EZGİ SEVGİ CAN AİLESİNİ YOK EDEN DAVAYI ANLATIYOR

Söyleşi: İrfan Aktan
24 Ekim 2019
SATIRBAŞLARI
Onur Yaser Can 2 Haziran 2010’da İstanbul-Beyoğlu’nda on gram esrar alırken gözaltına alındı. Gördüğü ağır işkence ve daha sonraki sistematik baskılar sonucu 23 Haziran 2010’da 28 yaşında hayatına son verdi. Can ailesi o gün başlattığı ve yıllarca sürdürdüğü hukuk mücadelesinden bir sonuç alamayınca anne Hatice Can da 2 Mart 2014’te oğlunun izinden gitmeyi seçti. Baba Mevlüt Can ise kızı Ezgi Sevgi Can’la elele yetkin bir avukat titizliğiyle hukuk mücadelesini sürdürdü. Ancak, Ezgi Can’ın da dediği gibi üzüntü insanı öldürmeye yetebiliyor, Mevlüt Can’ın çektiği üzüntü de öldürücüydü. 9 Ekim’de aort damarının çatlaması sonucu hayatını kaybetti. İşkenceyle başlayıp hukuksuzluk, cezasızlık, pervasızlıkla devam eden dokuz yıllık yargı süreci sonunda Ezgi Sevgi Can abisini, annesini, babasını kaybetti. Ezgi Sevgi Can’ı dinliyoruz…
Ana-oğulun anısına baba-kız bir arada; adaletin bu mu dünya…

Annenle baban nereli, nerede, nasıl yolları kesişmiş?

Ezgi Sevgi Can: Babam Antakya-Samandağlı, annem altı yaşına kadar Muğla-Milas’ta yaşamış, sonra Ankara’da büyümüş. İkisi de 1970’lerin sonlarında Hacettepe Üniversitesi’nde ekonomi okurken tanışıyorlar. Bizimkiler 78 kuşağından yani.

Politik geçmişleri, bir sol hareketle ilişkileri var mıymış?

Tabii, Dev-Yolcu ikisi de. Babam epey aktif olarak sosyalist mücadelenin içinde yer almış. Sözü dinlenen bir adammış o yıllarda. Ama ikisi de bir şekilde hapis yatmamayı başarmış, hapis ve işkence onları teğet geçmiş. Babam, çok sık olmasa da, başından geçenleri anlatırdı. Sanırım aile kurduktan sonra yavaş yavaş aktif siyasetten uzaklaşmışlar. Ama eve giren gazetelerle, kitaplarla, paylaşmaya ve hakkını aramaya yaptıkları vurguyla bize sol kültürü aktarmaktan geri durmadılar. 

Ne iş yapıyorlardı?

Babam bir süre Kredi Yurtlar Kurumu’nda yurt müdürü olarak çalışmış. Daha sonra bir bankada çalışmaya başlıyor. İngilizce ve Arapçası olduğu için, “Bağdat’ta bir iş var, seni oraya gönderelim” diyorlar. Bunun üzerine Bağdat’a gidiyor, bir-iki yıl kadar sonra annemi de çağırıyor yanına. 1980’lerin ilk yarısında İran-Irak savaşı sürdüğü için herkes anneme “çıldırdın mı, adamın peşinden, küçücük çocuğu alıp Irak’a nasıl gidersin?” diyor. Ama annem babama çok âşık, abimi alıp gidiyor Bağdat’a. Ben Bağdat’ta doğdum. Abimi oradaki uluslararası bir okula kaydetmişler, İngilizceyi de orada öğrenmiş. 1989’da Türkiye’ye döndük. Abim ODTÜ mimarlık bölümünü bitirdi. Ondan önce bir yıl, bir değişim programıyla Belçika’daki bir sanat okulunda okudu. 

Hem bize bıraktığı nottan hem de arkadaşlarının anlattıklarından öğrendiğimiz üzere, abim gözaltında çok büyük bir işkenceye, cinsel saldırıya uğruyor. Çıplak aramaya tabi tutuluyor ve saatlerce, yüzü duvara dönük, çırılçıplak halde bekletiliyor.

Çok iyi resim çizerdi. Arada Erasmus programıyla İtalya’ya gitti, orada İtalyanca öğrendi. Flamanca, İtalyanca, İngilizce biliyordu. Çok yetenekliydi abim, güzel davul çalardı. Müzik merakı bize annemden geliyor herhalde. Biz çocukken annem hep şarkı söylerdi, gençliğinde mandolin çalmış. Altı yaşımda beni çoksesli çocuk korosuna yazdırdı. Oradan sıkılınca “gitar çalmak istiyorum” dedim. Gitardan da sıkılınca, 17-18 yaşımda elime klarinet aldım, bir daha da bırakmadım.

Onur Yaser başına o meşum olay geldiğinde İstanbul’da mı yaşıyordu? 

Evet. 2009’da, mimarlık bölümünü bitirince İstanbul’a çalışmaya gitti. Abim 3 Haziran 1982 doğumlu. 2010 yılının 2 Haziran gecesi arkadaşlarıyla doğumgünü kutlaması yapacaklar. O akşam, partide içmek üzere birinden on gram esrar almak istiyor. Bir arkadaşından aldığı numarayı arıyor. İstanbul’da henüz deneyimsiz olduğu için, İstiklâl Caddesi gibi çok işlek bir yerde satıcıdan esrarı tam alacakken yakalanıyor. Teknik takibe takılmış. Gözaltına alınıyor. Hem bize bıraktığı nottan hem de arkadaşlarının anlattıklarından öğrendiğimiz üzere, abim gözaltında çok büyük bir işkenceye, cinsel saldırıya uğruyor. Çıplak aramaya tabi tutuluyor ve saatlerce, yüzü duvara dönük, çırılçıplak halde bekletiliyor.

Onur Yaser Can

Nerede?

İstanbul Narkotik Şube’nin Vatan Caddesi’ndeki yerinde, yani Türkiye’nin en büyük şehrinin en büyük emniyet müdürlüğünde.

Abin yalnız mıymış?

Yalnızmış, avukat talep etmemiş. Tek istediği, bir an önce bu durumdan kurtulup evine dönmek. Uzun süre çırılçıplak ayakta tutuluyor, çöktürülüp öksürtülüyor, tokatlanıyor, sözlü olarak aşağılanıyor, satıcının numarasını kimden aldığını itiraf etmeye zorlanıyor. Bu süreç saatlerce devam ediyor. Cinsel istismara da maruz kaldığına inanıyoruz. Abimin gözaltında işkenceye uğradığı dönem, Fethullahçı örgütün tüm polis teşkilatında, özellikle de Narkotik’te egemen olduğu bir dönem. Abimi yakalatan ve işkence emrini veren Hakan Aydın “FETÖ” üyeliğinden Şanlıurfa Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı, 6 yıl 3 ay cezaya çarptırıldı, denetimli serbestlikten yararlanıyor. Karar şu an üst mahkemede. O dönemdeki şube müdürü, müdür yardımcısı, işkenceyi yapanlar daha sonra ya “FETÖ”den yargılandı, görevden alındı veya başka yerlere sürüldü.

Bu kadar ağır işkence yapmalarının nedeni ne?

Satıcının numarasını kimden aldığını öğrenmek istiyorlar. Ama çocuğa öyle bir işkence yapılmış ki, kimse kimseye bunun yapılmasını istemez ve elbette abim de aynı şeyi iki kadın arkadaşı yaşamasın diye, onurlu bir insan olduğu için isimlerini vermemiş. Polis abimin bu onurlu duruşu karşısında kafayı yiyor. Fakat neticede, bir süre sonra abimi bırakmak zorunda kalıyorlar. Savcı abimi salıverme talimatı veriyor polislere. Ama salıverilme tutanağı talimattan iki-üç saat sonra imzalatılıyor abime. İşkencenin, savcı salıverin talimatı vermesine rağmen, iki-üç saat daha sürdüğünü biliyoruz. Abim ertesi gün işe gidiyor ve onu Soner Gündoğdu isimli “iyi polis” telefonla arayıp “ya Onur Bey, sizin ifadenizde tarih ve saat hatası olmuş, bir gelebilir misiniz” diyor. Bunları hep sonradan, arkadaş anlatımlarından biliyoruz. Abim de “yarın cuma, işim aksamasın, cumartesi günü gelirim” diyor. Yine avukatsız, tek başına Vatan Emniyet’e gidiyor.

İşkencede büyük travma yaşamış, üzerine bir de “ben neye imza attım” kaygısı başlıyor. “Acaba beni satıcı suçlamasıyla mı yargılayacaklar, acaba torbacılar da peşime mi düşecek” gibi kaygılar yirmi gün sürüyor. Kendisini üçüncü kattan aşağıya bırakıyor. Abiminki bence bir yardım çağrısı. Kendini çırılçıplak atması yaşadığı çıplak arama ve cinsel istismarla ilintili.

Hakan Aydın’ın emir verdiği Soner Gündoğdu ve Salih Bahar isimli polisler abime yeni ifade imzalatıyor. Yine abimin bıraktığı mektuptan biliyoruz ki, loş bir ortamda, zorla, tehdit edilerek ve okumasına izin verilmeyerek bir şeyler imzalatılıyor. İmzalatılan ifadenin kopyası da verilmiyor kendisine. Sonrasında, zaten işkencede çok büyük bir travma yaşamış, üzerine bir de “ben neye imza attım” kaygısı başlıyor. Bıraktığı notta, zorla imzalatılan metinde ilk verdiği ifadede söylediklerinden farklı cümleler gördüğünü yazmış abim. “Acaba beni satıcı suçlamasıyla mı yargılayacaklar, acaba torbacılar da şimdi peşime mi düşecek” gibi kaygılar başlıyor ve bu kaygılı hal yirmi gün sürüyor.

Bu yaşadıklarını kimseye anlatmıyor mu?

Arkadaşlarına anlatmış, ama açıkçası, kimse abimin elinden tutup da doğru dürüst yardımcı olmuyor. En sonunda abimin patronu avukat tutmayı öneriyor. Deneyimsiz bir avukat tutuyorlar ve abim 21 Haziran’da vekâlet veriyor. Avukat 23 Haziran’da abime “gidip ifadenin bir kopyasını alayım ki, sen de artık neye imza attığını öğren ve bu endişen son bulsun” diyor. Fakat ifadenin kopyasını almaya giden avukat saatlerce Narkotik Şube’de tutuluyor, ifadenin kopyası verilmek istenmiyor.

Neden?

Babamla yıllarca bunun üzerine düşündükten sonra vardığımız sonuç şu: Yaser’e biri ilk gözaltı sırasında, diğeri de daha sonra iki ifade imzalatmışlar ve işlerine hangisinin yarayacağına karar veremiyorlar. O yüzden de ifadeyi yirmi gün boyunca bekletiyorlar. Muhtemelen Yaser’i bir şekilde kullanmak istiyorlar.

Çok yönlü bir delikanlı olan Onur Yaser Can bateri çaldığı günlerde

 Sonuçta avukat ifade metnini alamıyor mu?

Avukatın diretmesi sonucu vermek zorunda kalıyorlar. Ama ifadenin altında, abime ikinci ifadeyi imzalatan Soner Gündoğdu’nun imzası yok, ki bu da suç. Çünkü ifadeyi alan polis metnin altına imza atmak zorunda. Biz buradan anlıyoruz ki, hangi ifade metnini kullanacaklarına henüz karar verememişler. 23 Haziran’da ifade metnini alan avukat abime “ifadende bir sıkıntı yok” diyor. Fakat aynı akşam, polis üçüncü defa abimi ifadeye çağırıyor. O da avukatını arayıp “gitmesem olur mu?” diye soruyor. Aslında gitmek zorunda değil, hatta tekrar ifadeye çağrılması bile hukuk dışı. Ancak, avukat deneyimsiz, “torbacıyı teşhis için çağırıyorlar, gitmen gerek” diyor. Ama abim bir daha o muameleye maruz kalmamak için gitmek istemiyor. O gece, bulunduğu evde, üçüncü kattan kendisini aşağıya bırakıyor.

Evde başka kimse yok muymuş?

Arkadaşları da var, ama kimse yetişemiyor. Çırılçıplak halde atlıyor. Bu da bizim açımızdan bir şeylerin ifadesi aslında. Abiminki bir tür yardım çağrısı. Kendini çırılçıplak atması da doğrudan yaşadığı usûlsüz çıplak arama ve cinsel istismarla ilintili.

Annenlerle hiç konuşmuş mu?

Evet, atlamadan önce annemle konuşuyorlar. Annemler “geliyoruz” diyor ve Ankara’dan yola çıkıyorlar, ama yetişemiyorlar. Annemle babam bu yirmi günlük sürecin sonunda olaydan haberdar oluyor. Ben bir hafta öncesinden abimle görüşmüştüm. Yurtdışından dönmüş, birkaç gün onun yanında kalmıştım. Durumu kötüydü, ama beni korumak için olayı bana anlatmadı. Herkesi de bana bir şey anlatmamaları konusunda tembihlemiş. O genç halimle olayın boyutunu idrak edemedim.

Hayata bağlı, 28 yaşında genç bir mimar, hiçbir problemi yokken yirmi günde intiharın eşiğine geliyor, gördüğü işkenceye dair tanık ifadeleri var, kendi el yazısıyla bıraktığı notu var ve bütün bunlara soyut delil deniyor! Abimin ölümüne sebep olan Fethullahçı polisleri Fethullahçı savcı ve yargıçlar korudu, hâlâ da korunuyorlar.

Annenle son konuşmasında ne anlatmış?

Meseleyi tam anlatmamış, ama adli bir olay olduğunu annemler biliyor. İstanbul’a gidecekleri gün beni arayıp “abini almaya gidiyoruz” dediler. Sonra da atladığı haberi geldi bize. O akşam, yani 23 Haziran’ı 24’e bağlayan gece, ayrı şanssızlıklarla dolu. Ambulans çok geç geliyor, geldiğinde sedyeden düşürüyorlar, ilk hastane kabul etmiyor, başka bir hastaneye götürüyorlar. Biz bu konuda da şikâyetçi olduk, ama bir sonuç elde edemedik tabii. Ülkede ne kadar çarpıklık varsa o gece bizim başımıza geldi. Sonuçta, hastaneye zamanında yetiştiremiyorlar, yetiştirseler belki kurtulabilirdi. Çünkü üçüncü kattan atlamış, ben uzun süre, sırf karakola gitmemek için bir yerinin kırılmasını istediğini düşündüm.

Sonrası nasıl gelişti?

Gecenin sabahında İstanbul’a vardığımızda, artık her şey için çok geçti. Babam serinkanlı davrandı ve hemen polisler hakkında suç duyurusunda bulundu. Hukuk mücadelemiz o gün başladı. İşkence, kötü muamele ve görevi kötüye kullanma suçlarından sorumlu tüm polis ve amirlerden, şube müdüründen şikâyetçi olduk. Ama takipsizlik kararı verildi.

Onur Yaser annesi Hatice Can ile birlikte

Karar ne zaman çıktı?

2012’de bu karar verildi. Önce Anayasa Mahkemesi’ne, oradan da ret kararı çıkınca AİHM’e gittik. Dosya hâlâ orada. Fakat evrakta sahtecilikten açılan dava devam ediyor, 25 Ekim’de o davanın duruşması görülecek. Bu davanın açılabilmesini Ağustos 2010 tarihinde bir savcının ısrarı sağladı. Savcı Narkotik Şube’yi basıyor ve bütün bilgisayarların imaj kayıtlarına el koyuyor. O kayıtlardan, Yaser’in adının geçtiği 11 belgede sahtecilik yapıldığını, değişiklik yapıldığını tespit ettik. Yaser’in ifadesi alındıktan sonra, 3, 4, 5 Haziran’da, ifade dosyasında sürekli değişiklikler yapılmış, ama bu değişikliklerin ne olduğunu tespit edemedik. Bu arada, ilk bilirkişi Zafer Kökdemir, ki onun da daha sonra “FETÖ”yle bağlantısı çıktı, elindeki bir imaj kaydını hukuksuz bir şekilde imha ediyor, diğer bir nüshasını da sahteciliğin ve işkencenin yapıldığı Narkotik Büro’ya teslim ediyor! Yani bilirkişi suçluya delilleri teslim ediyor. Biz yıllardır mahkemeden imaj kayıtlarının bize de verilmesini ve hangi değişikliklerin yapıldığını görmek istedik. Ancak, yıllar sonra bize verilen imaj kayıtlarında artık Onur Yaser’e ait hiçbir belge kalmadığını, çoğu belgenin  ya silinmiş ya da başka yere taşınmış olduğunu tespit ettik.

İşkence davasında takipsizlik kararı verilmesinin gerekçesi neydi?

“İşkence iddialarımızın soyut delillere dayanıyor olması”. Bu kadar hayata bağlı, 28 yaşında genç bir mimar, hiçbir problemi yokken yirmi gün içinde intiharın eşiğine geliyor, gördüğü işkenceye dair tanık ifadeleri var, kendi el yazısıyla bıraktığı notu var ve bütün bunlar soyut delil! Takipsizlik kararını isteyen de Fethullahçı savcı Muammer Akkaş. Yani abimin ölümüne sebep olan Fethullahçı polisleri Fethullahçı savcı ve yargıçlar korudu ve hâlâ da korunuyorlar. Hukuk mücadelesinden bir sonuç çıkmayınca, annem de 2014’te hayatına son verdi. Zaten oğlu olmadan yaşamak istemeyen annemin yüreğine su serpecek bir hukuki sonuç çıkmadı.

Annem abimin gidişini kabul edemedi, ağlayamadı bile. Hukuk mücadelesi onu hayata bağlayan önemli bir unsurdu. Ama oradan bir sonuç çıkmaması anneme büyük darbe oldu. Abimle aynı şekilde, büyüdüğümüz evde kendini pencereden bıraktı.

Evrakta sahtecilik davası ne yönde seyrediyor?

Saat ve tarih hatası diyorlar, ama biz yıllardır bunun basit bir hata olmadığını, “FETÖ’cü” amirlerin emriyle abimin ifadesini değiştirdiklerini, dahası bunun sadece bir evrakta sahtecilik değil, işkence davası olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Davanın işkence ayağı şu an AİHM’de.

İşkence davasından hangi polisler yargılanıyor?

Ekibin başında, o zaman Narkotik Şube Teknik Kısım Amiri Hakan Aydın bulunuyor; ekibi Muhammet Ongun ve Onur Ülker’den oluşuyor. Yaser’i yakalayan ve işkenceyi yapanların bu ekip olduğunu düşünüyoruz. Abimi bu ekibin yakaladığına dair elimizde Narkotik Büro’nun giriş-çıkış görüntüleri var. Bunları da defalarca sunduk mahkemeye. Hakan Aydın Yaser’in ifadesinden memnun değil, çünkü Yaser isim vermemiş. Bunun üzerine Hakan Aydın, Soner Gündoğdu ve Salih Bahar’a görev veriyor. Yaptığımız araştırmalardan öğrendik ki, Hakan Aydın o sırada Narkotik Şube’nin Fethullahçı imamı. Şube müdürü bile onun izni olmadan hiçbir şey yapamıyor. Biz şube müdürü Mahir Çakallı, müdür yardımcısı Serdar Şahin, Yaser’e işkence yapılması emrini veren ve işkencede bulunduğunu düşündüğümüz Hakan Aydın, Hudutlardan Sorumlu Büro Amiri Bilal Aktaş, komiser Koray Ersin, Yaser’in ifadesini alan ve değiştiren Soner Gündoğdu ve Salih Bahar ile bunların altında çalışan diğer tüm polislerden şikâyetçi olduk. Ancak, sadece Soner Gündoğdu ve Salih Bahar Türkiye hukuk sisteminde yargılanıyor. Bunun bile olabilmesi için yıllardır olayı tekrar tekrar anlatmamız gerekti. Babam bunun için olağanüstü bir mücadele yürüttü. Sonuçta, bu süreç babamı da öldürdü işte!

Ezgi Sevgi babası Mevlüt Can ile hukuk savaşı verdiği günlerde

Bu isimlerin hangileri hâlâ görevde?

Amirlerin hepsi “FETÖ”den yargılandı, ya görevden alındılar veya yargılanıyorlar. Ama abimi, bizim çocuğumuzu öldürmekten yargılanmadılar. Hakan Aydın, Urfa’daki mahkemede “FETÖ”den 6 yıl 3 ay ceza aldı, cezası üst mahkemede. İstanbul’da da başka bir davası var. Babamla bu iki davaya da müdahil olduk, Urfa’ya gidip geldik. Yüzleştik bu adamla. Bu polisin diğer pisliklerinin de ortaya çıkması için diğer davaların da takipçisi olacağız. Bir tek Soner Gündoğdu “FETÖ”den yargılanmadı. Salih Bahar ise başka bir yere sürüldü. İkisi de hâlâ polislik yapıyor.

Gündoğdu ve Bahar sadece evrakta sahtecilikten yargılanıyor, öyle mi?

Evet. Ama bu dava bile yıllardır sonuçlanmadı. Bunlar şimdiye kadar sahte belge düzenlemekten yargılanıyordu, ama 28 Haziran’daki duruşmada savcı sahte evrakı kullanmaktan da ceza almalarını istedi. Bunun cezası da 2 ila 5 yıl arasında ve kamu personeli için yarı oranda artırılıyor. Ayrıca, delili bozma suçu var. Neticede, savcı evrakta sahtecilikten verilebilecek en üst cezayı son mütalaasında istedi. Bizim talebimiz mahkemenin bu mütalaaya uyması ve cezaları üst sınırda tutması, ayrıca suça iştirak eden diğer polislerin de dosyaya dahil edilmesi ve işkenceci polisler ve amirlerine tekrar dava açılması.

Maalesef dayanışma etkili bir kitleselliğe ulaşmadı. Basına, mahkemeye, kamuoyuna bunun basit bir narkotik vaka değil, bir işkence davası olduğunu anlatmaya çalıştık. Sanırım işin narkotik boyutu mücadelemizde yalnız kalmamıza sebep oldu. Bu da beni, annemi, babamı üzdü.

Onur Yaser’in hayatını kaybetmesi ve sonraki hukuki mücadele anneni de hayatına son vermeye sürüklüyor, o neler yaşadı bütün bu süreçte?

Annem olan biteni kabul edemedi. Düşünün, çocuğunuzu 28 yaşına getirmişsiniz, her şeyine koşmuş, emek vermiş, inanılmaz sevmişsiniz, o da sizi sevmiş… Ve elinizden alıyorlar evladınızı. Annem abimin gidişini kabul edemedi, ağlayamadı bile. Zaten hastaneye kaldırmak zorunda kaldık annemi. Elektroşok tedavisi gördü, yani ilaç yetmedi anneme. Hayatta kalması için böylesi süreçlerden geçti. Olan biteni ona unutturmaya çalışmaktan başka çaremiz yoktu. Elektroşok tedavisinden sonra birazcık toparlandı. Daha sonra ben Fransa’ya, okumaya gittim. Sık sık yanıma geliyor, bir-iki ay kalıyordu. Hukuk mücadelesi onu hayata bağlayan önemli bir unsurdu. Ama oradan bir sonuç çıkmaması anneme büyük darbe oldu. Anneminkine yaşamak denebilir miydi, bilemiyorum. Hayatta kalmak onu çok zorluyordu.

Annenle son konuşmanız ne zamandı?

Annemin yine kötü olduğunu öğrenince Fransa’dan döndüm. Artık yataktan çıkmıyordu. Sürekli uyumak ve hiçbir şey yapmamak istiyordu. Kendisinin de rızasıyla tabii, doktoruyla birlikte bir daha hastaneye yatırma kararı verdik. Bu kararı almak da yirmi-otuz gün kadar sürdü. İstemiyorduk aslında. Çünkü elektroşok tedavisi çok ağır. Beyninize elektroşok veriyorlar, yaşanan acı ve travmaları bir nebze olsun hafifletiyor. Tabii elektroşok verip bırakmıyorlar. İlaç ve terapilerle ilerliyor. Psikiyatride hayatta kalmanızı sağlayan son çare. Bu tedaviyi eleştirenler de var, ama bizim o sırada bulabildiğimiz son çareydi. Çünkü annem yas sürecini yaşayamadı. Dediğim gibi, ağlayamıyordu. Pazar günüydü ve pazartesi annemi hastaneye yatıracaktık. Aslında kararlıydı annem de. Hastane için alışveriş yaptık, çantasını hazırladık beraber. Fakat sabaha karşı, abimle aynı şekilde, Sokullu’da, bizim büyüdüğümüz evde kendini pencereden bıraktı. 2 Mart 2014’te. Tedavi olmak, abimin yokluğunu kabul etmek, bu gerçekle yaşamak istemedi. Ve açıkçası, sonrasında bu kararına saygı duydum.

Annenin cenaze töreni sırasında babanın yaptığı konuşma çok sarsıcıydı. “Bize göstereceğiniz en büyük dayanışma bu davanın peşini bırakmamanız” demişti. Sizce dava yeterince sahiplenildi mi?

Maalesef dayanışma etkili bir kitleselliğe ulaşmadı. Başından beri basına, mahkemeye, kamuoyuna bunun basit bir narkotik vakası değil, bir işkence davası olduğunu anlatmaya çalıştık. “Polis ve devlet şiddeti Türkiye’nin bir gerçeği, korumayın bu adamları” dedik. Basına ve kamuoyuna “bizi yalnız bırakmayın, çünkü biz de birçok insan gibi bu gerçeğin kurbanlarıyız” diye çağrılar yaptık. Ama sanırım işin narkotik boyutu mücadelemizde yalnız kalmamıza sebep oldu. Bu da beni, annemi, babamı üzdü. Elbette bize destek olan muhalif gazeteciler ve insanlar oldu ve bu da bize yetti aslında. Tamamen yalnız kaldığımızı söylemek istemiyorum. Bu dava kitleselleşmedi, ama mahkeme salonu da hep tıklım tıklımdı. Zaten sadece Yaser’in arkadaşları bile o salonları doldurmaya yetiyor. Zaten mücadelelerin kitleselleşememesi, birbirinden kopuk kalması bu ülkedeki en büyük sorunumuz.

Babam her duruşmaya bir avukat titizliğiyle hazırlandı ve duruşmalardaki konuşmaları da hep bu şekildeydi. O direnci ve duruşu hiç bırakmadı, mücadelesini son güne kadar sürdürdü. Üzüntü insanı öldürebilecek bir şey, babamın yaşadığı üzüntü de öldürücüydü.

Annenden sonra babanla ikiniz hukuki mücadeleyi sürdürdünüz…

Babam çok güçlü durdu. Öncelikle hukuk mücadelesinin peşini asla bırakmadı. Açıkçası, bu süreçte kendi kendimizin avukatı olduk. Babam her duruşmaya bir avukat titizliğiyle hazırlandı ve duruşmalardaki konuşmaları da hep bu şekildeydi. O direnci ve duruşu hiç bırakmadı ama, bunu sürdürebilmek için de bir nebze olsun gevşemesi gerekiyordu. “Uyuyamıyorum” diyordu, bu yüzden çok fazla alkol almaya başlamıştı. Psikiyatrik tedaviyi “bana kimse yardımcı olamaz” diyerek kabul etmedi. Alkol onu hem yaşatan hem de öldüren bir unsurdu. Alkol sayesinde acılarını birazcık dindirebiliyordu. Mücadelesini bildiği yollardan, son derece güzel bir şekilde, son güne kadar sürdürdü. Bu süreçte bana destek oldu, baba-kız ilişkisinin ötesinde, bir arkadaşlık dayanışması yaşadık.

Babanın bir sağlık sorunu var mıydı?

Çok güçlü kuvvetli bir adam babam, hâlâ gittiğini kabullenemiyorum. Biraz tansiyonu vardı, ama doktora gitmeyi reddediyordu. Damarlarında tıkanıklık varmış. Keşke daha çok ısrar etseydik, keşke zorla alıp götürseydim doktora. Keşkelerim o kadar çok ki… Tek başına üzüntü insanı öldürebilecek bir şey, babamın yaşadığı üzüntü de öldürücüydü. Ama bu kadar erken gideceğini düşünmüyordum.

Bunca şeyin üzerine davayı takip etmeye devam edecek misin?

Elbette, buna odaklanacağım. Çünkü hem annem hem babam bu davaya çok emek verdi. Onlar göremeyecek ama, Türkiye şartlarında olabilecek en adil şekilde bu davanın sonuçlanması için mücadele edeceğim. Abimin, annemin, babamın hatırına katillerin diğer davalarının da takipçisi olacağım. Bir yandan da onları müziğimle yaşatacağım, müziğe devam edeceğim. Anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği güzellikte insanları kaybettik. Üzerimde çok büyük bir sorumluluk hissediyorum. Gücüm yettiğince hem hukuk mücadelesi yürüteceğim hem de onların bana gösterdiği güzelliklerin peşinden gideceğim.

33. yaşgünümde, bu ülke bana abimi, annemi, babamı kaybetmeme sebep olanların sadece evrakta sahtecilikten yargılandığı bir davanın duruşmasında olmayı reva görüyor. Bütün ailemi katlettiler. Annem ve babam mücadelenin devamını bana bıraktı. Büyük sorumluluk hissediyorum. Sadece hukuk mücadelesi değil, yaşamak için de sorumluluk hissediyorum.

Baban olmadan katılacağın ilk duruşma yarın…

25 Ekim, yani duruşmanın olacağı gün, doğumgünüm. 33. yaşgünümde, bu ülke bana abimi, annemi, babamı kaybetmeme sebep olanların sadece evrakta sahtecilikten yargılandığı bir davanın duruşmasında olmayı reva görüyor. Abim de doğumgününde işkenceye maruz kalmıştı. Bütün ailemi katlettiler. Annem de, babam da bu acı karşısında yapabileceklerinin en fazlasını yaptı ve mücadelenin devamını bana bıraktılar. O yüzden çok büyük sorumluluk hissediyorum. Sadece hukuk mücadelesi değil, yaşamak için de sorumluluk hissediyorum. O yüzden yaşayacağım. Onların yaşayamadığını yaşamak ve yaşatmak durumundayım. Nerede ne kadar güzel şey varsa, maalesef yok ediliyor. Bu ülke bütün ailemi elimden almış olsa da, onları elimizden alanlara, katillere hak ettikleri yargılamayı bile yapmaktan aciz olsa da, yine de ve hâlâ bu ülke için güzel şeyler yapmak istiyorum. Annem ve babam bana cömertliği öğrettiler. Tahammülüm ne kadar sürer, Türkiye’de ne kadar kalabilirim, bilmiyorum ama, nerede olursam olayım yaşayacağım ve yaşatacağım. Babamın gücünü hep yanımda hissedeceğim. Tartıştığımızda bazen beni sinirlendirip çileden çıkarırdı. “Yeter baba” deyip odaya geçince arkamdan gelip “Ne oldu, pes mi ettin, gücün bu kadar mı yani?” derdi. Beni böyle böyle hayata hazırladı. Pes etmeyeceğim.

^