KEN LOACH’LA ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK

30 Nisan 2022
SATIRBAŞLARI

Üzgünüz, Size Ulaşamadık, Vittorio de Sica’nın Bisiklet Hırsızları’nın (1948) güncel bir uyarlamasını andırıyor: Bir iş yapabilmek için bir minivana ihtiyaç duyup onu satın alabilmek için bir şeyler satmak. Eşitsizliğin temelindeki unsurların tarih boyunca benzer olduğunu, ancak eşitsizliğin vücut bulduğu şekillerin değiştiğini fark etmek sarsıcı.

Ken Loach: Kesinlikle. Patronlarla emekçilerin arasındaki ebedi mücadele bu, öyle değil mi? Emekçiler patronlar için para kazanır, patronlar onlara emeklerinin değerinden daha az ücret öder. Özel teşebbüslerin özü budur, “kâr” tam da buradan kaynaklanır. İki sınıfın arasındaki çıkar çatışmasının tarihsel bir devamlılığı var.

Gig ekonomisini filmin odağına yerleştirmeye nasıl karar verdiniz?

Ben, Daniel Blake’i çektiğimiz dönemde aşevlerini ziyaret ettik ve yardıma ihtiyaç duyan insanların aslında çalıştığını fark ettiğimizde çok şaşırdık. Emekçi yoksulluğunun bu derece görünür olması günümüzün çalışma düzeninin istihdam güvencesi, ücretli tatil/hastalık izni ve sendikaların yıllar içinde elde ettiği diğer kazanımları içeren güvenceli işlerden nasıl uzaklaştığına dair uzun zamandır aklımızdaki olgularla çakıştı. Filmde kırk yıldır süregelen bir meseleye, çalışmanın doğasının nasıl değiştiğine, mesaili işlerin ya da el becerisine dayalı işlerin, hatta ofis işlerinin bile zamanla nasıl yok olduğuna değiniyoruz. Esnek işler sabit mesailerin yerini alırken patronların emekçilere yeterli bir seviyede asgari ücret ödeme yükümlülüğü dahi ortadan kalkıyor. Güya kendi patronunuzsunuz, ama aslında sadece sizi kendi patronunuzmuşsunuz gibi gösteren bir şirkette şoförsünüz. Tüm sorumluluklar emekçilerin sırtına yükleniyor. Özel şirketler sömürü üzerinden para kazanıyor. İşçiye hangi saatlerde çalışacaklarını ancak bir gece öncesinden haber veriyorlar, eğer uymazsanız işinizi kaybedebilirsiniz. Özetle, çalışan insanların karınlarını doyuramıyor olduğuna, bazı hemşirelerin bile aşevlerine ihtiyaç duyduğuna tanıklık etmek bizi harekete geçirdi.

Ben, Daniel Blake’te filmin itici gücü öfke ve çaresizlik duygusuydu. Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ın özündeki hisse dair ne söylersiniz?

Sanırım bizleri temel insan hakları, haysiyet, güvence ve ailelerimizle vakit geçirmekten yoksun kılan bir sistemi inşa etmeyi becerdiğimiz hissi. Medeni bir toplumda çalışmanın işlevi ailemizi geçindirmeye yeterli bir gelir sağlarken birbirimizi besleyip birbirimize göz kulak olabilmek için onlara zaman ayırmamıza izin vermek olmalı. Bugünkü durum sürdürülebilir bir iktisadi sistemde olması gerekenin tam tersi. Gün geçtikçe insani ilişkilerimizi mahvediyoruz. İngiltere’de son on yılda ortaya çıkan yeni işlerin üçte ikisi sabit bir ücrete ve taahhütlere sahip olmayan güvencesiz işler. Dört milyon çocuk yoksul. Bu devasa bir sayı, ekonominin endazesi çocuklara düzgün bir yaşam sağlamak olmalı.

Şeker hastası bir adam, doktora gittiği gün şirkete haber vermesine rağmen, 150 sterlin cezaya çarptırılıyor. O da randevularına gitmemeye başlıyor. Sonunda bir gün olduğu yere yığılıp ölüyor. Eşi kirayı ödeyemediği için yaşadıkları evi boşaltıyor. Bu, uç bir öykü. Biz daha sıradan bir öyküyü anlatmayı seçtik. “Üzgünüz…” milyonlarca insanın yaşadığı hayat.

Senarist Paul Laverty’yle yirmi yılı aşkın süredir birlikte çalışıyorsunuz. İşbirliğinizi nasıl tarif edersiniz?

Onunla çalıştığım için çok şanslıyım, her konuda uzun uzun sohbet edebiliyoruz. Çeyrek asırdan daha uzun zamandır dostuz. Siyaseti kavrayış biçimimiz, bizi öfkelendiren, güldüren, duygulandıran şeyler, dünyada olup bitenlere dair yorumlarımız, estetik anlayışlarımız ve bir öyküyü anlatış biçimlerimiz ortak. Hangi konuya ve ne tip karakterlere dair bir film yapmak istediğimizi, filmin püf noktasını ve özünü en baştan konuşuruz. O havuzdan bir-iki karakteri seçip yazmaya girişiriz, oradan bir olay örgüsü ya da taslak filizlenir. Paul senaryoyu bitirene kadar da aramızda paslaşırız. Çalışma yaşamına dair bahsettiğim değişimlere Paul’le tanık olurken bu öyküyü anlatmamız gerektiğine karar verdik. Paul güzel bir noktaya parmak bastı: İşyerindeyken yüzünüze bir gülümseme yapıştırmanız lâzım. İnsanların içinde bulunduğunuz koşulları anlamaması için numara yapmalısınız. Gün içinde türlü streslere tahammül ediyorsunuz, ancak eve döndüğünüzde o baskı tekrar su yüzüne çıkıyor. Bitkinsiniz, açsınız, alarm yedi saat sonra tekrar çalacak. Çocuklarınıza sabır gösteremiyor, bir anne-babanın halledebilmesi gerekenleri yapamıyorsunuz. Sorunlar da tam böyle zamanlarda ortaya çıkıyor. Çalışma hayatındaki dönüşümün aileler üzerindeki etkisi büyük. Biz de bu yüzden bir aile öyküsü anlatmamız gerektiğini düşündük.

Araştırma sürecinde kargo şoförleriyle görüştünüz mü?

Senaryoyu yazan kişi olarak araştırma sürecinin büyük kısmını Paul yürüttü. Ben şoförler ve bakım emekçileriyle onun aracılığıyla tanıştım. Paul bütün günü şoförlerle geçiriyordu. Bir sabah şoförlerden birine bir sandviç götürdüğünü, ancak aynı günün akşamında o sandviçin vakitsizlikten hâlâ yenmemiş olduğunu anlattı. Başka hikâyeler de dinledik. Örneğin, şeker hastası bir adam, doktor randevusuna gittiği gün şirkete haber vermesine rağmen, 150 sterlin cezaya çarptırılıyor. O da sonraki randevularına gitmemeye başlıyor. İşyerindeki arkadaşları günden güne kötüleşmeye başladığını gözlemliyor, ama eşi ne kadar ısrar etse de hastaneye gitmiyor. Sonunda bir gün olduğu yere yığılıp ölüyor. Şirket sadece bir taziye mektubu gönderiyor. Ne ona ne eşine karşı bir yükümlülükleri var. Eşi kirayı ödeyemediği için yaşadıkları evi boşaltmak zorunda kalıyor. Bu elbette uç bir öykü. Biz daha sıradan, gündelik bir öyküyü anlatmayı seçtik. Üzgünüz, Size Ulaşamadık alelâde bir ailenin öyküsü, milyonlarca insanın yaşadığı hayat.

Demin anlattığınız hikâye pekâlâ Ben, Daniel Blake’te yer alabilirdi. Ben, Daniel Blake de, Üzgünüz, Size Ulaşamadık da dünyanın içinde bulunduğu duruma dair güçlü bir öfke uyandırıyor.

Doğru. İki film de aynı şehirde, Newcastle’da geçiyor ve aynı şekilde başlıyor. Siyah bir ekran ve üst ses. Bilinçli bir tercihti. Öfkelenmenize sevindim. Öfkelenin!

Güya kendi patronunuzsunuz, ama aslında sadece sizi kendi patronunuzmuşsunuz gibi gösteren bir şirkette şoförsünüz. Tüm sorumluluklar emekçilerin sırtına yükleniyor.

Peki, öfkeyi verimli bir şeye dönüştürmek için ne yapabiliriz? 

Bu mühim bir soru ve bence siyasal bir mesele. Siyasetten uzak durmak mümkün değil. İnsanlar sendikalara ücretli tatil hakkı için, hastalandıklarında gelirlerini kaybetmemek için üye oluyor. Bunlar temel talepler ve hepsi eninde sonunda siyasal değişim meselesine bağlanıyor. Son seçimlerde İşçi Partisi bir şeyleri değiştirebilirdi. Örneğin, bu düzmece kendi kendinin patronu olma olgusunu değiştirebilir, her emekçinin temel sendikal haklara sahip olmasını sağlayabilirdi. Ama hem basından hem de müesses nizamdan kendilerine yöneltilen saldırı çok şiddetli oldu. Medya bariz bir şekilde taraf tuttuğunda işler zorlaşıyor. İnsanlar BBC’nin ortada durduğunu düşünmeye alışık, ancak hakikat farklı. BBC fazlasıyla sağ kanatta hizalandı. Bu seviyede bir manipülasyona karşı koymak kolay değil. Jeremy Corbyn’e yapılan muamele daha önce görülmemiş türdendi. Ama hiçbir şey sonsuza dek sürmez, tarih dinamiktir. Şu anda iklim krizi çok önemli. İlk defa yolun sonu görünüyor. “Bu savaşı kaybedersek yirmi sene sonraki savaşı kazanırız” diyerek devam edemeyiz. Zira içinde bulunduğumuz dönem ziyadesiyle kritik ve gençler bunun farkında. Son seçimlerde sola oy verenlerin büyük kısmı gençlerdi. Yapmamız gereken iklim krizini tartışmak. Gezegen çöküyor ve sağ inkârcılıktan başka bir şey yapmıyor. Umut bence orada, iklim krizi tartışmasında, siyasal değişimin sağlanabileceği yer orası. 

Kariyeriniz boyunca çeşitli toplumsal meselelere odaklandınız. Bu konuların sizi çekmesinin sebebi ne?

Dünyaya ayna tutabilmek. Sinemanın bu konuda uzun ve haysiyetli bir tarihi var. Sinema bu işlevi etkin bir şekilde yerine getirebiliyor, zira fazlasıyla somut bir olgu. Görüntüler güçlü ve hakiki şeyler, onların içinde yaşıyor ve tecrübe ediyoruz. Ama ayrıca, insanların yaşamlarındaki dram çok keskin. Hayatta kalmaya çalışan insanların baş ettiği sorunlar ve yapmak zorunda kaldıkları tercihler çok kritik. “Nerede yaşayacağım? Borçlanırsam başıma ne gelir? Evden atılırsam ne yaparım?” gibi sorular hayat memat meseleleri. Bunlar insanların başa çıkması gereken ve orta sınıfın yaşadıklarına kıyasla çok daha acı verici dertler.

Sizce bu öyküleri anlatmak yönetmenler için bir görev mi?

“Yönetmenler şunu yapmalı, bunu yapmalı” demek tehlikeli. Film harikulâde bir vasıta ve üretilen filmler de insanların hayal güçleri kadar çeşitli olmalı. Herkes kendi kişisel tercihlerini yapmalı ve kendi dürtülerini takip etmeli. Ancak, sinemanın içinden dünyaya ayna tutma geleneği sökülürse sinemanın kendisi de küçülür. Tıpkı edebiyat gibi. Eğer yazarlar da toplumda neler olup bittiğine ve insanların nasıl yaşadığına dair çetrefilli meseleleri romanlarına yansıtmazsa edebiyat da küçülür.

Bugün birçok film sıradan insanlara dair olsa da o insanları hâlâ yıldızlar canlandırıyor, yapay bir parıltıları var. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı bazen sıradan insanları da kullanırdı, perdedeki kadın ya da adamın gerçekten bir emekçi olduğunu hissederdiniz. Biz de filmimizde aynısını yaptık

Filmlerin toplumsal sorunların çözümüne katkısı olacağını düşünüyor musunuz?

Filmler bir ışık tutabilir ve sorulması gereken bir soruyu sorabilir. İzleyene bir sorumluluk yükleyebilir ve “İşte bunlar olup bitiyor, sence ne yapmalıyız, sen bu konuda bizzat ne yapacaksın?” diyebilir.

2021’in Oscar ödülü Bong Joon-ho’nun Parazit’ine verildi. İzleyicilerde ve sektörde vicdani bir dönüşüm gözlemliyor musunuz?

Anaakım sinema güzel oyuncuların oynadığı, kaynağı izah edilmeyen müreffeh hayatları anlatıyor hâlâ. Paranın nereden geldiğini görmüyoruz, ama oyuncular harika yerlerde yaşıyor, muhteşem görünüyor. Bugün birçok film sıradan insanlara dair olsa da o insanları hâlâ yıldızlar canlandırıyor, yapay bir parıltıları var. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı bazen sıradan insanları da kullanırdı, perdedeki kadın ya da adamın gerçekten bir emekçi olduğunu hissederdiniz. Biz de filmimizde aynısını yaptık. Bir yönetmen için en önemli şey senaryo, onun hemen ardından ise oyuncular gelir. Öyküyü hayata geçirecek olanlar kimler? Bu kararı yönetmen olarak siz vermiyorsanız, bir film yıldızının projeye iliştirilmiş olmasını kabul ediyorsanız, gönlünüzdeki filmi çekmeniz zor.  

Yola yeni koyulan bir yönetmene neler tavsiye edersiniz?

İlk kural: Sendikaya katılın. Dostlar edinin. Çalışabileceğiniz küçük alanlar bulun. İşi erbaplarından öğrenin. Ben öyle yaptım, harika kameramanlar, kurgucular ve tasarımcılardan çok şey öğrendim. Yapmak istediklerinizle uyum gösteren ve göstermeyen şeyleri ayırt edebilmelisiniz. Bunu da mesleklerine hâkim üst düzey profesyonellerin tecrübelerinden faydalanarak, onların tercihlerini gözlemleyerek ve yöntemlerini kavrayarak başarabilirsiniz. Kendi hatalarınızdan ders çıkardığınız gibi başkalarının hatalarından da ders çıkarın. Yargılarınızda acımasız olun. En sert eleştirmeniniz yine kendiniz olmalısınız. İlkelerinizi belirleyin ve onlardan sapmayın. Bedavaya çalışmayın, bedavaya çalışmaya gücü yeten kişileri sömüren bir sektöre destek vermiş olursunuz.

1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022
Kaynaklar: Film Inquiry, British Film Industry, RogerEbert.com
Çeviren: Yiğit Atılgan

Ayrıca bkz: Kuryelerin gözüyle Üzgünüz, Size Ulaşamadık:
O filmi biz çekseydik direnişle biterdi

^