Franco “Bifo” Berardi ile korona günlerinin getirdiği düşüncelere, okumalara, izlenimlere kaldığımız yerden devam, Açık Radyo’yla ortak yayın: Toplumsallığın çözülüşü, paranın anlamı, otomasyon çölü, kamu sağlık sisteminin çöküşü, finans-kapital ve insanlık…
15 Mart
Sabahın sessizliğinde güvercinler kilisenin damında kararsız bekleşiyor, şaşkın görünüyorlar. Çöle dönmüş kenti anlamakta zorlanıyorlar.
Jess Henderson’un [1] Offline’ının [2] provasını okuyorum. Birkaç ay içinde çıkacak (yani, çıkması gerekiyor, sonrasına bakılır). “Offline” kelimesi felsefi bir anlam kazanıyor. Gerçeğin fiziksel boyutunu sanal boyutunun karşısında ya da ondan çıkararak tanımlama biçimi.
Pandeminin yayılışı boyunca offline-online ilişkisinin nasıl değişmekte olduğu üzerine düşünüyorum. Ve sonrasını hayal etmeye çalışıyorum.
Son otuz yılda insan faaliyetlerinin ilişkisel, proksenik [konuşma mesafesi ile ilgili], bilişsel doğası derinden değişti: Artan sayıda etkileşim –fiziksel, birarada olmaya dair– içinde linguistik alışverişin belirsiz ve çiftanlamlı (ve böylelikle sonsuza dek yorumlanabilir) olduğu, üretici eylemde fiziksel enerjinin kullanıldığı ve bedenlerin birararadalık akışı içinde birbirlerine değip geçtiği boyuttan, linguistik işlemlerin bilişim makineleri aracılığıyla dijital formatlara uygun olarak gerçekleştirildiği, üretim faaliyetinin kısmen otomasyonla yürütüldüğü ve insanların bedenleri karşılaşmadan, gitgide yoğunlaşan bir etkileşim içinde olduğu bağlantı boyutuna geçti. İnsanların gündelik varoluşu muazzam veri yığınlarıyla korelasyon içinde elektronik olarak düzenlenen konjeniklerle zincirleme bağlı hale geldi. İknanın yerini yayılma aldı, psikosferin sinirlerine infosfer akışları hâkim oldu. Bağlantı enformasyon virüslerinin yarıda kesip yönünü değiştirebileceği, ancak, ne fiziksel bedenlerin belirsizliğinden haberdar olan ne de kesin olmama imkânından yararlanan, pürüzsüz, tüysüz ve tozsuz bir kesinliği varsayıyor.
Piyasa dini ve özel sektörcü liberalizm ideolojik bir suç olarak görülmeli. Otuz yıldır tüm sosyal hastalıkların tedavisinin kamu harcamalarının kısılması ve özelleştirme olduğunu söyleyenler sosyal mesafede tutulmalı, bir daha ağızlarını açmaya kalkarlarsa hak ettikleri gibi tehlikeli aptallar olarak muamele görmeliler.
Şimdi, toplumsal olanın içine giren biyolojik bir etmen onu içe doğru patlatıp eylemsizliğe zorluyor. Salgının nedeni bağlantı teknolojileri yüzünden birarada olma halinin alanının daralmış olması. Fiziksel mekânda birarada olma, ne pahasına olursa olsun, mutlak tehlike haline geldi. Biraradalığın önünde etkili engeller var.
Evden çıkma, dostlarla buluşma, iki metre uzaklığı koru, sokakta kimseye dokunma…
İşte bu durumda görülen (bu haftalardaki deneyimimizin de gösterdiği gibi) online olarak geçirilen zamanın müthiş yayılması. Zaten duyularla, üretimle ve eğitimle ilgili ilişkilerin birbirimizle temas etmediğimiz ve biraraya gelemediğimiz alana taşınmak zorunda kalındığı durumda başka türlüsü de olamazdı. Salt bağlantıya dayalı olmayan hiçbir toplumsal [durum] kalmadı.
Ya sonra? Sonrasında ne olacak?
Ya bu aşırı bağlantı yükü keyfi bozacak olursa?
Şunu demek istiyorum: Pandemi sona ermeden önce ya da sonra (bunun gerçekleşeceğini kabul edersek, diyelim İtalya’da 25 Nisan’da) acaba online geçirilen hayatı hastalığın kendisiyle mi özdeşleştireceğiz? Acaba büyük ölçüde genç nüfusun içinde olacağı, talihsiz ve yalnız bir dönemin anısı olarak görecekleri ekranları kapatıp kendiliğinden bir kucaklama hareketi mi başlayacak?
Kendimi fazla ciddiye almıyorum. Ama bunu düşünüyorum.
16 Mart
Yeryüzü dünyaya isyan halinde. Kirlilik açık biçimde azalıyor. Çin’den ve Po Havzası’ndan iki ay öncekilerden tamamen farklı fotoğraflar yollayan uydular böyle söylüyor. Büyük ölçüde kent havasından dolayı ciddi astım teşhisi konulan, on yıldır bu kadar iyi soluk alamayan ciğerlerim de böyle söylüyor.
17 Mart
Borsa o kadar ağır ve kalıcı biçimde çöktü ki, artık kendisinden haber alınamıyor.
Borsa sistemi yitik bir gerçekliği temsil ediyor: Arz-talep ekonomisi sarsıntı geçirdi ve finans sisteminin içinde dönen sanal para miktarına karşı kayıtsız kalacak. Bu da finans sisteminin etkisini kaybettiği anlamına geliyor. Geçmişte insanların elinde bulunan varlık miktarı matematik dalgalanmalarla belirleniyordu. Şimdi varlık elimizde bulunan paraya değil, zihin dünyamızda olana bağlı.
Para işleyişinin durması üzerine düşünmeliyiz. Kapitalist tarzdan çıkışın anahtarı burada olabilir: Emek, para ve kaynaklara erişim arasındaki ilişkiyi kesin olarak koparmak.
Başka bir zenginlik anlayışı ileri sürülebilir: Zenginlik elindeki para miktarına değil, yararlanabildiğin hayat kalitesine bağlıdır.
Ekonomi gerileme evresine giriyor, ama bu defa ne arza destek ne de talebe destek politikaları işe yarıyor. İnsanlar işe gitmekten korkuyor, insanlar ölüyorsa hiçbir arz canlandırılamaz. Evlere kapalıysak hiçbir talep canlandırılamaz.
Bir ay, iki ay, üç ay… Makineyi durdurmaya yeter ve bu durmanın geri dönülmez etkileri var. Normalliğe dönmekten bahseden, makinenin hiçbir şey olmamış gibi yeni baştan çalışacağını düşünenler olup bitenden bir şey anlamamış demektir.
Günde yüz defa evde kalın diye tekrar edilmesi gerektiğini de anlıyorum. Ama medyanın bu işleyişinin hiç de ihtiyacımız olmayan endişe uyandırıcı bir etkisi var. Dahası, örneğin Suriye’nin kuzeyinde ne olduğunu bilmek imkânsız hale geldi. İdlib’de birkaç gün önce sekiz okul bombalandı.
Makinenin yeniden çalışması için her şeyi baştan icat etmek gerekecek. Ve son otuz yılda işlediği biçimde işlemesini engellemek üzere biz orada olmalıyız: Piyasa dini ve özel sektörcü liberalizm ideolojik bir suç olarak görülmeli. Bize otuz yıldır tüm sosyal hastalıkların tedavisinin kamu harcamalarının kısılması ve özelleştirme olduğunu söyleyenler sosyal mesafede tutulmalı, bir daha ağızlarını açmaya kalkarlarsa hak ettikleri gibi tehlikeli aptallar olarak muamele görmeliler.
Sonraki hafta Sara Mesa’nın [3] Casa de Pan’ını (Ekmek Evi), Cristina Morales’in [4] Lectura Facil’ini (Kolay Okuma) ve korkunç Leila Slimani’nin [5] Chanson Douce’unu (Tatlı Şarkı) okudum. Şimdi, yirminci yüzyıl başında Bakü’yü anlatan bir Azeri kadın yazarı okuyorum. Petrolle birdenbire gelen zenginlik ve müthiş zengin ailesinin tüm mal varlığının Sovyet devrimiyle elinden alınması.
Bu yıl, tercih sonucu değil de kendiliğinden, sadece kadın yazarları okudum. Djavadi’nin [6] bir iltica, İslamcı şiddet, yalnızlık ve nostalji hikâyesi anlatan romanı harikulâdeydi.
Şimdilik kadınları ve yeterince okuduğum insanlık durumlarını bırakıyorum.
Italo Calvino’nun Orlando Furioso [7] okumasını içeren kitabını şimdi çekip aldım. Ders verirken onu çocuklara tavsiye eder, birkaç bölümünü de okurdum. Ve yeniden zevkle okuyorum.
18 Mart
Birkaç yıl önce arkadaşım Max’la (ve arkadaşım Mago’dan aldığım ilhamla) ne ad koyacağımızı bilemediğimiz bir romanım yayınlandı. Biz başlık olarak KS’yi yahut Yaşlı Katli’ni (Gerontomachia) beğeniyorduk. Kitabı (bir çoğu anlaşılır biçimde reddettikten sonra) basan yayıncı hayli çirkin, ama daha popüler olduğu kesin bir başlığa bizi zorladı: İhtiyarlara Ölüm (Morte ai Vecchi). Kitap çok az sattı, ama bana şimdilerde çok ilginç gelen bir hikâye anlatıyordu. Birdenbire nereden çıktığı belli olmayan bir salgın başgösteriyor. On üç – on dört yaşında çocuklar ihtiyarları öldürüyor. Önce tek tük başlayan vakalar giderek artıyor ve en son her yere yayılıyor. Hikâyenin teknik-mistik sırlarını geçiyorum. Gençler kederli halleriyle havayı bozan yaşlıları öldürüyorlardı.
Bu gece koronavirüs hikâyesinin böyle de okunabileceği aklıma geldi. Geçen yılın 15 Mart’ında meydanlara çıkan genç kız ve erkekler şöyle bağırıyordu: Bizi soluk alınamayan bir dünyaya doğurdunuz, atmosferimizi boğucu hale getirdiniz, yetsin artık, petrol ve kömür tüketimini bırakın, partikülleri azaltın. Belki dünyanın egemenlerinin yakarışlarına kulak vereceğini umuyorlardı. Ama hepimizin bildiği gibi, hayal kırıklığına uğradılar. İklim değişikliğinin konuşulduğu sayısız uluslararası buluşmanın sonuncusu, Aralık ayındaki Madrid Zirvesi bilmem kaçıncı kez başarısızlıkla sona erdi. Geçtiğimiz on yıl içinde zehirli madde salınımı azalmadı, küresel ısınma güle oynaya devam etti. Petrol, karbon, plastik şirketleri vazgeçmek niyetinde değil. E bu durumda, kafası atan çocuklar yeryüzü gezegeninin koruyucu tanrısı Gea ile ittifak kurdular. Bir ihtiyar katliamına girişerek onları sinek gibi temizlediler.
Nihayet her şey duruyor. Bir ay sonra uydular ihtiyar katli öncesinden çok farklı bir dünyayı fotoğraflıyor.
19 Mart
Televizyon olmadığından haberleri internet üzerinden izliyorum: CNN, The Guardian, Al Jazeera, El Pais… Sonra öğle yemeği vakti Radio Popolare’de haberleri dinliyorum.
Haberler dünyadan yok oldu, sadece koronavirüs var. Radyo haberlerinde bugün salgınla ilgili olmayan tek bir haber dahi yoktu. Barselona’dan bir arkadaşım, İspanyol ulusal televizyonunun editörlerinden biriyle konuştuklarını anlattı: Duruma bakılırsa, salgınla ilgili olmayan bir konu hakkında haber yapıldığında insanlar köpürmüş vaziyette telefona sarılıyor ve bir şeylerin saklandığını ima ediyorlarmış…
Halkın dikkatini koruma önlemlerine yoğunlaştırarak ayakta tutmayı anlıyorum, günde yüz defa evde kalın diye tekrar edilmesi gerektiğini de anlıyorum. Ama medyanın bu işleyişinin hiç de ihtiyacımız olmayan endişe uyandırıcı bir etkisi var. Dahası, örneğin Suriye’nin kuzeyinde ne olduğunu bilmek imkânsız hale geldi. İdlib’de birkaç gün önce sekiz okul bombalandı.
Ya Türk-Yunan sınırında neler oluyor? Akdeniz’de Afrikalılarla dolu, batma tehlikesiyle karşı karşıya ya da durdurulup Libya’daki toplama kamplarına geri gönderilen o tekneler artık yok mu? Var, var: Daha kesin söylemem gerekirse, daha dün, içinde yüz kırk kişi bulunan ve Malta sahil güvenliği tarafından geri gönderilen bir tekne haberine rastladım.
Salgının başından beri dünyada olanları içeren kısmi bir listeyi bilgi olarak burada paylaşıyorum. Peacelink sitesinde, biz hiç kimsenin evden çıkamadığını düşündüğümüz sırada olanlar aktarılıyor.
Libya: Kuzeyde, Libya Ulusal Ordusu’na bağlı güçlerin ilerleyişi sırasında şiddetli çatışmalar. Hafter güçleri Trablus’da iki okulu bombaladı. Kongo Demokratik Cumhuriyeti: Beni’de Müttefik Demokratik Güçler’le çatışmada en az 17 ölü. Somali: Tek bir ABD hava saldırısında beş Aş Şabab üyesi öldü. Nijerya: Damboa’daki askeri üsse Boko Haram saldırısında altı ölü. Afganistan: Balh eyaletinde Taliban ile Afgan güçleri çatışması. Tayland: Güneydeki militanlarla çıkan çatışmada bir asker öldü, iki de yaralı. Endonezya: Papua bölgesinde güvenlik güçleriyle çatışmada Batı Papua Özgürlük Ordusu’ndan dört isyancı öldü. Yemen: Taiz’de, Yemen Ordusu ile isyancı Huthi’ler arasındaki çatışmada 11 ölü. Al-Hudaydah vilayetinde, Yemen hükümet güçleriyle çatışmada 14 Huthi isyancı öldü. Türkiye [Suriye]: Türk avcı uçakları İdlib üzerinde bir Suriye ordusu uçağını düşürdü. Suriye: Türk dron saldırısında 19 Suriye askeri öldü.
Bir dostum Bergamo’dan bir askeri konvoy fotoğrafı yolladı.
Gece vakti yavaş yavaş ilerliyorlar. Krematoryuma altmış kadar tabut götürüyorlar.
20 Mart
Uyanıyorum, traş oluyorum, tansiyon haplarımı alıyorum, radyoyu açıyorum… Kahretsin… Milli marş! Biri bana bu durumun milli marşla ilgisini açıklasın.
Ulusal gururu canlandırmak niye? Askerleri, yüz binlerce askeri Caporetto’da [8] da bu marş yönlendirmişti.
Radyoyu kapadım, sessizlik içinde traş oldum. Mezar sessizliği.
Jun Hirose sinema kitapları yazan bir arkadaşım. Son haftalarda Cine-Capital kitabının İspanyolca baskısının tanıtımı için seyahatteydi. Buenos Aires dönüşü Madrid ve Bologna’ya uğrayacaktı, Billi’yle ben onu bekliyorduk. Son derece hoş ve esprili bir insan, aşağı yukarı yılda bir kez, İtalya’dan her geçişinde onu birkaç günlüğüne misafir etmek bir zevk.
Madrid’e vardığında, salgın şehri kasıp kavurduğundan, bir başka çok sevgili arkadaşım Amador Savater’e [9] konuk olmak durumunda kaldı. Şimdi birlikte vakit geçiriyorlar ve Amador’a imreniyorum doğrusu; zira, Jun aynı zamanda mükemmel bir aşçı ve ben Japon mutfağına bayılırım. Geceleri biraz sine-forum yapıyorlar; birkaç gece önce Carpenter’ın duruma cuk oturan Şey’ini (The Thing) [10] seyretmişler. Sonra da Amador Arjantin’deki Lobosuelto (Başıboş Kurt) dergisine bir yazı yazdı. Şöyle yazmış: “Şey düşünmek için bir fırsat. Salgını bir kesinti olarak düşünmeliyiz. Hep varolacağını düşündüğümüz otomasyon stereotiplerinde bir kesinti: Sağlık, sağlık sistemi, kentler, gıda, her günkü bağlar ve kaygılar, hepsini en baştan düşünmeliyiz.”
Karantina sona erdiğinde –eğer biterse, ki bitip bitmeyeceği belli değil– bir tür kurallar çölünde, aynı zamanda da bir tür otomasyon çölünde olacağız.
O zaman insan iradesi, duruma bakılırsa, kesinlikle hakim konumda olmayan, ama önemli bir rol oynayacak (virüsün de bize öğrettiği gibi, insan iradesi hiç belirleyici olmadı). Ancak, bu barışçıl olmayacak, bunu bilmek iyi olur.
Çatışmanın nasıl biçimler alacağını öngöremeyiz. Ama onu tasavvur etmeliyiz. Kim daha önce tasavvur ederse o kazanır. Tarihin evrensel yasası bu.
21 Mart
Yorgunluk dermansızlık, nefes alıp verirken hafiften zorlanma. Yeni bir şey değil, sık sık hissediyorum bunu. Hipertansiyon ilaçları yüzünden ve başka anlamlara çekilebilecek semptomlarla beni korkutmaktan çekinerek şu son bir ay boyunca bana iyi davranan astım yüzünden.
Bu harikulâde baharın ilk gününde, tatlı bir güneş ve berrak bir gökyüzü.
Buenos Aires’den bir kadın arkadaşım şöyle yazmış:
“korku geliyor,
pencereden içeri
bir çiçeğin keskin kokusuyla”.
22 Mart
Çin Kızılhaçı Başkan Yardımcısı Yang Hui Chuan, beraberinde Siçuan hastanesi göğüs hastalıkları profesörü Liang Zongan ve ulusal hastalıklarla mücadele merkezi müdür yardımcısı Xiao Ning’le İtalya’ya geldi.
Birkaç gün önce, Almanya Ekonomi Bakanı Peter Altmaier, Trump’ın, Tübingen’de bulunan bir özel şirketin üzerinde çalışarak geliştirmekte olduğu aşının münhasır haklarını alma isteğini reddetti. Die Welt’te yayınlanan tahmine göre, Birleşik Devletler aşıyı geliştirmekte olan Alman CureVac ilaç şirketine, testler tamamlanıp ilaç hazır hale geldikten sonra, endüstriyel üretim ve münhasır satış haklarını devralmak için bir milyar dolar teklif etmiş.
Münhasıran. America First. Trump’ın ülkesinde silah mağazalarının önündeki kuyruklar çoğalıyor. Viski ve tuvalet kâğıdı dışında bir de silah alıyorlar. Bir metrelik mesafe düzenlemesine disiplinli biçimde uyuyorlar, böylece kuyruklar ufukta gözden kayboluyor.
O arada, Demokrat Parti Sanders’ı yenilgiye uğratıyor ve hayatı bu hale düşüren modelin değişme umudunu da öldürüyor.
Ve Cumhuriyetçiler’in yüzde 81’i sarışın yaratık Trump’ı desteklemeye devam ediyor.
Salgın bitince ne olacağını bilmiyorum, ama bir şeyi açıkça görebildiğimi sanıyorum: Tüm insanlık, Amerikan halkına karşı, 1945’ten sonra Alman halkına karşı yaygınlaşan o duyguyu –insanlık düşmanı duygusunu– besleyecek.
Bu o zaman yanlıştı, zira birçok Alman anti-Nazi olduğu için zulüm gördü, katledildi ve ülkesinden kaçtı. Bu şimdi de yanlış, zira milyonlarca genç Amerikalı para ve medya sistemi tarafından saf dışı bırakılıncaya kadar başkanlık için sosyalist adayı desteklediler.
Bunun yanlış olması önemli değil. Bu bir siyasal sorun değil. Tiksinti akılcı bir karar sonucunda ortaya çıkmaz, istemeden hissedilir. Soykırımdan, yerinden etmeden, kölelikten doğmuş bir ulustan tiksinti.
23 Mart
On beş yıldır, kulağımla ilgili dertlerim nedeniyle başvurduğum doktor olağanüstü isabetli teşhis koyan müstesna bir cerrah: On yılda altı kez ameliyat etti beni ve her müdahalesi duyma kapasitemi on beş yıl uzatan kusursuz sonuç verdi. Çalıştığı devlet hastanesinden ayrılmaya karar verince ben de onun maharetinden yararlanabilmek için o zamandan beri özel bir kliniğe gitmek zorunda kalıyorum. Bu kararı neden aldığını anlayamamam üzerine, lafı fazla uzatmadan şöyle demişti: Mali kesintiler yüzünden kamuda sistem çökmek üzere.
İşte bu nedenle İtalya sağlık sistemi son nefesini veriyor; bu nedenle doktorların ve sağlık çalışanlarının yüzde onu enfeksiyon kaptı; bu nedenle yoğun bakım üniteleri bütün hastaları tedaviye almaya yetmiyor. Zira on yıl boyunca, yönetenler, Giavazzi,[11] Alesina [12] ve şürekâları gibi ideolojik suçluların tavsiyelerine uydular. Bu sahtekârlar köşe yazılarına devam edecek mi? Bizler, tüm halk, koronavirüs nedeniyle evde kalmayı kabul ettiysek bu şahısların da kamuya hitap etme hakları ellerinden alınsa çok mu olur?
Jung’un söylediği gibi “korkunun olduğu yerde görev de vardır”. Hastalık korkusu, can sıkıntısı korkusu, evden çıktığımızda dünyanın ne olacağına dair duyulan korku… Madem korku değişimin motorudur, yapmamız gereken değişimin bilinçli olmasını sağlayacak koşulları yaratmak.
Bu fırtınadan sağ çıkacak mıyız, bilmiyorum ama, o durumda “özelleştirme” kelimesi Endlösung [nihai çözüm] kelimesiyle aynı yere kaydedilecek.
Bu krizin doğurduğu yük finansal ekonomi cinsinden hesaplanamaz. Zararları ve ihtiyaçları bir yarar kriterine göre değerlendirmeliyiz. Sorunu finans sisteminin açıklarını kapatmak değil, her bir insanın ihtiyacı olanı güvence altına almak bakımından ortaya koymalıyız.
Komünizmi hatırlattığı için bu mantıktan hoşlanmayan birileri mi var? Tamam, o halde, daha modern kelimeler bulunamıyorsa belki daha eski, ama her daim güzel bu kelimeyi kullanırız.
Yıkımla üstesinden gelmek için gerekli araçları nereden bulacağız? Benetton ailesinin kasalarından, kamu maliyesini kişisel servetlerine dönüştürmek üzere sahiplenmek için siyasetçi hempalarından yararlanan ve Cenova’daki köprüyü üzerinden geçmekte olan kırk kişiyi öldürecek kadar harap halde bırakanların kasalarından.
Psychiatry On Line dergisinde Luigi d’Elia’nın “Zorunlu Bir Kolektif Tedavi Uygulaması Olarak Pandemi” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Okumanızı hararetle tavsiye ederim. Ben burada kısa bir özetle yetiniyorum.
Zorunlu Tedavi Uygulaması (ZTU) bir insanın psişik durumunun kendisi veya bir başkası için tehlike oluşturması durumunda söz konusu olur. Ancak, aklı başında her psikiyatr bunun tavsiye edilir bir tedavi olmadığını, hatta bir tedavi de olmadığını iyi bilir. D’Elia kapalı durumdaki bizlere ZTU’dan GTU’ya (Gönüllü Tedavi Uygulaması) geçerek zorunlu olarak korunma altındaki şimdiki durumumuzu bir tedaviye dönüştürmeyi öneriyor. Açıkça söylersek, zorunlu kısıtlılık halini başka kimselerin otoanalizine açık bir otoanaliz sürecine dönüştürebiliriz.
Bunun sadece psikolojik bakımdan daha kesin olmakla kalmayıp aynı zamanda şimdiye dek okuduğum siyasal bakımdan da uzak görüşlü bir öneri olduğuna inanıyorum. D’Elia kesin bir şey öneriyor: Analizin konusu esas olarak korku olmalı. Korku, kaynağı doğru saptanırsa, değişimin motorudur. Jung’un açıkça söylediği gibi “korkunun olduğu yerde görev de vardır”. D’Elia böyle yazmış.
Korkunun nesnesi nedir?
Birden fazla: Hastalık korkusu, can sıkıntısı korkusu, evden çıktığımızda dünyanın ne olacağına dair duyulan korku.
Madem korku değişimin motorudur, yapmamız gereken değişimin bilinçli olmasını sağlayacak koşulları yaratmak.
Can sıkıntısı üzerine psikolojik bakımdan yararlı bir çalışma yapılabilir. D’Elia’nın dediği gibi: “Can sıkıntısı apati değildir. Apati, güçsüzlüğe gösterilen rıza, dümdüz sükûnet ve hareketsizliktir. Can sıkıntısı endişedir, insanın içinin kıpır kıpır olmasıdır, tatminsizlik, huzursuzluktur. Uzanıp yatan can sıkıntısı: Burada olmamalıyım, bu hiçlikle uğraşmamalıyım. Başka yerde olmalı, başka şeyler yapmalıyım!”
On dört Avrupa ülkesi sınırlarını kapamaya karar verdi. Birlik’ten geriye ne kaldı? Birlik’ten geriye kalan, Avrupa ekonomisinin öngörülebilen çöküşünü engellemeye yarayacak tedbirleri tartışmak üzere bugün toplanan Avrupa Grubu (Eurogroup).
İki tez karşı karşıya: Bunlardan biri, basiretsiz İtalyan politik sınıfının anayasalaştırdığı, bilanço dengesini temel alan o cani mali pakta bağlı kalmadan harcama yapma yetkisini talep eden virüsün en fazla vurduğu ülkelerin tezi.
Hollandalılar, Almanlar ve diğer fanatiklerse hayır diyor, harcama yapılabilir, ama reformları yapmak koşuluyla. Yani? Örneğin, yoğun bakım bölümlerini ve hastane çalışanlarının ücretlerini daha da azaltan bir sağlık sistemi reformu gibi.
Bence, fanatiklerin fanatiği, fiziği de bu role uygun ve onun gibiler sayesinde gitgide daha fazla ihtiyaç duyulan bir sektör halini alan bir cenaze levazımatı bürosunda iş arasa iyi olacak olan mezarcı Dubrovskis.[13]
24 Mart
İtalya’da Confindustria [14] temel işlevi olmayan şirketlerin kapatılmasına karşı çıkarak milyonlarca kişinin her gün seferber olup enfeksiyon tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına sebep olurken, başgösteren soru, pandeminin ekonomik etkileri. New York Times’ın baş sayfasında Thomas Friedman’ın yazısı “Amerika İş Başına –Hem de Hızla” (Get America back to Work –and fast) çok şey anlatıyor.
Henüz hiçbir şey durmadı, ama fanatiklerin tek derdi acele etmek, hızla işbaşına dönmek ve özellikle de önceden olduğu gibi çalışmak.
Friedman’ın (ve Confindustria’nın) kendilerinden yana iyi bir savları var: Üretim faaliyetlerinin uzun süre bloke olması ekonomik, örgütsel ve siyasal bakımdan hayal edilemez sonuçlar doğuracak. Malların kıtlaştığı, işsizliğin yaygınlaştığı bir durumda en kötü senaryoların hepsi gerçek olabilir.
Friedman’ın görüşü akıllıca değerlendirildikten sonra, akıllıca bir kenara kaldırılmalı. Niçin? Faaliyetler sadece iki hafta süreyle durdurulup sonra fabrikaya dönülürse, hışımla geri gelecek salgının milyonlarca insanın ölümüne yol açıp toplumu sonsuza dek darmadağın edecek olmasından dolayı değil. Bu marjinal bir görüş olmaktan öte bir şey değil bana göre.
Bence daha önemli olan (uzantılarını önümüzdeki haftalarda ve aylarda daha da geliştirmek zorunda olduğumuz) görüş ise şu: Normalliğe bir daha dönmemeliyiz.
Daha en başta, normallik denen şey gezegenin bedenini kırılgan hale getirip pandemiye yol açan şey.
Aynı zamanda, pandemi henüz patlak vermeden “tükeniş” kelimesi yüzyılın ufkunda görünmeye başlamıştı. Yine pandemiden önce, 2019’da, Kasım ayında, New Delhi’de soluk almayı imkânsızlaştıran kâbus, Avustralya’da korkunç yangınla zirveye ulaşan çevresel ve toplumsal çöküş zirveye ulaşmıştı.
Bu hikâye sona erdiğinde her halükârda olağanüstü bir depresyon dönemine gireceğiz. Normale döndüğümüzü iddia edersek şiddet, totalitarizm ve katliam gelecek başımıza; insan ırkı yüzyıl sonra yok olup gidecek.
15 Mart 2019’da birçok kentin sokaklarında ölüm makinesini durdurma talebiyle yürüyen milyonlarca çocuk bir şey elde etmiş oldu: İklim değişikliğinin dinamikleri ilk kez kesintiye uğradı.
Bir aylık kapanmanın ardından Po havzasının havası soluk alınır hale geldi. Ne pahasına? Kaybolan hayatlar, yaygın bir korku pahasına ve yarın eşi görülmemiş bir depresyonla ödemek pahasına.
Ancak bu, kapitalist normalliğin etkisiyle oldu. Kapitalist normalliğe dönüş tükenişin hızlanmasıyla ödenecek devasa bir aptallık olur. Po havzasının havası felaket sayesinde soluk alınabilir olduysa, Po havzasının havasını soluk alınmaz, kanserojen ve eninde sonunda viral salgına yem olacak hale getirecek o merkezi yeniden çalıştırmak devasa bir aptallık olur.
Üzerinde hızla ve önyargısız düşünmeye başlamamız gereken sorun budur.
Pandemi finansal krize yol açıyor. Tabii borsalar düşüyor ve düşmeye devam edecek; kimileri onları (geçici olarak) kapatmayı öneriyor.
Zachary Warmbrodt, POLITICO’da çıkan“Akla Gelmeyen” (Unthinkable) başlıklı yazısında borsaların kapanması ihtimalini korkuyla ele alıyor.
Ancak, gerçek en radikal varsayımlardan daha gerçek. Borsalar açık da olsa, spekülatörler, Cumhuriyetçi senatörler Barr ve Lindsay’in yaptıkları gibi, iflas ve felaketler üzerine bahis oynayıp kirli dolarlar kazanıyor da olsalar finans piyasası kapandı.
Gelmekte olan krizin 2008’deki, finans matematiğinde oluşan dengesizliklerden kaynaklanan sorunla hiç ilgisi yok. Gelmekte olan depresyon insan bedeninin ve zihninin kapitalizmi kaldıramamasından kaynaklanıyor.
Bugünkü kriz, kriz değil. Bir Reset. Makineyi kapatıp birazdan yeniden çalıştırmak söz konusu. Ancak, yeniden çalıştırınca eskisi gibi çalışmasına karar verip sonucunda yeni kâbuslarla karşılaşabiliriz. Yahut da onu bilim, bilinç ve duyarlılıkla baştan programlamaya karar verebiliriz.
Bu hikâye sona erdiğinde (ve bir bakıma sona ermeyecek, zira virüs yok olmayıp geri gelebilecek; bir aşı üretebiliriz, virüs yine yok olmayıp mutasyon geçirecek) her halükârda olağanüstü bir depresyon dönemine gireceğiz. Normale döndüğümüzü iddia edersek şiddet, totalitarizm ve katliam gelecek başımıza; insan ırkı yüzyıl sonra yok olup gidecek.
Bu normallik geri gelmemeli.
Borsalarda, borç ve kâra dayalı ekonomide nelerin yolunda gittiğini sormayalım. Finans kıçüstü, onun adını bile duymak istemiyoruz. Neyin yararlı olduğunu kendi kendimize soralım. “Yararlı” sözcüğü üretim, teknoloji ve eylemlerin a’dan z’ye içinde olmalı.
Boyumdan büyük şeyler söylediğimin farkındayım, ama ölçüye gelmez tercihlerle yüzleşmeye hazır olmalıyız. Bu hikâye sona erdiğinde olacaklara hazır olmak için neyin yararlı olduğu ve onu çevreye ve insan bedenine zarar vermeden üretmenin nasıl mümkün olacağı üzerine kafa yormalıyız.
Hepsinden daha hassas olan şu soruya kafa yormalıyız: Kararı kim veriyor?
Dikkat, kararı kim veriyor sorusu sorulunca meşruiyetin kaynağı ve ondan sonrası da sorulmuş oluyor.
Devrimleri başlatan soru bu.
İsteyelim ya da istemeyelim sormak durumunda olduğumuz soru da bu.
Çeviren: Serhan Ada