ROADSIDE.PICNIC: OTOYOL KENARLARININ HİPHOP’U

Söyleşi: Ulus Atayurt, Yiğit Atılgan
1 Kasım 2019
SATIRBAŞLARI

Memleketin güncel esin perisi, protest nefesi hiphop sularında dolaşıyor. Başta “Susamam” ve “Olay” şarkıları, son zamanlarda hiphop enine boyuna tartışılıyor. Tartışılmakla kalmıyor, pencerelerden sokağa taşıyor, sıkı hoparlör donanımlı arabalarla kenti tavaf ediyor. Öte yandan sokak müzisyenleri boş durmuyor, 90 bpm altyapısını açıp üstüne doğaçlama “ateş açan” hiphop’çular kaldırımlarda zuhur ediyor. Memleketin hiphop bahçesi arabesk, pop, trance, edebi kolaj eğilimleri olan birçok farklı üslûp ve tarzı barındırıyor. Bu zenginlikte en dikkat çeken ekiplerden biri de Roadside.Picnic. Onları Sevim Burak’ın kolaj tekniğinin mirasçıları, hiphop âleminin “ikinci yeni”si, 90’lar elektronikası dahil birçok türün başarılı yorumcuları diye tanımlasak haksızlık etmiş olmayız. Eskişehir’den yola çıkan, şimdilerde onuncu  yılını idrak eden Eskişehir kökenli M4NM kolektifinin kurucu tayfasından Ağaçkakan ve Armonycoma or slt’den oluşan Roadside.Picnic ikilisi, M4NM üyelerinin yanısıra Taner Yücel, Reverie Falls On All, Grup Ses ve Da Poet gibi isimlerin katkısıyla 2016 albümleri “Le Cafard”ın şahane yeni kurgusu Le Cafard Remixes”i geçtiğimiz günlerde yayınladı. Edebiyat, siyaset ve müziğin kesişim noktasında ikamet eden Roadside.Picnic ile “Le Cafard” albümleri sonrasında buluşup itidal ile öfkenin, taşra ile metropolün, hiphop ile yerel geleneğin birleştiği yere kulak vermiştik. Express’in 149. sayısından naklen…
RSPC: Ağaçkakan (solda) ile Armonycoma

 M4NM kolektifi ne zaman, nasıl çıktı ortaya?

Armonycoma: M4NM 2009’da kurulan deneysel bir hiphop kolektifi. Başta Ethnique Punch, Eskişehirli Cengaver, Karabüklü Şükrü ve bendik. Sonra kolektif hızla büyüdü. Birbirimizin işlerini myspace’ten takip ediyorduk. Şükrü’nün de içinde olduğu Gaz Odası tayfasını izliyordum. Kafalarında 1997’de Los Angeles’ta kurulan bağımsız avangard hiphop kolektifi Anticon gibi bir oluşum vardı. O âna kadar kendi tarzımda müzik yapan insanlarla buluşma şansım olmamıştı. Daha sonra ekibe Ağaçkakan katıldı.

Bir araya gelmenizde Eskişehir’in hamurunun özel bir etkisi oldu mu?

Armonycoma: Balıkesir’den endüstri tasarımı okumak için Eskişehir’i seçtiğimde şehrin rahatlığını, modernliğini, üniversite kenti oluşunu göz önünde bulundurdum. Oradaki genç nüfusun bir şeyler ürettiğini görebiliyorduk.

Ağaçkakan: Rastlantı unsurunu yabana atamayız. Sonuçta internette buluştuk. Hepimiz Eskişehir’i tercih etmiştik. Ancak, rastlantılar olmasa birbirimizi ıskalayabilirdik. Aynı şehirde birilerini arayan insanlardık. Tek olduğun zaman her şey bir yere kadar. Yoldaşların olduğunda daha güvenli adımlar atıyorsun. Cengaver dışında herkes başka şehirlerden gelmişti. Aslında üniversite kisvesi altında bir araya geldik, kimse okulu iplemedi. Şahsen bir-iki bölüm bıraktım. (gülüyor) Lisedeyken düşündüğüm gibi bir üniversite bulamadım, karşımıza yüksek lise çıktı. Yine teneffüs var, ama zil çalmıyor. M4NM ve Roadside Picnic’le (RSPC) sadece müziğe yöneldim.

İngilizce hiphop’ta herkes birbirine benziyor. Sondan eklemeli olmasından dolayı Türkçenin etrafındaki çizgi o kadar sert ki, haliyle seni başka bir şeyler yapmaya zorluyor. Erkin Koray işte tam da bunu yaptı. Türkçenin kısıtlı çerçevesinde zıbıtabildi. Bize çok yol gösterici oldu.

Roadside Picnic Strugatsky kardeşlerin bir romanı, Tarkovsky de Stalker’ı bu romandan ilhamla çekmiş. Sizin hangi damarınıza dokundu da isim olarak seçtiniz?

Ağaçkakan: Armonycoma aslında tek başına Roadside Picnic diye bir albüm yapacaktı, sonra ben “bu ismi heba etme, grup kuralım” dedim. Benim için yol kenarında pikniğin hayatın mânâsını bulmaya ramak kala seni “acaba”da bırakan bir hissiyatı var. Mutlak hakikati elde ediyorsun, ama aslında elde ettiğin şey o değil, sadece tuzluk. Olağanın aslında çok olağandışı olması. Hayatın içindeki detayların bir sürü mânâya gelmesi. Kitap “istediğin şeyin aslında farkında olmama” fikri üzerine. Biz de bir şey istediğimizi sanıyorduk, sonra karşımıza bambaşka bir şey çıktı. Kelimeler sen hangi mânâya çekiyorsan o mânâya geliyor. Biz Uzayda Piknik’ten belli bir şey algılarken insanlar bambaşka bir şey algılıyor olabilir. Aynı şeylerden bahsediyoruz, ama bahsetmiyor gibi davranıyoruz. Toplumda da öyle, herkes başka şeylerden şikâyet ediyor gibi, halbuki şikâyetimiz aynı şeyden. Semantik bir problem var.

M4NM’nin külliyatını tayfanın hiphop altyapısı kadar British electronica, Ninja Tunes müzisyenleri, Aphex Twin, The Orb ve Orbital’in ilk dönemleri ya da Amon Tobin gibi müzisyenlerin de etkilediği fark ediliyor. Böyle bir beslenme oldu mu hakikaten?

Armonycoma: Tüm bu isimleri yeni keşfediyor ve deli gibi dinliyorduk. Hiphop yapmak istiyorduk, ancak tür faşisti değildik. İngiliz elektronik müziği hiphop’un kollarının dokunduğu yerler. Amon Tobin gibi kompleks bir müzisyen de öyle. Yanlış anlaşılsa da hiphop çok geniş bir alandan beslenebilir. Biz de bunu deniyoruz.

Ağaçkakan: Hiphop etkiye açık, bir ton varyasyonu var. Nihayetinde sample’a dayalı. Daha öncekini bozup tekrar kuruyor. Evet, Orb ve Amon Tobin’de kesinlikle hiphop var. Ancak senin onu duyman lâzım. Bizi bir araya getiren bunu duyabilmemiz olabilir. Sıradan hiphop’tan çok sıkılmıştık. Müziği siktir etmeme çok az kalmıştı. Romanlık bir rastlantı sayesinde devam edebildim. Sonra da hayatımızın içine sıçıldı. (gülüyor)


Anticon ekibini sizin için özel kılan ne?

Armonycoma: Dönemlerinin ABD hiphop’undan sıkılan insanlardı. İlk dinlediğimde kavrayamadım. Üzerine gidince çok etkilendim. Doğrudan siyasi bir açıklamaları olmasa da, mainstream hiphop’un dışında duruşları önemliydi. Anticon’un kurucularından Doseone şöyle der: “Doğu Yakası, Batı Yakası var, ama biz hiçbir yerdeniz.

Ağaçkakan: Anticon’un beyaz müziği olduğu aşikâr, ama büyük resme dışardan bakmaya çalışan bir hali var. Hiphop’un gelenek ve törelerini uygulamıyorlardı. Hiphop tahmin edilebilir bir müzik. Beni Anticon’un tahmin edilmezliği cezbetti. Hangi albümde ne yapacaklar, hiç kestiremiyordum. Sorsan rap, hiphop. Ancak birden bir ambient albüm gelebilir.

Armonycoma: Lisede uzun süre Türkçe hiphop takılıp ardından Wu Tang, NWA gibi Doğu ve Batı yakasından hiphop’çuları dinledikten sonra tüm bunlardan kopuşum çok hızlı oldu. Hâlâ seviyorum, arada dinlerim, o ayrı. Ancak, artık kopyanın kopyasını üretmekten ileri gidemiyorlar. Sonra bir abimiz Atmosphere, Box65 gibi alternatif hiphop’çuları doldurduğu karışık bir CD verdi. Hah dedim, sıkılamayacağım bir hiphop varmış. Mesele doğru ya da yanlış müzik değil. Klasik hiphop’un matematiğini, geleneklerini, huyunu suyunu seviyordum. Ancak kendimi yakalama yöntemini tahmin edilemezlikte buldum.

Yusuf Atılgan’ın benim için Samsun, Eskişehir çağrışımı var. Yusuf Atılgan kesinlikle İstanbul değil. Burada Aylak Adam yok. Çünkü aylaklık bile bir mesai bu şehirde. Atılgan bizim hikâyelerimizi anlatıyor. Bir insan sırf çorabı kayboldu diye kendini bu kadar kötü hisseder mi? Yusuf Atılgan’da durağanlığın kaosu var.

Erkin Koray’dan İlhan İrem’e, Aşık Veysel’den Cem Karaca’ya uzun bir gelenekten sample’lar alıyorsunuz. Hiç de sırıtmıyor. İşin sırrı nerede?

Armonycoma: Herkes Türk müziğinin çeşitli kanallarından etkilenmişti. Sample’lama tekniğiyle bunları nasıl şarkının içine yediririm meselesine epey kafa yordum. Doğrudan kes-yapıştır yerine faklı nüanslarla yapılabilecek çok güzel şeyler var. Erkin Koray’ın “Cümbür Cemaat”ine yorumu böyle ortaya çıktı.

“Cümbür Cemaat”in özellikle de nakarat bölümünde (“cümbürü cüm, cüm bürü bürü cüm bür, cümbür cemaat cümbür”) arkaik hiphop havası sezilmiyor mu?

Ağaçkakan: Evet, böyle denebilir. Erkin Koray konusunda şüphelerim var. Son hallerinden bahsetmiyorum. Söylem olarak benzesek de, sözü söylerken aynı şeyi kastettiğimizi düşünmüyorum. Benim için duayen konumundadır, o ayrı. Ancak, şarkılarından aldığım hissiyatı yazdığını düşünmüyorum. Müziği başka, kendisi başka tiplerden. Bu açıdan biraz Emil Cioran gibi bir his doğuruyor bende. Bir dönem Nazilere ilgi duymuş bir dalyarak, ama kitapları iyi. Ne yapacağım, okumayacak mıyım yani? Elbette okuyacağım. Ama eserleriyle adam, sanatçıyla birey ayrı. Gerçekten de Erkin Koray ve bu ülkeden çıkan birçok müzik “raw” hiphop gibi. Çünkü Türkçenin fonetiği rap yapmaya çok müsait. İngilizceye karşı dezavantajlı gözüküyor. İngilizcenin ucu daha açık. Okunuşunu değiştirebildiğin için rap de değişebiliyor. Türkçede ise okunuşu değiştirdiğinde çok boktan duruyor. O yüzden belli bir kurala sadık kalman gerekiyor. İşin güzel tarafı bu. İngilizcede herkes birbirine benzemeye başlıyor. Sondan eklemeli olmasından da dolayı Türkçenin etrafındaki çizgi o kadar sert ki, haliyle seni başka bir şeyler yapmaya zorluyor. Erkin Koray işte tam da bunu yaptı. Türkçenin kısıtlı çerçevesinde zıbıtabildi. Onun dönemi bize çok yol gösterici oldu.


Üç albümünüzün ismi sırasıyla Rigor Mortis (ölüm sonrası vücut kasılması), Aşık Veysel ilhamlı Harekete Kimse Mani Olamaz ve Le Cafard (Fransızca hem hamamböceği hem de hafakan anlamına geliyor). İsimler müzik ve yarattığı atmosferle ilgili ne anlatıyor?

Ağaçkakan: Mesele bir kelime ya da kavram seçip tüm hikâyeleri onun etrafında şekillendirmek. Rigor Mortis’te ölüm düşüncesine odaklanmıştım. Bunun siyasi yorumuna da, kişisel yorumuna da gidebilirsin. Öteki dünyaya inanmayan biri olarak ölümü her açıdan, bir kadercinin ağzından da mesela, ele almaya çalıştım. O albümde geberdik gittik yani. Rigor Mortis’te bir savaştan ve herkesin ölmesinden bahsediyorduk. Le Cafard’da ise bir yanılgı çıkıyor ortaya. Hiçbir bok bitmiyor, sıkıntı devam ediyor. Ölmek bile bir son değil. Hamamböceğinin hayatı gibi.

Şarkı sözlerinizde öfke ile dışarıdan bakmak iç içe. “Bir Üstadımızın Havasıdır”da şöyle diyorsun mesela: “Abartma, sadece dünyaya şöyle bir göz gezdirmek için geldim.

Ağaçkakan: Müziksel açıdan istediğimiz atmosferi yakaladıktan sonra, sözleri yazmak için belli bir ruh haline girmem gerekiyor. Armonycoma ile ayrı ayrı albümler de yapıyoruz. Roadside’ı bundan ayrıştırmak kolay değil. Uzun zaman alıyor. Öfke ve sakinlik arasında gidip gelmem ise tutarlılıktan kaçınmak, beklenmedik durum yaratmak için. Gerekirse yalan da söylüyorum. Yalan söylersen tutarlı olamazsın. Le Cafard’ın karakterine hem benimle hem de kendisiyle çelişen yalanlar söylettim. Her şey birbiriyle çatışsın, her kelime her mânâya gelsin istedim. Bu halet-i ruhiyenin dengesini ise tamamen müzikal altyapı sağlıyor.

“Le Cafard”da “öfkeliyiz ve bunun nedenini, süreçlerini biliyoruz” demeye çalıştık. Bu kadar büyük bir öfkeyi içinde tutmak için biraz da soğukkanlı olmak gerekiyor. Yoksa ben de araba yakan klipler çekerim. Oysa bizim öfkemiz bundan çok daha derin, vitrinin arkasındaki kuklacıya yönelik.

Yine “Bir Ustamızın Havasıdır”dan: “Hatırlıyorum, Anayurt Oteli, numara 42, elimde içkiyle oda servisi, Prusya mavisi.” Ayrıca, “Yusuf Atılgan benim hakkımda ne biliyor” diye bir şarkınız da var. Yusuf Atılgan ne ifade ediyor?

Ağaçkakan: Ankara’da doğdum, Samsun’da büyüdüm. Anayurt Oteli’ne romanla girdim. Filmi çok sonra izledim. Atılgan’ın benim için çok fazla Samsun, Eskişehir çağrışımı var. Üç senedir İstanbul’dayım. Yusuf Atılgan kesinlikle burası değil. Burada Aylak Adam yok. Çünkü aylaklık bile bir mesai bu şehirde. M4NM’yi kuranlar Anadolu’nun çeşitli kentlerinden geldi. Atılgan bizim hikâyelerimizi anlatıyor. Bir insan sırf çorabı kayboldu diye kendini bu kadar kötü hisseder mi? Taşrada çok minör olaylar hayatının akışını çok etkileyebilir. Küçücük bir olay birkaç sene sonra karşına bambaşka bir halde çıkabilir. Yusuf Atılgan’da durağanlığın kaosu var.

Yusuf Atılgan Aylak Adam’ı taşrada, Anayurt Oteli’ni İstanbul’da yazmış. Büyük şehre, taşraya mesafe koyarak yazmayı seçmiş. Sizde de biraz ikili bir durum yok mu?

Ağaçkakan: Le Cafard’ın sözlerini yazarken kendimi farklı habitatlarda tutma ihtiyacı duydum. Albümün çok büyük kısmını sokakta yürürken yazdım. Her yerde yazma durumu hiçbir yerde olma hissini getirdi. Evet, albümün yeri yurdu, doğum yeri Eskişehir. Ancak, konuşan karakterin bir memleketi olsun istemedim. Yeri yurdu olmayan avare bir derviş konuşsun, Anadolu’nun intikamını anlatsın istedim.

Son albümdeki “Afazi Gürültü”de şöyle diyorsun: “Gel gidelim uzak bir yere, ama maalesef bu kelimenin bir anlamı yok.” Niye yok?

Ağaçkakan: Uzaklaşmaya çalışan anlar. Uzaklaşamaz. Nereye gidersen git, içindeki sıkıntıyı da götürüyorsun. Mekânların önemi yok. Aslında çözüm gitmek, ama gerçekleşemiyor. İkircikli bir durum. Aslında oksimoronlar yaratmak bu halet-i ruhiyeyi anlatmaya yarıyor. “Kaygı Karnavalı” böyle ortaya çıktı. Biraz da kaygı Armonycoma’dır, karnaval benim. Afazi odur, gürültü ben.


“Kaygı Karnavalı”nda “Sen özgürlük istemiyorsun, alıp ne yapacaksın?” diyorsun. Kim özgürlük istemeyenler?

Ağaçkakan: Etrafımız onlarla dolu. Bence bu ülkenin yüzde 85’i özgürlük derdinde değil.

“Etrafındalar”da doğrudan güncel konulara değiniyorsunuz. Pensilvanya’dan “uyuşturucu vergisiyle dikilen camiler”e, Ensar Vakfı’na uzanıyorsunuz. Güncel mevzular ne kadar etkili oluyor sözlerde?

Ağaçkakan: Mutlaka şu konulara değinmem lâzım diye bir filtrem yok. Ama bu memlekette yaşıyoruz. Kaçış yok. Şarkının atmosferini kurgulamaya başladığımda, yazarak gelen çağrışımları söyleme ihtiyacı duyuyorum. Sözleri yazarken Taksim’in ortasında yaşıyordum. Sadece ambulans ve polis sirenleri duyuyordum. Özel harekâtçılar her yerdeydi. Evet, altta bir müzik var, ama o sözleri yazan adam her gün Gezi Parkı’nın oradan geçiyor. Bütün bunlar içinden bir yerden, bir çatlaktan fışkırıyor. Saklaman imkânsız. Çoğu zaman geri dönüp baktığımda, “hassiktir, bunu bunun için söylemişim” diyorum. Yazarken aklın her zaman yerinde olmuyor. Kimi zaman sarhoş yazıyorsun. Gündelik hayat hatırlamasan da içeri sızıyor. Politik bir tavır gösterme zorunluluğundan ziyade, yaşamın kendisi yönlendiriyor. Yaşadıklarımızı inkâr edecek, yalan söyleyecek değiliz.

Hariçten Gazelciler, Jefferson Airplane, Barış Manço ve Yeni Türkü’den şarkıları mikslediğiniz Artefact Session’ı tam da Gezi’den önceki mayısta yayınlamışsınız. Gezi ruhuna çok uygun. Gezi’den “Le Cafard”a kadar bir şey yayınlamamanız bir tesadüf mü?

Ağaçkakan: İstanbul’a Gezi dönemi taşındım. Armonycoma da Gezi’den sonra Eskişehir’e döndü. İlk defa ayrı şehirlerde yaşamaya başladık. Gezi sonrası ilk yedi-sekiz ay ne olduğunu hiç anlayamadım. Sanki buraya taşınmamıştım. Sürekli parklarda, forumlardaydık. Aradan iki yıl geçti. Zar zor bir düzen kurduk, üretmeye başladık. Ne kadar başardık, bilemiyorum. Gezi’den sonra söyleyecek çok daha fazla şey varmış da, zaman üzerimizden süpürmüş gibi hissediyorum.

İngiliz elektronik müziği hiphop’un kollarının dokunduğu yerler. Amon Tobin gibi kompleks bir müzisyen de öyle. Yanlış anlaşılsa da hiphop çok geniş bir alandan beslenebilir. Biz de bunu deniyoruz.

Armonycoma: Gezi’deki dayanışmadan birçok şeyin yanında underground müziğin de sahiplenilmesi, doğumunun gerçekleşmesi beklenebilirdi. Ama olmadı. Şu anda kitle çok pasif. Sanki herkes her şeyi sineye çekmiş gibi.

Müzik yazarı Dan Hancox’la grime hiphop’u üzerine bir söyleşi yaptık. Grime’ın içeriği doğrudan siyasi değil. Sanatçılardan Tempz şöyle diyor: “Mesele siyasi mesaj değil, öfkemiz yeteri kadar siyasi zaten.” Sizde öfke, sakinlik ve ustalara, geleneğe saygı iç içe geçiyor.

Ağaçkakan: Meselem salt öfke değil. Öfkenin sebebini bilmek önemli. Zıvanadan çıkmak kendini sadece âna bırakmaya tekabül ediyor. Le Cafard’da “öfkeliyiz ve bunun nedenini, süreçlerini biliyoruz” demeye çalıştık. Bu kadar büyük bir öfkeyi içinde tutmak için biraz da soğukkanlı olmak gerekiyor. Yoksa ben de araba yakan klipler çekerim. Oysa bizim öfkemiz bundan çok daha derin, vitrinin arkasındaki kuklacıya yönelik. O yüzden ayakların yere basması, geleneğe saygı önemli. Biz biraz böyle bir intikam timiyiz.


Roadside dışında solo işler de yapıyorsunuz, başka ekiplerle çalışıyorsunuz. Her projeye farklı bir ruh haliyle mi girişiyorsunuz?

Ağaçkakan: Bazen kişilik bölünmesi yaşadığımı hissediyorum. Ağaçkakan olarak yaptığım işlerle Roadside birbiriyle örtüşüyor. Ama mesela, Sahtekâr adlı grubumda işlediğim mevzular tamamen başka. Sahtekâr majör mesajlar göndermeyen, dikine konuşan bir insanın, bir üçkâğıtçının hikâyesini anlatıyor. Kendi başıma çalıştığımda çok zor beğeniyorum. Biriyle uyumlu çalışmak işleri kolaylaştırıyor. 2015’te çıkardığım Fernweh EP’si başta 13 şarkıydı. Eleye eleye ancak beş tane yayınlayabildim. Beraber çalıştığın birinin sana “abi her şey yolunda” demesi işleri kolaylaştırıyor.

Armonycoma: Öncelikle önümdeki albümün kafasına girmeye çalışıyorum. Yeni yayınlanan +K-K’yı öyle bir yöntemle hazırladım. 13 şarkıyı karanlık bir atmosferden aydınlığa geçecek şekilde kurguladım. Sonraki üç şarkı ise albümün ruhuna uygun deneysel parçalar. Sevim Burak’ın Pencere hikâyesinin altyapısını bir arkadaşın evinde doğaçlama üretmiştik. Daha sonra Hals’in hikâyeyi okuyuşunu dinledim ve ikisini birleştirmeye karar verdim. Sonuç bayağı sinematik oldu. Sevim Burak’ın karşı pencerede intihara niyetlenen kadını izleyen birini anlatan hikâyesini çok sevsem de, asıl dikkatimi çeken şey altyapıyla örtüşmesi oldu.

Grej ile Şubat 2015’te verdiğiniz konserde “Molotoflu Vodvil”i söylediniz. Roboski’den Madımak’a sol hafızanın bir resmigeçidi gibi, “halkların kardeşliği” vurgusu ön planda. Saray hedefte. Cem Karaca’nın “Durduramayacaklar…”ına müthiş bir selam çakıyor. Zirve “İçimde bir çocuk yaşar, benzer Uğur Kaymaz’a”. Ancak, daha sonraki sözlerde bu doğrudanlık ortadan kalkıyor.

Ağaçkakan: Elimde olsa da devlet eliyle katledilen herkesin ismini zikretsem, kayıtlara geçsem. O şarkıda Uğur onların hepsini temsil ediyor. “Molotoflu Vodivil”i yaptığımızda toplumsal durum o net öfkeyi olumluyordu. Tane tane söylememiz gereken şeylerin mesuliyetini hissediyorduk. Le Cafard’a geldiğimizde, aradan geçen zamanda, öfkemizin odağı değil, ama biçimi çok değişti. Odaklanmakta zorlanan bir öfkemiz var artık. Le Cafard’daki karakter kötü haberleri ileten bir elçi, bir felaket tellâlı gibi. Umuttan umutsuzluğa evrildik, ama öfkemiz baki. Aslında şarkı Cem Karaca sayesinde oraya çıktı, Grej’in altyapısının nirengi noktası “Durduramayacaklar…”: “Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları, hepsi halka karşıdır / Kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları, hepsi halka karşıdır…” Cem Karaca’nın hitabeti çok güçlü, sesi de çok güzel. O şarkı söylerken dedemden hikâye dinliyor hissine kapılıyorum. Hep ders çıkaracak bir yön buluyorum. O neye bağırıyorsa ben de hep onlara bağırmak istiyorum. Onun da son zamanlarını es geçebiliriz. İnsan ölmeye yaklaştığı zaman saçmalayabiliyor. Nasıl bitirdiği değil, insanın hayatı nasıl yaşadığı daha önemli.

Gezi sonrası ilk yedi-sekiz ay ne olduğunu hiç anlayamadım. Sürekli parklarda, forumlardaydık. Zar zor bir düzen kurduk, üretmeye başladık. Gezi’den sonra söyleyecek çok daha fazla şey varmış da, zaman üzerimizden süpürmüş gibi hissediyorum.

Armonycoma: Rigor Mortis’i yaparken geleneğimizden mutlaka sample almamız lâzım diye düşündük. Saygı ve selam yollamak için genelde ölmüş ustalardan 55-56 şarkı seçmiştik. Büyük kısmından sample aldık. “Türkçe sample kullanacağız, hiphop yapacağız, kim ne yapıyorsa daha garibine girişeceğiz” dedik. Le Cafard’da bu izler sürüyor. Dört senede meramımız çok değişmedi. Sadece müziği daha çok öğrendik.

‘90’lardan bu yana Türkiye’de siyaseten epey geniş yelpazede hiphop yapan grup çıktı, ama sizin gibi kara-kızıl renklerde üretime pek rastlamadık. Siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Ağaçkakan: RSPC’yi diğerlerinden ayrı kılan kara-kızıl tarafı mı, bilmiyorum. Ama bizim için insanların ötekileştirip küçük gördüğü ne varsa o RSPC. Toplumun rahatsızlık duyabileceği şeyleri kasten yüzlerine vuruyoruz. Neden rahatsız oluyorsa onu yansıtmaya çalışıyorum ki, o duygular artık insanlara yabancı gelmesin. İnsanlar tanımadıkları şeyden nefret etmeye meyilli, karşılarına bilmedikleri hikâyeler çıkarmak zorundayız.

Armonycoma: Ceza’nın Med-Cezir’iyle başladım Türkçe hiphop dinlemeye. Cartel’i altyapı olarak çok başarılı buluyorum, bir yol açmışlar. Ondan sonra, melankoli ve arabeskin öne çıkmasıyla bir gerileme oldu. Şimdi biraz tektipleşme durumu olsa da kafalar daha açık.

Ağaçkakan: Artık Türkiye’de hiphop’un pop hali daha göz önüne gelmeye başlıyor. O Ses Türkiye’ye daha çok rap’çi katılıyor. Hiphop kendisini popüler kültürün içine kanalize etti, ama bunu duruşundan ödün vererek yaptı. Utanılası bir durum.

Sizin yaptığınız türden hiphop da son dönemde daha görünür olmadı mı?

Ağaçkakan: En azından Rigor Mortis’ten Le Cafard’a daha çok insana ulaşabildiğimizi hissediyorum. İlla ki yaptığımıza kulak veren, fikirlerini biraz değiştirebildiğimiz birkaç insan vardır, ama genel olarak çok bir şey değiştirebildiğimizi düşünmüyorum. Bizi dinleyen insanlar çoğalsa da kalabalık içerisinde önemli bir yer kaplamıyor. En büyük dezavantajımız belki de budur, büyük kitleler için konuşmuyoruz.


2017’de TÜYAP’ta İskeletor ve Raddar ile A.I.R adıyla grafitili performansınız nasıl çıktı?

Ağaçkakan: Raddar’ın bize sunduğu bir projeydi, o doğaçlama çizerken müzik ve söz de olsun istiyordu. RSPC’nin iki şarkısını o sahneye uyarladık. Keşke daha çok bu tip şeyler yapabilsek, çok heyecan vericiydi, çünkü her şey çok belirsizdi. Hiçbir konserimde öyle bir dinleyici kitlesi edinemem, türbanlı da, çocuk da, Kemalist dayı da oradaydı. Orada insanların dikkatini rehin almak, sesle bir kulak işgali yaşatmak tatmin ediciydi. Normalde yolda adres soramayacağın insanların seni dinlemesini sağlamak başka türlü mümkün değil.

Armonycoma: Başka türlü ancak sokakta olur.

Ağaçkakan: Aramızda konuşuyoruz eskiden beri, ama mikrofon ve kolon taşımak gibi finansal bir yükü var sokağın. Bir de, Büyük Birader her yerde, öyle istediğin yerde müzik yapamıyorsun. Güzel ‘90’lar geride kaldı, her şeyin içine kitabına uygun bir şekilde ediliyor. Normal şartlarda beni dinlemeyecek insanlara kendimi dinletmek, insanların normalde sevmedikleri şeyleri evlerinin içine sokmak istiyorum. Birilerinin yatağa yattıklarında seni düşünmesini sağlamak gerekli, ancak bu şekilde bir şeyleri değiştirebiliriz.

M4NM kolektifinin nasıl bir işlevi var?

Ağaçkakan: M4NM en azından örgütlenme biçimi olarak bir mirası sonraki kuşağa nakletmek istiyor. Geçen ay sekizinci yılımızı bitirdik. Biz bıraksak da M4NM devam etsin istiyoruz. M4NM hayata bir bakış açısı ya da konumlanma olarak kalsın. Aslında çok kolektif oluşuyor, ama bir kısmı pek omurgalı değil. Buradaki kolektif anlayışı daha ziyade belli bir akımı yakalayıp onunla beraber yükselmek, popüler olmakla alâkalı. Bağımsız müzik dediğimiz şeyi minör etiketler ve mekânlar götürecek, bunun başka yolu yok.

Müzik ile hayat gailesi arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz, verilmesi gerekebilen ödünlerle nasıl baş ediyorsunuz?

Armonycoma: Açıkçası müziğin ekonomik karşılığını göremiyoruz. Bir yandan bu bizi bağımsızlaştırıyor. Evimde stüdyom var, bütün kayıt ve mastering işlerini burada yapıyoruz. Bir ara CD olarak basıyorduk albümleri, ama talep olmayınca o iş yürümedi. Son albümü kaset olarak basmak istedim, ama yeterli maddiyata ulaşamadım. İnternet sebebiyle pek talep de yok, spotify ve iTunes gibi sitelerden dinlemeyi tercih ediyor çoğu insan. Tek maddi kaynak konserler. Bir yandan ne yapmam gerektiğini sorguluyorum. İnternet üzerinden veri analizi işi yapıyorum, asgari ücretle idare ediyorum, böylece müzik yapmaya vaktim kalıyor.

Ağaçkakan: Benim para kazandığım her şey müzikle ilgili, ne zaman param olacağını kestiremiyorum. Şikâyet etmek yerine bu seçime göre hayatımı evrimleştirdim, minimal yaşıyorum. Müziği büyük tutkuyla yapıyorum, meta olarak bakmak istemiyorum, öyle bakarsam büyüsü kaçar. 2007’de ilk şarkımı kaydederken duyduğum heyecanı duyuyorum. Keşke müziğimizle para kazanabilsek, ama konsantrasyonum bu değil. Çıkış noktam bir ifade sıkıntısı, para gelirse güzel, gelmezse şikâyet etmem.

Konserlerinizin çoğu Kadıköy’de. Sen İstanbul’a geleli üç sene kadar olmuş. Bu kısa sürede Kadıköy’ün dönüşümüne şahit oldun, neler gözlemledin?

Ağaçkakan: İstanbul’a ilk taşındığımda Kadıköy’de kilisenin orada bir evdeydim. Gezi dönemiyle beraber devlet sıkıştırmasına maruz kalan bazı insanlar bazı semtlere ötelendi. Kadıköy’e sapıkça bir akın oldu, buranın hiçbir heyecan verici, rastlantısal tarafı kalmadı. Herkes bilgisayar karakteri gibi birbirine benzedi. Bu bende bir tiksinti uyandırdı, hâlâ Avrupa tarafını daha çok seviyorum. Kadıköy’de sokakta karşıma çıkan insanların babalarının işini bile söyleyebilirim, ama Taksim’de önüme bir trans mı çıkacak, bir şarapçı senden iki lira mı isteyecek, belli olmuyor. Kadıköy için “Kartal’dan geldiler, içine ettiler” gibi şeyler söyleniyor. Kadıköy neydi ki? Saçmalamayın, hepimiz aynı şehirde yaşıyoruz. Demek ki sen yok sayıyordun o insanı, ama o zaten vardı.

Express, sayı 149, Şubat 2017

^