Çıkan kısmın özeti: Bu Suça Ortak Olmayacağız! bildirisine imza koyan 1128 akademisyene ayrı ayrı açılan davalar, Terörle Mücadele Yasası madde 7/2 “terör örgütü propagandası yapma” üzerinden düzenlenen kes-yapıştır iddianame, otuz küsur Ağır Ceza Mahkemesi’yle Dev-Yargı… Piyasa liberalizmi ile siyasi otoriterliğin iç içe geçmesi, kamudan arındırılmış, toplumu şirket gibi yöneten devletin “Dev-Şirket”in tahkim edilmesi… “Akademik fabrika” ve 1933 Almanya’sının “eşgüdülme” yönteminin güncel versiyonu… Barış Bildirisi ve Dev-Şirket’in “Yeni” Akademisi dizisine kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Devlete “eklemli” veya “yataklı” hale gelmiş yargı; Dev-Yargı, 11 Ocak’tan sonra büyük bir kovuşturma ve tasfiyenin ilk işaretlerini veren hedef göstermeler, gözaltılar, işten çıkarmalardan sonra, “biz de metni imzalayan meslektaşlarımızın yanındayız!” diyerek sayısı 2212’ye varan ikinci imzacıları (iyi ki de!) görmezden geliyor. Zira ikinci imzacı akademisyenler, metnin dokunduğu yerde durmanın sonuçlarını bilerek, ödenecekse bedel ödeme veya bedeli paylaşma iradesini birinci imzacılardan çok daha güçlü bir şekilde gösterdiler.
Dev-Yargı açısından, ilk imzacılara neredeyse iki sene sonra açtığı ceza davaları ile dışarı karşı popülist şov ve içeriye doğru üniversitede restorasyon çifte maksadı hasıl oluyor. Daha öteye gitmeye gerek yok. İlk imzacılardan daha ötesini hedef alan üniversite yöneticileri ise, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi örneklerinde yaşadığımız gibi, ikinci imzacıları, onları ceza davalarında görmezden gelen Ankara’nın KHK masalarına servis ederek ekstra bir ikbal performansı sergiledi.
2212 imzacı toplam 433 farklı üniversitede farklı statülerde çalışıyor/okuyor (doktora öğrencisi, ÖYP’li [Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı], 50d’li veya 33. maddeden asistan, TA [teaching assistant], LÜBO [Lisansüstü Burslu Öğrenci], doktora sonrası araştırmacı, öğretim görevlisi, yardımcı doçent, doçent, profesör, emekliler, yarı zamanlı/ders ücretli çalışanlar).[1] Bu üniversitelerin sadece 102’si Türkiye’de bulunuyor.[2] Türkiye’de, yani “aslanın ininde” bulunan üniversitelerden, Saray’ın YÖK üzerinden yaptığı (verili hukuk sistemi içerisinde) hukuksuz baskıyı “içeriye aktarmamış” ve bünyesindeki imzacılara idari soruşturma açmamış ve/veya isimlerini KHK listelerine servis etmemiş/ öncesinde işten çıkarmamış üniversite sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.[3]
Fakat bir tane üniversite olsaydı bile, buradan anlaşılan tek şey şu olurdu: Demek ki bu normalize edilmiş hukuk dışı baskıyı doğrudan içeri aktarmamak da mümkün! Tersinden söylersek, bir elin parmaklarını geçmeyen emsalden, kalan üniversitelerin “aktif” olarak sürece katılmayı seçtiklerini anlıyoruz. KHK’leri “içteki envai çeşit hesabı görmek”, 50d‘li asistanların güvencesizleştirilmeye karşı mücadelelerine öncülük eden (eski) asistanlardan kurtulmak, çoğu zaman kolektif değil de bireysel saiklerle biat performansını tam sergileyemeyenleri temizlemek için kullanan yönetimler var.
Çoğu metropollerde ve büyükçe illerde açılmış vakıf üniversitelerinde çalışanlar, tüm akademisyenler içinde 1/6 gibi küçük bir oranı teşkil ederken, imzacılar içinde daha yüksek bir oranda temsil ediliyorlar. Bu büyük ihtimalle metropolde olma hali ve İngilizce eğitimin beraberinde getirdiği nispeten daha yüksek “uluslararası ufka sahip olmaya” (düşük ‘yerli ve milliliğe’!) bağlanabilir. Vakıf üniversitesi çalışanları, pek çok kazanılmış emsal davaya rağmen hâlâ özlük hakları itibarıyla 4857 no’lu İş Kanunu’na göre “işçi statüsünde” çalıştırıldıkları için kamu sendikalarına üye olmaları doğrudan, yaratıcı hukuki mücadeleler verilmeden mümkün olmayan bir kesim.
Buralarda kitlesel işten çıkarmalar, henüz OHAL ile KHK ek listesine koyma formülü bulunmadan, devlet üniversitelerinin üstündeydi.[4] “KHK’lenen ”Eğitim-Sen üyelerinin (335 akademisyen) yüzde 90’ları aşan bir kısmı imzacılık bahanesi ile üniversitelerden uzaklaştırıldı.[5] Muhreç (378 akademisyen) ve istifaya, artı emekliliğe zorlanan (45 akademisyen) imzacı devlet üniversitesi çalışanlarının yüzde 80-90 arası bir kesimi, KESK/Eğitim-Sen üyesi. Başta bir planlama olmadan son kertede büyük oranda örtüşen isimlerden bahsediyoruz. KHK ek listeleri formülü 657 Devlet Memurları Kanunu’nun radikal olarak esnekleştirilmesine kapıyı sonuna kadar açarken, en güvenceli emek türü olan memurluk da bu vesileyle diğer emek sarf etme statülerindeki çalışma koşullarına yaklaşıyor.
Saray’ın hukuksuz baskısına biat etmemiş ve bünyesindeki imzacılara idari soruşturma açmamış ve/veya isimlerini KHK listelerine servis etmemiş/ öncesinde işten çıkarmamış üniversite sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Fakat bir tane üniversite olsaydı bile, buradan anlaşılan tek şey şu olurdu: Demek ki bu normalize edilmiş hukuk dışı baskıyı doğrudan içeri aktarmamak da mümkün!
“İmzacılar” gibi her açıdan heterojen olan bütüne değil de, iç (hukuki, sosyal, maddi, uluslararası vb.) dayanışma ve kolektiviteler için çaba gösterenlere, yeni yeni filiz veren ihraç edilenlerin Dayanışma Akademileri’ne emek koyanlara baktığımızda, çoğu zaman daha önce herhangi bir bağlamda kendini “bir kolektif içinde” tanımlayabilmiş, bireysel akademik üretim çerçevesi dışında sosyal deneyimler edinmişlerin etkisi göze çarpıyor.
Bu kolektifler bazen klasik sendikal/meslek/insan hakları örgütleriyken (Eğitim-Sen, TTB, SES, Türkiye İnsan Hakları Vakfı TİHV, İHD), bazen yatay, çoğu zaman (henüz) kurumsallaşmamış girişimler / platformlarda kurulmuş güven ilişkilerinin buraya taşındığını görüyoruz. (Halkların Köprüsü Derneği, İstanbul Kent Savunması, Barış İçin Kadın Girişimi, Vakıf Üniversitesi Emekçileri Dayanışma Ağı VÜEDA, Bilgi Üniversitesi’nde 2009-2011 arasındaki sendikalaşma deneyimine yol açmış 2009 dayanışması, Gitt-Türkiye Akademik Özgürlükler Çalışma Grubu, 2013 Koç Üniversitesi Taşeron İşçileri Komitesi deneyimi, Tutuklu Öğrenciler Dayanışma Ağı TÖDA, Praksis dergi çevresi gibi sayması zor ve burada ancak İstanbul-merkezden bakınca sayabildiğimiz ve eminim erişemediğimiz daha onlarcası var.)
Üniversiteden ihraç edilen akademisyenlerin en erken ve örgütlü olarak yeni kurumsallaştırmalar hayata geçirdiği Mersin ve Kocaeli, bu akademisyenlerin kentle organik bağlarının kuvvetli olması açısından birbirine benziyor.
Dayanışma iradesi nasıl pek çok farklı pınardan su alıyorsa, iktidar da tek kaynaktan beslenmiyor. Üniversitelerdeki bu sistemik baskı, “teknik bir yönetici misyonu” veya “militan milli değerler savunuculuğu” gibi –sonucu aynı yere çıkan–gerekçelerle ancak “yerelde doğaçlayanlar”la realize olabiliyor.
Ankara’da pişirilen yemeğin üniversitelerin yerelinde kaç derecede servis edildiği, burada varlık gösteren sermaye gruplarının kamu kurumlarıyla ilişkileri, bireysel yeniden rektör seçilme hesaplarının varlığı veya yokluğu, gene yöneticilerin müstakbel bir “FETÖ” soruşturmasında torbaya atılmaktan korkarak arenaya dikkati üzerine çekecek başka “kurbanlar” atma motivasyonlarının varlığı veya yokluğu, uluslararası üniversiter alandaki itibar kaybı kaygısının ne derece iç güç ilişkilerinde yer aldığı, tasfiye öncesi Ankara’daki iktidar bloku içindeki çatışmaların ne kadarının tekil üniversitelerin personel yapılarına yansımış olduğu gibi pek çok faktöre göre değişebiliyor.
Ne yazık ki, akademi pek çok işkoluna dair akademik bilgi üretirken, kendi içindeki devlet, sermaye, iktidar, istihdam, mekân, emek kontrolü, çalışma psiko-sosyolojisi gibi unsurlara dair göze batacak kadar az ve neredeyse hiç bütüncül bilgi üretmediğinden ve kendi nesnelleştirici araçlarını kendisine çevirmemiş olduğundan bu faktörlerin her üniversitede yaşanan dönüşüm, tasfiye ve/veya suskunluk gibi süreçlere ne kadar etki ettiği bilimsel olarak çalışılabilir konular olamıyor; “mürekkep yalamış tahminlerin” ve iktidar kullanımına dair genel geçer kuralların alıntılanmasının ötesine gidemiyor.
Akademinin üzerindeki “aydınlanma halesi” onu sınıfsal, cinsiyetlendirilmiş, etnik ve kuşak çelişkileriyle dolu, somut bir coğrafyası ve çalışma dinamikleri olan bir işyeri olarak çalışılmaktan şu ana kadar epey “korumuş”.
Yeni akademide yönetişim ve çalışma acısı
Bu dönemde bu genel geçer otoriter iktidara dair tahlillerde sık sık referans verileni ise, Hannah Arendt’in bir bürokratın nasıl –döneminin somut koşullarından azade kılınmış mantıki bir tutarlılık içinde– endüstriyel bir cellada dönüştüğünü anlattığı Eichmann’ın serencamındaki “kötülüğün sıradanlığı” tahlili. Çoğu zaman sürecin birinci dereceden tanık, sanık ve muhreçleri en yoğun ve derin acıyı, bu sıradanlıkların yaşandığı gündelik ilişkiler içerisinde tadıyor.
İşsiz bırakılmanın “normalitesi” yaratıldığı zaman, dünün mesai arkadaşları ile bir anda selamın sabahın kesildiği o sembolik şiddet ortamında,[6] hâlâ çalışılıyorsa işyeri rutininde mesai arkadaşlarının değişen mimiklerinde, yönetici meslektaşların takındığı “koruduğu kurumu[7] riske atan kurumun kara koyunu ile muhatap olma” tavırlarında çalışma acısı somutlanıyor.
Dayanışma iradesi nasıl pek çok farklı pınardan su alıyorsa, iktidar da tek kaynaktan beslenmiyor. Üniversitelerdeki bu sistemik baskı, “teknik bir yönetici misyonu” veya “militan milli değerler savunuculuğu” gibi gerekçelerle “yerelde doğaçlayanlar”la realize olabiliyor.
Tıpkı iş cinayetlerinde olduğu gibi, burada da mağduru kendi mağduriyetinden sorumlu kılan, baskının kaynağı iktidarın baskı altında kalanı en hafifinden “sorunlu”, en ağırından “sivil ölüme mahkûm suçlu” olarak arenaya atarak kendini görünmez kıldığı “sıradanın ve olağanın görünmez eli” işliyor. “Devletin KHK’si” böyle dolaylanmasa, böyle eski tanıdıklar, bildikler üzerinden “müşahhaslaşmasa” sırf “maişet” sorunu olarak yaşanacak ve ruhlara “bir sevgili kaybı gibi” derinden işleyemeyecek sanki.
Tam da bunu, nasıl psişik acı ile çalışma/çalışamama acısının, bir yönetişim sistemi kurulabilmesi için iç içe geçtiğini anlatır İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum (Ayrıntı) kitabı. Yazarı klinik sosyolojinin kurucularından olan Vincent de Gaulejac, aralık ayı başında, Galatasaray Üniversitesi yönetiminin dinleyici kitlesini Bildiri imzacılarından arındırma çabalarına rağmen, bin bir badire atlatarak “kısıtlanmamış” bir topluluk önünde çarpıcı bir konuşma yaptı.
Konuşmada mekanizmaları anlatılan, “yeni otoriter işletmecilik teknikleri” ile yaşanan ânın iç içe geçtiği, deneyim ile analizin mesafesinin kısaldığı bir andı. Bir şirket gibi yönetilen toplumda en ağır baskı noktasının psişik düzlemde yaşandığını anlattı Vincent de Gaulejac. “İktidarın esas nesnesi beden değil, ruhtur” derken, (akademik) işyerlerinde (de) biatın ve yönetilebilir öznelliklerin, sayısal verimlilik ilkelerine uyum baskısı, sınıf savaşının yerine geçen konum savaşları ve aciliyet kültü ile psişik düzlemi nasıl bir savaş alanına çevirdiğinin canlı örneklerini verdi.[8]
Türkiye’de de akademi, içindekilerin iyiliğinden/kötülüğünden bağımsız, aile metaforuna yakın düzenlenmiş bir “sembolik şiddet” mahalli değil mi? Sadece en büyük ‘ulus ailesinin reisi’ iyice otoriterleşince bu şiddetin kime ne kadar uygulandığı daha aşikâr bir hale geldi.
Adana’dan bildiri imzacısı genç akademisyen Mehmet Fatih Traş’ı –mezun olduğu dahil, dört farklı üniversiteden üst üste ret aldıktan sonra– intihara götüren süreci hissediyoruz, fakat henüz anlatamıyoruz.
“Hoşnutsuz çalışan” kitlesi ve Evrensel Hasım
Bugünkü kitlesel tasfiye, akademide de bedenleri ve psişik dünyaları kontrol ederek yönetilebilir öznellikler şekillendiren denizin bir dalgası sadece. Dalgalı deniz, homurdanmalar halinde midesi kalkmış büyük bir hoşnutsuz çalışan[9] kitlesi yaratıyor. Bu, Mark Neocleous’un ABD’nin yeni güvenlik konseptinden öne çekip çıkardığı bir kavram.
Neocleous, ABD’de şirket otokrasisinin kurumları ve kanunlarının kurulmasında, yeni militarizm ve güvenlikçiliğin yükselmesinde işlevsel olan yeni düşman tanımının kapsadıklarını analiz ediyor, Evrensel Hasım –Güvenlik, Sermaye ve Tüm İnsanlığın Düşmanları kitabında.[10]
Evrensel hasım (universal adversary), 11 Eylül sonrası ABD iç güvenliği için hazırlanan bir projede icat edilmiş bir kategori. Burada “teröre karşı savaş”ın verileceği “hasım”, “yabancı teröristler, yurt içindeki radikal gruplar, devlet destekli hasımlar veya bazı durumlarda hoşnutsuz çalışanlar” olarak tanımlanıyor. Buradaki iç/dış, savunan/savunulan sınırları ve güvenlikle ilgili diğer tüm politika alanlarından (mesela işçi sağlığı ve iş güvenliği!) dışlanan “çalışanların” merkezi bir özne konumuna getirilmesi manidar. Akademide iş kaybının, akademik emeğin tanımlayıcılarından olan duygulanımsal emek, aydının toplumsal statüsüne dair kamusal entelektüel olma algısı gibi hassas alanlara dokunan sonuçlarını da düşününce, bu sürekli “homurdanma sürecinin” kesinlikle “sayılamayan” derin psiko-sosyal sonuçları olduğunu sezebiliyoruz.
Adana’dan bildiri imzacısı genç akademisyen Mehmet Fatih Traş’ı nasıl kaybettik? Onun intiharı, hayatı kuran anlam dünyasının çoğu zaman karanlıkta kalan dehlizlerinde dolaştırıyor kalan bizleri: Mehmet Fatih, lisanstan doktoraya kadar okuduğu, ‘doktorasını yaparken kullan – bitirince at’ formüllü 50d kadrosunda da 6 koca seneye yakın çalıştıktan sonra, doktoralı öğretim görevlisi olarak yarı zamanlı ders vermeye yeni başlamışken dönemin tam ortasında cadı avına uğrayarak dersleri kapatıldı. Sonrasında iki farklı üniversiteden daha (Mardin Artuklu ve İstanbul Aydın Üniversiteleri) ve üst üste olumlu ilk tepkilerden sonra, -haliyle açıkça ifade edilmeden- ‘kara listede olduğu için’ ani retler aldı. Kendi kaleminden, onu intihara sürükleyen anlam, inanç ve güven kaybını okumuştuk kaybının ertesinde:[11] Mehmet Fatih, imzacı olduğuna dair idari kurullarda kapalı kapılar ardında yapılan cadı avı sonrasında, nasıl o zamana kadar tüm akademik emeğini verdiği ve duygusal beklentilerini şekillendiren Adana Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü’nden yargısız infaz ile uzaklaştırıldığını, belli ki güvendiği bir bölüm hocasına bir mektup ile ifade ediyordu. Bir diğer burs başvurusu metnini ise [Türkiye’de], ‘…kişiliğimle bütünleşik insani değerlerden feragat etmediğim sürece olağan (öğretim ve araştırma başarımı gibi nesnel ölçütlere dayanan) bir akademik gelecek öngöremiyorum.” diye bitiriyordu. Kişilik ile işi, aidiyet ile maişeti hayattan vazgeçecek kadar yarılmaya uğratan ne? Her zaman bin bir yönlü bireysel, biricik bir hikaye olan intiharda bizi bunca sarsan ne? Homurdanıp kalmakla yetinemeyen, pragmatizm, sinizm, nostalji veya iradecilikte kişiliğini ve anlam dünyasını donduramayan istisnai kişiliklerin, hayat dahil her şeyden çekilme dışında imkanları ne? Mekanları ne?
“Katı olan her şey buharlaşırken”, sırtımızı dayadığımız tüm kurumlar ortadan çatırdarken, toplum içinde, toplumun parçası olarak zihinsel emeğimizi, bilimi, eğitimi, işimizi hangi şekillerde, hangi içeriklerle, metodlarla, kimlerle, kimin için, hangi iç örgütlenme ile, hangi gündemle yapacağız?
Yaşanan onura saldırının aniliği ve derinliği, eskiden kalma homurdanma (kendi kendine susarak içe kapanma veya kendinden kaçıp dışarı taşarak gıybet/dedikodu[12] yapma) alışkanlığı veya aydınlar olarak “zevahiri kurtarma” misyonu içinde edindiğimiz terbiye sayesinde/yüzünden, sürecin gerçekçi olarak neresinde durduğumuzu tanımlayabilme araçlarından bizi uzaklaştırıyor sanki. Sesimizi kısan bir itibarsızlaştırma sürecini kolektif olarak yaşarken, çoğu zaman bireysel olarak taşımaya çalışıp altında eziliyoruz.
Eski iş, onur, kimlik, aydın, kamu algılarımız yeni dönemde yapabileceklerimizin önüne çoğu zaman hayal kırıklığı yük, engel olarak çıkıyorlar. “Katı olan her şey buharlaşırken”, sırtımızı dayadığımız tüm kurumlar (hukuk devleti, emek / meslek örgütleri, aile, kamu yararı…) ortadan çatırdarken, toplum içinde, toplumun parçası olarak entelektüel emeğimizi, bilimi, eğitimi, işimizi hangi şekillerde, hangi içeriklerle, metodlarla, kimlerle, kimin için, hangi iç örgütlenme ile, hangi gündemle yapacağız?
Bu yıkım içinde, her şeyi yeniden tanımlamak, kurmak mümkün mü? Bilimin gündemini, sorunsallarını, metodunu, tekniklerini, pedagojisini, muhatabını, faydasını, ekip ahlâkını, iç grup dinamiklerini, finansal/hukuki modelini, verili kapitalizm ile gireceği ilişkileri, hepsini aynı anda yoğun baskı altında yeniden düşünmek, kurmak… Derdimiz keşke “bir imzacık için bunca baskıya uğramak” olsaydı. Derdimiz çok daha önce açılmaya başlamış bir gediğin uçurum hale gelmesi ve arkamızdan kovalayanlar varken uçurumun kenarından uçuşa kalkmayı öğrenme ihtiyacı. Daha azı değil!
Ezcümle, baş etmeye çalışılan şey, “biat etmeyen akademinin”, İslâmcı parti akademisyenleri ile ikâmesi olarak tanımlanabilecek, dışardan empoze edilmiş bir afet değil. Yavaş bir iklim değişikliği. On yıllar önce employability (istihdam edilebilirlik) odaklı / meslek edinimine faydalı akademinin kurum ve kavramlarının üretildiği bir iklim içindeyiz. Meslek meselesi, burada da memleket meselesi. Memleketin bu ikliminde meslek, toplumsal / siyasi rejimin yeniden üretimi ne gerektiriyorsa, o. Toplumsal konumların yeniden üretimi. Böylelikle, meslek o yüce halesinden arındırılmış oluyor.[13]
Derdimiz keşke “bir imzacık için bunca baskıya uğramak” olsaydı. Derdimiz çok daha önce açılmaya başlamış bir gediğin uçurum hale gelmesi ve arkamızdan kovalayanlar varken uçurumun kenarından uçuşa kalkmayı öğrenme ihtiyacı. Daha azı değil!
Rekabetçi verimlilik kültü
Bireyci, rekabet içinde, şekilci ve faydacı araştırmayı puan/teşvik/proje vererek ödüllendiren, öğrenciye ayrılan vakti sayısal performans sistemlerinin en aşağısına yerleştirip gittikçe daha artan bir oranda prekaryaya verdiren, araştırma gündemlerini, kavramlarını, metodlarını gündelik hayatı sorunsallaştırıp tarihselleştirmekten değil, en pragmatiğinden akademik piyasa dinamiklerinden alan bir sistemin en başta ürettiği ürün, “makbul, verimli akademisyenler”dir.
Akademinin bu “sayısal mânâda” verimli makbullerinin bu rekabetçi verimlilik kültünün olmazsa olmazı olan piyasa otoriterliği ile karşılaştıklarında sarıldıkları ise, ancak sinik bir tecahül-ü arif (görüp de görmezden, bilip de bilmezden gelme) ve en etkin enformel iletişim ve nüfuz aracı olan gıybet olabiliyor. Piyasa otoriterliği, ne parti akademisyenlerinin aktif icrası ve taraftar akademik politikaları, ne de makbul verimli akademisyenlerin aktif suskunluğu ve teknisist/reelpolitik meşrulaştırıcı argümanları olmadan işleyebilirdi.
İki öznellik, biri vasat ve alaturka, diğeri elit ve alafranga gözükse bile, birbirinden ayrılamayan zaman kardeşlikleri arzediyor. İki yerde de duramayanların payına epeydir bu dünyanın gerektirdiği ilişkilere uyum sağlayamayıp psikolojik dışlama ve sonra çoğu zaman da fiziki ihraç düşüyordu ki[14] Türkiye’nin OHAL döneminde bu hal kitleselleşti.
Akademisyen sayısının son 15 sene içinde ikiye katlandığı ortamda artık “teknik” olarak da “kullan-at” tipi akademisyenlik (ÖYP, 50d, LÜBO, yarı zamanlı sözleşmeler…) zaten çok daha uygulanabilir hale gelmişti. Zaten Türkiye kapitalizminin emek-yoğun istihdam yapısı içinde, ücreti ödenen kalifiye zihinsel işgücüne ne derece ihtiyaç var, hangi yapıya “istihdam edilebilirlik”ten bahsediyoruz?