyonlara ve sermaye kısıtlamalarıyla kontrol altına alındı. Huwaei ve ZTE gibi diğer dev Çinli şirketler ise çoğunluk hisseleri devletin elinde bulunan yeni kuşak KİT’lerden. Bu şirketler Çin devletinin makro ekonomik yönlendirmesi altında faaliyet gösteriyor.
2018’de iki dönem başkanlık sınırlamasını kaldıran anayasa değişikliği sırasında ordunun yapısı da değiştirildi. Çin daha önce geleneksel olarak bir kara ordusuna sahipti. Bugün bile Çin askerî açıdan bir süper güç değil. 2018’deki değişiklikle beraber ABD ordusunu model almaya, askeri-sanayi kompleksi kurmaya başladı. Huwaei ve ZTE gibi dev teknoloji şirketleri bu kompleksin ayakları haline getirildi. Çin silahlanmada rekabet gücüne sahip olmasa da siber savaşta, bilişim güvenliğinde güçlü bir ordu yaratmaya girişti. Bir yandan dijitalleşme devlet eliyle gerçekleştiği ve devlet de otoriter bir parti devleti olduğu için demir yumruklu bir gözetim devletinin varlığından bahsediliyor. Oysa, Çin devletinin Orwell’in 1984 kitabındaki gibi her şeyi gözetleyecek, daha önemlisi gözetlediklerinden bir anlam çıkarabilecek bürokratik bir gücü henüz yok.
İşçi sınıfı üzerinde müthiş bir baskı var. Prekaryalaşma ve sendikasızlaşma yüzünden işçi sınıfının nasıl örgütleneceğini öngörmek zor. Fakat devlet işçi sınıfından bir tehdit algılıyor ve önlem alıyor. Öğrencilerin işçilerle bir araya gelmesinin, Tiananmen benzeri bir işçi-öğrenci dayanışmasının önünü kesmeye çalışıyorlar.
Çin üniter bir devlet olsa da boyutlarından dolayı adem-i merkeziyetçi bir işleyişe sahip. Eyaletler ve büyük kentlerin epey özerkliği var. Bu türden bir adem-i merkeziyetçilik aynı zamanda bir koordinasyon eksikliği getiriyor. Tüm idari birimlerin geliştirilen gözetim teknolojilerine erişimi var. Fakat gelen bilgileri toplayacak, dahası işleyip politikaya çevirecek kadrolar yerel yönetimlerde mevcut değil. Hele federal yapılar arasında koordinasyon hiç yok. Çin bu yüzden bu aşamada bir gözetim devleti ve toplumundan çok uzakta. Bu bugünden yarına değişecek bir durum değil. Söz konusu niyet değil, kapasite eksikliği.
Bu eksikliği pandemi dönemindeki dijital sağlık aplikasyonlarının verimsizliğinden de anlıyoruz. Toplanan verilerden ne tutarlı bir kamu sağlığı politikası geliştirildi ne de o veriler iktisat alanında kullanıldı. Üretilen aplikasyonlar “Dijital İpek Yolu” şiarıyla Kuşak ve Yol üzerindeki ülkelere de ihraç ediliyor, ama orada da tutarlı bir sistem oluşturulabilmiş değil. Öte yandan, Türkiye’de Huwaei büyük bir varlığa, fabrikalara sahip. Turkcell ile ortak çalışıyor. Yakın zamanda çıkan bir habere göre, kamu hizmetlerinin tüm dijital altyapısı Huwaei’ye verildi. Bir yandan veri analizi açsından kapasite eksikliğinden bahsediyorum, ama diğer yandan Batı ülkeleri, bırakın kamu sistemini emanet etmeyi, Huwaei’yi üniversitelerden bile çıkarmaya çalışırken Türkiye’nin bu kararına anlam vermek epey zor.
2020’de Hong Kong’a yönelik çıkarılan Ulusal Güvenlik Yasası’yla neyin ulusal güvenlik tehdidi olduğu kolluk kuvvetlerinin ve yargının yorumuna açık hale geldi. Dışarıdan, Çin toplumsal muhalefet adına yaprak kıpırdamayan bir ülke gibi görülüyor. Ama, gig ekonomisi işçileri örgütlenmeye çalışıyor, öğrenci hareketi varlığını sürdürüyor. Gelir eşitsizliğinin arttığı, zenginlere karşı öfkenin yükseldiği bu dönemde müstakbel itirazlara devlet nasıl cevap verecek?
Xi Jiping’in ikinci dönemine pandemi ve ABD’nin Asya’ya yönelişi eklenince toplumsal muhalefeti, hatta kendisini muhalif olarak isimlendirmeyen, ama devletin potansiyel muhalif olarak gördüğü her türlü toplumsal kesimi ön alıcı şekilde kontrol altına alma eğilimi giderek arttı. Buna medya ve akademide çok keskin şekilde şahit oluyoruz. İşçi sınıfı üzerinde müthiş bir baskı var. Prekaryalaşma ve sendikasızlaşma yüzünden işçi sınıfının nasıl örgütleneceğini öngörmek zor. Fakat devlet belli ki işçi sınıfından bir tehdit algılıyor ve bu yüzden önlem alıyor. Üniversitelerdeki Marksist düşünce kulüpleri geleneği hâlâ devam ediyor. Bu kulüplerdeki öğrencilerin işçilerle bir araya gelmesini engellemeye çalışıyorlar. Çin’deki sendikaların tamamı sarı. “İşçi dostu merkezler” var. Öğrencilerin bu merkezlerde işçileri örgütlemesini engellemeye, Tiananmen benzeri bir işçi-öğrenci dayanışmasının önünü kesmeye çalışıyorlar.
Bir yandan iki noktanın altını çizmek şart. Xi Jingping’in lider kültünden ötürü öyle gözükse de Çin bir tek adam rejimi, Jingping de bir Putin değil. Karar alırken pervasız davranabileceği bir siyasi sistem yok. Gerek politbüroda, gerekse parti mekanizmasında, hatta daha geniş mânâda diğer toplumsal aktörlerin katılımıyla hesap verilmesi gereken merciler mevcut. Kararlar öncesinde farklı toplumsal katmanlar siyasete katılabiliyor. Ancak Jinping döneminin tek şartı halktan katılımın sınıfsal ve örgütlü bir temsiliyete sahip olmaması. İnsanlar buna karşı stratejiler geliştiriyor. Örneğin, siyaset tartışmalarının yürütüldüğü meclislere belli bir sınıfı temsilen katılamıyorsunuz. Ancak, tartışılan meselelerin özü sınıfsal. Bu yüzden meclislerde katılımcılar bireysel başvurular yapsa da sınıf temelinde hareket ediyor. Dolayısıyla, bir sınıf temsiliyeti ortaya çıkıyor, ama adına “sınıf” denemiyor. En büyük korkuları sınıfsal temsiliyet.