FRANZ KAFKA’YA SAYGI DURUŞU

3 Temmuz 2022
Resim: Arslan Eroğlu
SATIRBAŞLARI

Galiba inandığım tek yazar Kafka. Onun bir cümlesini okuduğumda, gözümü boyamak ya da yanıltmak için yazdığını düşünmüyorum, inanılmak maksadıyla yazmayan, eserleri bende böyle bir kesinlik ve benimseme ilişkisi uyandırmayan pek çok yazar var sevdiğim. Kafka’yı ise seviyorum, çünkü ona inanıyorum. Bu duygusal bir şey, izaha gelmez. Otuz altı çocuğum olsaydı, içlerinden birine diğerlerinden daha fazla güvenirdim diye tahayyül ediyorum. Benim açımdan, Kafka’nın durumu da öyle: Yazdığı şey hakkında asla şüpheye düşmüyorum. Eğer gökyüzü yeşil ya da siyah ya da kırmızı diyorsa, ona inanıyorum. Bana söylediğini yiyip yutuyorum, sindiriyorum; tamamen benim inancım, benim kanaatim haline geliyor. Ta gençliğimdeki ilk okumalardan itibaren Kafka’yla hep böyle oldu.

Bende bu etkiyi uyandıran iki kişi tanıyorum: Michaux ve Kafka. Michaux da bana ne söylerse inanırım, ama bugün sanki Kafka’nın bana söylediklerine inanmayı tercih etme eğilimdeyim. Bunun yansıtmayla en ufak bir alâkası yok. Kimse Kafka olmak istemez, ama Kafka’nın uyandırdığı inanç edebiyattan kaynaklanmıyor. Varlığından, varlığa dair ortaya attığı sorudan kaynaklanıyor. Belli bir kutsallık ya da dinsellik biçimine duyulan bir bağ söz konusu olabilir mi? Hiç şüphesiz, ama öyleyse bile bunun ne olduğunu bilemiyorum. ­ Kafka’nın zaman zaman ayrıntılar üzerinde ondan önce kimsenin göstermediği bir dikkati, ilgisi ve uyanıklığı var. Bunu kanıtlaması zor, ama bende bu duyguyu uyandırıyor: On binlerce yıldır hepimiz aynı şeyleri gördük ve bazı noktalarda bazı şeyleri ilk fark eden ve kaydeden Kafka oldu. Romanları, bazı yerlerde, dehşetle ya da hayranlıkla veya hayretle bunu bize aktarır. Günlük de öyle. Bazen küçücük ayrıntılardır söz konusu olan. Örneğin, Yahudi tiyatrosunun müdiresi Bayan Tschissik’in içinden geldiği gibi konuştuğunda yüzünü bir anda aydınlatıveren o yoğun parıltı gibi. Ağzının kenarıyla, gözlerinin ucunda aynı anda oluşuveren kırışıklığa yol açan bir parıltı. Dudaklarla göz arasındaki ilişkiyle kendini ifade eden, yüzün eksiksiz hakikat ânı, Kafka’dan başka kim bundan bahsetti? Kimse.

Dehşetli evlilik arzusu

Bana öyle geliyor ki, hayatından yola çıkarak Kafka’ya dair sorular sormak fazla riskli, çünkü hayatının gerçekten nasıl olduğunu, ne olduğunu bilebilmek çok zor. Durmadan hayatından bahseder, ama hayatını tam olarak sadece yazdıklarından biliyoruz. Örneğin, Günlük sayesinde, Felice’le ilişkisine dair bir fikir edinebiliyoruz. Bu hikâyenin başlangıcı da çok tuhaf. Felice’le ilk defa karşılaştığı âna, Brod’un evindeki akşam davetine ayırdığı daha ilk satırlardan itibaren hep bu tuhaflık var: Salona girdiğinde, Felice’in masada oturduğunu ve onu hizmetçi sandığını yazıyor. Bir akşam yemeği için davetliler gelirken hizmetçinin masada oturuyor olması çok ender rastlanır bir durumdur herhalde. Onu daha ziyade zarafetten uzak, nahoş ve kesinlikle mânâsız buluyor ve bu saptamalar onu beklenmedik bir sonuca ulaştırıyor: Daha o akşam Felice’le evlenme­ye karar veriyor. “Evlenmek” onun için ne anlama geliyor? Kafka sürekli olarak dehşetli evlenme arzusu duyan bir adam. Ayrıca, nişanlanmaya da meraklı, sık sık nişanlanıyor; tabii nişanı bozuyor da, bu konuda ona yardımcı olanların sayısı da az değil, çoğu zaman öyle olmasını dilemediği halde nişanı bozuyor.

İnandığım tek yazar Kafka. Kimse Kafka olmak istemez, ama Kafka’nın uyandırdığı inanç varlığından, varlığa dair ortaya attığı sorudan kaynaklanıyor.

Tavırlarında en açık olan, adab-ı muaşeret kurallarına, âdetlere karşı özgürlüğü; bu da gençlik, güç ve sağlık belirtisi. Örneğin, bir akşam, Felice’le çok kötü bir gün geçirdikten sonra, etrafındaki herkesin evlenmemesi konusunda fikir birliği ettiği, hatta evlilik fikrine açık açık güldükleri bir zamanda, evine dönüyor ve yazıyor: Değişen bir şey yok.

Kafka’nın isyankâr bir yanı da var. Birinin ona yapmasını söylediği şeyi yapmaktan asla hazzetmiyor. Ve bu uzlaşmaz bağımsızlıkta, bize dokunaklı gelen bir yan var. En azından bazılarımıza. Flaubert yoldaş bize bunu uzun zamandır öğretiyordu. Flaubert, Kafka için de bir usta ve dosttu.

Pierre Dumayet, romancı, denemeci, televizyon belgeselleri ve programları yönetmeni. 1976’da Antenne 2 için Dönüşüm üzerine bir belgesel, 1990’da Arte için Kafka belgeseli, 2002’de de yine televizyon için 52 dakikalık Kafka’nın Yazışmaları filmlerini hazırladı.

Kafka’nın kehanetleri

Kafka’nın yazılarında Gulag ve Sovyet bürokrasisine dair öngörüleri görmek pek çok kişiye çok sarsıcı gelmişti. Neyse. Esasında, bir metnin kâhince olup olmadığını sormanın pek bir anlamı yok. Bütün büyük edebi metinler kâhincedir, illâ ki. Ama Kafka’nın eserlerinin okunma sürecine, okunma tarihine bakarsak, Şato’dan Dava’ya, 20. yüzyılın olayları önemli bir rol oynamıştır, bu inkâr edilemez.

Aynı yoldan ilerlersek, Dönüşüm’ün gelecekteki hangi olayın kehaneti olduğu sorusunu kendimize sormamız lâzım herhalde.

Nerede gülmek lâzım?

Bana öyle geliyor ki, Kafka’yı yorumlamak çoğu zaman kesinlikten oldukça uzak, kararsız, belirsiz kalıyor. İnanıyorsun, ama asla tam olarak anladığından kesin emin olamıyorsun. Bir örnek vereyim. Hiçbir zaman Kafka’yı spontane olarak komik bir yazar gözüyle okumadım. Metinlerinin içinden sürekli mizah akar, evet, ama asla sizi katıla katıla güldürecek raddede değildir bence.

Oysa, Günlük’te, Dönüşüm’ü dostu Max Brod’a yüksek sesle okuduğunu ve bütün okuma boyunca kahkahalarla gülmekten yerlere yattıklarını anlatıyor. Kafka’nın bu anlattığına şüpheyle bakıyor değilim –kesinlikle çok gülmüşlerdir. Ama, tam olarak neye güldüklerini anlayamıyorum. Ve bu benim için hâlâ hakiki bir soru. Olayların ağırlığı mı bizi Dönüşüm’ün güldürücü komikliğini kavramaktan aciz kıldı? Buna inanmakta zorlanıyorum biraz. Peki o zaman, Dönüşüm niçin bizi güldürmüyor? Halbuki ona ve aynı şekilde Brod’a kahkalarla gülmek gayet tabii geliyordu. Bunun kafamızı kurcalaması ve bizi kaygılandırması lâzım.

Metne sayfa sayfa, sahne sahne geri dönüp bir bilinç sınaması yapmaktan başka bir şey kalmıyor bize. Dönüşüm’ün hangi ânında gülmek normal olur? Muamma.

Kafka’nın isyankâr bir yanı da var. Birinin ona yapmasını söylediği şeyi yapmaktan asla hazzetmiyor. Ve bu uzlaşmaz bağımsızlıkta, bize dokunaklı gelen bir yan var. En azından bazılarımıza. Flaubert yoldaş bize bunu uzun zamandır öğretiyordu. Flaubert, Kafka için de bir usta ve dosttu.

Metin çözümlemesine girişmeden önce bunun gibi zaman ve mesafe farklılıkları olduğunu hatırlamakta fayda var: Onun okumasıyla, o zamanki okumayla bugün bizim yapabileceğimiz okuma arasında çok temel bir farklılık olabilir. Biz Dönüşüm’ü daha ziyade hakiki bir hikâye olarak okuyoruz. Belki de Kafka başka türlü okuyordu. Bu hikâyeyi, sürekli olarak kendisine “parazit” muamelesi yapan babasını düşünerek mi yazdı acaba? Hiş şüphesiz Kafka’yı çevresi içinde, ortamında değerlendirecek bazı unsurlardan yoksunuz. Örneğin, 1890’la 1925 arasında Viyana’nın nasıl bir yer olduğunu aşağı yukarı gözümün önüne getirebiliyorum. Ama o dönemin Prag’ını net olarak tahayyül edemiyorum. Belki de bu yüzden metnin neresinde gülmem gerektiğini bilemiyorum.

Mevcudiyetin ıstırabı

Bana öyle geliyor ki, Kafka mutlu olmayı çok istemiş, ama hayatının çok büyük kısmını, sırf o anda orada olduğu için, kendisinden uzaklaşamadığı için ıstırapla geçirmiş bir adamdı. Kendine mevcudiyet: Kafka’nın bizi düşünmeye zorladığı bir nokta.

Mevcudiyete karşı öfke nöbetleri, Mektuplar’da bu sürekli karşımıza çıkar. Doktorlar sorar: “Ağrıyı tam olarak nerede duyuyorsunuz?” Bence, Kafka’nın yeteneklerinden biri de ıstırabının nerede olduğunu hayranlık uyandıracak şekilde bilmesiydi. Şaşırtıcı, hatta sarsıcı olan şeylerden biri de ıstırap çeken insan Kafka’yla, yazının öznesi olan barışık Kafka’yı net olarak ayırt edememek. Bu ıstırap, bu yakınma sadece Günlük’te ya da Mektuplar’da yok. Bütün eserlerine nüfuz etmiş durumda. Dava’da yazının bütün alanı bu ıstıraplı dokudan oluşuyor: Istırap aynı zamanda tuhaf bir kayak pisti halini alıyor: Kendinizi tamamen bırakmaktan başka çarenizin kalmadığı bembeyaz ve kaygan bir yamaç. Dava’da ötekiyle, şeylerle, kendinle kurulan bütün ilişki biçimleri ıstıraplıdır. Istırabın damgasını vurmadığı tek bir insan ilişkisi yoktur.

“Felice Bauer’le ilk karşılaştığında, onu zarafetten uzak, nahoş, kesinlikle mânâsız buluyor ve beklenmedik bir sonuca varıyor: O akşam Felice’le evlenmeye karar veriyor.”

Aziz

Kafka belki de aziz gibi gördüğüm, üstüne azizlik kokusu sinmiş tek yazardır. Bu, başkalarına, en büyüklere dahi ait olmayan bir şey. Proust bir aziz değil. Kafka, tanışma fırsatına erişmediğime çok memnun olduğum biri. Çok büyük bir saygıyla onu düşünüyorum ve onun karşısında kendimi bulmaktan çok huzursuz olurdum. Flaubert’le sohbet etme fikri beni çok coşkulandırırdı. Ama Kafka… Ona soru sormaya lâyık göremezdim kendimi. Sırf mevcudiyetimle ıstırabını artırmaktan çok korkardım ve ömrümün sonuna kadar ona nahoş gözükmekten, kabalık etmekten kaçınırdım. Varlığının ıstırap çeken yanı kendini dayatıyor. Bu bir yanılsama değil. Okuyucuda ıstırap çekmeyen bir Kafka’nın kendini ıstırap çeken biri gibi göstermek istediği tuzağına düşme hastalığı olduğunu sanmıyorum. O hakiki bir mustaripti. Peki ama, hakiki mustarip nedir? Böğründe açık yara olan bir adam. Tamamen çarmıha gerili olduğunu söylemiyorum, eğer biraz gerildiyse de kim bilir kim tarafından? Hiç şüphesiz biraz babası tarafından, ya da zihnindeki imgesi tarafından ve esas olarak da kendi kendisi tarafından. Katolik değildi, Katolik olsaydı, belki hayatı kolaylaşırdı, ama öyle olmadı.

İki yılan

Şato’daki bir cümle aklıma geliyor. K. ilk defa iki “asistanını” görüyor. Bunların asistanları olduğunu nasıl anlıyor? Bilemiyoruz. Biri, Kafka’nın kendisi olabileceği gibi, K. karakteri bunların asistanlar olduğuna karar veriyor. Şato’daki insanlar gibi giyinikler, yani üstlerini sıkıca saran elbiseleri var. Onları bu halde görünce, nahoş ve kaba davranmak için ve aynı zamanda samimiyetle K. şöyle diyor: “İki yılan gibi birbirinize benziyorsunuz.”

Bana öyle geliyor ki, Kafka’yı yorumlamak çoğu zaman kesinlikten oldukça uzak, kararsız, belirsiz kalıyor. İnanıyorsun, ama asla tam olarak anladığından kesin emin olamıyorsun.

Birbirine benzeyen iki yılan gibi mi? Yoksa sadece yılanlar, bütün yılanlar her zaman birbirine benzediği anlamında mı? Kafka’da esrarsız bir cümle yoktur. Rahatsız edici; ben de bunu seviyorum. Yazmak belki de saydamsızlığı değiştirmektir: küçücük dahi olsa, tam klişelik yere bir soruyu yerleştirmek. “İki yılan gibi” diyor. Biz olsak, “iki su damlası gibi” deriz, bir mânâsı olmaz, hiç kimse su damlasının neye benzediğini hiçbir zaman umursamamış olduğu için de daha aydınlatıcı olmazdı kesinlikle.

Kafka, edebiyatı hayatının en temel faaliyeti olarak görüyor, ya da daha doğrusu, yazmak zaruri ve mümkün gördüğü “tek” faaliyet. Tek, başkası yok. Kendini hasretmesini gerektiren coşkuyla ve kendisini hasrettikten sonra ona verdiğiyle eksiksiz bir mutluluğa benzeyen tek faaliyet: Örneğin, henüz daha yüzme bilmediği yaşlarda, havuz kenarında babasıyla bir bira içmek gibi. Belki de bu yoğunluğundan ötürü Kafka’nın yazısı hem bu kadar hiddetli ve fevri hem de aynı zamanda bu kadar kesintili, kopuk kopuk. Kendi türünde neredeyse eşine rastlanmayan bir yazma kolaylığına sahip. Metinlerinin çoğunu bir gecede ya da birkaç günde yazıyor, öylece ilk çıkıverdiği gibi, karalamasız. Derken, uzun arıza dönemleri geliyor, sık sık şikâyet ettiği: Masanın başına oturuyor, nafile, hiçbir şey çıkmıyor.

Mektup büyüsü

Çoğunlukla yazar mektuplarından farklı olarak, mektuplarında, zamanının edebiyat çevrelerine, dergilerine ya da edebi tartışmalarına çok nadir olarak atıfta bulunur Kafka. Bunun nedeninin mektuplarının mahrem olması olduğu düşünülebilirdi. Ama doğru gerekçe bu değil, çünkü örneğin Milena, bu tür meselelerle çok yakından ilgilenebilecek biriydi. Bunun asıl nedeni, Kafka’ya göre mektubun bu işe yaramamasıydı. Tıpkı çatalın çorba içmeye yaramaması gibi. Mektup bir tartışma forumu ya da kamusal bir alan değil; edebiyat dergileri, yayıncılar, bütün bunlar da Kafka için o kadar önemli değil. Mektuplaşmak çok daha ciddi bir şey. Mektuplar’a dair büyücülükten bahsettiğinde, yanılmıyordu: Mektup yazmak biraz büyülü bir hareket. Birine yazmak doğaüstü bir eylem. Felice’e mektuplar sürdürülen bir büyü temrini.

“Günlük”te, “Dönüşüm”ü dostu Max Brod’a yüksek sesle okuduğunu ve kahkahalarla gülmekten yerlere yattıklarını anlatıyor. Peki, “Dönüşüm” niçin bizi güldürmüyor?

Mektuplar’daki bu büyü kısmının sanatsal yazılarında da bir eşdeğeri var mı? Kafka diğer metinlerinin yazımını da aynı ruhla mı yaşıyordu? Bu soruya açık bir cevap verebilecek kesin işaretler bulmuş değilim. Günlük’te, yazdığını ya da yazmadığını söylüyor, ama yaptığının anlamına ya da yazının onun için neyi temsil ettiğine değinmiyor. Yine de Kafka’nın kurgusal yazısıyla Mektuplar’ın yazısı arasında benzeşiklikler olduğunu düşünüyorum: Gerçekten yazıp yolladığı ve okurken tanıdığımız mektup sanatına dair olanlarla değil, daha ziyade Kafka’nın asla tanımadığı insanlarla sürdürmeyi hayal edebileceği ve asla gerçekten yazmadığı mektuplaşmalarla. Belki de bizleri, biz okuyucuları hayal ediyordu mektuplarının muhatabı olarak?

Kafka’nın yakılmalarını istemesine rağmen el yazmalarını saklayan ve yayınlatan yakın arkadaşı Max Brod

Gerçek bir mektupsever olarak hayatta karşılaştığı en berbat güçlüklerden biri, muhatabını yazarken icat etmesiydi. Ve mektubun alıcısı, Kafka’nın kendisinden olmasını istediği karakterle çakışmakta her zaman fikir birliğinde olmuyordu.

Sanatına dönersek, örneğin Şato’da doğru soru K. ile Kafka arasında bir irtibat var mı” değil, daha ziyade, “K., Kafka’nın mektuplaştığı bir kişi mi” sorusu olmalı. Buna K.’nın cevap veremeyeceği söylenebilir. Doğru, K.’nın mektupları bulunmadı. Ama öte yandan, Kafka kendisine gelen mektupları da pek saklamıyordu…

Devamlılık

Samimi bir mektubu hemen anlarız. “Samimiyetsiz” bir mektubu tarif etmek çok daha nazik iştir. Kafka samimi olduğunu söylediğinde, ama aynı zamanda samimiyetsiz olduğunda, bunu söylememiş olmasına kıyasla çok daha karanlık, daha anlaşılmaz oluyor. Mektuplarının okunmasını istemiyordu. Mektuplarında ve Günlük’ünde, kendisinden tuhaf bir şekilde söz eder, ama öteki insanlardan söz edişinden tamamen farklı bir tuhaflıkta da değil. Belli bir hoşnutsuzlukla, tıpatıp herkes gibi olmadığını fark etmiştir. Ama bir lanet hissinin gerisinde, herkes gibi olduğu bir nokta vardır: Biraz umutsuzca inanılma gayreti. Herkes inanılmak ister, özellikle de yazmayanlar. Prensip olarak, yazmak inanılmayı umursamamaktır belki de. Oysa Kafka sürekli olarak her ikisinin de peşinden koşar: Yazmak ve inanılmak. Başka pek çok şeyin arasında, onun kendine has yanlarından biri de bu herhalde.

Yeteneklerinden biri de ıstırabının nerede olduğunu bilmesiydi. O hakiki bir mustaripti. Peki ama, hakiki mustarip nedir? Böğründe açık yara olan bir adam.

Her halükârda, şurası kesin ki, Mektuplar’da, inanılmayı diliyor. Mektuplaşmanın amacı devam etmektir. O kadar çok, o kadar düzenli mektuplaşma, sürmeyi, kalmayı isteyen bir şey olmalı. Öyle zamanlar var ki, bütün gününü Felice’e mektup yazarak geçiriyor. Burada, bağışa, ihsana benzeyen bir şey var. Bir şeyin sürebilmesi için, kendine biraz zarar vermen gerekiyor, durmaman, vazgeçmemen: Sürdürülen bir yaratım. Kurgu yazımının bununla, yani devam etmekle kıyaslanabilir bir işlevinin olup olmadığı sorulabilir. Çok kesintili olan Günlük’teki durum öyle değil. Bazı dönemlerde, uzun süre Günlük’e elini sürmüyor. Ama bence, yazım da aynı değil:

Günlük’te Kafka şeyleri masaya yatırıyor, mektuplardaysa onları ayağa dikiyor. Mektuplar bir tırmanma, aşma, her seferinde. Mektubun özü mektupta. Milena’nın Max Brod’a yazdığı mektuplarda hikâyeler, anekdotlar vardır. Kafka’nın mektuplarında bunlara rastlayamazsınız. Bu onu alâkadar etmez. Mektuplaşmadaki tek meselesi şudur: Son gönderdiği mektup beklenmiş miydi, nasıl karşılandı acaba, bu mektuba verilecek cevabı bekleyişi kendisi nasıl yaşadı, nasıl okunacağını bilmeye çalışmanın eziyeti, sıkıntısı…

Mektuplaşmaya has süreçten dışarı çıkılmıyor: Gönderilen ve alınan mektupların arasındaki zaman, beklemenin gerilimi. Neredeyse takıntılı bir biçimde bu devam etme tembihi burada acılı bir şekilde kendini hissettiriyor. Eser yazmak da belki biraz böyle. Kendi mevcudiyetinizin yükünü hafifleterek sürecin içinde yer alacak, sizi de sürecin içine alacak ötekiyle bir ilişki kurma tecrübesi. Ötekinin zamanını kendi ufkun kılmak, ufuk kılmak. Daha zor ne olabilir? Tıpkı bir tren istasyonu gibi. Hep aynı insan bekler. Ve trenler geçer, ama çok azı durur.

Bayağılığımızı öngördü, bugünün “psikiyatrisini”, bizi boğan ve nefesimizi tıkamak için her yere yayılan bu yapış yapış “iyi duygular” çağını sezinleyebildi.

İletişim kusmak

Niçin Kafka bana dokunaklı geliyor? Nasıl anlatılabilir? Umutsuzluğu hakiki. O gündelik olanın ustası. Şato’da olanlar hayata ne kadar benziyor! İnsanlar var. Sizi dinleyenler her şeyden bihaberdir, genelde. Sizi dinlemeyenlerse nispeten daha alâkalıdır. Ve sonuçta herkes size ipe sapa gelmez ahmaklıklar anlatır. Kafka’nın bize söylediği şu: Mesele muhatabımızda yanılmamız değil. Bizatihi iletişim fikrinde yanılıyoruz. Buna inanıyoruz ve hata yapıyoruz. İletişim asla yerinde ve zamanında olmayacak şekilde icat edilmiştir. İletişimin temel ilkesi tıpkı Tanrı gibidir: dilsiz, her zaman namevcut. Eğer varolsaydı, uzun zamandır biliniyor olurdu. Muhabbetlerde bizi yapış yapış ediyorlar, daha az sıkıntı çekelim diye.

Birisiyle konuşulabildiği için bir şeyin daha iyiye gideceği fikri bende kusma isteği uyandırıyor, ve Kafka’nın bütün metinlerinde benimle aynı fikirde olduğunu gördüğümü söylemek istiyorum müsadenizle. Olaylar yoluna girmeyecektir, bizi aksine inandırmaya çalışanlar yalan söylüyor: teselliyle tamamen çürümüş dünyamıza kâhin Kafka’nın bıkmadan usanmadan söylediği bu. Bayağılığımızı öngördü. Freud’a bizim bugün yakın olduğumuzdan daha yakındı, ama bugünün “psikiyatrisini”, bizi boğan ve nefesimizi tıkamak için her yere yayılan bu yapış yapış “iyi duygular” çağını sezinleyebildi.

Sanki her an herkes herkesi teselli etmek istiyormuş gibi oluyor her şey. Devasa bir teselli, teselli Niagaraları, tabii ki en vahşice kayıtsızlıkla elele. Hepimize her gün bağışlayıcılığın özneleri haline gelmemiz buyruluyor. Ben de, diyorum ki, Kafka okuyarak, bu gerçekliğe dair sonsuz derecede daha iyi bilgileniyoruz ve yine bu gerçekliğe karşı koymak için çok daha iyi silahlanıyoruz. Bana öyle geliyor ki bunu Kafka icat etti, insanları görmenin hakiki bir biçimini. Vizyonu kaygı verici, evet, ama kaygılanmak için gereken her şey mevcut.

Çeviren: Siren İdemen

Express, sayı 38, Temmuz 2004

^