Ünsal Oskay’ı yitireli on sene olmuş. “Efsane hoca” lâkabını Türkiye’de hakkıyla taşıyan az sayıda insandan biriydi. Express’in, 1+1 Forum’un üç kuşağına da hocalık yapmıştı. Vefatının ardından Marmara İletişim işgal edildi ve dağıtıldı, genel olarak akademi de onun gibilerin içinde yer alıp barınamayacağı, kendini onun gibi özgürleştiremeyeceği bir niteliksizliğe büründü. On yıl önce Express’te yazdığımız küçük veda yazısıyla ve Roll’da naklettiğimiz matrak ve haklı bir diyaloğuyla anıyoruz. Anısının önünde saygıyla, hasretle eğiliyoruz…
Lou Reed’in Delmore Schwartz ve Andy Warhol’u anarak yaptığı güzel bir tarif var: “İnsanı büyük bir hoca yapan şey, tutku ve bu tutkuyu iletebilme, paylaşabilme kabiliyetidir. Öğrenciyken insanı geliştiren, ilham veren şey budur.” Ünsal Hoca’nın bunca sevgiye mazhar olmasına ve derslerinin daha yaşarken efsaneleşmesine sebep tam da böyle bir şeydi. Tutkuyla anlatır, tutkuyu vazederdi. Bazen kendini kaybederdi, ya da siz öyle sanırdınız, tarihin ve teorinin birtakım dehlizlerinde yolunuzu bulamayacağınızdan korkardınız, yahut Veblen’den laf nasıl Hülya Avşar’ın bacaklarına geldi diye şaşıp kalırdınız. Sonra o bacakların gölgesinde arzularımız, ilişki biçimlerimiz, ihtiyaçlarımız, kaygılarımız, bütün bir hayatımız Marx’a bağlanınca, şaşıp hayran olurdunuz, dersten de sarhoş gibi çıkardınız. Büyük teorilerden bir senfoni hazzı alır, küçük gündelik şeyleri dahi bir tarihsellik içinde görmeyi bilirdi Ünsal Hoca. Bugünün kitle kültürünü anlamak için sabanın icadına kadar gider, toplumsal işbölümünün ve hiyerarşinin nasıl oluştuğunu, insanla insanın efendi/köle ilişkisinin nasıl boyut değiştirerek sürdüğünü bu tarihsellik içinde göstermeye çalışırdı.
“Uzun süreceğe benzeyen zor dönemlerde iyimserliğin yolu, yaşanan hayatın ‘sahih’ halini görebilmekten geçiyor. Marx’ın yaptığı güzel bir alıntıyı yineleyeyim: Corruptio optimi pessima. Türkçesi, ‘aldatıcı, iğva edici iyimserlik gerçek kötümserliktir’…”
Osmanlıcaya, öztürkçeye yabancı kelimeleri de karıştırarak kurduğu upuzun cümleleri hayli uğraştırırdı; çevirileriyle nasıl boğuştuğunu siz de boğuşarak anlardınız, o kendi yazısına, çevirdiği isimlere nasıl saygı duyarsa siz de onun emeğine öyle saygı duyardınız. Baudelaire için kurduğu şu uzun soru, belki kendisi için de geçerliydi: “Ölümüne kadar çözümleyemediği sorunu kendinden sonrakilere bırakmıştır. Bu sorun şudur: Eğer insan’ın kendi yaşamını kendisince idraki, yaşanan toplum insanların kategorileri biçiminde karşılıklı varlıkları birbirlerine bağlı bir ikileşme biçimi içinde tutulmalarını gerektirdiği için olanaksız, insan’ın kendisinin dışında tek bir ikinci insan ile bile iletişim kurabilmesi toplumun ona dışından empoze ettiği bu egemen ve bağımlı insan ilişkilerinin yarattığı iletişim blokajları yüzünden çok zor ise, insan’ın tüm insanların da özgürleşmesiyle gerçekleştirilebilecek olan özgürleşmesi için ne yapmak gerekmektedir?”
Bütün hayatı bu soruya cevap aramakla, insanın nasıl kendi hayatının öznesi olabileceğine dair kafa yormakla geçti. Zaman zaman hayal kırıklığıyla iyi bir insan olamadığını söylese de, tesellimiz kendi hayatının öznesi olmayı başarabildiğini görmemiz, yaşama çabasını ve sevincini de miras bırakabilmesi…
Moby Dick’ten Unabomber’e
Herman Melville’in Moby Dick’ini çok sever, “hür düşünebilmek için köle ayaklarının çiğnediği kuzey yarıküresinin gökkubbesinden uzaklaşıp yaşanan dünyaya uzaklardan bakmak gerekir” diyerek bu anıt romana sık sık gönderme yapar, düşüncesini böyle bir uzaklıktan kurmaya çalışırdı. Ama “Voltaire’ci bir tepeden bakma yerine herkesle birlikte düşünmeye, hayatı herkesle birlikte değerlendirmeye çalışan Rousseau’cu bir yaklaşımı” esas bellemişti. Toplumun en alt katmanlarıyla –belki esnaf lokantaları, seyyar pilavcılar, çayhaneler dışında– ortak zevki yoktu pek, ama bir toplumsal olayı kurcalarken onların cephesinden bakmayı hiç ihmal etmedi. ‘70’lerde Ankara SBF’de derslerine giren büyüklerimiz, hep sağdan soldan duydukları Marx’ı, birinci sınıfta karşılarında ders kitabı olarak gördüklerinde nasıl şaşırdıklarını anlatıyorlar. Dekanlığını yaparken Nişantaşı’ndaki değerli arazisinin Koç’a satılmasına ayak diremesi gibi sebeplerle uzaklaştığı Marmara İletişim’den sonra gittiği Beykent Üniversitesi’nde bir öğrencinin kalkıp “hocam, bu Marks, Marks & Spencer’ın Marks’ı mı” dediğini daha gençler anlatıyor.
“İletişim fakültelerinde mesleğe düşman yetiştiriyorlar” derken Ertuğrul Özkök, biraz da onu kastediyordu. Ünsal Hoca’ysa sık sık “biz size yarın öbür gün gireceğiniz bataklıkta insanlığınızı kaybetmeden nasıl ayakta kalabileceğinizi öğretiyoruz” derdi. Ve o öğrencilerle derslikte sigara yakar, sonra yemekhanede onlarla beraber sıraya girer, öne geçmeyi de kabul etmezdi. “Unabomber”in manifestosuna merak salışı da o zamanlardaydı galiba, ‘90’ların sonlarında.
Corruptio optimi pessima
Sevdiği kadınların, teknesiyle açılıp çırılçıplak güneşe yattığı anların dışında, hayatının en özlemle andığı dönemi de kendi üniversite öğrenciliğiydi. Adapazarlı bir ailenin oğlu, baba matematikçi. Urfa’da doğuyor, sonra Aydın, derken Balıkesir’de yatılı lise. Milliyetçi romanlarla, Doğan Kardeş’lerle başlayan okuma merakı Istrati’lere, Dostoyevski’lere dönecek, ama asıl dönüm noktası Mülkiye. Daha doğrusu, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Ercüment Gençer, Ergin Günçe gibi isimlerin oluşturduğu bir küçük çevre, bir kantin hayatı, şiir, klasik müzik konserleri, Marx’larla tanışma, Pazar Postası’nda ilk yazılarının yayınlanması… Kısa bir gazetecilik dönemi de var (çiçeği burnunda başbakan Demirel’in peşinden koştururmuş), ama allahtan ABD’de bursla geçirdiği bir sene memlekete iletişim bilimlerini bütün kuramsal ağırlığıyla getirmesini de sağlamış. O zamana kadar ancak Marcuse’le yarım yamalak bilinen Frankfurt Okulu’nu Türkiye’nin sol ufkuna kazandırışı daha sonraları…
“İletişim fakültelerinde mesleğe düşman yetiştiriyorlar” derken Ertuğrul Özkök, biraz da onu kastediyordu. Ünsal Hoca’ysa sık sık “biz size yarın öbür gün gireceğiniz bataklıkta insanlığınızı kaybetmeden nasıl ayakta kalabileceğinizi öğretiyoruz” derdi.
1982’de yayınlanan Müzik ve Yabancılaşma’nın önsözünde Murat Belge şöyle yazmış: “Sanki Adorno Ünsal Oskay’ın sol omzunda oturan kötümserlik meleği, Benjamin de sağ omzundaki iyimserlik meleği. Kendine özgü dürüstlüğü ve içtenliğiyle çağdaş dünyayla hesaplaşırken, bir yandan Benjamin ve Adorno ile de hesaplaşıyor, onların ters düşen tutumlarını bağdaştıran bir sentez kurmaya çalışıyor. Zamanını kestirmek kolay değil ama, Ünsal Oskay’ın böyle bir senteze varacağına ve o sentezin hepimiz için önem taşıyacağına inananlardanım ben…”
Yıllar sonra Ünsal Oskay da, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım derlemesinin önsözünü şu cümlelerle bitiriyordu: “Yazdıklarımda ‘kötümserliğin’ ağır bastığını sanmıyorum. Uzun süreceğe benzeyen zor dönemlerde iyimserliğin yolu, yaşanan hayatın ‘sahih’ halini görebilmekten geçiyor. Marx’ın yaptığı güzel bir alıntıyı yineleyeyim: Corruptio optimi pessima. Türkçesi, ‘aldatıcı, iğva edici iyimserlik gerçek kötümserliktir’…”
Mülkiye kantininde geçen günlerinden elli yıl sonra Türkiye’nin dönüşümünü kederle izlerken de, hep maruz kaldığı popüler kültür sorularını cevaplarken de, zamanımızın ürünlerinde, ilişkilerinde ve en önemlisi, düşlerinde bir direniş çekirdeği, “insanın prehistoryası”na –efendiliğin de, köleliğin de olmadığı zamanlara– dair bir özlem, bir hatırlayış aramaktan vazgeçmedi. Barthes usûlü kurduğu “mitolojik” denemelerinde de, kallavi tezlerinde de “şen bilim” çıtasını, Huizinga’yen oyunculuğunu korudu. Nur içinde yatsın –“gelişme” tarafından hiç hazzetmediği, ama “özgürleşme” açısından sıkı sıkıya tutunduğu Aydınlanma nurunun içinde… Kadehlerimizi Ünsal Hoca’ya kaldırıyoruz…
Express, sayı 100, Kasım 2009
Mevlana’nın şiiri ile rakı nedir?
‘90’ların sonunda emniyet ve medya işbirliğiyle bir “satanizm” infiali yaratılmıştı. Pek çok tartışma programının yanında Siyaset Meydanı’nın bazı bölümleri de bu konuya ayrılmıştı. Roll’da bazı kısımlarını naklettiğimiz bir bölümü şöyle duyurmuştuk: “Öyle diyaloglar cereyan etti ki, dayanamadık, bastık teybin düğmesine, memleketin hoptirinamını kayıtlara geçirdik. Yarın-öbürgün uzaylılar gelirse, aranızda hiç mi aklı başında adam yok derlerse, göğsümüzü gere gere Mor ve Ötesi’nden Kerem’i ve Ünsal Oskay Hoca’yı gösteririz…” Buyurun, bugün dayatılan hayata, yasaklara, baskılara panzehir niyetine Ünsal Hoca’ya kulak verelim…
Kerem Kabadayı: (Mor ve Ötesi) Medya asla devletten ayrı olarak işlemiyor. Basın bir şey yaptığında bu devletin güdümünün dışında olmuyor. Devletle basın elele gidiyorlar. Basın devlete karşı çıkarak zaten nereye kadar ilerleyebilir? Mesela bu bina olmayabilirdi, bu arsa ATV’nin, Sabah’ın arsası olamayabilirdi. Bunlar işin arka yüzü. (…) Gazetelerin, televizyonların bir bölümü bir anda saldırıya geçiyor, mesela Hürriyet müthiş bir öfke yarattı bende: Listeler var; “hip hop’çu budur, teknocu budur, teknocular ecstasy kullanır, hip hopçular genelde grafitti yaparlar, bu çok zararlı değildir ama sinir bozar” gibi… Ve ertesi gün bu gazetenin genel yayın yönetmeni, bir yakınının çocuğuna dokunulduğu için “tabii bunlar yanlış, bunları ayırmak lazım” falan diye bir yazı yazıyor. Bu benim gözümde iyi bir yazı olabilir, ama evvelini bildiğim için bu aslında ikiyüzlülüktür. (…) Türkiye’de yeterince terör örgütü var. Bir tane daha olduğunu, (bir satanist terör örgütü olduğunu) gerçekten ispatlayabileceksek, ben buna inanayım. Türkiye’de bir İBDA-C gerçeği var. İBDA-C ile ilgili o kadar çok elle tutulur kanıt var ki, bunların üstüne gitmek oldukça basit. Ama onun yerine yeni bir terör örgütü üretmek çok daha kolay geliyor.
(…) Rock ya da metal tarzında müzik dinleyen insanlar hiçbir zaman “aa, o Türk halk müziği dinliyor”, “aa, o arabesk dinliyor, ona saldıralım” yapmaz. Ya da “aa, o namaz kılıyor, ona saldıralım” yapmaz. Ama oruç tutmadığı için saldırılan insanlar var. Saçı uzun diye bıçaklanan insanlar var.
Milliyetçi genç: Bazı gerçeklerden bahsettiniz, ben de bazı gerçeklerden bahsedeyim: Kendi eylemlerini veya kendi fiillerini rock’çı grupların kalkanı altında yapmaya çalışan gruplardan haberimiz var. Biliyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz. Siz nasıl diyorsunuz, “uzun saçlı arkadaşımız bıçaklandı” diye, benim arkadaşım da bıyıkları sarkık diye bıçaklanmış olabilir, belki de oldu.
Kerem Kabadayı: Böyle bir haber duyan var mı aranızda?
Milliyetçi genç: Biz kendimizi aciz duruma düşürmek istemediğimiz için bu tür olayları yansıtmayız. Bir dakka, konuyu burda kapatalım. Ben söylemek istediklerimi söyledim.
Kemancı Kültür Merkezi İdarecisi: Ben nasıl bir dünya özlüyorum biliyor musun: Bir mozaik.
Milliyetçi genç: Ben de mermer istiyorum, ben de mermer istiyorum! (…) En son olarak büyük bir düşünürün dediği gibi seslenmek istiyorum: Hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrağı yere düşürmeyin, lekelemeyin ve kirletmeyin! (sekiz-on kişi alkışlıyor)
Hasan Cihat Örter: Yani, netice itibariyle hepimiz vatanistiz. İnsanız, vatanistiz, vatanımızı, ülkemizi seviyoruz.
Ünsal Oskay: Bugün hep beraber kavgasız oturabiliyoruz, birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz. Bakınız değerli üstadımız Altemur beyin (Kılıç) zamanında –büyük saygım var Atatürk’e de, o döneme de–, belki de bir yoldan öbür yola atlanırken kullanılan yöntem şiddetliydi. İzninizle söyleyeyim yani.
Altemur Kılıç: O zamanın gereğiydi.
Ünsal Oskay: Evet efendim. Bakın burda güler yüzle oturuyoruz. Hiç bana saldırmıyor. Ben de Altemur beye saldırmıyorum. Ne diyorum içimden: “Allahım bana sabır ver, bu zat-ı muhteremi dinleyeyim.” (gülüşmeler) O da içinden ne diyor: “Allahım bana sabır ver. Ne günlere kaldık. Bu bir kaçık. O bir kaçık.” (gülüşmeler) Ama ortalamaya baktığımızda burda beraberiz.
Altemur Kılıç: Beyefendinin bu son sözlerine imzamı atarım.
Ünsal Oskay: Ben de sizin bazı sözlerinize imzamı atarım. Ama düşünerek atarım. “Bir dipnot koysam mı” filan diye. (gülüşmeler) Ama gelişme böyle olur. Hiçbir toplumda tek düşünce yoktur. Hayatın güzelliği tenevvüdedir. Ben böyle düşüneceğim, siz şöyle düşüneceksiniz, ama yan yana geldiğimizde gırtlak gırtlağa gelmeyeceğiz. Coğrafya bir, yemeklerimiz bir. Pastırmalı fasulyeyi sevmeyen haindir yahu. (gülüşmeler)
(milliyetçi genci kastederek) Arkadaşımız bir şeyler söylüyor, “ben namaz kılıyorum, siz bara gidiyorsunuz” diyor. Bunun bir ortalamasını bulmak lâzım… Türkiye’de, çok yakın bir zamanda, ben eminim, tıpkı Amerika’da olduğu gibi, bütün bu satanizm matanizm tişörtlerini Yargıcı satacak. Bilmem ne kolejinde bunun dersi konacak. Bütün moda tarihini inceleyin, yırtıcı formlar hep marjinal kesimlerden alınır, evcilleştirilir. Nasıl evcilleştirilir? Yırtık pırtık şu tişörte, Tahtakale’de olsa, 500 bin lira kimse vermez. Bu, homojenleştirici kültüre karşı sığınmadır, farklılaşma çabasıdır. Bu bence saygıdeğer bir şeydir. Herkesin ayrı, “unique” bir kişiliği olmalıdır. Felsefede de bu çok saygın bir arzudur. Sistem bunu ne yapıyor, biliyor musunuz? Bizim aradığımız bu farklılaşmayı evcilleştirerek veriyor bize. Bırakın işçi kesiminden bir insan kendi farklılaşmasını ucuz yoldan yapsın. Ama nerde yapıyorlar, bakın: 500 bin liraya Tahtakale’de bulabileceğiniz Harley Davidson bluzunu allah bilir 7 milyon, 11 milyona satıyorlar. (üzerinde Harley Davidson tişörtü olan gence dönüyor) Nerden aldın, kaça aldın sen bunu?
Harley Davidson tişörtlü genç: Bana dışarıdan geldi, fiyatını bilmiyorum ama, şimdi amelelerin üzerinde.
Ünsal Oskay: Yaa, şimdi amelelerin üzerinde, değil mi? Bakın anlatayım. Şimdiki amele de bir şaşkın kuştur. Neden? Amelenin yapması gereken iş, sendika kurmaktır, Harley Davidson’la dolaşmak değildir. Bugünkü şaşkın amele, Harley Davidson’u alıyor, cumartesi-pazar günü dolaşıyor, “sendika kuralım” diyen adamın da kafasına sopayla vuruyor. Hangi dünyadayız! Bunları görmemiz lâzım! Ben demokrasiden yanayım. Demokrasinin içinde emeğe saygı gösterilen, fikre, Bach’ın müziğine, Yunus Emre’ye, Bosch’un, Bruegel’in resmine saygı duyabilecek tıynette insanların çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda yaşamak istiyorum. Yaşayamayacağımı biliyorum. Ama önemli olan yaşayabilmek değil, oraya varan yolda olmak. Benim namus anlayışım budur. Benim felsefem budur. Benim hayat anlayışım budur. (milliyetçi genci göstererek) Çırpınarak bu genç adama içimde bir sevgi duymaya çalışmak benim son gayretimdir. Çok zor! Ama yapmam gerektiğini biliyorum.
(Ali Kırca, doğrudan milliyetçi gencin hedef alındığını düşünerek müdahale ediyor)
Ünsal Oskay: Yo, yo, yoo! Yapmayın, 60’lardan, 70’lerden geldik, arkadaşlarımızın bilmediği acıları siz bileceksiniz Ali Bey. Yapmayın lütfen.
Ali Kırca: Efendim, özelinde bu arkadaş için söyledim. Bu arkadaşa sevgi duymak o kadar zor değil.
Milliyetçi genç: Benim bilmediğim acıları abilerim biliyor. Bizim de kendimize göre acılarımız oldu.
Ünsal Oskay: Ben Alpaslan Türkeş’in de hapse girdiğini unutmadım. Onu da unutmadım, bunu da unutmadım.
Milliyetçi genç: 11 bin kişiyi verdik…
Ünsal Oskay: 11 bin kişi verdiniz, değil mi? Karşı taraf da bilmem kaç bin kişi verdi. Bir şey söyleyeyim mi? Her iki tarafın bir ortak paydası vardı: Deniz Gezmiş’in anılarında okumuştum: “İyi müzik dinleyemeden gideceğiz galiba” diyordu. İşte vahşet budur. Kabalık budur. Müziğin iyisini tanıyamadan birbirimizin gırtlağına sarılırsak ne yaparız?..
Milliyetçi genç: Ben başka bir ortak paydadan bahsedeyim mi? Binlerce insan cezaevine girdi. Her iki tarafta da bir tek ortak payda vardı: İşkence. Bakın, acılarsa, herkes tarafından çekildi. Sizler yaşadınız, ben yaşamadığım için anlatamıyorum ama, fırsat verilirse bunu yaşayan abilerim, büyüklerim bunu anlatabilirler.
Ünsal Oskay: Biliyorum, biliyorum efendim. Kazancakis’in “Ya Hürriyet Ya Ölüm” diye bir romanı var. Onu okurken Kavafis’i okuyun: İnsanoğlunun başında boralar, fırtınalar, yıkımlar geçiyor, ama gene de Yunanlı da, Türk de, Ortadoğudakiler de rakı içmesini biliyor. Gelin şu rakıda birleşelim. (gülüşmeler)
Hasan Cihat Örter: Hocam, Mevlana’da birleşelim. Yunus Emre’de birleşelim.
Ünsal Oskay: Mevlana’nın şiiri ile rakı dediğim şey nedir? Özgürlük. Hoşgörüyle hedonist yaşamak. Hayata bir tad kazandırmak. Rakıyla Mevlana çok yakındır üstadım, yapmayın.
Akif Verimli: (psikiyatr) Rakı alkolizmle çok yakındır efendim. Ve bağımlılıkla çok yakındır.
Ünsal Oskay: Amman yapmayın. Alkolizm ayrı, Diyonisyak hayat ayrı.
Akif Verimli: Ben anladım efendim, ben anladım.
Ünsal Oskay: Sizin anlamanız çok zor.
Roll, sayı 36, Kasım 1999