KEREM EKSEN’İN YENİ ROMANI ÖLÜMDEN UZAK BİR YER

Yalçın Armağan
20 Temmuz 2022
Shana ve Robert Parke Harrison, Yangın Mevsimi
SATIRBAŞLARI

Kerem Eksen, her romanında kendini yenileyen bir yazar. İlk romanı Buradayız[1] roman yazma kararı alan Selim’in gözünden roman teorisini sorgulayan ironik bir metindi. Romanda anlatılanlardan daha çok “Bir roman nasıl yazılmalı?” sorusuna cevap vermeye çalışılıyordu. Postmodernist anlatıda alışkın olduğumuz üstkurmacaya evrilmese de meselesi olaylardan daha çok roman yazmanın kendisiydi.

Üstkurmaca anlatılar ontolojik bir soru olarak “Kurmaca mümkün müdür?” sorusunun peşine düşerken Buradayız’da epistemolojik bir soruyla “Kurmaca nedir?”e cevap aranıyordu. Dolayısıyla, Buradayız’ı üstkurmacanın kullanıldığı postmodernist bir anlatı saymak mümkün değilse de, Eksen kendine özgü bir tahkiye biçimi geliştirerek kurmacanın mantığını sorgulamaya çalışıyordu. Bunun yanı sıra, bu romanda Kerem Eksen’in sonradan devam ettireceği hayli yoğun bir ironik ton hâkimdi.

Kerem Eksen

Bellek nasıl temsil edilir?

İkinci romanı Uyku Krallığı[2] ise belirgin biçimde bilinçakışı tekniğinin kullanıldığı bir metindi. İlk romandaki “Bir roman nasıl yazılır?”ın yerini “Bellek nasıl temsil edilir?” sorusu almıştı. Romanın kahramanı “eski şair”, tarih akademisyeni Fikret tek bir andan yola çıkarak hayatının son 13 yılındaki dönüm noktalarını hatırlıyordu. Tek bir günde geçen ve belleğin akışına bırakılmış bir metin olan Uyku Krallığı’nda birbirini hiç tanımayan insanların uzak hikâyeleri yan yana gelerek fragmanter bir yapı oluşturuyordu. İroni de özellikle Fikret’in kendisiyle dalga geçtiği yerlerde belirginleşiyordu.

Kerem Eksen’in ilk iki romanındaki en belirgin ortak yanlar, ironi ve farklı hikâyelerin yan yana gelmesinden kaynaklanan fragmanter yapıydı. İlk romandaki yoğun italik kullanımı gibi ikinci romanda da italikler, büyük harfli sözcükler, ayraçlarla bir şeyi vurgulama arzusu devam ettiriliyordu. Tahkiye kadar vurguların da peşindeydi Eksen bu romanlarında. 

“Olağanüstü”nün anlatımı

Yeni romanı Ölümden Uzak Bir Yer[3] ise yine farklı bir sorunun peşine düşüyor. Olağanüstüyü, bizim sekülerlikle şekillenmiş gerçekçilik kavrayışımızın dışına çıkan bir hikâyeyi anlatıyor. Kitabın yayımlanmasının hemen ardından kendisiyle yapılan söyleşide, Kerem Eksen olağanüstünün peşine düşmesiyle ilgili soruya şu cevabı veriyor: “Böyle bir doğaüstü boyutun –bizimki gibi dünyeviliğin ağır bastığı bir dönemde dahi– insanların zihninde birtakım dişlileri harekete geçireceğine ve çok zengin çağrışım alanları açacağına dair güçlü bir inancım var.”[4]

Kerem Eksen Ölümden Uzak Bir Yer’in yayımlanmasının ardından yapılan söyleşide, olağanüstünün peşine düşmesiyle ilgili soruya şu cevabı veriyor: “Böyle bir doğaüstü boyutun insanların zihninde birtakım dişlileri harekete geçireceğine ve çok zengin çağrışım alanları açacağına dair güçlü bir inancım var.”

Yeni roman bu olağanüstü hikâye tercihine göre şekilleniyor. Bu romanın öncekilerden açık biçimde ayrıldığı ilk nokta, ironinin hayli geri çekilmesi, hatta neredeyse görünmez hale gelmesi. Bir başka farklı noktaysa, ilk iki romandaki italikler, parantez içi açıklamalar gibi tahkiyeyi kesintiye uğratan vurgulardan vazgeçilmesi. Hikâye etmenin kendisi öne çıkınca bu tür vurgular da geri çekilmiş. Olağanüstü bir hikâyeye odaklanmanın bir sonucu olarak tahkiyeyi kesintiye uğratacak tekniklere daha az yer veriliyor.

Her ne kadar yeni roman önceki metinlerden bazı noktalarda farklılaşsa da, bu romanda da “Eksen edebiyatı”nın genel eğilimlerine rastlamak mümkün. Eksen, her zamanki gibi birbirine uzak hikâyeleri yan yana getiriyor ve önceki romanlarındaki gibi kalabalık bir evren kurmaya yöneliyor. Ancak, Ölümden Uzakta Bir Yer’in olağanüstü hikâyesi öyle baskın bir nitelik taşıyor ki, tıpkı ironin geri çekilmesi gibi hem fragmanter yapı hem de kalabalık evren gölgede kalıyor. Hatta bazı fragmanlar ve bu sayede metne giren kişiler, hikâye açısından bir “fazlalığa” dönüşüyor. Romanın kahramanı Yusuf’un olağanüstü ya da yazarın değişiyle “doğaüstü” hikâyesi tüm metni kapladığı için, bu hikâyenin dışında kalan her ayrıntı çepere itiliyor.

Bu yazıda Ölümden Uzak Bir Yer’deki fragmanterleşme ve kalabalıklaştırma arzusuna genel hatlarıyla bakacağım ve bu iki arzunun varlığına rağmen metinde Yusuf’un biyografisinin baskın olduğunu iddia edeceğim. Önce romanın olay örgüsünü aktarmalıyım.  

Ölümden uzak bir yere giden yol

Eksen ilk romanı Buradayız’da birkaç ayı, ikinci romanı Uyku Krallığı’nda tek bir günde anımsanan yaklaşık 13 yıllık bir dönemi anlatıyordu. Ölümden Uzak Bir Yer’de ise yaklaşık 33 yıl anlatılıyor. Böylesi uzun bir dönemin anlatılması ve tek bir kişinin merkezde olması nedeniyle de biyografik nitelik belirginleşiyor.

Ölümden Uzak Bir Yer 33 yıl gibi hayli uzun bir zaman aralığının anlatılması nedeniyle olayların hızlı geliştiği ve dolayısıyla olay örgüsünü anlatmanın hayli zor olduğu bir metin. Yine de özetlemeye çalışayım.

Roman iki eksende ilerler; bu eksenlerden biri, her bölümün başında yer alan ve bir ânın anlatıldığı kısa hikâye ve diğeri Yusuf’un babası Sait’in gözünden anlatılan yaklaşık 33 yıllık bir dönemdir.

Roman ilk eksende, Sait’in 13 yaşındayken babasının ölüm ânını hatırladığı kısa hikâyeyle, diğer eksende ise Yusuf’un “ana rahmine düştüğü” günle başlar. Üç ayrı bölümden oluşan “I” kısımdaki olayların hepsi Manisa’da, iki bölümden oluşan “II” kısmın ilki Çanakkale’de, diğeri İstanbul ve Çanakkale’de geçer.

Çanakkaleli bir öğretmen olan Sait’in Manisa’daki yaşamı “sıradan” bir insanın hayatı olarak tasvir edilir. Her ne kadar Kerem Eksen’in tüm metinlerinde karşımıza çıkan varoluşsal soruların nihayetlendiği “Buradayız işte” cümlesine ulaşsa da, Sait “sıradan” bir insan ve önceki romanlardaki entelektüel kişilere benzemiyor: “İç sıkıntısı nedir bilir Sait, ama öyle büyük kasvetlere kapılmaz” (s. 16). Buradayız’ın yazar adayı Selim ve Uyku Krallığı’nın akademisyeni Fikret’in aksine, öğretmen Sait daha belirgin biçimde gündelik olanın içindedir. Ancak, yine de Sait’in dünyasından daha öte, Eksen’in yazarlık eğilimlerinin bir sonucu olarak zaman zaman karakterin “derin tefekkür”e daldığı da fark edilir.

Mucizevi dokunuş ânı

Yusuf’un ana rahmine düştüğü gün başlayan birinci bölüm, romanın temel gerilimine dönüşecek olayın yaşanmasıyla sonlanır. Doğumdan itibaren huzursuz bir çocuk olan Yusuf, annesi Ömür’ün kanserinin nüksettiğinin öğrenilmesinden bir süre sonra gidilen tatilde, annesinin iri benine dokunur ve annesi çığlık çığlığa kalır. Bu ben, Ömür’ün kanserinin teşhis edilmesine vesile olmuştur ve ortasında kırmızı bir leke vardır. Ancak, Yusuf’un dokunmasından sonra benin ortasındaki kırmızı leke kaybolur. Yusuf’un bene dokunmasından sonra Ömür’ün kanseri ilerlemez, beklenen ölüm gerçekleşmez.

Metnin merkezi olayı sayılabilecek bu mucizevi dokunuş ânı şöyle anlatılır: “Sonunda Yusuf elini büyük bir dikkatle annesinin beninin olduğu yere götürüyor, […] Yusuf’un minik avucu yavaş yavaş Ömür’ün beninin üzerine kapanıyor ve birkaç saniye öylece duruyor. Derken bir çığlık atıyor Ömür, bir çığlık daha, oğlanın elini çekmeye çalışsa da ilk anda başaramıyor. Sait telaşla döndüğünde oğlanın avucunun benin üzerinden yavaşça çekildiğini görüyor” (s. 32).

Bu dokunuşun ardından, “Sait bene iyice yaklaşıyor, yaklaşıyor, dikkatlice baktığında Ömür’ün her zamanki iri, kalın benini görüyor, ancak bu kez ortasında kırmızı nokta yok” (s. 33). Tüm roman Sait’in gözünden anlatılsa da, bu olaydan sonra metnin merkezine tamamen Yusuf yerleşiyor ve Yusuf’un biyografisi gittikçe metni kaplıyor. Bu dokunuş ânı da metin boyunca, “o malûm hadise” (s. 43) olarak sürekli anımsanıyor.

Sait ve Ömür oğulları Yusuf’un bu olağanüstü dokunuşunu açıklayabilmek için çeşitli yollar deniyor, yolculuklara çıkıp hocalarla görüşüyor, ama bir sonuca ulaşamıyorlar. Sait akıl hastanesindeki ablası Neşe’ye şifa vermek (ya da şifa bulmak) için oğlunu alıp Çanakkale’ye götürüyor. Ancak, beklediği sonucu alamıyor. Yusuf’un olağanüstü dokunuşu Ömür ile Sait arasındaki bir sır olarak kalıyor.

Yusuf’un olağanüstülüğü sonrasında daha açık biçimde dile getirilmeye de başlanıyor: “Yusuf’un derinlere nüfuz eden, yaşına göre kesinlikle olgun bakışları var, böyle düşünüyor Sait. Göz göze geldiklerinde hep oğlunun ona bir şeyler anlatacağı hissine kapılıyor, içinde alelade çocukça şeylerden fazlasını sakladığını çok iyi biliyor” (s. 65).

Olağanüstünün anlatılması fantastikte, büyülü gerçekçilikte, sürrealizmde ya da postmodernist kurmacada farklı niyetlere ve tekniklere dayanıyor, ama Kerem Eksen’in anlatımı bunlardan hiçbirine uymuyor, kendine özgü bir nitelik taşıyor.

Benzer biçimde annesi de Yusuf’a “özel” bir insan olarak yaklaşıyor: “Bebekliğinden beri toprakla oynamayı seviyor –doğaya düşkün, diyor Ömür, doğanın bir parçası olduğunu derinden hissediyor, aslında hepimiz öyleyiz ama işte unutmuşuz” (s. 67).

Anne ve babasının kendi çocuklarını biricikleştirmek için Yusuf’a bu tür özellikler atfettiğini söylemek mümkün. Ama metinde onların bakışı doğrulanmadığı gibi, hiçbir yerde yanlışlanmıyor da. Yusuf’un olağanüstü durumu herkesin inandığı bir “gerçeğe” dönüşmüyor ya da bunun aksine akıldışı sayılmıyor, “gerçekliği” sürekli askıda tutuluyor. 

Kırılma noktaları

Yusuf dört yaşındayken Ömür ve Sait’in bir kızları oluyor ve erken doğan Elif bir süre sonra ölüyor. Romanın ikinci kısmına geçildiğindeyse Yusuf’un artık lisede, 9. sınıfta olduğu, aradan 11 yılın geçtiği, ailenin Elif’in ölümünden sonra Manisa’dan Çanakkale’ye taşındığı öğreniliyor.

Lisedeki Yusuf daha çok köpeklerle ilgilenen, sıradışı bir çocuk olarak anlatılıyor, ama ondaki olağanüstülüğe, annesine dokunarak onu iyileştirdiğine duyulan inanç ikircikli bir konumda bırakılıyor. Bir yandan bu mucizeye inanılmakta, ama her şey sıradan bir akışla devam etmektedir.

Ömür’ün kanserinin yeniden nüksetmesinden kısa bir sonra ölmesi ise bir kırılma noktası yaratıyor.

Zamansal atlamanın daha geniş bir aralığı kapsadığı son bölümde, aradan yaklaşık 15 yıl geçmiş, Sait ölümün eşiğine gelmiştir, Yusuf ise hapishanededir. Yusuf eczacılık okuduktan sonra, daha “geleneksel” yöntemlerle insanları iyileştirenlerle çalışmaya başlamış ve yasal sorgulama nedeniyle iş yaptığı kişiler ortadan kaybolunca sorumlu kişi olarak hapishaneye girmiştir.

Hem hapishane ziyaretlerinde hem de babasına yazdığı uzun mektubunda anlattığına göre, Yusuf Belgrad yakınlarındaki bir ormanda, “ölümsüzlük” verdiğine inanılan bir yerde kendisini tamamen yenilenmiş hissetmiştir ve yeniden oraya gitmeyi planlamaktadır. Romanın son sahnesinde, Yusuf hastane odasında, ölüm döşeğindeki Sait’in başındadır ve “ölümden uzak o yer”e gitmek üzeredir. Bu son sahne sanrı mı, yoksa gerçek midir, okura bırakılır.

Umberto Boccioni, Halet-i Ruhiye III-Gitmeyip Kalanlar

Kaybolan kırmızı leke

Kerem Eksen anları anlatmayı seven, belli ki anların hayatta kırılma noktası yarattığına inanan bir yazar. Uyku Krallığı’nda Fikret hayatının son 13 yılını sorgularken değişim anlarını “ilk kez” fark ediyordu.[5] Bir değil, birden çok an Fikret’in hayatında kırılma noktası yaratmış görünüyordu. 

Ölümden Uzak Bir Yer’deyse tüm ailenin hayatında kırılma yaratan belli bir an sürekli öne çıkarılıyor –ki bu an metnin merkezindeki meselenin sürekli hatırlatılmasına imkân veriyor. Tüm metin boyunca sürekli dönülen an, Yusuf’un annesinin kırmızı lekeli benine dokunması ve benin ortasındaki noktanın yok olması.

Yusuf henüz iki yaşındayken yaşanan bu olay, sonrasında çözümlenmek için sürekli konuşulurken, Yusuf dört yaşına geldiğinde de hâlâ anımsanmaktadır: “Geriye, geçmişe döndüğünde giderek yoğunlaşıyor sis, özellikle de ‘her şeyin başladığı o âna’, o başlangıç ânına döndüğünde. Eskiden, yaşadıkları o ‘muazzam hadise’ Sait’in belleğinin orta yerinde tüm berraklığıyla parlardı –Ömür’ün çığlığı, Yusuf’un elini kaldırışı– ancak hepsi giderek soluklaşıyor” (s. 69, vurgular bana ait).

Sürekli tekrarlanmasıyla merkezi bir konuma kavuşan “her şeyin başladığı” o an, yaklaşık otuz yıl sonra da anımsanmaya devam edilir. Sait oğlunu ziyarete gittiğinde bir sır olarak bu ânı anlatır: “Aradan bir otuz yıl geçmesine, geçmiş olmasına rağmen o an birçok ayrıntı zihninde yeniden canlanıyor, dalgaların ortasındaki o dokunuş ânı, sonrasındaki çığlıklar, Ömür’ün ifadesi, Yusuf’un yavaşça kararan suratı…” (s. 125).

Oysa Sait’in Yusuf’a bir sır gibi anlattığı bu ânın, ölümünden önce Ömür tarafından Yusuf’a zaten anlatıldığı, oğulun babasına yazdığı mektupta aktarılır: “[B]en anneme hep minnettar oldum, bana olayı anlatması çok iyi oldu, ben şimdi hayattan ne bekliyorsam, hayatta her nerelere gelmişsem bu sayededir.”

Yusuf bu ânın anlatılması sayesinde hayatının değiştiğine inanır: “Ama işte ne zaman ki annem bana ‘gerçeği’ söyledi, ben dünyadaki yerim neresidir daha iyi anladım, o zaman affettim, seni de affettim, insanları da affettim, çünkü anladım ki ben başka bir yere aitim” (s. 127, vurgu bana ait).

Ömür’ün bu “sır”rı Yusuf’a anlatması metindeki olağanüstünün durumu açısından kritiktir. Yusuf’un olağanüstü dokunuşu aile içinde bir “sır”dır ve bunu öğrenene kadar Yusuf da sıradan bir hayat sürdürür. Ancak, Ömür bu olayı anlatınca Yusuf’un hayatı yön değiştirmiş, onu olağanüstünü aramaya itmiştir. Yusuf gerçekten o olağanüstü dokunuşa sahip midir, yoksa sadece anne ve babası mı buna inanmaktadır? Dahası, bu hikâye Yusuf’a anlatılınca o da buna inanmış ve yolunu bu inançla mı belirlemiştir? Yukarıda da söylediğim gibi, Yusuf’un olağanüstü dokunuşa sahip olup olmadığına dair net bir tavır yoktur metinde, bu sorunun cevabı daha çok okura bırakılır. Bu noktada Ömür’ün bu sırrı oğluyla paylaşması yeni bir olasılık yaratılmasını sağlar. Yusuf’un buna inandırılmış olabileceği ihtimalini yarattığı için kritiktir.

Buradayız (2013) ve Uyku Krallığı‘nın (2019) ardından Ölümden Uzak Bir Yer Kerem Eksen’in üçüncü romanı

Ânı anlatma arzusu

Ânın anlatılmasına bu denli önem veren ve metin boyunca belli bir ânı tekrar anlatan Kerem Eksen romanın yapısı açısından da belli anları öne çıkarır. Hatta metnin akışı parçalanarak, anlatılan hikâye kesintiye uğratılarak, Yusuf’un doğumundan önce yaşanan “an”ların hikâyelerine romanın bölüm başlarında yer verilir.

Kerem Eksen yekpare metin yerine yer yer fragmanter bir yapı kurmayı tercih ettiği için her bölümün başında bir ânı anlatıyor. Önce Sait’in 13 yaşındayken babasının ölüm ânına tanıklık etmesi, ardından Sait’in akıl hastanesindeki ablası Neşe’yi ailesiyle ziyarete gidişi, sonrasında Yusuf’un arkadaşlarına şiddet uygulama ânı ve nihayet Çanakkale’de köpeklerin ölüm ânına tanıklık edilmesi anlatılır.

Bölüm başlarındaki bu “an”lar metnin kesintiye uğramasına neden oluyor, ama Kerem Eksen’in “an”lara atfettiği önemi görmeye de imkân sağlıyor. Bu denli “ekonomik” bir anlatının tercih edildiği bir romanda ihmal edilebilir “an”ların sayısının artması metnin parçalı hale gelmesine yol açabilirdi.

Eksen’in anları önemsemesinin, aşağıda değineceğim gibi, metin içinde pek çok örneği de var. Yusuf’un hikâyesinden uzaklaşan bu “an” hikâyeleri metnin kalabalıklaştırılmak istendiği yerlerde daha belirgin hale geliyor. 

Kalabalığın romancısı

Kerem Eksen kalabalık metinler yazmayı tercih ediyor. İlk romanı Ben Burdayım’da romanın kahramanı Selim’in ev arkadaşı, aile üyeleri, iş arkadaşları, sevgilisi ve bu insanların çevresi hayli kalabalık bir kadro oluşturuyordu.

Yalçın Armağan ve Fatih Altuğ Beyoğlu’ndaki Kıraathane – İstanbul Edebiyat Evi’nde 20 Temmuz akşamı Ölümden Uzak Bir Yer‘i masaya yatıracak


Uyku Krallığı ise tek bir güne odaklanılmasına rağmen belleğin akışına kendini bırakmasıyla bir tür otobiyografik metne dönüşüyor, romanda Fikret’in hayatından geçen pek çok kişi anlatılıyordu. Öyle ki, romanda adı olan, ama sonrasında hiç söz edilmeyen pek çok karakter vardı. Belli ki Kerem Eksen tek bir kişiye ya da bir gruba odaklanmayı tercih etmiyor, kişileri geniş bir çevrenin içinde anlatmayı seviyor.

Ölümden Uzak Bir Yer Sait’in gözünden oğlunun anlatılmasıyla bir aile romanı ya da Yusuf’un biyografisinden ibaret olabilirdi. Ancak, Kerem Eksen bu kısa romanı kalabalıklaştırıyor.

Ölümden Uzak Bir Yer’deki ilginç noktalardan biri Ömür ve Sait’in hem Manisa hem de Çanakkale’deki yaşamlarında neredeyse hiç arkadaşları olmaması, çevreyle ilişkilerinden söz edilmemesidir. 33 yılın anlatıldığı romanda Sait ve Ömür’ün gündelik hayatlarında karşılaştıkları kalabalıktan kimseye ver verilmiyor. Metnin Yusuf’un hayatına odaklanmasının olağan bir sonucu bu. Metni parçalı bir yapıdan kurtarmak için bunun elzem olduğu da söylenebilir. Yusuf’un biyografisi metinde o denli belirleyici ki, başkalarına yer açmak zorlaşıyor. Her ne kadar yazarın arzusunun başkalarına daha çok yer açmak olduğu fark edilse de, Yusuf merkezdeki konumunu koruyor. 

Romandaki diğer kişilere bakıldığındaysa aile üyelerinin öne çıktığı fark ediliyor. Sait’in ağabeyi Ercan ve onun ailesi, akıl hastanesindeki ablası Neşe ve özellikle sonda önemli bir figüre dönüşen Muzaffer ağabey önemli bir yer tutuyor. Ömür’ün anne babası, teyzesi, nedense romanın başında yer alan ama sonra hiç yer verilmeyen kız kardeşi Nihan olaylara bir yerde dahil oluyorlar.

Bu karakterlerin hiçbiri metinde önemli bir konuma yükselemiyor, Yusuf’un hikâyesinin gölgesinde kalıyorlar. Hatta bazıları birer “tip”e dönüşüyor. Mesela, Çanakkale’de yaşayan Sait’in ağabeyi Ercan, belli ki, Eksen’in “tipik bir karakter” yaratma arzusunun ürünü. Sürekli iş kurmaya çalışan, ama sürekli batan Ercan karakteri, tipik aile ve taşra yaşantısının romandaki temsilcisi gibi görünüyor.

Ercan’ın metinde yer almasının başka bir işlevi de Sait’in kendi hayatının dışında başka bir hayatı özlemesini anlatmaya imkân vermesi. Sait Ercan’ı Çanakkale’de ziyaret ettiğinde, onunla birlikte dükkânına gidiyor ve romanın kalabalıklaşmasına yol açan esnafla tanışıyor. Sait’in başka bir hayata imrenmesinin anlatılması açısından işlevsel olabilecek bu sahnelerde, Eksen yine hem uzak hikâyeleri metne dahil etme hem de metni kalabalıklaştırma eğilimini ele veriyor.

Ercan’ın ya da Çanakkale esnafının Yusuf’un biyografisi açısından bir işlevi olduğunu söylemek zor. Benzer biçimde İzmir’de ziyaret edilen Esma teyzenin evindeki çocuk (Serhat) da romanı kalabalıklaştırsa bile, Yusuf’un hikâyesine dahil edilemediği için hızla çepere itiliyor.

Kerem Eksen bu romanı biyografiye niyetlenerek yazmış değil, önceki romanlarındaki bazı özellikleri buraya taşıyor. Ancak, Ölümden Uzak Bir Yer, tıpkı önceki romanlardaki ironinin ya da italiklerin bu romana taşınmaması gibi, diğer romanların yapısında işlevsel olan kimi tekniklerin önemini kaybetmesine yol açıyor.

Yusuf’un lise ve sonrasının anlatıldığı bölümlerdeyse başta dar bir kadro varken hikâye katmanlaştıkça kişi sayısı da artıyor: Yüksel, Nadira Azayeva, Bogdan Dragiç gibi uzak kişilerin hikâyeleri metne dahil ediliyor. Ancak romanın son bölümündeki kalabalıklaştırma eğilimi önceki bölümlerdeki gibi yan hikâyelerin metne “genişçe” girmesine yol açmıyor, yalnızca Yusuf’un biyografisini anlayabilmek için aktarılıyor ve bu yanıyla da romanın genel yapısına daha uygun bir işlev yükleniyor.

Şunu söylemek mümkün: Kerem Eksen fragmanter yapı kurmayı arzuladığı ve bunun için birbirine uzak hikâyeler anlattığı yerlerden daha çok yekpare bir anlatı kurduğu yerlerde metnin vaadine daha uygun davranıyor. Bu kısımlarda Yusuf’un biyografisi daha belirginleşiyor, birtakım yan hikâyeler olsa da, bunlar akışı kesintiye uğratmıyor.

Biyografik roman mı?

Ölümden Uzak Bir Yer Kerem Eksen’in genel yazma eğilimlerinin aksine fragmanter yapının ve kalabalığın metinden arındırılması ve böylece Yusuf’un hikâyesinin öne çıkarılması sayesinde sıradışı bir biyografik romana dönüşüyor.

Romanın akışını uzak hikâyeler ya da anlar değil, Yusuf’un biyografisinin sunulması sağlıyor. Sait’in hikâyesi gibi başlayan, ama sona gelindiğinde onun “Yusuf’un babası Sait”e dönüştüğünü itiraf etmesiyle metin artık tamamen Yusuf’un biyografisi haline geliyor. Dolayısıyla, Yusuf’un biyografisiyle ilgili her şey metnin bir parçası olarak kıymetli hale gelirken bunun dışındaki her olay, hatta her kişi çepere itiliyor.

Çepere itilenlerin metinde kapladığı yer azaldıkça roman da güçleniyor. Ölümden Uzak Bir Yer’in kısa olmasına rağmen hayli yoğun ve bu sayede vurucu bir metin hissi vermesi de Yusuf’un hikâyesinin metinde işgal ettiği yerden kaynaklanıyor.

Belli ki Kerem Eksen bu romanı biyografiye niyetlenerek yazmış değil, önceki romanlarındaki bazı özellikleri buraya taşıyor. Ancak, Ölümden Uzak Bir Yer, tıpkı önceki romanlardaki ironinin ya da italiklerin bu romana taşınmaması gibi, diğer romanların yapısında işlevsel olan kimi tekniklerin önemini kaybetmesine yol açıyor.

Gerçek mi, vehim mi?

Romanda Yusuf’un biyografisinin bu denli öne çıkmasının nedeni olağanüstü bir hikâyeye sahip olması. Bu denli çarpıcı ya da aykırı bir olay seçildiğinde, kaçınılmaz olarak, hikâyenin kendisi öne çıkıyor. Hikâyenin kendisi öne çıkınca da roman tekniğine getirilmiş yenilikler metinde önemsiz ya da ihmal edilebilir hale geliyor.

Ölümden Uzak Bir Yer Kerem Eksen romancılığında tahkiyenin öne çıktığı yeni tarza işaret ediyor. Böyle bir romanın genel okurun ilgisini daha çok çekeceğini söylemek mümkün. Ancak, merkezdeki olayın olağanüstü niteliği günümüzün seküler okurunu ne denli ilgilendirir, tahmin etmek zor. Olağanüstünün ya da metindeki adıyla mucizenin olağan biçimde anlatılmasını –Ölümden Uzak Bir Yer’in dışına çıkarak– bir yandan edebiyat teorisinin içinden, diğer yandan tarihsel dönem açısından tartışmak gerekiyor. Olağanüstünün anlatılması fantastikte, büyülü gerçekçilikte, sürrealizmde ya da postmodernist kurmacada farklı niyetlere ve tekniklere dayanıyor, ama Eksen’in anlatımı bunlardan hiçbirine uymuyor, kendine özgü bir nitelik taşıyor. Kerem Eksen, bu doğaüstü niteliğin “insanların zihninde birtakım dişlileri harekete geçireceğine ve çok zengin çağrışım alanları açacağına dair güçlü bir inancı” olduğunu söylese de tam tersi bir etki yapması da mümkün. Metni büyük bir keyifle takip etsem de bu doğaüstü olaya ikna olamadım. Metinde bu olayın “gerçek” olduğu net biçimde dile getirilse metni okumam hayli zorlaşırdı. Ancak, bu olay bir sır olarak saklandığı için yazarın gerçekleşmiş bir olay olarak anlatmadığını, daha çok gerçek olduğuna inanılan bir olay olarak anlattığını düşündüm. Dediğim gibi, Eksen bu meseleyi okura bırakıyor. Metinde bu olağanüstü olayın gerçek mi, yoksa vehim mi olduğu sürekli askıda tutuluyor, buna karar vermek daha çok okura kalıyor.

Ölümden Uzak Bir Yer olağanüstünü anlatmasıyla birtakım sorunlara yol açsa da, özellikle tahkiyenin öne çıkarılmasıyla Kerem Eksen edebiyatında yeni bir aşamaya işaret ediyor. İlk romanında özellikle genel okur açısından “ağır” bulunacak teorik soruların ardından giden Eksen ikinci romanında hikâyeleri iç içe geçirirken birtakım roman tekniği sorunlarına metninde yer vermişti. Bu nedenle de genel okurun zorlanacağı metinlerdi bunlar. Ama Ölümden Uzak Bir Yer’de, kendini anlattığı hikâyeye daha çok bırakıyor. Hikâye anlatmakta ustalaşıyor Kerem Eksen, roman teorisi ya da tekniği sorgulamasını geri çekiyor. Sonraki romanında bu özelliğin daha da öne çıkacağını tahmin ediyorum.


[1] Kerem Eksen, Buradayız, İstanbul: Alef, Haziran 2013.

[2] Kerem Eksen, Uyku Krallığı, İstanbul: Everest, Nisan 2017.

[3] Kerem Eksen, Ölümden Uzak Bir Yer, İstanbul: YKY, Nisan 2022.

[4] Kerem Eksen, “Ölümsüzlük başlı başına bir kâbus olabilir…”, Söyleşiyi yapan: Aslı Örnek, k24, 5 Mayıs 2022. https://t24.com.tr/k24/yazi/kerem-eksen-olumsuzluk-basli-basina-bir-kabus-olabilir,3691

[5] Uyku Krallığı’ndaki roman tekniğini şurada ayrıntılı ele almaya çalışmıştım: Uyku Krallığı’nda Mimetik Bütünlük”, Mesafeyi Aramak: 2010’lu Yılların Romanları Üzerine Yazılar içinde, haz. Jale Özata Dirlikyapan, İstanbul: Metis Yayınları, 2022, ss. 195-210.

^