CRIP MAGAZINE İSTANBUL BİENALİ’NDE

Söyleşi: Franziska Niemand, Bekir Avcı
30 Ekim 2022
Dilan Aydemir, "Frida Kahlo'nun İki Frida'sından Sonra Canlı Resim", 2017, video karesi
SATIRBAŞLARI

Crip Magazine İstanbul Bienali edisyonuyla onuncu yılını kutluyor. Dergiyi çıkarma fikri nasıl doğdu?

Eva Egermann: 2010 civarında engellilik araştırmalarıyla, sakatlık kuramıyla, bedenlerin yapıbozuma uğramasıyla, engelli ayrımcılığıyla akademik bir perspektif üzerinden ilgilenmeye başladım. Benim için yeni bir alandı, konunun derinlerine daldıkça güçlendiğimi, önümde yeni bir düşünce ufku açıldığını hissettim. Viyana’da ve Almanca konuşulan yerlerde bu yeni bir araştırma alanıydı. Prag’da düzenlenen “Cripping Neoliberalism” adlı konferans benim için bir başlangıç noktası oldu. Buradaki tartışmalarda neoliberalizmin işlevsel mantığının engelsiz bedeni, bazı bedensel standartları nasıl zorla dayattığını gördüm, bu benim için çok esinlendirici bir aşamaydı. Bu konferansta rastladığım sakat punk’lar bana çok etkileyici gelmişti, asıl onlar sayesinde bu konuya ilgi duymaya başladım.

Crip Magazine’in ilk sayısı da iki dilli yayınlandı, değil mi?

Evet, Almanca ve İngilizce. On yıl boyunca bağımsız bir yayıncılık faaliyetinin içinde yer almıştım, 2000’de Avusturya’da ilk sağ kanat hükümetine yönelik bir yayın olarak hayata başlamıştı. Her gün protesto gösterileri oluyordu, bu durum sanat dünyasını da çok etkiledi. Akademi adeta işgal edilmişti, herkes sadece bu konuyla ilgili işler üretiyordu. Biz de Malmoe dergisini çıkarmaya başladık. Dar olanaklarla yayıncılık yapmaya oradan alışkınım, bir düşünme yöntemi olarak bu aracı çok değerli buluyorum.

Crip Magazine’in ilk sayısına sadece sanatçılar mı katılmıştı?

Evet, ama sanatçılardan veya kendileri sakat olmasa da engelli ayrımcılığıyla, bu alandaki normativiteyle mücadele eden insanlardan işler bulmakta zorlanmıştım. Söyleşiler yaptım, birçok şeyi kendim ürettim. Bir amacım da radikal engelli hareketini hatırlatmak, yeniden görünür kılmaktı. Daha önceki, 70’lerdeki, 80’lerdeki örgütlü mücadeleler benim kuşağım tarafından pek bilinmiyordu. Mesela Birleşmiş Milletler 1981’i “Engelliler Yılı” ilan etmişti, protestolar olmuş, 70’lerin radikal sakat örgütü Kripperbewegung’un üyesi Franz Christoph koltuk değneğiyle Federal Almanya cumhurbaşkanına vurmuştu. Ama bu ünlü görüntü bile artık unutulmuştu. Engellilik sadece toplumsal düzenlemeler, erişim hakkı bağlamında konuşuluyordu. Bense eski mücadelelerin radikalliğini, bu alandaki öznellikleri hatırlatmak istemiştim. İlk sayının baskı adedi yüksekti, gazete kâğıdına basılmıştı, sokaklarda, kültür kurumlarında ücretsiz dağıtılmıştı.

Eva Egermann. Fotoğraf: Carolina Frank

Nasıl karşılanmıştı ilk sayı?

2012 itibariyle “crip” çok rastlanan, kullanılan bir kavram değildi, daha ziyade “engelli” tabiri kullanılıyordu. Halbuki “engelli” bir tür keder, acıma üreten bir ifadeyken, crip / sakat kavramının kişiyi güçlendirici bir yanı var. Bu anlamda on yıl önce dahi pek çok insan için çok yeniydi bu kullanım. Birçok kişi sanırım derginin adıyla provokasyona uğramış gibi hissetti, özellikle de sanat âleminde. (gülüyor) Bu türden tepkilerle baş etmek de kolay değildi, ama birçok insana da esin verdi, önlerinde yeni düşünce kapıları açtı. İkinci sayıyı hazırlamak beş yılımı aldı, sanat kurumlarıyla ancak çalışmaya başlayabildim. En çok ilgi gören 2017’deki üçüncü sayı oldu, çünkü Paul Preciado o âna kadarki en ünlü katılımcı olarak dergiye bir yazı yazdı, Bergen Assembly baskı ve dağıtıma katkıda bulundu.

Derginin ismine yönelik eleştiriler bu on yıl içinde nasıl bir dönüşüme uğradı?

Crip küçük düşürücü, alçaltıcı bir kavram olarak algılanıyordu, ama 70’lerin radikal engelli hareketinden insanlar özgürleştirici bir kavram olarak bunu kullanıyorlardı aslında. Bu terimi kullanarak ve dönüştürerek kişiyi güçlendirici bir etki yaratmaya çalışıyorlardı, aynı queer gibi.

Queer, feminist ve crip / sakat mücadeleleri arasında benzeşen pek çok yön var, hem yapısal olarak hem de tarihsel açıdan. İkili cinsiyet sisteminin eleştirisi bir kesişim alanı olarak zikredilebilir. İkili cinsiyet kategorisindeki “engelsiz” beden anlayışının engellilerle arasına koyduğu bir mesafe söz konusu. Buradan yapay, kurgusal kimlik biçimleri ve dolayısıyla toplumsal dışlama bahaneleri üretiliyor. Crip / sakat mücadelesinin bu bağlamda kesişimsel bir yerde durduğu söylenebilir. Engelsiz, heteroseksüel bedenin mecbur koşulması standardı belirliyorsa, eleştirisi de kesişimsel bir küme yaratıyor. Aynı queer gibi, crip de bu aşağılayıcı terimi alıp radikal, güçlendirici bir söylem adına sahipleniyor.

Crip küçük düşürücü, alçaltıcı bir kavram olarak algılanıyordu, ama 70’lerin radikal engelli hareketinden insanlar özgürleştirici bir kavram olarak kullanıyorlardı bunu. Bu terimi dönüştürerek kişiyi güçlendirici bir etki yaratmaya çalışıyorlardı, aynı queer gibi.

Yakın zamanlarda bu kullanım yeniden başladı, örneğin Robert McRuer 2006’da Crip Theory kitabını yazdı, başka akademisyenler, aktivistler de ona katıldı, engellilik araştırmalarında temel bir kavram haline geldi. Engellilik araştırmaları 70’lerdeki ve 80’lerin başındaki engelli hakları hareketinden sonra bir akademik yönelim haline geldi, crip kuramı bunu bir adım daha ileri götürdü, toplumun engelsiz, işlevli, sağlıklı bedeni bir norm olarak nasıl ve niçin yeniden ürettiğini gösterdi. Queer kuramı da aynı şeyi zorunlu heteronormativiteyi eleştiriye tabi tutarak, yapıbozuma uğratarak yapıyordu. Bu iki hareket birbiriyle kesişim halinde ilerledi. Crip kuramıyla birlikte hareket kendine ait bir ses buldu, güçlendirici bir öznellik yarattı, toplumsal dışlamaya daha fazla maruz kalmayacağını gösterdi. Bu hayli radikal bir dönüşümdü, birçok insan için de bir umut ve cazibe alanı yarattı. 2010 itibariyle akademik çevrelerde de crip yaygın bir tabir değildi, bu da değişti. Engelli ayrımcılığının daha fazla farkına varıldı ve crip bir kimlik kategorisi olarak yerleşmeye başladı. Eski kuşaklar bu kullanıma hâlâ direniyor sayılabilir, ama tartışmalar da sürüyor. Örneğin İstanbul Bienali için hazırlanan Crip Magazine sayısında Theresia Degener’in bir yazısı var, “Engelliler ve Üşütükler Onur Yürüyüşü Konuşması”. Daha doğrusu, 2013’te Berlin’de düzenlenen Engelliler ve Üşütükler Onur Yürüyüşü için hazırladığı bir söylev. Degener, Alman sakat hareketinin önemli bir ismi. Yazısında bedenen sakatları ve “deli” denenleri birbirine bağlıyor, farklı koşullarda yaşayan, kendini fit, sağlıklı, işlevli dayatmasına ait hissetmeyen insanları bir arada düşünüyor, freak’leri, delileri, sakatları, hastaları, normal addedilmeyenleri gösteriyor. Degener ilk engelli hakları aktivistlerinden biri.

Crip Magazine’in beşinci sayısının, İstanbul edisyonunun kapağı: Yevhen Holubientsev, Gelincik 4, atelienormalno, 21 Mart 2022

Nasıl konular, temalar var Bienal sayısında?

Bu sayıya katılım bir hayli fazla, pek çok farklı yaklaşımın bir derlemesi olarak düşünülebilir. Kapakta Ukraynalı bir sanatçının, Yevhen Holubientsev’in mart ayında, savaşın ortasında yaptığı “Gelincik 4” adlı çizimi var. Tabii bu sayı pandemiden sonra hazırlandı ve bu mesele hayli yer kapladı denebilir.  Hazırlıkları bir buçuk senedir yürütüyoruz, bu süre zarfında birçok kişiyle görüşmeler yaptık, çeşitli fikirler kış aylarında, henüz ev kapanmaları sürerken olgunlaştı. Bu dönem boyunca engelliler birçok hak ihlaline, dışlanmaya maruz kaldı, süreç onlar için üç kat daha zordu. Sosyal Darwinist anlatılar, neo-faşist eğilimler bu dönemde yükselişe geçti. Ama egemen kahramansı beden de çeşitli zafiyetlerle tanıştı. Bu sayıda durumu kayıt altına almak, arşivlemek için çaba gösterdik. Konuyu doğrudan ele alan işler yanında, sanatsal ifadeler de kendine yer buldu. Benim için de bu sayı bir araştırma projesi gibiydi, bu bir buçuk yıl içinde Türkiye’den birçok inisiyatifle, sanatçılarla tanıştım, engelli çalışmalarıyla ilgilenen birçok sanatçıyla ortaklıklar kurduk. İpek Burçak, Çınar Eslek, Dilan Aydemir, Sibel Yardımcı ciddi katkılarda bulundular, Kaan Göncü Türkiye’de crip-queer yaşayışına dair araştırmalarının sonuçlarını paylaştı.

Dilan Aydemir örneğin, Frida Kahlo’nun çizimlerine kendini yerleştirdi. Çınar Eslek’in resminde bir hasta yürüteci görüyoruz. İpek Burçak kendi benlik yitimi deneyiminden yola çıkarak “Otistik Dalga” isimli bir iş üretti. Farklı malzemeler ve kaynaklar bir araya geldi. Elif Aybaş algılarla, başka türlü görme biçimleriyle ilgili bir hikâyesini verdi. Engellilik araştırmaları alanında çeviriler yapan Sibel Yardımcı Türkiye’deki durumu aktardı. Tuğçe Ulugün Tuna bir performans sanatçısı ve koreograf, bedenlerin farklılığı ve çeşitliliği üzerine bir iş üretti. Pandemi sırasında hayatını kaybeden Mel Baggs’e bir veda yazısı da var bu sayıda, “neurodiversity” veya otistik kültür hareketinin önde gelen isimlerinden biriydi. Pelin Tan ve Aly Patsavas ile toplumsal hareketleri, toplumsal acıları, hak ihlallerini arşive geçirmek üzerine, bu çabanın önemine dair söyleştik. Ukrayna’dan sanat kolektifi atelienormalno dahil oldu, şiirden resme birçok sanatsal ifade bu sayıda yer aldı, her yerde duyamayacağımız sesler kendi öznellikleriyle bir araya geldi.

Çınar Eslek, “Beyaz’a Doğru”, 2021-2022, kâğıt üzerine kuru kalem

Pandemi engelli veya sakat bireyleri nasıl etkiledi? Örneğin yaşlılar sokağa, harekete en ihtiyaç duydukları zamanda eve hapsedildiler ve adeta kırılgan varlıklar olarak damgalandılar…

Evet, yaşlılar birdenbire görünmez hale geldi. Avusturya’da kimlerin risk grubuna girdiği, kimlerin evden çalışması gerektiği keskin çizgilerle tanımlandı örneğin. İnsanların kimliğini fiziksel durumları belirler oldu, bir yandan da kronik hastalığı, fiziksel engeli olanların toplumda ne kadar büyük bir yer kapladığı ortaya çıktı. Dolayısıyla, toplumsal politikalar tartışılırken bu insanlar bir anda görünür, fark edilir de oldular. Uzaktan çalışma, dijital araçları kullanarak iş görme kabul görmeye başladı, halbuki bunun için uzun yıllardır mücadeleler yürütülüyordu. Gerekli reçeteler bile dijital ortamda alınabilmeye başlandı. Olumlu yanlarıyla birlikte bu konunun birçok farklı boyutu var. Öte yandan, altmış yaş üstü insanların kapatılması sosyal Darwinist görüşlerle de örtüşüyordu, nitekim bu yönde söylemler de arttı. Muhafazakâr politikacılar pazar ekonomisinin devamlılığını ön plana çıkardılar, bunun sonuçlarının toplumda bir şok yarattığı söylenebilir.

Queer veya crip üzerine kariyer yapabileceğiniz yeni ve şık, cool kimlikler değil. Engelli ayrımcılığı çok içselleştirilmiş durumda ve gündelik hayatın her alanında mevcut. Crip Magazine bu manzaranın özgürleştirici olabileceğini, kimlik pozisyonlarının sabit olmadığını söylüyor.

Engelsiz bir bedene sahip olma, başarılı bir insan olma ve bir girişimci olarak tutunma mecburiyeti aslında engellilik halinin de başladığı yer. Queer teori gibi crip kuramı da engelliliği toplumsal örgütlenmenin bir sonucu gibi görür. Tek tek insanların kusuru söz konusu değildir, ama engelliliği ve bu yöndeki ayrımcılığı ortaya çıkaran toplumun oluşturduğu fiziksel veya sosyal bariyerlerdir. Modernite de, nasyonal sosyalistler de estetik ve işlevsel olarak “ideal beden”in peşinden koştular, engelli bedenleri yetersiz bulma hali daha sonraları süreklilik kazandı, neoliberalizm de bu sosyal Darwinci fikri benimsedi ve yaydı. Pandemi döneminde bu söylem yayıldı, mükemmel bedenlerimiz virüsü def edebilir ve yenebilirdi, en zayıflar yitip giderken güçlüler kurtulabilirdi. Avusturya ve Almanya’da bu ezoterik, neo-faşist söylemleri çokça duyduk, bu yönde gösteriler de yapıldı. Sosyal Darwinizm nefreti körüklüyor ve zayıf olan her şeyin sağlıklı bedenler için bir risk oluşturduğunu vazediyor. Crip Magazine bu yüzden “Zayıflığı kutluyoruz” diyor, kahramansı beden fikrine karşı çıkıyor.

Crip Magazine’de güncel politik bağlamda mücadele ettiğimiz şeylerden biri ayrıştırılmış okullar. Birleşmiş Milletler’in kapsayıcı eğitime yönelik sözleşmesini muhafazakâr siyasetçiler bilhassa engellemeye çalışıyorlar. Hegemonik sınıfın yerleşik davranışları dendiğinde bu hiç de yanlış bir şey değil. Ayrı okullar ayrı dünyalar demek. Birleşik okullar elbette ki finansal kaynak yaratmayı gerektirir, bu yüzden de bunu istemiyorlar. Özel okul ve kurumlarsa bir başka kâr kapısıdır. 1980’lerde Avusturya bu açıdan çok daha ileriydi, muhafazakâr politikalar pek çok şeyi değiştirdi.

Ben tarihçi değilim tabii, ama “normallik” denen şeyin de bir tarihi var. Fotoğraf icat edildikten sonra yüzler ölçülmeye ve belli karakteristikler saptanmaya başlandı mesela. “Normal” terimi İngilizcede 1890’larda kullanılmaya başlanmış. Lennard J. Davis Normalliğin Sonu: Biyokültürel Çağda Kimlik gibi çalışmalarında bu tarihin izini sürüyor. Normallik aynı zamanda ilerleme, sanayileşme, modernite, estetik ideal gibi kavramların uzantısıydı. Engelli çocuklar geleneksel aileler içinde varolabiliyorlardı, fakat Nazi rejimi “özel okul” fikrini geliştirdi. Bu çocukları topladılar ve onları “istenmeyen bedenler” olarak tasnif ettiler. Bu konuları tartışmak, araştırma için kaynak bulmak dahi zor.

Ekranda 70’lerin crip hareketi gösterilerinden biri, Eva Egermann mikrofonda

Derginin ilk sayılarındaki söyleşiler geçmiş mücadeleleri hatırlatan sözlü tarih çalışmaları, örgütlü geçmişe vurgu yapan müdahaleler. Yani dergide ciddi bir gazetecilik boyutu da var…

Mücadelelerin geçmişini, ayrımcılığın toplumsal koşullarını anımsamak son derece önemli. Kimlik politikalarının büyük bir hayranı sayılmam, ama sakat örgütlenmelerinin varlık sebebi gayet açık. Queer veya crip üzerine kariyer yapabileceğiniz yeni ve şık, cool kimlikler değil. Engelli ayrımcılığı çok içselleştirilmiş durumda ve gündelik hayatın her alanında mevcut. Crip Magazine bu manzaranın özgürleştirici olabileceğini, kimlik pozisyonlarının sabit olmadığını söylüyor. Toplum ayrımcılığı sürekli yeniden üretiyor, sürekli acıma duygusunu yansıtıyor, sana çocuk gibi davranıyor, seni ciddiye almıyor, bunu bakışlarıyla daima belli ediyor. Bunun sonucunda sen de bu dünyayı içselleştiriyorsun. Bu halin bir yerde kırılıp yok edilmesi gerekir.

Crip Magazine’in nasıl bir politik tahayyülü olduğu da önemli. Kültürel Çalışmalar etrafımızdaki imgelerin toplumsal ilişkilerimizi belirlediğini söylüyor, yani temsil politiktir. Siz engellilerin sadece damgalandığını, yaftalandığını görürseniz, bu sizin düşünce ufkunuzu da belirler. Kültürel temsiller, medya, sanat, gündelik imgeler sadece düşünme biçimimizi değil, yeni olanı nasıl icat edeceğimizi, neyi nasıl tahayyül edeceğimizi de etkiler. Etrafımızda varolan şeyler toplumun politik bilinçdışını gösterir. Ama hayatın başka türlü nasıl olabileceği de düşünülmeli, bu yüzden sanat eserlerinin kültürel yapıntılar olarak toplumsal açıdan sembolik nitelikte oldukları da hesaba katılmalı. Crip Magazine’de birçok malzemeyi bir araya getiriyoruz, engellilerin sadece bakıma muhtaç varlıklar olarak damgalanmalarının önüne geçmeye çalışıyoruz. Hayal gücünü besleyen, kurgusal, politik mücadelelerin radikalliğini hatırlatan imgeler kullanmaya gayret ediyoruz. Engelli insanların bizzat kendi söylediklerine veya onlar için yazılıp çizilenlere alan açıyoruz, “crip sanatı”na kaynak yaratmaya çalışıyoruz.

Derginin üçüncü sayısının kapağında Milo Venüsü var. Onun hikâyesi ne?

Lorenza Böttner’in bir performansı. Böttner trans-crip bir sanatçı. O sayıda Paul Preciado’nun onun hakkında bir metni bulunuyor, Lorenza’nın ölümünden yıllar sonra sanat kanonunu sorguluyor. Lorenza sekiz yaşında bir kazada kollarını  kaybetmiş, 1994’te AIDS’ten ölmüş. Almanya’dan New York’a taşındıktan sonra sanat dünyasında hayli aktif bir rol almış. O yıllarda Thalidomide faciası yüzünden kolsuz doğan pek çok bebek var, İstanbul sayısında yazısı bulunan hukuk profesörü Theresia Degener de onlardan biri…

Engelli sanatçıların çalışmalarında diğer temsillerde olabileceği gibi politik olmayan imgeler pek yer almaz. Mesele sadece toplumsal bariyerleri aşıp sanatın kültürel duygusunu iletmek, sanatsal tüketim için malzeme sunmak değildir, kültürel üretimin bizzat bir parçası olmak önemlidir.

Tuğçe Ulugün Tuna, “Farklı Bedenlerle Dans”, 2015, İstanbul Modern, performans görüntüsü. Fotoğraf: Murat Dürüm

Crip Magazine, adı üzerinde, bir dergi. Ama esasen sanat dünyasının bir parçası. Bir sanat eseri olarak dergi formu veya dergiciliğe bir sanat duygusuyla yaklaşma fikri size nasıl geliyor?

Gazetecilerin veya küratörlerin pasif işler yürüttüğüne dair yaygın bir yanlış anlama var, ama halbuki sanatın farklı formlar alabileceğine dair pek çok örnek mevcut. Kavramsal ve post-kavramsal sanat tarihinde, 80’lerin ve 90’ların dijital sanatında, performans sanatlarında pek çok benzer örnek mevcut. Sanatçılar birçok zaman toplumsal hareketlerin parçası oldu. Benim esin kaynaklarımdan biri 1969’da Bakım Sanatı Manifestosu’nu yazan Mierle Laderman Ukeles idi. New York’un temizlik işleri teşkilatında uzun yıllar boyunca misafir sanatçı olarak gözlemlerde bulunmuş, 8500 temizlik işçisinin rotalarını haritalandırmış, işlerinde onlara eşlik etmişti. Hamburg’daki kamusal park projesi Park Fiction da iyi bir örnektir mesela. Sanat pek çok farklı pratiği, eylemi ihtiva edebilir, farklı şekillerde işlevler gören keşiflerde bulunabilir, icatlar çıkarabilir. Bunlar ve benzer işler heykel veya resim değiller, ama eğitim hayatımda da avangard sanat olayları olarak beni en çok etkileyen işler bunlar. Sanat eserini pazar veya koleksiyoncu için meta fetişi olarak görmemek adına sanatçılar daima yeni tanımlamalar ürettiler, sanatı sürekli yeniden tarif ettiler, sanat ürününü sanat pazarı için kullanım değeri olan bir meta olmaktan çıkarmak için büyük çaba gösterdiler. Benim kendimi yakın bulduğum disiplin, sanatı ve sanatsal pratiği bilgi üretmenin bir yolu olarak görür. Bu dergiyle ortaya çıkardığımız ve kamuoyuna sunduğumuz bilgi, malzeme, kaynak da sanatsal bir araştırmanın sonuçları. Bu sanatsal çaba yayıncılık yöntemleriyle de ilgili ve sürekli bir deneysellik içeriyor. Yayının görünüşü, fontları, boyutu, formatı her seferinde değişiyor. Bu son sayıda bir kare bulmaca bile var. (gülüyor)

Engelli sanatçıların çalışmalarında diğer temsillerde olabileceği gibi politik olmayan imgeler pek yer almaz. Mesele sadece toplumsal bariyerleri aşıp sanatın kültürel duygusunu iletmek, sanatsal tüketim için malzeme sunmak değildir, kültürel üretimin bizzat bir parçası olmak önemlidir…

Derginin İstanbul sayısı editörlüğünü yaptığım son sayı olacak. Uzun süredir bir kolektif yaratmak için uğraşıyorum, işi sürdürmek isteyen bir ekip oluşturmayı galiba nihayet başardım. Dergiyi hep bir sanatsal faaliyet olarak düşündüm, ama hazırlaması çok emek istiyor, ayrıca sanatsal ifade için başka yollar da bulunabilir. Dergi bir toplumsal alan, kolektif emek ürünü olan bir platform gibi düşünülebilir, dolayısıyla üretim aşamasında geniş bir paylaşıma açılması daha iyi. Bunu “seçilmiş akrabalık” gibi düşünebiliriz, Donna Haraway’in dediği gibi, kan bağıyla kurulan bir akrabalık değil de, seçilmiş bir akrabalık… Tam da bu yüzden, engelli veya engelsiz gibi kategorilere, kimlik politikalarına, kesin tanı ve teşhislere de mahkûm değiliz. Engellilik genellikle kişinin toplumsal statüsünü, kariyerinin nereye kadar ilerleyebileceğini belirler, dergi biraz da bu durumu aşma arzusunun ürünü. Kendimizi farklı yollara açabiliriz ve bu farklı yollarda buluşabiliriz. Crip Magazine de böyle buluşmalara olanak sağlıyor: Radikal bir hareketin metninin yanında bir trans-aktivistin katkısı, görme engelli bir ressamın yanında bir akademisyen…

Pek çok fikir, birçok yaklaşım sanat olarak değerlendirilebilir. Daha derginin en başında ilk sayıyı bir sergi alanı gibi düşünmüştük. Sayfaları büyük ve genişti, pekâlâ duvara asılabilirdi. Dergideki işlerin bazıları gazetecilik işi olarak da algılanabilir, ama burada biraz daha farklı bir durum söz konusu. İçerik bir yana, normal bir medya ekonomisinin izin vermeyeceği denemeleri, arayışları sanat üstlenebilir örneğin. Dergide ruhsal hastalıkları politik olarak düşünmeye, depresyonu kapitalist yapılarla ilişkilendirmeye, engelli hakları hareketini böyle bir bağlama yerleştirmeye odaklandık, ama bunları hep sanatsal yaklaşımı elden bırakmadan yaptık.

Bu ara bir de kurgusal televizyon şovu yaptım, o da bir “media art” işi esasen. Adı C-TV, bir kısa film, talk şovdaymış gibi konukları ağırlıyoruz, ben moderatörüm. Sanatçılar ve engelli hakları aktivistleri konuk. Konuşma esnasında stüdyoda bir patlama meydana geliyor ve dünyada sınırlar ortadan kalkıyor, asker üniformalı bir zombi ortaya çıkıyor ve işsiz kaldığı için C-TV’de çalışmaya başlıyor. (gülüyor)

Televizyon demişken, engellilerin veya sakatların, zihinsel veya bedensel olarak norma uygun kabul edilmeyenlerin temsili yıllar içinde değişiklik gösterebiliyor, ancak bu da bir mücadele gerektiriyor. Örneğin Game of Thrones’daki Tyrion Lannister karakteri size ne düşündürdü? Dizinin başrollerinden biri, krallara akıl veriyor, savaş meydanında güçlü, güzel kadınlarla birlikte…

Evet, ama aynı zamanda biraz deli bir karakter. Yalanlar söylüyor, ikiyüzlü davranıyor… Genel olarak bu karakterlerin temsilinin artması bence iyi. Örneğin paralimpik sporların televizyonda gösterimi arttı, engelli yüzücülerin yarışları saatlerce gösterilebiliyor. Bütün bunlar çok iyi gelişmeler, artarak süreceğini umuyorum.

20. yüzyılın başında farklı bedenleri taşıyanlar sirklerde, freak show’larda sergilenirdi. Rosemarie Garland-Thomson bu tür tarihsel temsillerle ilgili epey şey yazdı. Örneğin yüzyıl dönümünde Amerika’daki gösterilerde dikkat çekici figürlerdi ve bundan para da kazanabiliyorlardı. Ama sağlığın kurumsallaşmasıyla beraber toplumsal rolleri, onlara yönelik davranışlar da değişmeye başladı. Bu konudaki akademik araştırmalar, sinema veya edebiyat araştırmaları çok ufuk açıcı. Bu karakterler genellikle gölgeli puslu, kriminal, yalancı, korkutucu, ürpertici tipler olarak işlenmiş. Bu temsiller toplumdaki davranış kiplerini de belirlemiş. Her halükârda, görülmeyenin görünür olması, bu işe bir yerden başlanması son tahlilde iyi bir şey.

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^