RİZE-İKİZDERE’DE DOĞA KATLİAMI VE YÖRE HALKININ DİRENİŞİ -I

Söyleşi: Bekir Avcı
3 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI

Rize-İkizdere’de büyük bir katliam var. Doğa katliamı ve yöre halkının hayat alanının, geçim kaynaklarının katliamı. Katliamın faili Cengiz İnşaat, maksadı Rize- İyidere’de yapılacak lojistik liman inşaatına dolgu tedarik etmek üzere, ormanı taş ocağına çevirmek. İkizdere halkı ayakta, doğayı, ekolojiyi, hayatı, hakkı, hukuku, yasayı hiçe sayan bu katliama 21 Nisan’dan beri tüm gücüyle direniyor. “Firma devleti” ise İkizderelilerin iradesini, direnişini kırmak için elinden geleni ardına koymuyor, her türlü baskıyı, zoru, şiddeti, hukuksuzluğu uygulamaktan geri durmuyor. Yörede yaşananları İkizdere’nin direnişçilerinden Ayşe Baş, Pervin Baş, Asuman Fazlıoğlu ve Funda Okyar’dan dinliyoruz.

İşkencedere Vadisi’ne yapılmak istenen taş ocağına karşı direnilirken yasaklar başladı. Yasağa rağmen 1 Mayıs günü nöbete gittiniz, ama müdahale edildi, gözaltılar oldu. O günü siz nasıl yaşadınız?

Funda Okyar

Funda Okyar: Sahurumuzu yaptık, hava aydınlanırken direniş alanına gittik. Önce birkaç asker geldi, sonra sayıları arttı. Oturmamızla kalkmamız bir oldu. Hiçbir uyarı yapılmadan, bir açıklama bile yapmamıza izin verilmeden müdahale başladı. Önce “erkekleri alın” komutu verildi, öyle olunca erkekler sağa sola kaçmaya başladı. Ben ve beraberimdeki birkaç kişi o arada hemen ağaca çıktık. Kardeşlerim ve annem (Ayşe Baş) aşağıda kalmıştı, jandarmalar onları alıp götürdü. Sonra bize ağaçtan inmemizi, yoksa ağaçları keseceklerini söylediler. Biz inmedik. Zaten kesilmesin diye o ağaçlara çıkmışız. Suç mu ağaca çıkmak, bununla bile suçlanıyoruz. Hal böyle olunca toplaşma da olmadı. Her yerden önleri kesildiği için köyden gelenler bir yerde, orman yolundan gelenler bir yerde kaldı. Biz ağaca çıktığımız için o gün bizi ifadeye götüremediler. Sonraki gün ifade vermeye gittik jandarmaya.

Bu gözaltılardan sadece bir gün önce, aralarında AKP genel başkan yardımcısı Hayati Yazıcı’nın da bulunduğu heyet İkizderelilerle bir görüşme yaptı. O görüşmede neler konuşuldu?

Okyar: Orada neden taş ocağı istemediğimizi anlattık. Annem “Sayın bakanım, suyumuz, malımız mülkümüz, ormanımız yok olmasın” dedi. Köylüler bir ağaç kestiğinde bunun bedelinin para ve hatta hapis cezası olduğunu hatırlattı, “biz asla böyle bir şey yapmıyoruz” dedi. Gerçekten de bizler, evin etrafındaki kurumuş ağaçları bile kesmez, gövdesinden ayırmayız, kendisi düşsün diye bekleriz. Annem böyle konuşunca Yazıcı, “tamam, suyunu da, malını mülkünü de hallederiz” diye cevap verdi. Annemin yanıtıysa, “ben bugüne kadar kendim çalışıp çocuklarımı büyüttüm, kimsenin bir kuruşuna tenezzül etmedim, bugün de kimsenin parasını istemiyorum” oldu.

Ne zamandır İkizdere’de yaşıyorsunuz, nasıl geçiniyorsunuz?

Ayşe Baş

Ayşe Baş: Ben İkizdere’de doğdum, burada gelin oldum. 70 yaşındayım. Bizim burada ineklerimiz, bağ bahçelerimiz var; çay yaparız, bal yaparız, ne eksek alırız bu topraktan. Dışarıdan hiçbir şey almaz, hep kendi kaynaklarımızla geçiniriz. Doğal su kaynaklarımız, kaplıcalarımız var ayrıca. İnsanlar buralara gelir, dinlenir.  

Pervin Baş: Ben de İkizdere’ye gelin geldim. Otuz yıldır yaz-kış buradayım. Kendi tarlalarımız, bağımız, bahçemiz, hayvanlarımız var. Bize erkeklerden o kadar destek yoktur. Kadınlar daha çok çalışır buranın köylerinde. Çaylarımızı, odunumuzu, ineklerimizin tezeğini, yiyeceğimizi, her şeyimizi kendimiz taşırız. Ormanımızdan her ihtiyacımızı karşılar, geçimimizi öyle sağlarız.

Vadinin adını aldığı İşkencedere ismi nereden geliyor?

Asuman Fazlıoğlu: Vadinin adı Eskenci aslında. Ağaçlara yapılan petekler ile ağaçları keserken kullandığımız testerenin altına koyduğumuz aparatın adı. Bu ikisinden birinden geliyor olabilir. O eskenci zamanla işkence olmuş. Tıpkı Aya Petro Kayalıkları gibi. Onun da adı zamanla Ayı Peteği olmuş. İşkencedere Vadisi’nin yukarısında kalır. Bir zamanlar o kayalıklarda yaşayan Hıristiyan bir ermişten alsa da ismini, şimdi ayıların yuva kurduğu bir yer olduğu için Ayı Peteği deniyor. İkizdere’nin içinden bile görünür orası.

Vadiyi, bölgedeki doğayı nasıl tarif edersiniz?

Asuman Fazlıoğlu

Fazlıoğlu: Vadinin bir tarafında Cevizlik, Pakorum dediğimiz köy, bir tarafında Gürdere, Ethona köyü bulunur. Bunların arasında mahsur kalmış bir vadiden söz ediyoruz. Burada insan faaliyeti çok düşük. Çay bahçeleri var, arıcılık yapılır. Dünyanın en güzel kestane balı burada yetişir. Şimdi bu kestane ağaçlarını kepçelerle söküp çöp gibi atıyorlar. Elli-yüz yılda kendine gelen, çok değerli ağaçlar bunlar. Bir de komar dediğimiz delibal burada çok yaygındır. Çok önemli bir bal. Bir kaşıktan fazla yiyemezsiniz. Yerseniz hastanelik olursunuz. Sokrates’in öğrencisi Ksenophon’un On Binler’in Dönüşü diye bir kitabı var. M.Ö. 400’lü yıllarda Ege bölgesinden hareket eden binlerce askerin Mezopotamya’ya doğru seferini anlatır kitap. Bu askerler savaştan dönerken Anadolu’dan geçiyorlar, Karadeniz üzerinden yol alıyorlar. Bu seferi yazan Ksenophon, buraya gelindiğinde, ağaçlar üzerinde yaşayan insanların olduğunu kayıt altına almış. Geçen kervanları soyuyormuş ağaçta yaşayanlar. Arıcılığın, özellikle delibalın da ta o zamanlar var olduğunu bu kaynaktan öğreniyoruz. On Binler’in Dönüşü’nde o balı yiyen askerlerin hastalandığı anlatılır. Yani bundan binlerce yıl önce bu bal burada üretiliyormuş, belki iki bin yıl daha devam edecek, ama eğer o taş ocağını buraya yaparlarsa yok olacak. Peki, bu zararı kim karşılayacak? Bunun hesabını kim verecek? Burada binlerce ağaç var, hepsi birinci sınıf. Bu ağaçlar 1 milyar 200 milyon liralık ihaleye feda ediliyor. Bir firma 1 milyar 200 milyon lira kazansın diye mi bu kıyım?

Kestane ağaçlarını kepçelerle söküp çöp gibi atıyorlar. Elli-yüz yılda kendine gelen, çok değerli ağaçlar bunlar. Bunun hesabını kim verecek? Burada binlerce ağaç var, hepsi birinci sınıf. Bu ağaçlar 1 milyar 200 milyon liralık ihaleye feda ediliyor. Bir firma 1 milyar 200 milyon lira kazansın diye mi bu kıyım?

Şu âna kadar kaç ağaç yok edildi?

Okyar: 1 Mayıs’ta 100 metre kadar ilerlemişti iş makinaları. O gün bir sürü ağacı kökünden söktüler. Şu âna dek 100’ün üzerinde ağaç sökülmüştür. Daha önce vadide sağlı sollu ilerleyip ot tarlası olarak kullandığımız inek otlak yerlerimizi yıkıyorlardı. Ama artık girdikleri yer tamamen orman. Akşam 5-6’lara kadar çalışıyorlar. Bu yüzden katledilen ağaç sayısı daha da artar. Yaptıkları şey kesmek de değil, köklerinden söküp sağa sola atıyorlar ağaçları.

Fazlıoğlu: Yok edilen ağaçlarla beraber kuş yuvaları da dağılıyor. Kuş her şeydir. Buradaki doğanın devam etmesi için o kuşların yaşaması lâzım. Onların yuvalarını korumalıyız ki, onlar böcekleri yesin, böcekler tarım alanlarını istila etmesin. Bir denge bu. Mesela arılar, eğer onlar yok olursa dünya da yok olur. Yine deredeki su, herhangi bir işleme maruz kalmadan, direkt evlere getirilip içilebiliyor normalde. Şimdi dereye taşları, kopardıkları ağaçları yuvarlayıp suyu kirletiyorlar. Su, altından değerlidir. Ben emekli bir coğrafya öğretmeniyim, çocuklara hep şu örneği verirdim: “Bir kilo toprak mı, yoksa bir kilo altın mı değerlidir?” Altın diye düşünüyorlardı. Oysa altına değeri veren bizim hikâyemizdir. Bir kilo toprak daha değerlidir; onunla bitki yetiştirirsin, ama altınla bunu yapamazsın.

Şimdiye dek yapılan çalışma suya nasıl zarar verdi?

Ayşe Baş: İş makinalarıyla ilk girdikleri gibi suyumuz mahvoldu. Bulandı su. Bütün köyler etkilendi bundan. İftar yaparken o çamurlu sudan içtik. Ne namaz ne ibadet bıraktılar. İş makinaları çalışmadığında düzeliyor, ama çalışmaya başladığında yine aynısı oluyor. Ben hayatımda ilk defa marketten su aldım. Ben bir şekilde karnımı doyururum, ama ineklerimi nasıl doyuracağım? Çarşıdan mı su alıp hayvanlarımın karnını doyuracağım?

Pervin Baş

Evleriniz de zarar görecek mi?

Ayşe Baş: Biz bunu daha önce yaşadık. Yirmi yıl önce Komes (Şimşirli) köyünün oraya bir taş ocağı açmışlardı. O dinamitler patlatıldığında deprem olmuş gibi oluyordu, kaçacak yer bulamıyorduk. Çoluk çocuğumuzun psikolojisi bozuluyor, korkuyorduk. Hayvanlarımız düşük yapıyordu. O zaman evlerimiz zarar gördü, duvarlarımız çatladı. Hatta bir komşumuz dört katlı ev yapmıştı yol kenarına. Patlama nedeniyle boşaltmak zorunda kaldı. Taş ocağı yaparlarsa aynı şeyleri yaşayacağız. Şimdiden camlarımız, evlerimiz toz içinde.

Okyar: Kabristanlarımız da orada, aile mezarlıklarımız var. Ölülerimizi ne yapacağız! Gidip bir fatiha okuyamayacak mıyız? Yemeden içmeden geçtik, insanlar manevi duygularını tatmin edemeyecekler mi? Kocasının mezarı burada diye İstanbul’daki çocuklarının yanına gitmiyor, torunlarını sevemiyor Ayşe abla, sırf kocası burada yatıyor diye. Soruyorum, o ne yapacak?

Bütün bunlar olmasın diye 21 Nisan’dan bu yana direniyorsunuz. Nasıl bir araya geliyorsunuz, diğer köylerden destek oluyor mu?

Ayşe Baş: Burada toplam 28 köy var. Bu taş ocağı hepsinin sonunu getirecek. Bu yüzden sadece Gürdere ve Cevizlik değil, bütün köylerden destek var direnişe. Köylerin dışında, başka şehirlerden, hatta yurtdışından bile destek var. Akparti dışında herkes bize destek veriyor.

Pervin Baş: İş arabaları gelip gidiyor mu diye sürekli tetikteyiz. Nöbetleşe uyuyoruz. İş makinası gördüğümüz anda haberleşiyoruz. Köyümüzün camisi var, oradan anons geçiliyordu. Tabii sonra müftü bu anonsları yapamayalım diye gitti camiyi kilitledi. Kaymakamlık emri varmış. Amaçları bir araya gelmeyelim, haberleşemeyelim, meydan onlara kalsın. Böyle olunca biz telefonla iletişim kurmaya başladık. Kimimiz ormanda nöbet tutuyor, orada uyuyor, kimimiz eve geliyor.

Yok edilen ağaçlarla beraber kuş yuvaları da dağılıyor. Kuş her şeydir. Onların yuvalarını korumalıyız ki, onlar böcekleri yesin, böcekler tarım alanlarını istila etmesin. Bir denge bu. Mesela arılar, onlar yok olursa dünya da yok olur. Deredeki su altından değerlidir. Emekli bir coğrafya öğretmeniyim, çocuklara hep şu örneği verirdim: “Bir kilo toprak mı, yoksa bir kilo altın mı değerlidir?” 

Taş ocağı projesinin yaratacağı tahribatlara değindiniz, ama biraz daha açabilir misiniz? Mesela yetiştirdiğiniz çay ve bal gibi ürünlere etkisi nasıl olacak?

Okyar: Burada herkes en başta doğa için mücadele veriyor. Doğa gittiği zaman burada kimse duramayacak, duramaz da. Çünkü köylünün yaşam kaynağı gidiyor. Neyi, nasıl besleyeceğiz? Fasulye, mısır, lahana, patates gibi şeyler de yetiştiriyoruz, ama satılacak kadar değil, kendi yiyeceğimiz kadar. Bizim ana geçim kaynağımız çay ve bal. Bunlardan para kazanıyoruz. Şimdi bunlar kalmayacak. Bizim çayımız, balımız organik bir de. Kimyasal gübre kesinlikle kullanmıyoruz. Hayvan gübresi ve çay tozu taşıyarak, organik yetiştiriyoruz.

Pervin Baş: Bir keresinde iki kamyon çay atığını fabrikadan aldık. Un torbalarına istifleyip arabaya doldurduk. Teleferiğimiz var, motorumuz bile yok, iki çocuğum o teleferiğin başında bekledi de, o çay tozlarını öyle getirdik.

Okyar: Taş ocağı olursa artık bu organik çaylar olmayacak. O şantiyeden kalkan toz, yeşili öldürüyor. Direniş için annemin evine geldim, camlar, halılar, her yer şimdiden toz içinde. Yerleri silerken çamurlu su çıkıyor. Cam açamıyoruz. Dereleri zaten kuruttular. Bir deremiz kupkuru şu anda. Geçen temmuz ayında eşimle gelmiştik. Bir gece yağmur yağdı, o dere ahını alırcasına taştı, yola kadar çıktı. Önüne ne çıktıysa sildi süpürdü.

Pervin Baş: Şimdi o dereyi taşlarla, ağaçlarla dolduruyorlar. Dere taşınca adeta bir deniz gibi onları sürükleyecek yola, sonra da ineklerimin ahırına gelecek. Daha önce o dere kaç kere taştı. Bakalım şimdi ne olacak, herhalde bu kez evim de su altında kalacak.

Okyar: O kadar bilinçsiz yapıyorlar ki, ağaçları kökünden söküp dereye atıyorlar…

Fazlıoğlu: “Bu ağacı niye kesiyorsunuz?” diye bile soramıyoruz. Çünkü jandarma bizi oraya yaklaştırmıyor. Orman mühendisi, haritacı, kadastrocu, plancı, hepsi kepçecinin etrafında toplanmış, “kepçenin gittiği yer doğru” diyor. Bu orman babanızın yeri mi? Bunu yok etmek yaradana da hakaret değil mi?

Projeye karşı hukuki mücadele ne aşamada?

Okyar: Şu an mahkemede, yürütmeyi durdurma kararını bekliyoruz.

Fazlıoğlu: Mahkeme devleti değiliz ki, firma devletiyiz. Firma devletin sahibi olmuş, istediğini yapıyor, istediğini yıkıyor. Böyle olunca hak, hukuk, hepsi zayi oluyor. Burada yüzlerce yıldır yaşayanlara “ne işiniz var, gidin, burası bizim” diyorlar. Yarın “bu evler de bizim” diyebilirler. Bugün vadiye gittim, binlerce değişik kuş sesi geliyordu, orman capcanlıydı. Kepçe vurduğunda kaç tane kuş yuvasını dağıtacak, kaç kuş yavrusunu yerlere serip öldürecek diye düşündüm. Nedir bu zulüm! Orası orman, canlı! Dünyada birkaç tane böyle doğal yer var. Biz değerini bilmediğimiz için yok ediyoruz.

Biz bu işi iki yıldır takip ediyoruz. Daha önce bir taş ocağı projesini iptal ettirdik, şimdi bu proje geldi. Bir kepçeci var, onun etrafında jandarmalar konuşlanmış, kafalarına göre vurup gidiyorlar. Ne yol belli ne bir şey, kepçecinin insafına kalmış. O istediği yerden gidiyor, istediği yerde duruyor, istediği ağacı yıkıyor. Kimseye ulaşıp da “bu ağaç yeni” diyemiyoruz. Her şey keyfi. Bir yol koordinatları yok, hiçbir yasal dayanakları yok. Jandarmaya anlatıyoruz, anlamıyor. Taşa anlatıyoruz anlıyor, toprağa anlatıyoruz anlıyor, ağaç zaten biliyor, ama insana anlatamıyoruz. İnsanda beyin yok mu? Bu ülke sadece bizim ülkemiz mi? “Orman vatandır” diye büyüdük biz. Eğer orman vatansa bu vatana kıyanlar vatansever midir? Bu ormanı yok eden vatanı da yok etmiyor mu? Jandarma yarbayına da söyledim: “Siz ‘orman vatandır’ diyorsunuz, vatan ve orman sevgisinden bahsediyorsunuz, ama biz ormanı koruyanları değil, ormanı yıkanları koruyorsunuz” dedim. Sen bu misyona lâyık mısın, değilsin kardeşim. Firmalar, şirketler, paralar gelir gider, ama bunlar gitti mi bir daha gelmez. O alabalıklar gittiği zaman bir daha gelmeyecek, orası çıplak kalacak, orada bir daha bitki yetişmeyecek. Değer mi buna? Cengiz İnşaat’ın İyidere’deki liman projesi için taş çıkaracaklarmış! O vadi bin tane limandan daha değerlidir. Ne limanı! Burada bir yanıltma var. Birileri para kazanmak için birilerini yanıltıyor. Yanılanlar da bunun farkına varsın.

Sürekli tetikteyiz. Nöbetleşe uyuyoruz. İş makinası gördüğümüz anda haberleşiyoruz. Köyümüzün camisinden anons geçiliyordu. Tabii sonra müftü bu anonsları yapamayalım diye gitti camiyi kilitledi. Kaymakamlık emri varmış. Amaçları bir araya gelmeyelim, haberleşemeyelim, meydan onlara kalsın.

Dünyada böyle çok az doğal yer olduğunu söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Fazlıoğlu: İki yıl kadar önce burada yine bir taş ocağı projesi vardı, mermer falan çıkaracaklardı. Buna karşı, doğa gözlemcisi arkadaşlarımızın da desteğiyle, arazide altı aylık bir çalışma yaptık. Sekiz-on tane memeli hayvanın görüntüsünü aldık. İçlerinde bozayı, çengel boynuzlu yaban keçisi, geyik, porsuk, domuz, gelincik vardı. Burası yaban hayatı için müthiş bir barınak. Eğer biz bu barınağı dağıtırsak devamındaki bütün yaban hayatı yok olacak. Çarpan etkisi diye bir şey var. Siz bir yerdeki yaban hayatını bozup o canlıyı gönderdiğiniz zaman, onun gittiği yerde müthiş bir kavga, savaş oluyor. Bu da büyük bir yıkıma yol açıyor. Yani sadece bir bölgeyi değil, diğer bölgeleri de beraberinde yıkmış oluyorsunuz. Bunları hiç düşünmüyorlar. O gölleri ve dereleri gören biri “burası taş ocağı olmaz” der. İnanın ki, sadece on dakika yürüyen biri bunu içtenlikle söyler. Burası bütün Türkiye’nin ve dünyanın ortak mirası. Böylesi bir doğal alan yok edilmemeli. O para denilen kâğıt parçaları bu yok edişin karşılığı olamaz. Çünkü bir daha var edemeyeceksiniz. “Toprak doldururuz” diyorlar. Bin yıllık yapıyı yok edip onun yerine toprak doldurunca geri mi gelecek zannediyorsunuz?

Hayati Yazıcı, taş ocağı projesi bittikten sonra vadinin eski haline getirileceğini iddia ediyor. Tek özeleştirisi şu: “Köylülere zamanında bilgilendirme yapmadık, orası doğru.” Ne dersiniz?

Okyar: Doğa katliamı suçunu üzerlerine almıyorlar. Hata olarak gördükleri tek şey, baştan gelip köylüyü, halkı bilgilendirmemek! Yani yıkım onlar için normal. Yetmezmiş gibi, “taş ocağı bitince eski haline getiririz” diyorlar. Ağaçlandırma yapacaklarmış! İkizdere’ye geldiklerinde, “bu halini geri alacak mı peki?” diye sordum. “Yok, bu halini almaz” dediler. O zaman neden bozuyorsunuz?

Az önce “yanılanlar var” dediniz. Kimler yanılıyor ya da yanıltılıyor? El altından yapılan teklifler mi var?

Fazlıoğlu: Bazı insanlar kısa vadeli çıkarlar sağladığı için yanılıyor. “Şu kadar kazanırım” diye hesap yapıyorlar. Oysa kaybettiklerimiz ve kazandıklarımız ne diye düşünmemiz lâzım. Kazandığımız cebimize giren para değildir illâ ki, aldığımız oksijendir. Yaşadığımız ortam da bir kazançtır. Bunun değerini bilirsek bir kazanç olduğunu anlarız. Bazı şeyler bunun yerine geçemez. Çok paranız olabilir, ama sağlıklı bir çevrede yaşama şansınız olmaz. Bazı şeyleri parayla satın alamazsınız. Bir derenin ya da kuşun sesi mi daha değerli, paranın sesi mi? Burada para sesini sevenlerle dere sesini dinlemek isteyenlerin savaşı var. Geçen gün kadınlarımız ormanda direnme alanına gelirken haykırışları çok beğeni aldı. Diyorlardı ki, “biz ormanı koruduk, orman da bizi saklayacak”. Öyle de oluyor, orman saklıyor onları. Ormanla bütünleşen kadınlar görüyoruz.

O kadınları da yamaçtan yuvarlıyor, dövüyor ve gözaltına alıyorlar…

Okyar: Yamaçtan yuvarlanan kişi benim. 26 Nisan’da yaşandı olay. Ben İkizdere’de doğdum büyüdüm, ama evlendikten sonra Tokat’a taşındım. Dozerler vadiye girdi gireli uyuyamaz oldum. Bazı gruplarımız var, oradan olan biteni takip ediyordum. 25 Nisan Pazar günü, ilk biber gazı atıldığı zaman, izlediğim görüntülerde yerde birinin yattığını gördüm. Bir baktım ki annem (Ayşe Baş) biber gazından yere düşmüş. O halde bile annemi çekiştirip darp ediyorlardı. Dayanamadım, hemen sonraki gün yola çıktım. Tokat Erbaa’dan geldim buraya. Geldiğimde annemi tanıyamadım, çünkü eli yüzü biber gazı nedeniyle şişmişti. Pervin (Baş) benim yengem oluyor, o da aynı şekilde. Perişan vaziyettelerdi, ayakları kolları yara bere içinde kalmıştı. Asıl yoldan gitmeleri engellendiği ve ormandan yürüdükleri için o hale gelmişler.

Dereleri zaten kuruttular. Bir deremiz kupkuru şu anda. Geçen temmuz ayında bir gece yağmur yağdı, o dere ahını alırcasına taştı, yola kadar çıktı. Önüne ne çıktıysa sildi süpürdü.

Salı sabahı geldiğimde saat 6 buçuktu. İner inmez ilk gördüğüm şey çalışan iş makinaları oldu. O saatte başlamışlardı. Geldiğim gibi direniş alanına gitmek istedim, ama köylünün ulaşabileceği bütün yolları kapatmaya çalıştıkları için farklı yollar bulmak zorunda kaldık. Biz buranın çocuğu olduğumuz için nereden gidilir, nereden gelinir, hepsini biliyoruz. Onlar bir yolu kapatıyorsa biz farklı bir yoldan gidiyoruz. Orayı da öğrenip kapatmaya çalışıyorlar tabii. Bu kovalamaca sürüyor. Jandarma şu anda inekleri otlattığımız alana, yani ormana başlama yoluna kadar gelmiş durumda, bu yüzden alana gidiş yollarımız daralıyor. Onlardan önce oraya çıkmaya çalışıyoruz. Geldiğim gün alana çıktık, jandarmanın barikat kurduğu yerin önünde oturuyorduk. Zaten oraya çıkana kadar üzerimize taş yuvarladılar, her yerimiz yara bere içinde kaldı. Yine de çıktık. Bahsettiğim yer çok yüksek, üç katlı bina gibi düşünün. İşte öyle bir yerden yuvarlandım. Çünkü oraya çıktığım an jandarma koluma asıldı, çekiştirdi. Kendimi zor kurtardım ellerinden. Sonra yine otururken ellerindeki kürek gibi bir şeyle bizi arkadan ittiler. Annem beni tutmak istedi, sonra beraber yamaçtan yuvarlandık.

Ayşe Baş: Jandarma için “bizim koruyucularımız” derdik, ama onlar bize çok zarar verdi. Öyle bir saldırdılar ki, perişan ettiler. Beni iki kere boğmaya çalıştılar. Kepçeyi doldurup üzerimize taş döktüler, dereye sürüklediler, yamaçtan yuvarladılar. Bu yaptıkları işkencedir. Zaten hastayım. Ben 70 yaşında bir kadınım, bu kadar işkence reva mı? Bizi çok zorluyorlar. Artık sesim kesildi, uykusuzluktan kendimi ifade edemez hale geldim. Bu nasıl bir firma! Bu şirkette ne var! İnsan bu kadar satılır mı? Sen benim paramı alıp beni ağlatınca, o para sana helal olur mu? Ağlayanın malının gülene hayrı olur mu? Bunları hiç düşünmeden saldırıyorlar. Herkes yaka silkiyor. Ağlamaktan boğazlarım yoruldu. Destek istiyoruz, herkes bizi görsün, bize yardım eli uzatsın.

Pervin Baş: Bu şirketin arkası kuvvetli ki burada milleti kırıp geçirebiliyor. Arkası sağlam olmasa bunları yapamazdı. Ben tansiyon ve şeker hastasıyım, biber gazı sıkıyorlar. O gün bugündür hastayım, nefesim kesiliyor, ayakta zor duruyorum. Benim çocuklarım var, ineklerim var, onlar için oraya gidip mücadele veriyorum. Hakkımızı sonuna kadar arayacağız. Sonuna kadar direneceğiz.

Yasağı bahane ediyorlar ama…

Fazlıoğlu: Hiç önemli değil. İsterlerse vursunlar. O ağaçları korumak için orada olacağız. O ağaçlar bizi korudu, biz de şimdi onları koruyacağız. Korkarak, sinerek, saklanarak doğamızı, kendimizi, varlığımızı koruyamayacağımız çok açık. Korku eşiğini aşmak zorundayız. Biz kalabalığız, haklıyız. Haksız olanlar, kanunsuz olanlar, yasadışı davrananlar korksun. Para için burayı yok edenler korksun. Sadece para kazanıp çocukların, toplumun geleceğini düşünmeyenler korksun. Korkması gerekenler onlar.

Pervin Baş: Burası benim yaşam alanım, orman benim ormanım, ceza yazarlarsa da yazsınlar, ölene kadar direneceğim.

Okyar: Bütün yasaklara karşıyız. İstedikleri kadar para cezası versinler, 20 bin lira ceza da verseler razıyız. Ben çocuklarımı bırakıp geldim Tokat’tan. Onları getiremedim, eğer getirsem ben direnişteyken onlara kim bakacaktı? Babaları yedirip içeriyor şimdi onları.

Jandarmanın tutumu size nasıl hissettirdi? Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmış mıydınız?

Pervin Baş: Çok üzüldüm. Benim oğlum yirmi gün önceye kadar Şırnak’ta askerdi. Ben o askerlere bakarken kendi oğlumu hatırladım, gözlerimden aşağı yaşlar aktı. Ama bize zulmettiler. Hasta halimle bana gaz sıktılar, nefesimi kestiler. Kaçtım, başka bir yerde karşıma dikilip tekrar kovaladılar. Beni, çocuklarımı dövdüler. O günden beri onlara artık aynı gözle bakamıyorum. (ağlıyor)

Mahkeme devleti değiliz ki, firma devletiyiz. Firma devletin sahibi olmuş, istediğini yapıyor, istediğini yıkıyor. Böyle olunca hak, hukuk zayi oluyor. Burada yüzlerce yıldır yaşayanlara “ne işiniz var, gidin, burası bizim” diyorlar.

Karşı taraftan, Cengiz İnşaat’tan bir muhatap bulabildiniz mi bugüne kadar?

Okyar: Şu âna kadar tek muhatabımız jandarma. Bizi jandarmayla karşı karşıya getiriyorlar. Şunun altını çizmek istiyorum, benim artık jandarmaya inancım kalmadı. Çünkü güvenmiyorum. Bizi darp ediyorlar. Komutana, “siz bize sahip çıkacaksınız, şirketi niye koruyorsunuz?” diye soruyorum, beni tınlamıyor, iş makinasını koruyor. “Taşı at” diye komut veriyor askerine. Bizi başka şeylerle tehdit ediyorlar.

Neyle tehdit ediyorlar?

Okyar: Köyde kullandığımız bir aracımız var. Bir kilometre bile kullanmıyoruz onu da gerçi, ama onunla tehdit ediyorlar. “Daha binemezsiniz o araca” diyorlar. Hiçbir şekilde bize sahip çıkılmıyor. Bunu derken, iktidarda olan partilerden bahsediyorum. Ama halk bize destek veriyor, yurtdışından bile destek var. Buraya gelen milletvekilleri oluyor, CHP’den, diğer partilerden. Bize dedikleri şu: “Siz vadinize sahip çıkıyorsunuz, biz o yüzden yanınızdayız.” Çıkarsız, karşılıksız bir destek bu. Kalkıp da oyumuzu sorgulamıyor, oy siyaseti yapmıyorlar. Fakat tabii ki bugün yanımızda kim varsa biz de yarın onların yanında olacağız.

Taş ocağının yapılacağı İkizdere’nin yukarıdan bir görünümü: “Vadinin adı Eskenci aslında. Zamanla İşkence olmuş. Tıpkı Aya Petro Kayalıkları gibi. Onun da adı zamanla Ayı Peteği olmuş…” (Fotoğraf: Yakup Okumuşoğlu)

Bir direniş çadırı kurdunuz. Orası nasıl bir toplanma mekânı?

Okyar: Evimizin yanında kuruldu direniş çadırı. Şu an yasaklardan toplanamıyoruz, ama toplanıp kararlar vereceğimiz bir yer orası. Tamam, belki iş makinalarıyla vadiye girdiler, ama “iş işten geçti” demeyeceğiz. Ramazan bayramına kadar orada üç ağaç da kalsa o üç ağacın mücadelesini vereceğiz. Bir umutsuzluk yok, inancımızı kaybetmiyoruz, kaybetmeyeceğiz. “Yorulduk” demeyeceğiz. Ne yapabiliriz diye konuşacağız, tartışacağız. Vadimizin taş ocağı olmasını istemiyoruz. Çoluk çocuğumuzun nefes almasını, atalarının yerlerini görmesini istiyoruz. Doğamızı bozmasınlar, başka bir şey istemiyoruz.

Fazlıoğlu: Karşımızda büyük bir güç var; gaz atıyor, eziyor, vuruyor. Anlatmaya çalışıyoruz, ama anlatamıyoruz. Taş anlıyor, ağaç anlıyor, ama onlar anlamıyor. Eğer onlar kazanırsa burası yok olacak. Bizim çocuklarımız, onların çocukları buraları göremeyecek. Onlar kazandığında herkes kaybedecek. Biz kazandığımız zamansa o kazandığını zannedenler de kazanmış olacak. Farkında değiller. Belki para kaybedecekler, ama onlara para kaybetmek koymaz. Zaten devletin parası onların kasalarında. Böyle bir yerin kaybedilmemiş olduğunu görecekler. Umarım onlar kaybeder. Onlar kaybederse insanlık kazanır, onlar kazanırsa hepimiz kaybederiz –onlar da içinde. Böyle bir yer kaybedilmemeli, bir daha olmuyor çünkü. Bir çözüm bulmaya çalışıyoruz ve herkesten destek istiyoruz. Herkes bir şey yapmalı, herkes bir şey yapabilir çünkü.

O ağaçlar bizi korudu, biz de şimdi onları koruyacağız. Korkarak, sinerek, saklanarak doğamızı, kendimizi, varlığımızı koruyamayacağımız çok açık. Korku eşiğini aşmak zorundayız. Biz kalabalığız, haklıyız. Haksız olanlar, yasadışı davrananlar korksun. Para için burayı yok edenler korksun. Toplumun geleceğini düşünmeyenler korksun. Korkması gerekenler onlar.

Buradaki olayı iki yıl önce fark ettik. Ömer Süzer, Osman Baş ve ben, bu işi fark ettiğimizde üç kişiydik. Şimdi milyonlar bizi destekliyor. Seviniyorum, çünkü milyonlar bunun farkında. Umarım bu yağmaya bir son verirler ve doğa kurtulur. Bütün insanlara çağrım: Buraya sahip çıkın. Sahip çıkmadığınız hiçbir şey sizin değildir, bir şey sahip çıktığınız kadar sizindir. Yoksa elinizden alırlar. Bugün vadimizi, yarın köyümüzü alırlar. “Ne işiniz var bu evde, burası sizin değil ki, burayı kamulaştırdık” derler. Biz bile şüphe eder, “bu ev bizim değil mi acaba” deriz. Evimizin bize ait olmadığına inanır, çekilir ve onların istediği yerlere gideriz.

Pervin Baş: Dedelerimizin, atalarımızın, büyüklerimizin toprakları burası. Burayı bize onlar emanet etti. Biz de şimdi burayı çoluk çocuğumuza emanet edeceğiz. Niye buraları satıp da Cengiz İnşaat’a verelim? Yıllarca buraları Cengiz Bey gelip taş ocağı yapsın diye mi işledim? Bu kadar insanın hakkını yiyor, hepsinin ahını alıyor, o paralar ona helal olmasın! Biz köylüyüz, fakiriz, ama gururluyuz. Taş ocağı istemiyoruz. Doğamızın katledilmesini, ağaçlarımıza dokunulmasını istemiyoruz. Taşımızı, toprağımızı, hiçbir şeyimizi Cengiz İnşaat’a vermek istemiyoruz. Balımıza, suyumuza, peteğimize, her şeyimize sahip çıkıyoruz.

^