KURYELERİN GÖZÜYLE ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
29 Nisan 2022
Fotoğraf: Ümit Bektaş / Reuters
SATIRBAŞLARI

Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ı izlerken neler hissettiniz?

Pembe: Filmdeki karakterle, Ricky’yle, kendini özdeşleştiriyorsun tabii. Görüyorsun ki, mekân ve zaman değişse de şartlar hep aynı. İngiltere, Fransa ya da Türkiye fark etmiyor. Piyasanın içinde insanlar benzer gailelerle hayatını devam ettirmeye çalışıyor, mekanizma sürekli aynı şekilde işliyor.

Turuncu: Filme ilk başladığımda yarısına kadar izleyebildim, yorgunluktan uyuyakaldım. Kalanını ertesi gün tamamladım. Benim de ailem var, küçük bir kızım var, iki yaşında. Bu yüzden filmdeki aileyle kendimi özdeşleştirdim. Yorulup filmin yarısında uyuyakalmam belki beni o kadar dramatize etmedi, ama filmde kendimden bulduğum çok şey vardı. Uzun saatler çalışıyorsunuz, eve yorgun geliyorsunuz ve bu durum evdeki ilişkilerinize yansıyor. Gelen ücret de karşılamadığı zaman problem yaşıyorsunuz eşinizle. 

Filmin açılışında baş karakter Ricky iş başvurusunda şöyle diyor: “Ne iş bulduysam yaptım, her şeyi yaptım; temel kazma, kanalizasyon, beton dökme, plaka döşeme, sıhhi tesisat, marangozluk… Mezar bile kazdım…” Siz kurye işine gelene kadar neler yaptınız?

Pembe: Ben de 10 yaşından beri çalışıyorum. Terzi çıraklığıyla başladım, sonra kuaför çıraklığı yaptım. 17 yaşında bir çağrı merkezinde çalışmaya başladım. Daha sonra garsonluk yaptım. Sanırım en berbat iş oydu. İstanbul Üniversitesi’nde tarih okudum, aynı bölümde yüksek lisansa da başladım, ama yarıda bıraktım. 

Turuncu: Ben de İstanbul Üniversitesi’nden mezunum, İletişim Bölümü’nden. Sonra da pazarlama iletişimi üzerine master yaptım. İki yıldır kurye olarak çalışıyorum, onun öncesinde kurumsal bir mağazada dört yıl kadar mağaza yöneticiliği yaptım, uzun yıllar özel sektörde beyaz yakalı olarak çalıştım. Oralarda bu adamların yaptıklarının daha da kötülerini yaşadım. İki kere mide spazmı geçirdim. Sonunda bu pazarlama ağına takıldım. “Çok kazanmam, ama biraz daha rahat çalışırım” mantığıyla esnaf kurye modelini kabul ettim.

İkiniz de yaklaşık iki yıldır bu iştesiniz, yani pandemi sürecinde başladınız mesleğe…

Turuncu: Evet, pandemi döneminde bu işler yoğunlaşmaya başlamıştı. “Herkese iş var, gel” demişlerdi. Şirketin o zaman bize ihtiyacı vardı ve tutum da değişikti açıkçası. “Böyle bir şey var, yapar mısınız” gibi rica minnet vardı. Ama gücü ele geçirince “para bu, çalışan çalışır” gibi tavırlar sergilenmeye başlandı.

Pembe: Ben 2020’nin temmuzunda başladım. Aslına bakarsanız ne araba ne de motor severim. Emeğimi satıyorum sadece, satabileceğim başka bir şey yok. Hiyerarşiyi sevmiyorum. Otoriteden oldum olası nefret ettim. İnsanların başımda olmasına gelemem. Müdür profilinin diğer coğrafyalarda nasıl olduğunu bilmiyorum, ama Türkiye’de bu tipler hep aynı, yetkiyi alan çirkinleşiyor. Biraz daha çok para alan, diğer işçileri baskı altında tutan tampon gibiler. Kurye işi bu yüzden cezbetti beni. Başında kimse yok, aplikasyondan giriyorsun, vardiyan doluyor, çıkıyorsun.

Başında kimsenin olmaması, “kendi işim” hissi temel motivasyon mu bu işin tercih edilmesinde? 

Turuncu: Temel motivasyon kesinlikle bu. İşin size pazarlanma metodu da bu zaten. “Bu iş senin kendi işin, rahat çalışabilirsin” ya da “bir başka yerde üstünüzde patron olacak” deniyor. Ama burada da şube müdürleri patronluk yapıyor.

Onlarla sık karşı karşıya geliyor musunuz?

Pembe: Bizde şefler var. İlk başlarda şeflerle muhatap oldum. Ama işe başladığımdan beri şefleri en fazla üç-dört kez görmüşümdür. Açıkçası, bazen fazladan efor sarf etmeyi de göze alarak işimi düzgün yapıyorum ki, onlarla muhatap olmayayım. Biriyle kavga etmişliğim var. Otoriterlik kurmaya çalışan biriydi. O kavga yüzünden altı sayfa savunma yazmak zorunda kalmıştım. En son da bir şef bana telefonda “ulan” dediği için tartıştık.

Kredi çekip krediyi ödemeleri lâzım. Asıl can alıcı kısım burası. Benim gibi borç altına girmeyenler için işler biraz daha esnek belki, ama aylık yedi bin lira ödemesi olan adam direnişe de katılamaz, hakkını da savunamaz.

Filmde şefin geri basmadığını görüyoruz…

Pembe: Burada da geri basmıyor. Senin mecburiyetini kullanıyor. Ama filmdeki işçi müşteriye ve şefine küfre varan cümleler kurabiliyor yeri geldiğinde. Oradaki bireyselleşme güzel, hoşuma gitti. Burada daha fazla korkuyor insanlar, çünkü mecburlar. 

Turuncu: Mecburiyet yüzünden, şefi kıllandırmamak için işçi özel çaba gösteriyor. Çünkü bu iş için araba almış, borcu var. Ben arabamı peşin parayla aldım. Buradan ayrılmak bana çok bir şey kaybettirmez belki, fakat birçok insan için aynı şey geçerli değil. Araba alanların kredi çekip krediyi ödemeleri lâzım. Asıl can alıcı kısım burası bence. İnsanları borca sokup burada çalışmaya mecbur ettiler. Benim gibi borç altına girmeyenler için işler biraz daha esnek belki, ama aylık yedi bin lira ödemesi olan adam için öyle değil. O adam direnişe de katılamaz, hakkını da savunamaz, şefin dediği her şeyi yapmak zorunda kalır.

Filmde de öyle ya, ağzı yüzü dağılsa da çalışmak zorunda kalıyor Ricky, çünkü borcu var…

Turuncu: Aynen öyle. Bunu belli noktalarda ben de yaşadım. Ama daha çok kazanç kaygısıyla yaşadım. Çocuk olduğu için eşim şu anda çalışmıyor. Kazancımız çok düştü. Ev kira. Babadan kalan bir şey yok. Bu yüzden mecburum. Beni birkaç ay idare edecek, temel ihtiyaçlarımı karşılayacak az bir birikimim var sadece, o kadar. Bu nedenle 38,5 derece ateşle bile çalıştığım oldu. Bunu yapan çok arkadaş var. Bakıyoruz, arabasını durdurmuş biri, gidiyoruz yanına, kusuyor. Bütün gün hasta hasta çalışmış, kimseye bir şey söylememiş. “Evinde dinlenmek yerine neden geldin?” diyoruz, “borcum var” diyor. Aldığı araba 150 bin lira, ama on bin lira ücret alıyor, masrafı da içinde. Ona kalan beş bin lira. 150 bin lirayı toplamak için kaç ay çalışması gerekiyor, hesaplayın.

Filmde depo şefi sömürüyü meşrulaştıran bir dil üretiyor. Sizin şefleriniz ya da süpervizörleriniz de öyle mi?

Pembe: Toplumda “genel iş ahlâkı” diye bilinen bir ahlâksızlık var. Şefler bu ahlâk anlayışı üzerinden basit hikâyeler kurar. O ahlâk doğrultusunda çok çalışanlar kutsanır, toplumda kabul görür. Bazen siz de çoğunluğun baskısına maruz kalmamak için inandığınız değerlerin aksine şeyler yapabilirsiniz. Şirketin tek bir ahlâk algısı var, o da şirketin kâr etmesi. “Biliyorsunuz, biz Yemeksepeti elemanlarıyız” derler. Yemeksepeti nedir ki? Yemeksepeti din midir? Yemeksepeti elemanı olunca ne oluyor ki? Eylem yapınca bir günde “hain” olduk. Hani biz kahramandık?

Filmdeki Ricky karakterini nasıl buldunuz?

Pembe: Tuzu kuru olmayan birinin hissettiği şudur bana kalırsa: Sınıf atlama çabası. Ricky’nin arzusu da bu. Sınırlar fark etmeksizin insanların hayali bu: Yarının belirsizliğini yok edecek bir hikâyeye sarılmak, sermaye sahibi olmak…

Ricky “ben asırlardır bu işi bekliyordum” diyor…

Pembe: Güvende olma, konforlu bir hayat sürme özlemi… Bu uğurda eşinin arabasını satıyor, 14 saat çalışıyor, bunların getirdiği ailevi problemleri göğüslemeye çalışıyor. Gelecek olanın ümidiyle, “bir noktaya kadar bunu çekip sonra rahat edeceğiz” diye düşünüyor. Hepsi bir hayal uğruna, sermaye sahibi olma hayali… Biz her ne kadar sınıfların geçişkenliğe müsait olduğunu düşünsek de bunun bedelinin ne kadar ağır olduğunu gösteriyor film. Diyor ki: “Hey, sen! Matematiksel olarak hesaplanmış bu kusursuz sistemde sınıf mı atlamak istiyorsun? O zaman dinle: Ne tesadüflere dayalı kurmuş olduğun aileni, ne de bu ailede sahip olduklarını bu sisteme adapte etmen kolay olacak. Hedeflerine yönelik birikim sağlayabileceğin işi elde etmiş olsan da bu hedef uğruna sen, ailen, çocukların bir bedel ödeyeceksiniz. Bu sınıf geçişinde büyük bir acı çekeceksin. Bedeli ağır olacak.”

Filmde şef “Biz seni işe almıyoruz, sen bize katılıyorsun” diyor Ricky’ye. Benzer diyaloglara, bu “ortaklık” söylemine siz de muhatap oldunuz mu?

Turuncu: “İş ortağı” diyorlar, “işçi değilsin, kendi işinin sahibisin” diye parlatıyorlar. Ama içine girince işin rengi değişiyor. Bir işçinin temel haklarından bile mahrumsun, hastayken çalışıyorsun, cenazen de olsa ikinci gün işe gidiyorsun…

Pembe: “İşçimiz değil, iş ortağımızsın, bize katılıyorsun” diyaloğu gerçekten de o makyajı güzel anlatıyor. “Ortaklık” konusunda Yemeksepeti’nin de, filmdeki firmanın da, Trendyol’un da yaptığı aynı: Şirketin giderini azaltarak kârını maksimize etmek. Bunun için işçiye açıkça deniyor ki: “Sen canlı parayı seviyorsun, al sana canlı para. Sigorta primini, yemeğini, bilmem neyini kestiğimde verdiğim paranın sana az göründüğünü biliyorum. Bunların sorumluluğunu kendin aldığında ödemeyeceğini de biliyorum, ama beni ilgilendirmiyor. Ben sana bu parayı toptan vereyim, sen de kısa vadede daha çok kazandığını düşün.” 

Kurye veya kargocuyken herkes evine ekmek götürebiliyordu. Ama “iş ortağı” olduklarında işin rengi değişti. Bu, pazarlamada bir yöntem. Para vermiyorsanız sıfatı ön plana çıkartırsınız. “Sen patronsun, fatura keseceksin, özgürsün” diyerek sahip olduğun haklara da el koyuyorlar.

Bahsedilen “ortaklık” bu işte. Bugün Yemeksepeti’nin yapmak istediği de hepimizi o sözde “ortaklığa” katmak. Adı da esnaf kurye. Ben esnaf kurye değilim. Yemeksepeti’nde bordrolu kurye olarak çalışıyorum. Ama bizi esnaf kurye sistemine geçmeye zorluyorlar. “Kendi rızanla geç, tazminatını bırak” diyorlar. Motoru ve benzini de biz karşılayacakmışız! Bunu kabul etmedik diye maaşımız 4.250 liraya düşürüldü.

Denklem çok basit. Esnaf kuryenin çok kârlı olduğunu, piyasadaki rakiplerinin bu şekilde iş yürüttüğünü, Pazar payını böyle artırdığını biliyorlar. Çünkü onların kuryeleri çok daha hızlı gidiyor. Bunun nedeni de amansız rekabet ortamı. Şirket fikir mülkiyetini koruyor, sahada işletmeyi yapan kuryeler işleri hızla yapıyor ve şirket daha çok para kazanıyor. Böyle olunca Yemeksepeti bu firmalar karşısında pazar payında eksiye düşüyor. Çünkü karşısında haklarını bilen, özel sigortasına kadar yan hakları olan, kurumsal olduğu için hız baskısı yapamayacağı işçiler var. Bu yüzden, insanları tazminattan feragat ederek esnaf kuryeye geçirme ihtimallerinin olmadığını bildiklerinden neredeyse aynı sayıda ve hatta daha fazla esnaf kurye aldılar. Onlar yavaş yavaş artınca, maaşlıların gelirini düşürmeye başladılar. Son maaş darbesiyle bitirdiler: “Ya sev ya terk et” ya da “tazminatını bırak”a geldi konu.

Esnaf kurye ya da patron kurye adlandırmasını nasıl buluyorsunuz? 

Turuncu: Sektörün evrileceği yeri baştan beri gördüğüm için ben hep mesafeliydim bu söyleme. Eski tezgâhtarları bilirsiniz, onlar daha sonra satış danışmanı oldu. Kurye ya da kargocular da “iş ortağı” oldular. Oysa kurye veya kargocuyken şikâyetçi değildi insanlar, herkes evine ekmek götürebiliyordu. Ama “iş ortağı” olduklarında işin rengi değişti. Bu pazarlamada bir yöntem. Eğer para vermiyorsanız sıfatı ön plana çıkartırsınız. Bu da öyle, “sen patronsun, fatura keseceksin, özgürsün” diyerek sahip olduğun haklara da el koyuyorlar. 

Esnaf veya bordrolu kuryeler şirketlerle belli anlaşmalar yapıyor. İş ne kadar ağır ve tehlikeli olursa olsun çark karşılıklı rıza ilişkisiyle dönüyor… 

Pembe: Her şey bütünleşik. Pandemi döneminde lojistik önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Bunu yapacak olan kim? Kuryeler. Bu yüzden Yemeksepeti gibi dağıtım şirketleri inanılmaz büyüdü. Pandemide işsiz kalan yığınla insan kurye olarak bu şirketlerde çalışmaya başladı. Dükkânını kapatıp kuryeliğe başlayan arkadaşlarımız var. Elektrik mühendisinden kurye olur mu? Ama var. 

Şirketler için esnaf kurye modeli çok kârlı. Çünkü esnaf kurye modelinde çalışanlar benzinini, sosyal sigortasını, yemeğini, her ihtiyacını kendisi karşılıyor. Şirket kurye için hiçbir harcama yapmıyor. Şirketler hem kârlarını maksimum seviyeye çıkartıyor hem de kuryeleriyle işçi hukuku açısından bir bağları olmuyor. Bu sistemden işçi de memnun bir noktada. Paketi taşıyor, karşılığında para alıyor. Ne kadar fazla paket atarsa o kadar fazla para kazanıyor. Kuryenin cebine sıcak para giriyor. Kurye günlük yaşar, çorbasına bakar, o yüzden güzel geliyor. Böylece döngü tamamlanıyor. Sorun şu ki, esnaf kurye kâr ettiğini sanıyor, ama uzun vadede kaybediyor. Vergileri ve giderleri çıkardığımızda belki de bordrolu kuryeden az kazanıyorlar. 

Yüz binlerce bordrolu işçinin sendikalaşarak bir araya gelmesi devlet açısından bir tehdit. Bu yüzden esnaf kuryelerin işçi statüsünde sayılmaması ve sendikalaşmasının önündeki engel devletin işine geliyor. Hem devletin hem de sermayenin işine gelen bu çalışma biçimi hukukla korunuyor.

Yemeksepeti rakip şirketlere pazar payını kaptırmaya başlayınca problemin işçi çalıştırma yönteminde olduğunu düşünmeye başladı. Sonuç olarak Yemeksepeti de esnaf kurye modeline dönmeye çalışıyor. Belli bir oranda döndü de. Bu sistemin devlete de büyük faydası var. İnsanlar istihdam ediliyor, işsizlik oranları düşüyor. Ama enflasyonun yüksek olduğu, fiyatların sürekli arttığı bir ülkede yüz binlerce işçinin bordrolu bir şekilde sendikalaşarak bir araya gelmesi devlet açısından bir tehdit oluşturur. Bence bu tehlikeyi öngörmüşlerdir. Bu yüzden esnaf kuryelerin işçi statüsünde sayılmaması ve sendikalaşmasının önündeki engel devletin işine geliyor. Belki direnişin kazanımı olarak bazı düzenlemeler yapılabilir. Devlet şirketlere “patron kuryeler senin iş ortağın değil, kaza yaptığında bu senin sorumluluğun” demeli. Ama sorunu kökten çözmeye çalışmazlar. Çünkü çözüm ne sermayenin ne de devletin işine gelir. Nihayetinde, hem devletin hem de sermayenin işine gelen bu çalışma biçimi hukukla korunuyor.

Turuncu: Bir sürü riske maruz kalıyoruz, hepsi bizim üzerimizde. Arabayı çarptınız risk sizin, hasta oldunuz risk sizin, paket kayboldu yine riski sizin. Babanız mı öldü, bu şirketi ilgilendirmez, sizin probleminiz, paranız kesilir. Çocuğunuz mu oldu, ne güzel, gözünüz aydın, ama şirketi ilgilendirmez… Bu, tüm dünyada “girişimci kurye” olarak geçiyor. Belli mücadeleler sonucunda bazı haklar alındı. Sene başında, en azından bir taban fiyat belirleme söz konusu olabildi. Fakat Türkiye’de bu standart hâlâ yok, herhangi bir hukuki statü belirlenmedi. Hukuken geçersiz bir sözleşme üzerinden insanlar çalıştırıldı ve köleleştirildi. Devlet bunun ne kadar içinde, göz mü yumuyor, sistem yeni olduğu için bir statü mü belirlenmedi, orasını bilemem. Rıza meselesine gelince: İnsanlar bir korkudan kaçarak buraya geldi. O korku da pandemiyle zirve yapan işsizlik korkusu. Birçok insan sorduğunuzda “iş bulamıyoruz, son paramızla kredi çekip bu işe girdik” diyecektir. İnsanlar işsizlik korkusundan kaçarak burayı tercih ediyor. Şirketler de kendi çıkarlarını bu korkuyla bağdaştırıp insanlardan çalıyor.

Filmde de görüyoruz, işçi açısından o “ortaklık” hayali bir süre sonra dağılıyor. Sizde o hayalin dağılması nasıl oldu?

Turuncu: Annem babam İstanbul dışında yaşıyor. Buraya hem torunlarını hem beni görmek için ziyarete gelmişlerdi. Altı aydır görmüyordum ailemi ve onlarla sadece 45 dakika görüşebildim. İşimi bırakıp gelemedim. Benim için o hayalin çöktüğü nokta orasıydı. Annem ve babam belli etmese de çok üzüldü, ama ben hissettim. O gün çok kötü hissettim, hiç öyle hissetmemiştim. “Ben ne yapıyorum” dedim, “ailemi geçindirmek için yapıyorum, evet, ama bunu yapmam doğru mu” diye düşündüm.

Pembe: Bende o hayalin dağılması enflasyonun patlayıp alım gücümüzün tamamen düştüğü zamana denk geliyor. Alışverişlerde o kadar görünür oldu ki. Maaşım aynı kalıyor, ama fiyatlar patlıyor… Kendimce ideallerimin olması tek tesellim. Bu işe belli bir süre yapmak için başladım. Hayallerim var, yurtdışına gitmek istiyorum. Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum. Bunu başarmak nasıl mümkün? En düşük saat çalışıp en fazla parayı kazanarak. Sonuçta hepimiz zaman satın alıyoruz. Eğer anne-babadan şanslı değilsen, zaman senin için, senin adına satın alınmış değilse, kendi ihtiyaçlarını kendin karşılamak zorundasın.

Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum. Bu nasıl mümkün? En düşük saat çalışıp en fazla parayı kazanarak. Sonuçta hepimiz zaman satın alıyoruz. Anne-babadan şanslı değilsen, zaman senin adına satın alınmış değilse, kendi ihtiyaçlarını kendin karşılamak zorundasın.

Siz tarih ve iletişim okumuşsunuz, biraz önce “mühendis kurye işçiliği yapıyor” dediniz. Kuryeler arasında yüksek okul, üniversite mezunlarının sayısı çok mu? 

Pembe: Evet. Kıdemli bir elektrik mühendisi çalışan var bizde, 41 yaşında. “Şirkete gitsem bana yüksek maaş vermesi gerekiyor, ama bana iş vermiyor, fakülteden yeni mezun olmuş bir acemiyi aylık beş bin liraya çalıştırıyor. Ben de daha az sorumluluk gerektiren bir iş yaparım. Paket alıp A noktasından B noktasına götürürüm, daha iyi” diyor. Böyle çok kişi var. 

Turuncu: Eğitimli çok insan var. Güzel Sanatlar mezunları var, mühendislik branşlarını bırakıp burada çalışanlar var. Hukuk okuyan birinin bile alacağı standart bir maaş yok. Hukuk okuyanlara “staj” adı altında avukatlık bürolarında kölelik yaptırılıyor. Bu yüzden de insanların “burada biraz özgürlük var, en azından başımda kimse yok” gibi algılayıp buraya gelmesini normal karşılıyorum.

Siz tarih okurken ilgilendiğiniz özel bir dönem var mıydı?

Pembe: Bitirme ödevlerimden biri 1908 işçi hareketleri üzerineydi. İkinci Meşrutiyet sonrası Osmanlı’da görece demokratik bir ortam oluşuyor, İstanbul’dan Bursa’ya birçok kent merkezinde onlarca grev gerçekleşiyor. Onu çalışmıştım…

Tarihin bir noktasında bir işçi direnişinin içinde olacağınızı düşünmüş müydünüz?

Pembe: Basit bir matematik var ortada. Artık emek toplanıyor, birileri zenginleşiyor. Radikal olamasam da hep sol eğilimli oldum bu yüzden, çünkü her şey ortada.

Turuncu: Eylem pratiğim çok az aslında. Öğrencilik yıllarımda yemek zamlarına karşı bazı eylemlere destek vermiştim, ama bir siyasi görüşe bağlı olarak değil, hakkını arayan her insana destek veririm zaten. İnsanlar da Trendyol direnişine “şu görüş, bu görüş” demeden destek oldular. Trendyol yedi ay önce 16,5 milyar dolar ciro açıkladı. Bu adaletsizliği insanlar gördü ve göz yummadılar. Eylemden sonra beni yollarda durdurup “o şerefsizlerden hakkınızı aldınız mı?” diyen yaşlı teyzeler oldu. 

Filmde işçiler arası ilişkinin çok güçlü olmadığını görüyoruz…

Pembe: Filmde bu konu çok gerçekçi yansıtılıyor. İşçiler ellerindeki makineleri okutmak için depoda kuyruktayken birbirlerini teğet geçiyorlar mesela. Öyledir gerçekten de. İnsanlar soğuktur, günlük dertlerinin tasasına düşmüşlerdir çünkü. Aramızda o sıcak ilişkiyi kurmamız zor. Bir muhabbet vardır belki, ama çok da gönüllü değildir, günlük dertler kafanı meşgul ediyordur.

Fotoğraf: Ümit Bektaş / Reuters

Ya müşterilerle ilişki?

Pembe: Caddebostan bölgesinde çalıştığım için bazı ünlü isimlerin kapısını çaldığım oldu. Toplumsal konularda duyarlı, doğayı, hayvanı seven insanlar olarak kendilerini gösteren, tanınan kişilerin verdikleri siparişlerle ilgili nasıl pisleştiklerini gördüm. Siparişe gidiyorum mesela, “temassız teslimat yazdım, görmedin mi!” diyor ya da kredi kartı çekmediyse o an “ya nasıl çekmez!” diye bağırıyor. “Oraya bırak!” diyor. Pandemi süreci, tedirginliği anlıyorum, ama kimse sokakta yokken biz hizmet verdik. Hani kahramandık? 

Turuncu: İstanbul’un nezih bir bölgesinde çalışıyorum. Bu bölge halkı eskiden beri yerleşik olduğu için kibar, insan ilişkilerinde ince ve sıcak. Ama Çekmeköy’de mesela bir arkadaşımız yaşamını yitirdi. Problemin ne olduğunu tam bilmiyorum, teslimat geç mi oldu, ne oldu, ama sonuçta bir kurye öldürüldü. Yine de müşteriyle çok ciddi sorunlar yaşıyoruz diye genelleyemem, çünkü tersini de görüyoruz. Kolisini götürdüğü insanla evlenen de oluyor. 

Pembe: Kimi yüksek bahşiş veriyor, “kardeşim uğraşıyorsunuz o kadar” falan diyor. Bu çalışan için iyi bir jest. Bunu yapmasa bile nazik olmaya çalışanlar oluyor. Tatlı tatlı korkanlar var bir de pandemide, “çocuğum siz de zahmet ettiniz” diyenler. Ama korkuyor da. (gülüyor)

Turuncu: Birçok müşteri paketlerini evlerine götürmemizi bir lütuf gibi algılıyor, “sizi yorduk buraya kadar” falan diyen oluyor. (gülüyor)

Bahşişlerinizden vergi kesiliyormuş, öyle mi?

Pembe: Hiç anlaşılır gibi değil, ama evet. “Sen devletimin güvenli sınırları için bahşiş almaya nail olmuş bir kişisin, bunu benim sağladığım şartlarla aldın, ben de payımı alıyorum” diyor devlet. (gülüyor) Online bahşiş verildiği için, oradan kesiyorlar. 

Pandeminin ilk dönemlerinde dışarıda kimseler yokken çalışmak nasıl bir duyguydu?

Turuncu: Duygusal yaklaşıp bunu çok dramatize edenler oldu. Negatif etkisi var elbet. Ben de “herkes evinde, ben ne yapıyorum” dedim. Sonrasında madencinin söylediği söz aklıma geliyordu: “Aşağıda ölüm ihtimal, ama yukarıda açlık kesin.” O zaman düşünmeyi bırakıyordum. 

Pembe: Ruhu vardır ya o hep geçtiğiniz caddelerin, dolaştığınız yerlerin. İnsanlar çekilince o kaybolmuştu. Sanki mesafeler uzuyordu. Bir yalnızlık hissi vardı açıkçası. Sen orada çalışıyorsun. Bu da toplumun düşük gelirli sınıfından olduğun anlamına geliyor. Sonuçta bir adaletsizlikle başbaşasın, yalnızsın. Adaletsizliğe uğrayan sensin, ama “kahramanlık” söylemiyle gazın alınıyor.

Pandemide bazı dükkânların tuvaletlerinde “Kuryeler giremez” yazıyordu. Amazon’da çıktı ya, işçiler ördek taşıyormuş tuvalet ihtiyaçları için. Kusursuz bir mekanizmanın matematiğine karşı koymaya çalışıyorsun, koyamıyorsun. Adam seni şişeye işetiyor. Sen de işiyorsun.

Siz kendinizi “kahraman” gibi hissettiniz mi?

Pembe: Hiçbir zaman kahraman gibi hissetmedim, öyle ulvi bir görev yapıyormuş hissine kapılmadım. 

Turuncu: Ben de hiç öyle hissetmedim. Daha önce 15 yıl kahramanlaştırılıp sonra işten atıldığım için galiba. (gülüyor) Bunun farkında olduğum için ne kahraman gibi hissettim, ne aksi. Ekmek paramı bekliyorum, kahraman olmak istemiyorum. Dini inancım doğrultusunda helâl-haram dengesinden bakıyorum işe, emeğe inancım var, bir emek veriyorum ve karşılığını bekliyorum. O kadar. 

Yalnızlık duygusunun yanısıra endişe, kaygı oluyor muydu?

Turuncu: Tabii, oluyordu. Herkes güvenli limanda, evdeydi, ama biz çalışıyorduk. Bunun ağırlığını hissettik. Ama madencinin söylediği aklıma geliyordu yine. Birçok noktada insanlar böyle düşündü ve o motivasyonla çalışmaya devam etti.

Pembe: Olmaz mı, oluyordu. Esas annem için bu kaygıyı taşıyordum. Evinde yaşlı insanlarla kalan birçok arkadaşım da bu kaygıyı taşıyordu. Onlarca bilinmezle boğuşuyorduk. Ben annemle yaşadığım için eve gittiğimde her şeyimi çıkarıyordum, poşete koyuyordum, hemen duşa giriyordum. İnceden bir paranoyaklık olmadı değil. Çünkü konu senden çıkıyor, “acaba başkasının ölümüne neden olur muyum” diye düşünmeye başlıyorsun. Bu iş sebebiyle yakınları ölen insanlar vardır. Rapor edilmemiştir, doğal ölüm” yazılmıştır, ama vardır. Korona olduğunu söylemeyen müşteriler oluyordu çünkü, sonradan öğreniyorduk. Onlar sana bulaştırıyordur muhakkak. Paket dağıtırken onlarca dükkâna giriyorsun, onlarca insana kredi kartı verip alıyorsun…

Size saçma gelen siparişler veriliyor muydu?

Pembe: Verilmez mi, veriliyordu. Aslında en çok üzen ikiyüzlülük: “İşçiler atılmış, vah vah, çok üzüldüm.” Yalan söylüyorsun! Akşam gidiyor, bacaklarını uzatıyor, Playstation oynuyor, sipariş veriyorsun. Sadece o an üzülüyorsun belki. Sosyal medyada gerçekten hissettiğini değil, kendini tatmin etmek için yazıyorsun. Kendin için yani. Bu yüzden işçi arkadaşların “üç gün gündemde kalırız, dördüncü unutuluruz” kaygısı normal. Twitter’da “canımsınız, ciğerimizsiniz” dedin ve siparişini verdin! Ne oldu? Olan bitenin tüm yükünü sırtlayan yine dezavantajlı sınıfa mensup olan işçi. O yüzden bunu ikiyüzlülük olarak görüyorum. Samimi olan vardır elbet, ama çok azdır.

Turuncu: Hava eksi dört dereceyken, yerde yarım metre kar varken abuk sabuk bir sipariş vermek kişinin vicdanına kalmış. Şirket o siparişi anlık olarak ulaştıramasa kişi bunu anlayışla karşılayabilir belki, ama şirket bunu yapmıyor. Yerde yarım metre kar var, birçok kişi yolda yürüyememesine rağmen sizi o gün işe gelmeye mecbur kılıyor. İnsanlar siparişini vermeye devam edecek tabii, ama kuryenin hakkını savunacak olan müşteri değil ki, nihayetinde tüketici o, çalışanın hakkını savunmak zorunda da değil, çünkü onun görevi değil. Burada sorumluluk şirketin.

Ricky servisteyken tuvalet ihtiyacı için pet şişe taşıyor yanında ve kullanıyor. O hız ve koşturmacanın içinde sizin de böyle yöntemlere başvurduğunuz oldu mu?

Pembe: İdrar mevzuu çok sıkıntılı. Pandemide bazı dükkânlarda tuvaletlerde “Kuryeler giremez” yazıyordu. Belki filmdeki gibi pet şişe değil, ama benzinliğe gidiyorsun, eğer doluysa yandın. 10-15 dakika bekle, sıkış. Hadi bir paket daha dağıt. Prostat olur insan. Yani tuvalet büyük sorun. Filmdeki hikâye gerçek yani. Zaten Amazon’da çıktı ya, işçiler yanlarında ördek taşıyormuş tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için. Kusursuz bir mekanizmanın matematiğine karşı kendi kusurlu mekanizmanla karşı koymaya çalışıyorsun, ama koyamıyorsun. Adam seni şişeye işetiyor. Sen de işiyorsun. 

Turuncu: Belki de kendimi Ricky’yle en çok özdeşleştirdiğim durum o. Pandemide bazı mekânlar kapalıydı, tuvalete gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu. O dönemde yanımda pet şişe taşıyordum. Ve evet, pet şişeye işedim abi, birçok kez.

Hız konusunun bir de takip ayağı var. Filmde Ricky elindeki makineyle işveren tarafından sürekli takip ediliyor. Sizde de böyle bir denetim var mı? Bunun baskısı, duygusu nasıl?

Pembe: Evet, bir navigasyon, GPS ile takip var. Bu iğrenç bir şey. Sürekli izlendiğini bilmek tabii ki rahatsız ediyor. Motorda da var, telefonda da var. “Niye oraya gittin, şurada durduğunu görüyoruz, neden?” deniyor. Bu, “ailem” dediğin kişiye güvenmediğinin de göstergesi. Çirkin, rahatsız eden bir şey. 

Turuncu: Önceki işimde üstlerime rapor verirdim. Daha sonra elimize bir tablet verdiler. Bu tabletle ne zaman nerede olduğumuz, hangi işi yaptığımız izleniyordu. Hatta bir süre sonra kamerayı açarak çalışmamızı istediler. Böyle bir çalışma tarzı kölelikten beter. En azından kölelikte iş yaptığınız sürede gözetim altında değilsinizdir, taş bile kırsanız özgür alanınız vardır. Ama buradaki kölelik sisteminde her ânınız izleniyor. Bu uygulamalar belki size kırbaç vurmuyor, ama izlenmeye başladığınızda kırbaç vurulmayı tercih edebilirsiniz. Bu kabul edilemez, kimse kabul etmemeli. Ricky’nin kullandığı “şu saatte şurada olmalısın” diyen cihaz henüz bizde yok. Ama bu cihazın benzerlerini geliştirmenin planlarını yapıyorlar. Eğer böyle bir cihaz gelirse kuryeliği bırakırım.

Üzerine zimmetli bir cihaz veriliyor Ricky’ye, “gözün gibi bakacaksın” deniyor. Bu var mı sizde de?

Pembe: Bizde RoadRunner aplikasyonu var. Delivery Hero’nun kullandığı bir aplikasyon. Diğer ülkelerde de kullanılıyor. O da takip ediyor seni. Bildirim atıyor: “Teslime atmanız gerek, neden atmadınız, restorana geçmek için daha hızlı hareket eder misiniz” diyor. Ötme sesi var. Çok rahatsız edici, yüksek bir ses. Sinir bozuyor. Sessize alıyorum, ne yapayım. (gülüyor) Bilerek yapılıyor, performansını artıracak hesapta. Algoritmaya karşı insan! Tabii bu algoritmaya manuel müdahale oluyor muhtemelen. İnsanların ufak tefek ayrıcalıklar almak için üstleriyle kurduğu ilişkiler devreye giriyor sanırım. Onun da bedeli öz saygını kaybetme noktasına gelene kadar baskıya maruz kalmak olabiliyor. Hakaret gibi mesela… İş alabilmek için bu tür ödünler verenler oluyor. Zaten esnaf kurye falan, hemen hepsi çalıştı biz eylem yaparken. Şartlardan azade hareket edemiyorsun. İşçiyi işçiye kırdırtma, beraber hareket etmeyi engelleme, bireyselleştirmeye yöneltme, “iyi olursan daha çok kazanabilirsin, ondan daha hızlı paket atarsan daha fazla prim alabilirsin.” Bu hiç değişmiyor.

Filmin bir sahnesinde kurye arabasını yol üzerinde bir yere park ediyor. Trafik polisi kuryeyi uyarıyor. Israrı ve ricası işe yaramayan kurye de ona “bu kadar kötü olmak zorunda mısınız?” diye karşılık veriyor. Nihayetinde arabayı o noktadan çekmek zorunda kalıyor, işi sarkıyor… Burada kuryelerle trafik polisinin ilişkisi nasıl? Trafik cezalarını şirket mi ödüyor?

Pembe: Cezayı plakaya yazıp kuryeye kilitliyorlar. Şirket trafik cezası ödemez. Yemeksepeti kuryelerinin trafik kurallarını ihlâl ederek paket attığını pekâlâ bilir, ama lafa gelince “trafik kurallarına uyuyoruz” der. Oysa bir kurye trafik kurallarını çiğnemeden yedi saatte 35 paket atamaz, mümkün değil. Atan varsa öpüp başıma koyayım. Trafik polisleri bazen “bu adam kuryelik yapıyor, ekmeğini kazanıyor” gibi düşünür, ama bazen de bir sokağa tersten girdiğinde yapıştırır cezayı. Filmde kuryenin polisle diyaloğu ilginç. Kurye polise karşı çıkıyor ve polis bu hareketi çok sakin karşılıyor. Türkiye’de olsa polis kuryeye ezici bir şekilde karşılık verir. Mesela filmde kuryenin oğlu ve kızı da hiyerarşiyi tanımıyor. Çocukların ebeveynleriyle hiyerarşik bir ilişki kurmamalarını sevdim. Kızın masadan bardağı kaldırması, ortalığı toplaması… O ailenin bireyi olarak bunları yapması küçük yaşta politik bilince sahip olduğunu gösteriyor. Çocukların ebeveynlerinin hiyerarşik düzenini tanımıyor olmalarını sevdim, ama erkek çocuğun bazı hareketleri aşırı geldi bana. (gülüyor)

Turuncu: Filmde polis kendini Ricky’nin üzerinde görmüyor. Elinde legal bir kuvvet var, ama yine de görmüyor. Burada polis “çekil oradan, yazarım cezayı” der, azarlayabilir. Geçenlerde ters yön cezası yedim. Ters yöne girmeye mecburdum. Ne yapabilirim ki? Ya çok uzak bir yere park edip yürüyeceğim, ki bu çok zaman kaybettirir, ya da yol kenarında durup paketi hızlıca teslim edeceğim. 

Trendyol bize kesilen cezalardan mesul değil. Geçenlerde bir park cezası yazdılar mesela. O gün arabamda 450 lira kazanabileceğim paket vardı, ama 325 liralık ceza yedim. Yani o gün bedavaya çalıştım. Çok dokundu bana.

Pandemide iş cinayetlerinde motokurye ölümleri arttı. Hızlı teslimat baskısı ve tehlikeli çalışma koşullarının ne gibi etkileri oluyor?

Pembe: Kaza yapmak en beteri. Ağır kazalar geçirip yatalak kalan arkadaşlarımız oldu. Kuryeler daha çok paket atıp fazla para kazanabilmek için ufacık motorlarla 80-90 km’lik hızlara çıkıyor. Motorla 80 km hızla kaza yaparsan bittin demektir. Bu yüzden esnaf kurye modelinin kesinlikle kaldırılması gerekiyor. 

Siz hiç kaza atlattınız mı?

Pembe: Ben dikkatli sürmeye çalışıyorum. Para için canımı tehlikeye atmam. Düştüğüm oldu tabii. Yaptığım kazalarda tecrübesizliğimin de payı vardı. İnsanlar motor kullanmaya yeni başladıklarında direksiyon hâkimiyetleri zayıf oluyor. Motoru iyi kullanabilen insan istisnadır. Ama esas suçlu, aldığımız bir ehliyetle kuryeliğe başlamamıza izin veren bu sistemdir. Kuryelik tehlikeli bir iş. “Motorun varsa kuryesin” demekle olmaz. Motokuryeliğe meslek olarak bakılması, trafiğe çıkacak kuryeler için yönetmelik hazırlanması, kuryelerin eğitilmesi gerekiyor.

Turuncu: Arabalı kuryelerin ölümlü kaza yaşadığını duymadım. Ama sonuçta araç kullanıyoruz. Yayalara, motorlara veya başka araçlara çarpma tehlikesi var. Yine de araba kullanmak motor kullanmaktan biraz daha güvenli. Motokuryeler ölüm riskiyle çalışıyor. Kazandıkları her kuruş helâldir. Onların ağır işçi statüsünde çalışıyor olması lâzım, maaşları ve sosyal hakları da ona göre olmalı.

Bir arkadaşınız ağır bir kaza geçirdiğinde ya da hayatını kaybettiğinde ne hissediyorsunuz? 

Pembe: İşin doğrusu, pandemide ölen kuryeleri kimse önemsemedi. Yemeksepeti motokurye ölümleri hakkında konuşmamızı istemez. Bundan altı-yedi ay önce Bağdat Caddesi’nde, Mücahit Sokak civarında ölümlü bir kaza olmuştu. Bize WhatsApp’tan “Arkadaşlar oradan kesinlikle geçmeyin, yolunuzu değiştirin” yazmışlardı.

Bir tablet verdiler. Bu tabletle ne zaman nerede olduğumuz, hangi işi yaptığımız izleniyordu. Bir süre sonra kamerayı açarak çalışmamızı istediler. Böyle bir çalışma kölelikten beter. Buradaki kölelikte size kırbaç vurulmuyor, ama izlenmeye başladığınızda kırbacı tercih edebilirsiniz.

Neden? Karşılaşmanızı mı istemiyorlar?

Pembe: Evet. Yerde yatan bir arkadaşınızı gördüğünüzde ister istemez tedirgin olursunuz, direksiyonunuz titremeye başlar. Kendinize “Ben de mi böyle olacağım?” diye sormaya başlarsınız. Tedirginlik kuryeyi yavaşlatır. Şirket, kuryesinin yavaşlamasını istemez. Bu yüzden kazaların WhatsApp gruplarında konuşulmasını da istemezler. 

Mesela filmde kurye depo şefine “ailemde sorunlar var, bana dört-beş gün izin verebilir misin?” diye soruyor. Depo şefi, “Burası bölgenin en verimli deposu, bu nasıl oldu biliyor musun? Burada annesi yatalak olan da var, eşi evden atmış olan da” diyor. Sistem tam da böyle işliyor. Kuryenin eti ve kanı sistemin bir parçası. İnsan canını tüm maddi değerlerin üzerinde görmek gibi, sözde el üstünde tuttuğumuz değerleri depo şefinden veya şirketten beklemek büyük bir yanılgı olur. Çünkü depo şefi de o berbat zihniyete gömülmüş biri. Karşımızda değerler üzerinden yaklaşabileceğimiz bir sistem yok.

Bu sömürü çarkı sizi nasıl dönüştürdü?

Turuncu: Kargo sektörü beni dönüştürmedi. Yani “Allah kahretsin, kargo işi yapıyorum” diyemem. Kargo sektöründe çalışmaya iten koşullar, özel sektördeki sömürü dönüştürdü beni. Stresten iki kere mide spazmı geçirdim. 

Pembe: Ülkenin ekonomik ve siyasal durumuna paralel olarak insanın yaşamı değişiyor. Bu durum hissiyatı da etkiliyor. Doğru olanın insan canına değer vermek olduğunu biliyoruz. Ama bu bizim içinde bulunduğumuz gerçeklikle ters. Tarih boyunca insanoğlunun geliştirdiği vicdan ve yaşam hakkı gibi değerlerin hiçbirinin karşılığının olmadığı bir platform var karşımızda. Ne olursa olsun şirket kârının artırılmasının amaçlandığı bir sistemdeyiz. Devlet de, hukuk da bu sistemin parçası. Ben bu gerçekliğin dışına çıkmaya çalışıyorum, ama umutsuzum. Çünkü şirketlerin elinde çok büyük bir sermaye, bilgi birikimi ve mücadele etmemizi imkânsızlaştıracak aletler var. Cinsel hayat bile bu sisteme göre şekilleniyor. Filmin bir sahnesinde kurye ile eşi arasında bir yakınlaşma oluyor. Kadın “lütfen, bu gece olmaz, çok yorgunum” diyor. O sahnede insanların içgüdülerinin bile sistem doğrultusunda nasıl baskılandığını ve düzenlendiğini görebiliyorsunuz. O çift evlenmeden önce filmin fragmanını izlese belki de evlenmekten vazgeçerdi. Böyle milyonlarca aile vardır.

O sahnede kuryenin eşi gördüğü kâbuslardan da bahsediyor. Sen böyle kâbuslar görüyor musun?

Pembe: Hayır. Uzun süredir rüya görmüyorum. Ben şartların farkındayım. Galiba bazı şeyleri kendime dert etmemeyi, değiştiremeyeceğim bir sistem için tasalanmamayı öğrendim. “Reset” atıyorum kendime. Belki de bu yüzden rüya görmüyorum. 

Sizin eşinizle işten kaynaklanan gerginlikleriniz oluyor mu?

Turuncu: Ricky’nin eşi “bu iş için arabamı sattım” diyor. Biz de Trendyol için eşimle ortak yatırım yaptık. Bana hiçbir zaman “ne yaptın bizim paramızı” demedi, ama “bu nasıl bir iş” diye düşündüğünü hissettim, duydum da. 

Direnişteki motokuryelerden biri sevgilisiyle buluşmak istediğinde şefinin ona fazla mesai yazdığından bahsetmişti. İşinizin zorlukları özel ilişkilerinize yansıyor mu?

Pembe: Yansımaz mı, gözünüzü seveyim. (gülüyor) 15-16 saat çalışan bir insanın sosyal hayatı mı kalır? Böyle bir çalışma düzeni içinde başka bir insan için emek vermek çok zor. Filmde kurye ile eşi televizyonun önünde uyuyakalıyordu. Bu yorgunluğu milyonlarca insan yaşıyor. Bir sevgilin oluyor, mutlu oluyorsun, seviniyorsun, ama kuryeyi bekleyen gelecek aslında belli, sistem yavaş yavaş çökertiyor seni.

Ailesine iyi bakamadığı, çocuklarıyla diyaloğu kötüleştiği için Ricky’nin kendini güçsüz ve suçlu hissettiği zamanlar oluyor. Sizin de benzer bir duygusal yük hissettiğiniz oluyor mu?

Turuncu: Özellikle son altı ayda, aldığım para yetmeyince mecburen ek işler yapmaya başladım. Başka yerlerden kargo alıp dağıtma işi yaptım. Aynı anda iki-üç iş yapmak hem duygusal hem de fiziksel anlamda yıpratıyor. Evle ilişkileriniz geriliyor. Sabah 8’de çıkıp akşam 10’da eve gelmenizin duygusal olarak ciddi olumsuz geri dönüşleri var. 

Çocuğum iki yaşında, her şeyi istediği bir dönem. Bir noktadan sonra “Yapma kızım, yeter” falan dediğim oluyor, çünkü çok yoruluyorum. Bir gün çocuğu rutin kontrol için doktora götürecektik, çok yoğundum. “Üç gün sonra götürelim mi?” dedim. Eşim “çocuk hasta olsa böyle mi olacaktı?” dedi. Bu durum insanı düşündürüyor tabii.

Filmde kuryeler üst üste kolilerin yığıldığı soğuk, çıplak bir depoda çalışıyor. Filmdeki depo sizin çalışma mekânlarınıza benziyor mu? 

Turuncu: Depodaki “aura”yı oluşturacak olan kuryelerdir. Yaptığımız fiziki bir iş olduğu için, eskiden kürek çekilen gemilerdeki gibi, motivasyon aynı olduğu oranda o aura birbirine geçiyor. Son dört-beş ayda eskiden var olan canlılığın kopmaya başladığını hissediyorum. Ekonomik sıkıntılar başlayınca insanlar neşesini kaybetti. Depo filmdeki depoya dönmeye başladı. Eğer direnişle bir müdahale olmasaydı, en azından insanların “oh” diyebileceği bir rakama gelinmemiş olsaydı, filmdeki deponun daha kötüsünü de görebilirdik. Moralin bozuk olunca ortamı cansızlaştırıyorsun, renksizleştiriyorsun. “Abi şu arkadaşımız evleniyormuş, bir şeyler yapalım onun için” gibi bir ortam varken, “bu adam evlenecekmiş, ama ben düğüne gidemem, param yok”adöndü ortam direniş öncesinde. Çocuğum olduğunda arkadaşlarım çalışamadığım günler için aralarında para toplamışlardı, ama sonraki zamanlarda bu durum dağılmıştı.

Kuryeler bir organizasyon oluşturup dağıtımı yapabilir. Hem işçi daha fazla kazanır hem de restorana daha ucuza hizmet verebilir. Mevcut sistemde restoran sahipleri de, kuryeler de mağdur, büyük rantı şirketler götürüyor. Kârın adilce bölüşüldüğü kooperatif gibi bir sistemi kuryeler de tercih eder.

Pembe: Bizim belirli bir mekânımız yok. Dört mevsim hep açıktayız. Ve öyle bir coğrafyadasın ki, her mevsimde yağmur yağma ihtimali var. Belli dönemlerde İstanbul’da yaz da, kış da çok sert geçer. Bir de İstanbul rüzgârlı bir yer, bu da ayrı dert kuryeler için. İnsanlar motokuryeliğin yaz aylarında daha kolay olduğunu zanneder, ama yazın üzerimizde mont olur. Üzerimizdeki mont için “yazlık” derler, ama basbayağı monttur o. Ben İstanbul’a yoğun kar yağdığı zaman da servisteydim. Yerde kar vardı, ama servis devam ediyordu. Bütün kar soğuğunu yersin, buzlanma olunca kayar düşersin. Kimse seni kurtaramaz. 

Ortak bir çalışma mekânınız olmamasına rağmen nasıl bir araya geldiniz? Birbirinizden kopuk çalışırken böylesine güçlü bir örgütlenme nasıl oldu?

Pembe: Bir sözcü çıkıp “arkadaşlar, hadi isyan ediyoruz” demedi. Bir noktada “bu böyle olmaz” dedik. Yemeksepeti çalışanları olarak kullandığımız “Anadolu” ve “Türkiye” isimli WhatsApp gruplarımız vardı. Bu gruplar üzerinden yazışmaya başladık. Birbirimizden çok farklıyız, ama şirkete “Bir araya gelebiliriz. Ekmek kavgasının inançlarımızla, etnik kökenlerimizle alâkası yok. Hepimiz aslında aynı dertten mustaribiz. Biz geçim derdindeyiz” diyebildik. 

Turuncu: Trendyol yüzde 11’lik zam oranı açıklayınca şubelerden “sen kimsin ulan, ben bu paraya çalışmıyorum” diyen arkadaşlarımız oldu. Tepkiler bireysel bir şekilde başladı, ama bir kalabalık oluşturduk. Şubeler toplu olarak iş bırakmıştı. Şubelerin iş bıraktığını öğrendiğimde kendi şubemdeki arkadaşlara “bırakın, kimse mal dağıtmasın, Maslak’a gidiyoruz” dedim. Müdür kuryeleri dışarı çıkartmamaya çalışıyordu. Müdürle kavga ettim. Şirketin önüne gittiğimizde “meğer herkes benim gibi düşünüyormuş, yalnız değiliz” demiştim.

Ayrıca, Telegram grubu kurulmuştu. Telegram’daki çoğunluk öfkeli bir şekilde “hakkımı çaldırmayacağım” diyordu, ama örgütlenme güdüsü yoktu. Öfkeyi bir araya getiren Umut-Sen oldu. Sesimizi duyurdular. Başta kimsenin bizden haberi yoktu. Biz mücadele ederken anaakım medyada Trendyol reklamları dönüyordu. Umut-Sen bize “birlik olun, bu işi sizden başka kimse çözemez” dedi. Öyle başladık. 

Fotoğraf: Bülent Kılıç

Direnişe katılan kuryelerin çok farklı dünya görüşlerine sahip olduğunu biz de gördük. Direniş sizce dönüştürücü bir etki bırakıyor mu?

Pembe: Kesinlikle bir etkisi var. Çoğu kurye sendika nedir bilmezdi. Sendikalar kuryelere direnişin ekmek mücadelesi olduğunu anlattı. Sendikalar da ipin üzerindeki cambaz gibi hareket ediyor, işçiyi ürkütmeden mücadeleye devam etmeleri için uğraşıyor. Hepimizde bir ürkeklik var. “Ya ben göt altına gidersem?” diye bütün işçiler endişe ediyor. Ama sendika kontak kapatmamızı söylediğinde herkes kapatırsa işçinin kendine güveni gelir. İşçi bir kere kendi gücünü görse mücadeleden vazgeçmez. Neden, biliyor musun? İdealist olduğu veya bazı değerleri savunduğu için değil. Bir garantisinin olduğunu düşünür. “Kontak kapattığımda herkes kapatıyor, patronu böyle tehdit edebiliyorum” der. 100 bin işçi kontak kapatınca sermaye korkar. O zaman zam vermesinler de görelim. (gülüyor) Sendikaların samimiyeti çok önemli bu konuda. Ama tabii sermaye odakları bizim birleşmemizi engellemek için bazı hareketler yapıyor. Direniş başladığında WhatsApp gruplarında “alana gitmeyin, provokasyon yapacaklarmış” gibi saçma sapan bilgiler yaydılar. Korkup direnişe katılmayan kuryeler oldu bu nedenle. 

Bu devasa çarkı sarsmak için Yemeksepeti’ni boykot çağrısı yaptınız. Sizce bu çağrı bir karşılık buldu mu? 

Pembe: Bunu ölçebilecek bir araca sahip değilim. Yemeksepeti’ne verilen siparişlerin yüzde 70 oranında azaldığı söyleniyor. Getir’in yazılım departmanında çalışan bir arkadaşım var. Onun dediğine göre, bu süreçte Getir’in siparişleri patlama yapmış. Bu da Yemeksepeti boykotunun işe yaradığını gösteriyor. Boykotun işe yaraması önemli, ama bu bilincin sürekli hale gelmesi gerekiyor. 

Tüm bu ayak oyunlarının, ekonomik krizin, çalışma baskısının içinde direnişte olmak size neler hissettirdi?

Pembe: Daha özgür hissettiriyor. Ama biz başka bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Mesela filmdeki dünya bile benim için ütopya gibi bir şey. Ben gerçekçi biriyim, mevzulara romantik bakamıyorum. Yarın işe gitmek zorunda olduğumu biliyorum. Bu sistemin eziciliği inanılmaz ağır yani. Bu aşılabilecek bir engel mi, bilemiyorum.

Lojistik sektöründe çalışma sürelerini ve koşullarını kuryelerin kendilerinin belirlediği, daha rahat ve güvenli bir alternatif dağıtım hattı kurmak mümkün değil mi?

Pembe: Bence mümkün. Çünkü esas emek veren bizleriz. Şirketler sadece ortaya bir fikir koyup patent almış. Kuryeler bir organizasyon oluşturup dağıtımı yapabilirler. Hem işçi daha fazla kazanır hem de restorana daha ucuza hizmet verebilir. Aslında mevcut sistemde restoran sahipleri de, kuryeler de mağdur, büyük rantı şirketler götürüyor. Aradaki kârın adilce bölüşüldüğü kooperatif gibi bir sistemi kuryeler de tercih eder.

Turuncu: Buna sadece lojistik sektörüne bakarak karar verilemez, diğer sektörlere de bakmamız lâzım. Özel sektörde işçilerin haklarını savunan bir sendika var mı? Örnekleri çok az. Bizim direnişimiz bir örnek oldu, ama sermaye çok güçlü. Sermayenin bu güce ulaşması bir günde olmadı. Bu gücün onlardan alınması da çileli ve uzun olacak. Tırnaklarımızla kazıyarak, bir şeyleri kopartarak ilerlememiz lâzım. Direnişimiz “dünyanın en zengin insanlarından birinden hakkınızı direnerek alabilirsiniz”i gösterdi. Oysa kendi arkadaşlarımız bile “istediğiniz kadar direnin, bir şey kazanamazsınız” demişti. Biz Yunanistan’daki kuryelerin direnişinden ilham aldık. Trendyol da başka mücadelelere kıvılcım oldu. Çünkü insanlar sermayenin alttaki insana silah doğrultmuş bir güç olduğunu fark ediyor. Yani bu direnişler sadece ekmek mücadelesi değil, sistemin çöküşünün de belirtisi.

Filmin sonunda esnaf kurye yaralı bir şekilde işe gidiyor. Bu sonu nasıl yorumlarsınız?

Turuncu: Filmi ben çekseydim sonu böyle olmazdı. (gülüyor) Film karamsarlık, çaresizlik ve işçiliği birbirine bağlıyor. Bittiğinde izleyende kalan düşünce “işçi bu koşullara mahkûm” oluyor. Evet, durumumuz kötü, ama çaresizmişiz gibi hissetmek doğru değil. Filmin sonunda “yapacağın hiçbir şey yok, arabanın borcunu ödemek için çalışacaksın, burnun kırık da olsa işe gideceksin” deniyor. Direnişin ikinci akşamı bu soruyu sorsaydınız “film galiba doğru söylüyor” derdim. Çünkü o akşam bir sürü telefon trafiği oldu. En yakın arkadaşlarımız bile kazanacağımıza inanmıyordu. Onlara her şeyi tek tek anlatıyordum. “O kadar da güçlü değiller” diyordum. Arkadaşlarımı dinlediğimde umutsuzluğa kapıldığım oluyordu. Bu yüzden çocuğumun yüzüne bakamadım. Sonra sosyal medyadan bazı ünlülerin bize destek verdiğini gördüm. “Bir şeyler oluyor, kazanacağız” dedim. Ben inançlı bir insanım. Sabah erkenden kalktım, namazımı kıldım ve evden çıktım. Kazanamazsak bile en azından “elimden geleni yaptım” diyecektim kendime. Yanımda bir-iki kurye arkadaşımı da götürdüm. Sadece onları düşünüyordum, çünkü kazanamasaydık işlerinden olacaklardı. Sabah şubenin önünde 250 arabayı görünce “tamam, doğru yoldayız” dedim.

Pembe: Ben sinemadan pek anlamam. Filmi izledikten sonra merak edip Vikipedi’den Ken Loach sayfasına baktım. Orada Ken Loach’un somut gerçekliği yansıtma amacıyla film çektiğini okudum. Ama tabii o İngiltere’deki gerçekliği yansıtmaya çalışıyor. Filmdeki ailenin en azından arabası, iyi kötü bir evi var. Gıdaya bizden daha rahat ulaşabiliyorlardır. Türkiye’de pandemi süreciyle beraber insanların yaşam kalitesi çok ağır bir şekilde düştü. Konut krizi patladı, kiralar yükseldi. İnsanlar her taraftan sıkıştı. Yani insanlar “arabamı satayım da bir iş kurayım” bile diyemeyecek durumda. Türkiye’de insanlar “hayatta kalayım, yeter” modunda. 

Ken Loach Oxford Üniversitesi’nden mezun olmuş. Dünyanın en iyi üniversitelerinden birinden olmasına rağmen işçilerin yanında durmuş. Bu değerli bir şey. Ben Bağdat Caddesi’nde yürüyen birinin işçiler konusunda hassasiyet geliştirebileceğine inanamam.

Trendyol’da çalışmak için eşinle birlikte ortak sermaye koyduğunuzu söyledin. Direniş zafere ulaşınca neler hissettiniz?

Turuncu: Ben genelde ön saftaydım. Eylemde bağırırken eşim de bize sosyal medyadan destek veriyordu. Bu ikimizin zaferiydi. Eve gittiğimde birbirimize sarıldık. Kazanmıştık ve hayatımda yaşadığım en güzel duygulardan biriydi.

Direnerek kazanmak özgüveninizi artırdı mı? Direnişten sonra depolardaki ilişkiler değişti mi?

Turuncu: Çalışanlarda direnişin verdiği özgüven hâlâ var. “Bana istediğini yapamazsın, kimsenin kölesi değilim” tavrı hâkim kuryelerde.

Ken Loach bu filmi günümüz Türkiye’sinde çekmiş olsaydı filmin sonu farklı olur muydu?

Pembe: Evet, evet!

Turuncu: Film Levent ve Maslak’taki direnişlerde biterdi… (gülüyorlar)

1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022

^