1960’lı ve 70’li yıllar popüler müziğin büyük ivme kazandığı, sanatsal ve kültürel anlamda çok hareketli ve heyecan verici bir dönemi imliyor. Bu rüzgârdan Ortadoğu’nun kadim kentlerinden Beyrut da nasibini almış, dönemin gençleri bu heyecan verici dalgaya kendi sesleriyle katılmıştı. Bu isimlerden biri de Roger Fakhr isimli genç bir müzisyendi. Lübnan’da harareti artan siyasi karmaşanın ortasında, albüm yapma hayali kuruyor, şarkılar yazıyordu. Tam bu sırada Lübnan İç Savaşı patlak vermiş, sokaklara müziğin sesi değil, silah sesleri hâkim olmuştu. Gençler evlerine çekilir, perdeler kapatılır, ışıklar erken saatlerde kısılır, korku ve tecrit tüm şehri ele geçirirdi. Roger Fakhr patlamaların ve siren seslerinin arasında ilk ve tek albümü Fine Anyway’i kaydetmeyi zorluklarla da olsa başardı. Sonrasında, Beyrut’un trajedisi onun da hayatının bir parçası oldu. Şehrin ona sunabileceği bir gelecek yoktu artık. Bavullar toplandı, “yaşam artık başka yerdeydi”.
Almanya çıkışlı plak şirketi Habibi Funk bir süredir Ortadoğu’dan 60’lı ve 70’li yılların az bilinen müzisyen ve gruplarının albümlerini hem dijital hem de plak olarak yeniden basıyor. Roger Fakhr’in Fine Anyway’i de Habibi Funk’ın katalogları arasına giren bir albüm oldu. Fine Anyway, Tim Buckley, Bob Seeger –ve hatta Türkiye’den muadili sayabileceğimiz, Çekirdek Sanat Evi– esintileri taşıyan dört başı mamur bir şarkıcı-şarkıyazarı albümü. Müzik tarihi birçok geç buluşmaya, geçmişi bir yerden yakalama
hikâyesine sahne olmuştur. Roger Fakhr de bu müzisyenlerden. Kendi ifadesiyle her daim tarih fırtınasını bir adım geriden izleyerek “zamanın tanığı” olmuş, savaş ve zorunlu göç nedeniyle müziğe ara vermiş olmasına rağmen hep elinin altında bulundurduğu gitarıyla zamanını beklemiş. Şimdilerde dijital mecralar sayesinde yıllar sonra genç nesillerle buluşan Fine Anyway’in hikâyesini, o günlerin ve bugünlerin Beyrut’unu Roger Fakhr’dan dinliyoruz.
İlk ve tek albümünüz Fine Anyway’le başlayalım. 1977’de yayınlandı, geçtiğimiz nisanda Habibi Funk Records etiketiyle yeniden master’ı yapıldı ve hem plak olarak hem dijital platformlarda dinleyicilere sunuldu. Fine Anyway’in yeniden yayınlanması nasıl oldu?
Roger Fakhr: Fine Anyway 1970’lerin başında yazıldı, ama kaydı 1977’de, Beyrut’ta yapıldı. Albümün varlığından Beyrut’taki müzisyen arkadaşlarım sayesinde haberdar olan Habibi Funk’ın kurucularından Jannis Stuertz benimle iletişime geçti, Fine Anyway’i çok sevdiğini, yeniden basmak istediğini söyledi. İlk başta hayır dedim, çünkü parçaları o dönemki imkânsızlıklar yüzünden tam olarak kafamdaki gibi kaydedememiştim. Jannis tereddütlerimi anlayışla karşıladı, “ne zaman hazır olursan o zaman basarız” dedi.
Ne kadar müzik varsa hepsi Beyrut’ta vardı. Fairuz, Ziad Rahbani, Ümmü Gülsüm’ün yanısıra Dylan, Beatles, Elvis, Janis Joplin, Clapton, James Taylor, Jim Croce, Emerson, Lake and Palmer, Procol Harum çok dinlenirdi.
2020 Ağustos’unda, Beyrut’ta o büyük patlama oldu.[1] Patlamanın ardından Jannis yeniden benimle iletişime geçti. Habibi Funk’ın saldırıda hayatını kaybedenler ve yaralananlar için Beyrutlu müzisyenlerin –aralarında benim de tanıdığım Issam Hajji Ali, Toufic Farroukh, Abboud Saadi, Munir Khauli gibi çok iyi müzisyenler de vardı– bir araya geldiği Solidarity with Beirut isimli bir toplama albüm çıkaracaklarını, gelirini Lübnan Kızıl Haç Örgütü’ne bağışlayacaklarını, benim de bu organizasyonda yer almamı istediğini söyleyince, bu sefer tamam dedim.
O albümde Fine Anyway’den “Lady Rain” adlı şarkı yer aldı. Albüm yayınlandıktan sonra “Lady Rain”le ilgili çok iyi geri dönüşler oldu ve Fine Anyway’in yeniden yayınlanmasına dair tereddütlerim bir nebze azaldı. Jannis’le irtibata geçerek albümü yeniden yayınlamaya hazır olduğumu söyledim. Birlikte parçaları seçtik, düzenledik ve Fine Anyway çıktı.
Fine Anyway’i bir günde, epey düşük bir bütçeyle ve çok eski bir analog stüdyoda kaydetmiştiniz. O süreci anlatabilir misiniz? “Keşke şurasını şöyle yapmasaydım” dediğiniz yerler veya albümün geneline dair pişmanlıklarınız var mı?
Evet, Fine Anyway’i sadece bir günde, stüdyoda sekiz saat geçirerek kaydettik, birkaç gün sonra da dört saatlik bir stüdyo mesaisinde miksi yapıldı. Albümü Nabil Mümtaz’ın sekiz kanallı kayıt imkânı veren stüdyosunda kaydettik. Sekiz kanallı kayıt o dönem müzisyenler için hem bir yenilik hem de lükstü.
Benim için şarkı akorlarla başlar. Sonra ritm ve son olarak sözler gelir. Bu her zaman böyle olmuyor elbette. Çoğu zaman ritm, akor ve melodi aynı anda gelebiliyor. Şarkıyazarlığı açısından James Taylor en önemli ilham kaynağımdı.
Albümün kayıt hikâyesine gelince, 1970’lerde Paris’ten yeni dönmüştüm. Issam Hajji Ali ve Toufic Farrouk’la beraber, Beyrut’un Qantari semtinde ailemin evinde yaşıyordum. Savaş yüzünden ailem dağlardaki evimize taşınmıştı, Qantari’deki evimiz boştu. Babam orada kalmama müsaade etmişti. Ben Issam’ı, o da Toufic’i davet etti, böylece beraber yaşamaya başladık. Orada birlikte müzik yaptık. Bir gün, Issam’ın albümünün (Mousalt Ila Jacad El Ard) çıkmasından cesaret alarak, kendi albümümü kaydetmeye karar verdim. Ama hiç param yoktu. Toufic kardeşini albümü finansmanı üstlenmeye ikna etti ve öyle başladık. Kendisine hâlâ bu konuda minnettarım.
Şarkılarımın ham hali basit aranjmanlardan ve yapılardan oluşuyor. Kayıt süreciyle birlikte şarkılara bazı hızlı aranjmanlar yaptık; ikinci gitarda Issam yer aldı. Toufic ise flüt, saksofon ve perküsyonları çaldı. Dostum ve ilham kaynağım Bruna ise geri vokalde katkı yaptı. Parçalar üzerinde tüm gün boyunca çalıştık ve canlı olarak çaldık. Aynı günün akşamında parçaların ham halini bitirmiştik. Sabah stüdyoya gidip albümü kaydettik.
Kayıtla ilgili “keşke”lerim var elbette. Parçalar üzerinde yeteri kadar çalışamamamız hep içimde ukde kalmıştır. Ama o dönem başka bir şansımız yoktu. Savaşın yarattığı belirsizlik ortamı herkesi huzursuz ediyordu, bu yüzünden elimizdeki malzemeyi hızlıca kaydetmemiz gerekiyordu.
1970’lerde, savaş başlayana dek, Beyrut’un müzik ve kültür ortamında çok aktif bir hayatınız varmış. O dönem hakkında neler söylemek istersiniz?
Savaş başladıktan sonra bunun geçici bir durum olduğunu umarak Beyrut’tan birçok kez ayrılmıştım. Her zaman bir şekilde geri dönmeyi istedim, döndüm de. Müziğimi o yıllarda etrafımdaki müzisyen dostlarımla birlikte geliştirmeye çalışıyordum. Çevremde sadece Fine Anyway’i beraber kaydettiğimiz Issam ve Toufic değil, Raymond Sabbah, Ziad Rabbani, Abboud, Walid Tawil ve özellikle ud konusunda çok başarılı olan Elia Saba ve sonradan aramıza katılan birçok müzisyen vardı. O dönemin çok büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Çok sayıda sanatçıyla tanışıyor, çeşitli gruplara dahil oluyor, politik tartışmaları dikkatle izliyordum. Ama doğrudan politik bir hareketin safında olmadım.
Müziğim zaman içinde farklı tarzları dinleyerek değişti, gelişti. İlk zamanlardaki performansımdan pek memnun değildim. 1978’di galiba, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde bir konser vermiştim. O konserin kaydını ne zaman dinlesem her saniyesinden nefret ediyorum. Bu konserden kısa bir süre sonra Norveç’e gittim ve orada Top 40 isimli bir grupla çaldım. O süreçten de pek hoşlanmadım ve altı ay sonra geri döndüm.
Beyrut’un çok renkli bir kültürel tarihi var. Bununla beraber, kent yıllar içinde defalarca trajedilerle karşılaştı. Bugün Beyrut sizin için ne ifade ediyor?
Bugün için diyorsanız, Beyrut benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Lübnan’daki dostlarım Beyrut’un hâlâ özel bir yer olduğunu anlatmaya devam etseler de bence o güzelliği artık kalmadı.
İç savaş döneminde nasıl bir ortamdaydınız, o günlerde müziğin hayatınızda nasıl bir yeri vardı?
O dönem müziğe, sanata yeni başlamış heyecanlı, tutkulu gençlerdik. Hayata yeni adım atarken savaşın yıkıcılığı ve belirsizliğiyle mücadele etmeye çalıştık. Dışarıda özgürce dolaşamıyor, müzik yapamıyor ve başkalarıyla bir araya gelemiyorduk. Bu anlamda, Qantari semti bizim için güvenli bir barınaktı, orada birlikte müzik yaptık, güzel zaman geçirdik. O tarihlerde Hamra’daki[2] Pizza & Vino’da her gece Issam, Toufic ve benden oluşan bir trio ile müzik yapıyorduk. Bu bizim için çok kıymetli bir pratikti, orada vakit geçirmek bize normal bir hayat görüntüsü sunuyordu.
Savaş koşulları tüm hayatı durdurduğu gibi insanı sonu belirsiz bir sürecin içine hapsedebiliyor. Savaş koşullarında yaşamak sizi nasıl etkiledi?
Lübnan büyümek ve yaşamak için inanılmaz bir yerdi, farklı kültürler, dinler, yaşam tarzları bir aradaydı. 1975’te savaş patladığında yirmili yaşların başındaydık, müzik etrafımızda filizleniyordu. Savaşın başlarında karışıklık ve öngörülemez olaylar yaşanırken, bunların bir şekilde duracak çatışmaların başlangıcı olduğuna hep inandık. Meydana gelen şiddet olayları –ağır silahlı milisler, her yerde barikatlar, adam kaçırma, din veya siyasi geçmişe dayalı cinayetler– hız kestiğinde küçük toplantılarda veya konserlerde çaldık. Savaşın durmaması bizi sinirli, öfkeli sanatçılara dönüştürdü. Tüm ülke felç olmuştu. Okul, iş, sosyal hayat, her şey durmuştu. İnsanlar kendi siyasi ve dini görüşüne göre eline silah alıp birbirini vuruyordu. İktidar savaşları da en sert biçimde başlamıştı. Birlikte misket oynadığımız, eğlendiğimiz insanlara sırf dini veya siyasi görüşü nedeniyle ateş edemez, onları öldüremezdik, savaşa inanmadığımız için birbirimize yetiyorduk. Hal böyle olunca bizim kuşağımız daha Covid-19 gelmeden önce tecritte yaşamayı öğrenmişti.
Müziğin evrensel bir mesaja sahip olduğu bir dönem vardı. Bugün içinse her şey çok farklı. Müzik mekanik ve teknoloji ağırlıklı bir şeye dönüştü. İçinde artık daha az sanat ve duygu var.
İç savaştan önce Beyrut’ta nasıl bir müzikal ortam vardı, kentin çok kültürlü yapısıyla sizin müzikal eğilimleriniz arasında nasıl bir etkileşim oldu?
1960’ların sonunda ve 70’lerin başında Beyrut kültürel olarak sürekli gelişen, ilerleyen bir şehirdi. Birçok sanatçı, müzisyen, şair, dansçı ve tiyatro oyuncusu kendini kendi dilinde ifade edebiliyordu. Müzikal olarak Arap müziği, rock, pop, folk ve diğer ülkelerde popüler olan ne kadar müzik varsa hepsi Beyrut’ta vardı. Fransız, İtalyan, İngiliz ve Amerikan müziğiyle iç içe yaşadık. Bu çok sesli ortamı sokaklarda, parklarda, barlarda Arap müziğiyle harmanladık. Fairuz, Rahbani Kardeşler, Ziad Rahbani, Sabah Wadih el-Safi, Ümmü Gülsüm’ün yanısıra her yerde rock, folk ve pop cover’ları çalan gruplar vardı. Bob Dylan, Beatles, Elvis Presley, Janis Joplin, Eric Clapton, Cat Stevens, James Taylor, Jim Croce, Crosby, Stills, Nash and Young, Lindisfarne, Emerson, Lake and Palmer, Procol Harum çok dinlenirdi. Yirmili yaşlarımızın başında İngiliz ve Amerikan müziğinden çok etkilendik. Elimize enstrümanlar alıp dünyayı etkileyen bu müziği taklit etmeye çalışıyorduk. Bu dönem aynı zamanda birçok rock, pop ve saykodelik grubun ortaya çıktığı, müziğin her yerde, kafelerde, restoranlarda, otel lobilerinde, konser sahnelerinde olduğu, Woodstock’ın yapıldığı, ama aynı zamanda Vietnam Savaşı’nın ve ölümün hızla yayıldığı bir zamandı.
Bir dönem Fairuz ve Ziad Rahbani ile çalıştınız. Bu iki büyük ismin müziğinize nasıl bir etkisi oldu?
Fairuz ve Ziad Rahbani muazzam müzisyenler. Onlara saygım sonsuz. Fairuz’un büyüleyici bir sesi var ve o ses Lübnan’ı temsil ediyor. Ziad da Lübnan müziğinin karakteristik bir taşıyıcısı. Fairuz’un müziğinin bana tam olarak nasıl bir katkısı olduğunu bilmesem de, onu her zaman her yerde dinlemişimdir. Onu her zaman yanımda taşıdığımı söyleyebilirim. Ziad’la Issam sayesinde 1970’lerin sonunda tanışmıştım. Ziad Batı’yla Doğu’yu müzikal olarak olağanüstü harmanlayan bir dahi. Ziad’la çalma şansına da eriştim. Kendisi Brezilya müziğini sever ve Jobim, Baden Powell, Gilberto Gil gibi isimleri dinler. Bazı şarkıları için bu müziğe ait gitar ritmlerine ihtiyacı vardı, ona büyük bir memnuniyetle bu konuda yardımcı oldum. Ziad Lübnanlı müzikseverlerin pek aşina olmadığı bir şekilde, caz ve diğer türleri Arap müziğine entegre etmeye çalışıyordu, ki bu hayranlık uyandırıcı bir şeydi. Ayrıca, Lübnan halkını ve dünyada olup bitenleri hem sosyal hem de politik olarak derinlikli bir şekilde anlayabiliyordu. Beyrut’ta savaş devam ederken verdiğim konserlere katılma nezaketini de gösterdi. Ziad şarkı sözlerini doğrudan Lübnan’a yönelik olarak Arapça yaparken ben biraz da uluslararası arenada boy gösterebilmek için İngilizceyi tercih etmiştim.
Yıllar içinde Lübnan, Paris, Los Angeles gibi yerlerde yaşadınız. Bunca yıl sonra evim diyeceğiniz bir yer var mı? Yoksa arayış sürüyor mu?
Şimdilerde Kuzey California’da San Francisco Bay Area’da yaşıyorum ve burayı seviyorum. Geldiğim yerin devamı olarak “Körfez Rotası” olarak adlandırmayı seviyorum, ama hayatım boyunca transit olma hissi ile yaşadım. Artık yerleşik bir hayat içindeyim, çünkü burada evlendim, bir oğlum oldu. Artık hayatıma sabit bir yerde devam etmek durumundayım. Ama arada koltuk batıyor açıkçası. Hayatıma daha ne kadar şimdiki haliyle devam edeceğimi göreceğiz. Kim bilir?
Fine Anyway şarkı sözleriyle de dikkat çekiyor. Aşk, barış, yol ve özgürlük gibi temalar öne çıkıyor. Tarzınız bu anlamda 1970’lerdeki şarkıcı-şarkı yazarı geleneğine yaslanıyor ve akla Tim Buckley, Nick Drake, Bob Dylan gibi isimleri getiriyor. Şarkı yazarlığı hakkındaki düşünceleriniz neler?
Benim için şarkı gitar üzerinde her zaman akorlarla başlar. Sonra ritm ve son olarak sözler gelir. Bu her zaman böyle olmuyor elbette. Çoğu zaman ritm, akor ve melodi aynı anda gelebiliyor. Şarkı yazarlığı açısından James Taylor en önemli ilham kaynağımdı. Beatles, Bee Gees, Fransız müziği ve Avrupa’dan başka müziklere de çok ilgiliydim. Benim kuşağım müzikal olarak “Britanya istilası” diyebileceğim 1960’lardaki hareketlilikle iç içe büyüdü. Gitar çalmaya başladıktan sonra daha fazla müzik dinlemeye başladım. Jim Croce, JJ Cale, Joan Armatrading gibi gitar çalıp şarkı yazan müzisyenleri çok dinliyordum, America gibi grupları da aynı şekilde. Her ne kadar stilini kendime çok yakın hissetmesem de Jimi Hendrix’in çok iyi bir şarkı sözü yazarı olduğunu düşünürüm. Bunların haricinde Led Zeppelin, Fleetwood Mac, Jethro Tull gibi farklı tarzlardaki grupları dinliyordum. 1960’ların sonu ve 70’ler müzik için çok özel bir zamandı.
Beste yaparken, sözü yazarken nelerden ilham alıyorsunuz? Hayran olduğunuz şairler var mı?
Hayranı olduğum şair yok, ama şarkı yazarlarını şair gibi görüyorum. Şarkı sözü yazarken özel bir yaklaşımım olmuyor. Çevresel şartlara bağlı olarak bazen bir cümle olduğu gibi çıkıveriyor. Eğer yanımda gitar yoksa onu bir yerlere yazıyorum. Diğer zamanlarda, klavyeyle ilham verici bir melodiyi sözlerle birlikte çalıyorum. İlham çok farklı kaynaklardan gelebiliyor: İnsanların davranışları belirleyici olabiliyor, bazen de kişisel bir duygu, hatta yağmurun yağışı…
Söz ve müzikler içimden gelip notlara ve şarkıya dönüşüyor, ben sadece onları aktaran bir aracıyım. Tüm bunları nasıl yazdığıma dair net bir fikrim yok aslında. Şarkılar çoğu zaman bir anda ortaya çıkıp yazılıyor. Hiçbir zaman “şu konu hakkında yazacağım” diye gitarı elime almıyorum. Konular ve temalar çevremden etkilenerek oluşuyor. Çevreme uyum sağlamış bir haldeysem ve havamdaysam, söz ve müzik doğrudan geliyor. Ve gün boyunca devam ediyor. Bu süreçte beklediğimden daha fazla materyal ortaya çıkıyor. Ayrıca, şarkıyı yazdıktan sonra ona ciddi bir şekilde geri dönmüyorum. Şayet şarkı çok kısaysa, eklenecek bir şeyler varsa, yeniden aynı ruh haline kolay kolay dönemiyorum. Tahminimce birçok dostum aynı şeyi yapıyor, ama ben “mış” gibi yapmakta çok kötüyüm. Şarkı yazdığım zaman kendimi rahat hissediyorum. Kendimi bir icracıdan çok bir şarkı yazarı olarak görüyorum.
Günümüz müziği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Geçtiğimiz yıldan beri oldukça yaratıcı bir moddayım ve hem yıllardır yazdığım şarkılar üzerine çalışıyorum hem de yeni şarkılar yazıyorum. Dışarıda olup bitene dair çok az ilgim var açıkçası. Özellikle 1980’lerin başından sonra bu halim daha da belirginleşti. Müziğin evrensel bir mesaja sahip olduğu bir dönem vardı. Bugün içinse her şey çok farklı. Şirketler bir anda “yıldızlar” yaratıyor. Müzik mekanik ve teknoloji ağırlıklı bir şeye dönüştü. İçinde artık daha az sanat ve duygu var. Birçok şarkıcı aynı tarzda şarkılar söylüyor. Yine üzülerek söylüyorum, Doğu hem sunumuyla hem de tarz açısından Batı’yı taklit ediyor. Bununla beraber, Batı müziğinde Doğu’ya ve Afrika’ya özgü müzik türleri giderek daha görünür hale geldi ilginç bir şekilde. İnternet sağolsun, dünyanın farklı yerlerinden gelen müziklere kolaylıkla ulaşabiliyoruz artık.
1980’lerde “Gypsy Fire” isimli bir albüme denk gelmiştim. Albümde Richard Hagopian, Ömer Faruk Tekbilek, Yuri Yunakov, Arto Tunçboyacıyan ve Ara Dinkjian vardı. Parçaların ritminden, melodilerinden ve vokal tarzından çok etkilenmiştim, albümü dinlemekten kopamamıştım.
Müziğin sınırlarla, bayraklarla, kimliklerle sınırlanmasına itirazınızın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Blues ve caz dinlemekten asla vazgeçmedim, benim için ölümsüz müzik türleri bunlar. Bugün kulaklarım dünyanın her yerinden gelen müziklere karşı dikkat kesiliyor. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu, hatta Doğu Avrupa, Asya, dünyanın en uzak coğrafyaları dahil olmak üzere pop, rock, ne varsa… Her zaman iyi müziğin, iyi vokalin hayranı olmuşumdur. Bugün için ne bireysel ne de grup olarak birileri ilgimi çekiyor açıkçası. Beatles’tan beri hiçbir grup ya da müzisyen beni kendine onlar kadar çekmedi. Music without Borders (Sınırları Aşan Müzik) gibi farklı sanatçıları bir araya getiren oluşumları dikkatle takip ediyorum. Bugün dünya müziği müziğe ait kültürel sınırları kırıyor. Eskiden Afrika müziği “barbarca” ve “gürültülü” bulunuyordu. Bugün öyle bir şey söz konusu değil. Şayet müzisyenler dünyayı yönetseydi dünya bugün daha sağlıklı olurdu, savaşmak yerine dans ediyor olurduk.
Türkiyeli müzisyenlerden kimleri biliyorsunuz?
Türkiye’den müzisyenleri dinleme şansım pek olmadı. Ama 1980’lerde Gypsy Fire isimli bir albüme denk gelmiştim. Albümde Richard Hagopian, Ömer Faruk Tekbilek, Yuri Yunakov, Arto Tunçboyacıyan ve Ara Dinkjian vardı. Sözleri anlamasam da albümdeki parçaların ritminden, melodilerinden ve vokal tarzından çok etkilenmiştim, albümü dinlemekten kopamamıştım.
İç savaştan sonra Beyrut çok kültürlü yapısını koruyabildi mi? Ortadoğu’ya baktığınızda nasıl bir fotoğraf görüyorsunuz?
Lübnan’a California’ya taşındıktan 18 yıl sonra, 1999’da birkaç haftalığına gitmiştim. Elbette her şey çok değişmişti, ama insanların hâlâ ümidi vardı ve Lübnan’ın ruhu kırılmamıştı, sapasağlam duruyordu. 2017 veya 2018’di, Beyrut’u yeniden ziyaret ettiğimde, yapılaşma yüzünden şehri tanımakta zorlandım. Bu yabancılaşmanın ardında kendi duygularım olduğu kadar insanların kendilerine dayatılan yaşam koşullarına boyun eğmelerinin de etkisi vardı diyebilirim. Ancak bu seyahatten oldukça hoşlanmıştım, çünkü eski müzisyen dostlarımı görmüş, Beyrut sokaklarında uzun yürüyüşler yapmıştım, ki 70’lerin başlarında bunu çok yapardım, çok özlemiştim. Ama her şey bir o kadar farklıydı. Belki de artık ben değişmiştim.
Ortadoğu muazzam bir yer olabilir, ama insanlar birbirlerine kültürel ve kimlik olarak benzeseler de çok bölünmüş durumdalar. Neden böyle olduğunu bilmiyorum. Ama tüm dünya bölünmüş durumda. Geçenlerde gördüğüm bir karikatürde, uzaylılar dünyadaki karmaşayı izliyordu. Sonra bir uzaylı şöyle diyordu: “Uzun lafın kısası, dünyalılar kardeş olduklarını ve aynı gezegende yaşadıklarını unuttular; birlikte yaratmak, gelişmek yerine, kendilerini ayıran görünmez sınırları, inançları ve yapıları hayal ettiler ve birbirlerini, üzerinde yaşadıkları dünyayı yok etmeye başladılar.”
Beyrutlu genç kuşak müzisyenler, özellikle Yasmine Hamdan, Wanton Bishops gibi isimler kentin kültürel mirasını günümüze taşıyor. Yeni nesil müzisyenler hakkındaki düşünceleriniz neler?
Kentin zengin kültürel mirası hâlâ ayakta, ama hangi kültür ve hangi miras? Şimdi Beyrut’taki müzikal ortama baktığımda birçok naylon müzik görüyorum. Ama aynı zamanda çok iyi gruplar, müzisyenler var: Mashrou’ Leila, Munir Khauli, Sima Itayim… Ama üzülerek söylüyorum, bu iyi gruplar ve müzisyenler ne yazık ki tanıtılmıyor, öne çıkamıyor, birçok değerli müzisyen gölgede kalıyor.
Yeni bir albüm yapmayı düşünüyor musunuz?
Yeni bir albüm yapmayı istiyor muyum? Bu, her sabah kalktığımda kendime sorduğum soru. Müziğimi dijital ortamlarda keşfedip bana albümle ilgili olumlu dönüş yapan bir dolu genç kuşak müzik dinleyicisi var. Bu da beni cesaretlendiriyor. Jannis’in Fine Anyway’i ortaya çıkarmasıyla birlikte kafamda yeni fikirler de oluştu. Yeni albüm için gayet motiveyim yani, umarım yakındır. İnşallah.
[1] 4 Ağustos 2020 tarihinde Beyrut limanında gerçekleşen, binlerce kişinin yaralanmasına, 218 can kaybına yol açan, 3,3 şiddetindeki bir depremle eşdeğer büyük patlama.
[2] Beyrut’un tanınmış şair, yazar ve müzisyenlerin buluşma yeri olan ünlü semt.