Mayıs 2023 seçimlerinden bir hafta önce yaptığımız söyleşinin sonunda şu tavsiyede bulunmuştun: “Kazanılmış olan moral üstünlüğü korumak ve büyütmenin peşinde olmak. Bunun için güvenli, sakin, aynı zamanda canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.”
Moral üstünlüğü korumak bir yana, moral çöküntüsü, hayal kırıklığı, kırgınlık hâkim geniş bir muhalif kesime… Seçim sonrası genel ruh halini nasıl değerlendiriyorsun? Sonuçları nasıl karşıladın?
Haluk Ağabeyoğlu: Geçen söyleşinin sonundan başlamak iyi oldu. Sözü bu “son”dan başlayarak kurmaya çalışayım. Andığın tavsiyelerime temenniler de diyebiliriz, öyle değil mi? O söyleşinin tamamını tekrar okudum, sonundaki temennilerimi de. Ve içime bir şey oturdu, bir ağırlık. Nedenini söylemeye çalışayım. Şu “temennilere” bir bakalım:
“Moral üstünlüğü korumak ve büyütmek!” Kazanmışız; şimdi korumak ve büyütmenin peşindeyiz.
“Güvenli, sakin, aynı zamanda canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.”
Söyleşinin hepsini değil, sadece bu sonunu okumam da içimin burkulmasına yeterdi. Çünkü orada gördüm ki, seçim günü için bir hafta öncesinde bulunduğum dileklerim, temennilerim, seçim güvenliğinin hakkıyla sağlandığı bir ortam yaşanmış olsa, ülke sathında mükemmelen ortaya çıkacak, gelişecek niteliklerdi. Ama seçim güvenliği sağlanmamıştı. Söyleşinin bütününde bunun nasıl sağlanmadığı anlatılıyor. Ama ben yine de bu temennilerde bulundum:
“Moral üstünlüğü korumak, güvenli, sakin, canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.”
Ortada hakkıyla yapılmış, edilmiş, emek verilmiş, tesis edilmiş bir seçim güvenliği yokken bu temennilere sadece “züğürt temennileri” denebilir; başka ne olabilir? Züğürt tesellisinin temenni hali diyelim. Seçim güvenliğiniz yok, yapılmamış; züğürtsünüz.
Peki, neye dayanarak bu temennilerde bulunur, bulunmak cüretini gösterir insan? Geçen söyleşinin ikinci paragrafının başındaki şu cümle cevaba ipucu olabilir:
“Muhalefet açısından ise seçimin güvenliği artık örgütlenebildiği ölçüde halka emanet.”
Evet, seçim güvenliği sağlanmamıştı, çünkü örgütlenmemişti. Geriye elimizde kalan şey, halkın 21 yıl sürmüş bu çürüme düzeninden kurtulmak isteği ile –ki bu yükselen bir istek idi– sandık güvenliği için kendiliğinden eyleminin gelişmesini beklemekten, oy verme hakkını, sandığı korumak refleksini göstermesini ummaktan başka bir şey değildi. İşte o söyleşinin sonundaki temenniler, halkın kendiliğinden ortaya çıkacağını umduğum sandığı koruma eyleminde kuşanmasını dilediğim niteliklerdi.
Muhalefetin bütün bölükleri kendimize ve birbirimize kızgınız. Haklı öfkelerimiz var kendimize ve birbirimize karşı duyduğumuz. Öfkemizi dönüştürürsek, samimi özeleştirilerimize vesile olur. Özeleştirinin varacağı yer tespitlerimiz ışığında yenilenerek mücadeleyi sürdürmeye yarar.
Hayret ettiğim şey: 17 Aralık 2020 tarihinden bu yana iki buçuk yıldır, seçim güvenliğinin önemini vurgulayan, nasıl sağlanacağını, nasıl örgütlenmesi gerektiğini, detaylarını ilgililerine, bu işte sorumluluk yüklenmelerini beklediklerime anlatmaya çalışan biri olarak, bu devasa işin örgütlenmediğini görünce, halkın kendiliğinden refleksi ortaya çıkarsa sağlanabileceğini ummuş olmamdır. Sonuçta bu anlamda, ilgilisi herkes gibi ben de işin niteliğini, cesametini kavrayamayan bir bönlüğe savrulmuşum. Bunu anladım. Dahası var; şu son temenni, söyleşinin de son cümlesi olmuş:
“Sokak, mahalle, seçim alanı yerellerinde iletişim grupları kurulması, tanışma toplantıları yapılması için talep eden, çağırıcı olmak, bunun için çalışmak.”
Seçime bir hafta kala, sandık başında oy hakkını savunmak için bulunacağını umduğum halktan dileğime, beklentime bakar mısınız? “Birbirinizi tanımak için toplantılar talep edin.” Kimden etsinler? Partilerden. Neden etsinler? Çünkü birbirini tanımış, bu yolda yoldaş olmuş insanlar sandık başında güçlü olurlar, özgüven duyarlar, örgütlenmiş olurlar. Örgütlenmiş halk neydi, kimdi? Bir şey diyorduk ona!
Ve buraya parantez açalım: Bu birbirini tanıması gereken insanların, tek ya da bir-iki muhalefet partisinin insanları değil, tüm muhalefet partilerinin insanları olması, hepsinin birbirini tanıması, seçim güvenliğinin sağlanmasında birlikte davranmaları gerekmez mi? Elbette gerekir, iki buçuk yıl boyunca söylendi bu. Burada ama hangi partinin insanları da olmalıydı, ama yoktular: HDP’liler. Ve HDP, konu seçim güvenliği olunca ısrarla ne demişti bu ortaklaşma için? Bunu da konuşmuştuk geçmiş söyleşide.
Seçim güvenliği yoktu. Çünkü örgütlenmedi. Seçim güvenliği örgütlenmesi yıllardır savunulduğu gibi yapılsaydı, bugün faşizm iktidardan indirilmiş olacaktı. Yalnız, sanılmasın ki bütün taraflarıyla muhalefetin tarzı pirüpaktı, hiç hatası yoktu, iktidar sadece seçim hilesiyle kazandı.
Şimdi tam bununla alâkalı olarak şunu demeliyim; “koşulsuz dost olmak” diye bir laf geçiyor temennilerin içinde. İlk bakışta anlamsız bir laf gibi gelebilir, ama kastım, anlatmak istediğim şuydu: “Ey oy hakkını koruma işine girişecek halkım, sandık başında bunu yaparken sakın kimseyle dostluğunuza koşul koymayın; koşulsuz dost olun. HDP’lileri görmezden gelmeyin, dışlamayın, onlara öteki gözüyle bakmayın.”
Şimdi belki şuna hayret edilebilir, sorulabilir: “Tabii, niye dışlasınlar ki?”
Evet, doğru, sandık başındaki CHP’li, Saadetli, İYİP’li, HDP’li, DEVA’lı, Gelecek Partili insanlar, kimi istisna vakalar dışında, birbirlerini dışlamazlar, kötü bakmazlar. Peki ama, Millet İttifakı’nın altılı masası sadece bu ahlâki konuda, yani oy hakkının savunulması konusunda, ısrarla defalarca çağırmasına rağmen HDP ile bir ortaklaşmaya, işbirliğine gitti mi? Hayır. Bunu dahi yapmadılar. HDP heyetleri altılının her bir partisini ziyaret ettiklerinde belki tek önerileri bu oldu: seçim güvenliğinde birlikte çalışmak. Yapılmadı, yapmadılar.
Konuyu saçmadan parantezi kapayıp şunu söylemeliyim: Bu andığım tanışmalar, birlikte olma gerekliliği iki buçuk yıldır anlatmaya çalıştığım seçim güvenliği örgütlenmesinin temelini oluşturuyor.
Burada hazin olan şu: İki buçuk yıldır yapılması için çağrıda bulunduğum, dönüp yüzüne bakılmamış işin yapılması için partilere çağrı yapmayı, seçime bir hafta kala, kendiliğinden eylemini ümit ettiğim halktan diledim, ondan temenni ettim. Buna artık ne denir…
Özetle, tavsiyelerim, temennilerim, işe yaramadı, yaramazdı, çünkü seçim güvenliği ciddi bir iş. Örgütlenmeden, tavsiyelerle temennilerle sağlanacak bir şey değil. Seçim güvenliği yoktu. Çünkü örgütlenmedi. İktidar bugüne dek yapabildiği en kapsamlı, sistemli hileyi, sahtekârlığı yaptı. Hile ve sahteciliğinde yaratıcı yeni yöntemleri de vardı. Bu saptamalarıma gelecek ne itiraz varsa, olacaksa, bunlarla yüzleşirim, bütün kanıtlarımla cevaplarım. Eğer seçim güvenliği örgütlenmesi yıllardır savunulduğu gibi yapılsaydı, bugün faşizm iktidardan indirilmiş olacaktı. Buna inancım maddi bilgi temelindedir. Bu savıma gelecek ne itiraz varsa, olacaksa, onunla da yüzleşirim, kanıtlarımı sunarım. Yalnız, sanılmasın ki bütün taraflarıyla muhalefetin tarzı pirüpaktı, hiç hatası yoktu, iktidar sadece seçim hilesiyle kazandı. Dediğim şey bu değil.
Seçim güvenliği temelinde bir halk örgütlenmesiyle halkın kendisini sorumlu “özne” hissetmesi, harekete katılması sağlanır. Örgütlenmeyle hissedilen kitlesellik özgüveni arttırır. Değişim yönünde kuvvetli bir arzu gelişir. “Seçim güvenliği” sadece seçim güvenliği değildir. Bir ortamı, bir durumu yaratmaktır.
Seçim güvenliğinin işlevi, sadece oy verme esnasında hileyi önlemek değil. Seçim güvenliği temelinde bir halk örgütlenmesinin yaratılabilmiş olması ya da olmaması, iktidarın başvuracağı hilenin önlenmesi, ya da önlenememesinin ötesinde, bütün sürecin sonucunu belirleyecek etkiye sahiptir. Bu örgütlenme yaratılmış ise eğer, en başta, özellikle muhalif halkta yaygın olan, seçimin hileyle çalınacağı şeklindeki karamsar ön kabul ortadan kalkar. Bu, halkın oy hakkını savunmak seferberliğinde kendisini sorumlu “özne” hissetmesini, harekete katılmasını sağlar, önünü açar. Örgütlenme ile hissedilen kitlesellik, insanlarla, konu komşuyla tanışmalar özgüveni artırır. Bu sürecin ortaya çıkaracağı şey değişim yönünde kuvvetli bir tahayyülün, arzunun gelişmeye başlaması olur: Her şey için değişim, bugünden iyi bir gelecek ihtimalinin hayal edilebilmesi… Nihayet, oy tercihlerinin kitleler halinde “değişim isteği” yönünde şekillenmesi, bu dayanışma ruhunun, bu örgütlenmenin ürünü olarak ortaya çıkar.
İşte bunun için “seçim güvenliği” sadece seçim güvenliği değildir. Bir ortamı, bir durumu yaratmaktır.
Bu örgütlenmenin hele bu son seçim için değişim dinamiğinin önünü açan, aynı ölçüde iktidarın kendine güvenini yok eden bir atmosferi yaratacağı açıktı.
Seçim sonrası genel ruh hali iyi değil. İyileşmek, mücadeleyi sürdürmek, yerel seçimleri kazanmak için çalışmak lâzım. Muhalefetin bütün bölükleri kendimize ve birbirimize kızgınız. Haklı öfkelerimiz var kendimize ve birbirimize karşı duyduğumuz. Kendimize öfkemiz içimizde dursun; öfkemizi dönüştürürsek, bu samimi özeleştirilerimize vesile olur. Öfke, iyiliğe dönüştürülebiliyor ise iyi bir duygudur. Bu özeleştirinin varacağı yer durumu tespit etmeye, tespitlerimiz ışığında kendimizi dönüştürmeye, yenilenerek mücadeleyi sürdürmeye yarar.
Birbirimize duyduğumuz kızgınlıklarımıza gelince: Bunları, birbirimizi sahiplenmeye dönüştürmek iyi olur diye düşünüyorum. Birbirimize kızgınlığımızı birbirimizi sahiplenmeye dönüştürmek nasıl olur? Mesela HDP’li olarak CHP’ye çok kızıyorum. Beter olmalarını mı istemeliyim? Bu çok yanlış olur. Mesela, seçimin hemen ertesinde Halk TV’de günler geceler boyunca konuşulan nerdeyse tek şeyin Abdüllatif Şener’in seçimin hangi turunda kime oy verdiği olmasına kızıyorum. Başka derdimiz yokmuş gibi. Böyle öfke kusma seansları düzenlemenin kimin, hangi CHP’linin ruh haline faydası olur ki? Bu programlarda parti sözcülerinin, acar gazetecilerin bir an durup “ya peki partimizde bir iç demokrasi olsaydı, acaba adayları taban seçseydi, daha iyi olmaz mıydı?” diye işin bu boyutuna bakmalarını bekliyor insan. Artık başat mevzumuz bu olmalı çünkü. CHP’lilerde de, HDP’lilerde de bu olmalı: parti içi demokrasinin amasız fakatsız kurumsallaşması. Öfke duymakla kalmayıp onlardan bunu istemenin, talep etmenin, onların iyiliklerini istemek, onları sahiplenmek olacağını düşünüyorum. Özetle, HDP’liler de, CHP’liler de birbirlerine karşı mesullenmelidir. Önümüzdeki süreç en başta bunu gerektiriyor.
Geçen söyleşide 2014’teki yerel seçimden başlayıp 2023’e kadar gelmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim. 14 ve 28 Mayıs seçimleri, genel olarak seçim güvenliği açısından, beklediğin gibi bir seyir içinde mi geçti? Seçim öncesi birçok kişi birtakım kanlı provokatif eylemlerden çekiniyordu, öyle bir şey olmadı… Beklemediğin, seni şaşırtan şeyler oldu mu?
Seçim güvenliğini sağlayacak örgütlenme anlayışı benimsenmedi, seçim güvenliği sağlanmadı. Bunu bilen, gören birisinin şaşıracağı ne olabilir? Şaşırmadım, ama dedim ya, ümit etmiştim.
Kanlı, provokatif eylemlere teşne birilerinin, böyle planların olabileceği bir coğrafyada mıyız? Onyıllardır böyleyiz, bu yadsınabilir mi? Ama biz seçim güvenliğini hakkıyla tesis etmeyip hileye yol verdikten sonra, iktidar hilesini seçim öncesinde, gününde ve ertesinde göstere göstere yaparak seçimi “kazanıyorsa”, kanlı eylemlere girişmeye gerek kalır mı? Kalmaz.
Biz seçim güvenliği için bir halk örgütlenmesi yaratmadık, bunun peşinde olmadık. Bu olmayınca zaten hileye kızıp sokağa çıkmamız da söz konusu olamazdı. O ruh yok, o örgütlenme yok, yapmamışız.
İktidar son seçimde bugüne dek yapabildiği en kapsamlı seçim hilesini, hiç olmadığı kadar gizlemeksizin yaptı. Ve bütün sahtekârlık, gözünü buna kapamayan yurttaşlar, analitik çalışma yapan bireyler, gruplar tarafından yaygın şekilde kamuoyuna mâledildi. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerindeyse tam bir “görmezlik” hali var.
Ama eğer oy hakkını savunmak adına örgütlenmiş halk hareketi olarak seçime gidebilseydik, iki dinamik çalışırdı: Birincisi, hileye geçit vermezdik. Ve asıl ikincisi, örgütlülüğün yaratacağı değişim isteği, seçimin sonucuna, hiçbir gücün karşı çıkmaya cesaret edemeyeceği fark atan bir üstünlük olarak yansırdı.
O zaman kanlı eylemcilerin ortada olup olmaması durumuna baktığımızda, bunların seçim güvenliğinin sağlanması halinde ortaya çıkamayacak, seçim güvenliğinin sağlanmadığı durumda ise ortaya çıkmalarına gerek görülmeyecek, bu anlamda iktidarın bir sindirme, korkutma aracı olarak beslediği yapılar olduğu sonucuna varırız. Hepsi o kadar.
Adli seçim analizi yöntemiyle 2023 seçimlerini değerlendiren, farklı ülkelerden konunun uzmanı akademisyenlerden oluşan ekibin yayınladığı raporda cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan lehine hile tespit edildiği belirtiliyor. Milletvekili seçiminde de, cumhurbaşkanlığı seçiminde de pek çok usûlsüzlük, hile haberleri gördük, okuduk. Bu seçimlerde ne düzeyde hileye başvuruldu? Hangi yöntemler uygulandı ve bunlar sonuçlara ne kadar etki etti?
Yirmi yıl boyunca, iktidar heybesinde büyük bir seçim hileleri tecrübesi biriktirdi. Referandumda halkın “Hayır” iradesini “Evet”e çevirmekten, tabela partisi olduğu Şırnak’a on binlerce seçmen kaydırarak belediyeyi almaya kadar çeşitlenen bir birikim bu. Bu tecrübeler ışığında iktidar son seçimde bugüne dek yapabildiği en kapsamlı, sistematik seçim hilesini sahneledi. Hile sayısız gözleme ve nicel analize dayalı kanıtlarıyla ortada. Son seçimin bir özelliği de hilenin hiç olmadığı kadar gizlenmeksizin, göz önünde yapılması oldu ve bütün sahtekârlık, gözünü buna kapamayan tanıklar, yurttaşlar, analitik çalışma yapan bireyler, gruplar tarafından farklı boyutlarıyla yaygın şekilde açıklandı, kamuoyuna mâledildi.
2023’te hile şüpheli sandık sayısı yüzde 13 ile 24 bine, seçmen sayısı 5,4 milyon kişiye yükseliyor. Son seçimdeki hile şüpheli sandıklar karşılaştırması 14 Mayıs’ta yapılan hilenin 2018’dekinden büyük hacimde olabileceğine işaret ediyor. Hilenin sonuca etki etmeyecek ölçüde az olduğu savı boş bir avuntudur.
Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerindeyse durum bunun tam tersi. Bir “görmezlik” hali var. Bu seçim sonrasında dahi yıllardır şaşmaz tavır aynı. Ne seçim güvenliğinin iddialarının aksine sağlanmamış olması, ne yapılmış hile ve bunun boyutu üzerine bir sözleri var. Bir söyleşiye sığması mümkün olmayan konuda, yani seçimlerde hilenin hacmi hakkında, yine de birkaç şey söylemek istiyorum.
Bahsettiğin adli seçim istatistik analizlerini geliştirmiş iki farklı grubun cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turu için de yayınlanmış analizleri var. Michigan Üniversitesi Politik Araştırmalar Enstitüsü’nden Walter R. Mebane 1 Haziran’da yayınlanan analizinin özetinde “yaygın ve bol adli seçim hilesi bulduğunu” belirtti.
Diğer çalışma Viyana Tıp Üniversitesi’nden Peter Klamek ve Stefan Thurner ile Theseus Uluslararası İşletme Enstitüsü’nden Ahmet Aykaç tarafından 31 Mayıs’ta yayınlandı. Analizin özetinden saptamalar şunlar:
“2017 ve 2018 Türkiye seçimlerine ilişkin yapılan analizler, mükerrer oy veya seçmen manipülasyonu gibi hilelerin seçim sonuçlarının belirlenmesinde önemli bir rol oynadığını ortaya koydu. Bu çalışmada, Türkiye’deki 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur sonuçlarına mükerrer oy ve seçmen manipülasyonlarının tespiti için adli istatistiksel seçim testlerini uyguladık. 2023 seçimlerinin, 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gözlemlenenlere benzer istatistiksel düzensizlikleri sergilediğini (…) ayrıca, az sayıda ve daha küçük oy verme merkezlerinin olduğu bölgelerin, yine Erdoğan lehine, oy ve katılım sayılarının önemli ölçüde şişirilmiş olduğunu gözlemledik. Sonuçlarımız, Türkiye seçimlerinin istatistiksel düzensizliklerle dolu olduğunu ve bunun seçim hilesine işaret olabileceğini göstermektedir.”
Çalışmalarda uygulanan adli seçim istatistik testleri, toplam sandıklar bazında, nicel göstergeler arasındaki ilişkileri, bağıntıları belirli hipotezlerle sınar. Daha önce yapılmış 2017, 2018 ve şimdi 2023 çalışmalarının ortaklaştığı sonuç “gözlenen yaygın istatistik düzensizliklerin seçim hilesi şüphesi taşıdığı”. Sınanan hipotezlerden önemli birisi, ortalamanın çok üzerinde olan seçime katılım oranının, iktidar lehine sandıkları keyfi olarak doldurma hilesine işaret etmesi. Bu varsayımdan hareketle, 2018 milletvekili genel seçiminde muhalefet oy oranı yüzde 50 ve altında olan 110 bin sandıkta yüzde 92 ve üzerinde katılıma sahip 30 bin sandığı sekiz muhalefet partisine liste halinde gönderdim. 2023 seçimlerine 17 ay kala gönderilen liste, seçimde güvenliğine özel önem verilmesi gereken hile şüpheli sandıkları gösteriyordu. 2023 seçimi de geldi ve geçti. O zaman şimdi, 2018 ve 2023 olarak son iki seçimin hile şüpheli sandık ve seçmen sayılarını karşılaştırmak, yapılan hilenin boyutunu anlamak için yerinde olur. Bunu yaparken son seçimde 1 puanlık katılım oranı artışını dikkate almak ve hile şüpheli sandık ölçütünü yüzde 95 ve üzeri katılımlı sandıklar olarak belirlemek de daha anlamlı. Karşılaştırmayı ve görünen sonucu şu birkaç cümleyle ifade edebilirim:
2019 İstanbul yerel seçiminde “hiçbir şey olmadıysa da bir şey olmuştur” diye YSK’ya başvurup seçimi iptal ettiren iktidardı. Ama muhalefet bunca kanıta rağmen, 2017 referandumundan beri, sonucu değiştiren her hileyi görmekle beraber, YSK’ya tek bir iptal başvurusu yapmadı. Öğrenilmiş çaresizlik hali gibi. Ya da kronik olarak tecavüz edilen kurbanın bununla yüzleşememesi, itiraf edememesi gibi.
2018’de hile şüpheli sandık sayısı, toplamın yüzde 9’u olarak 15 bin, seçmen sayısı yaklaşık 3 milyondu.
2023’te hile şüpheli sandık sayısı yüzde 13 pay ile 24 bine, seçmen sayısı 5,4 milyon kişiye yükseliyor.
2017-18 adli seçim istatistik analizlerinde ortaya konan hilelerin seçim sonuçlarının belirlenmesinde önemli rol oynadığını ikinci çalışmanın özetinden aktarmıştım. Şimdi bu son seçim için yapılan hile şüpheli sandıklar karşılaştırmasıysa 14 Mayıs’ta yapılan hilenin 2018’de yapılan hileden daha büyük hacimde olabileceğine işaret ediyor.
Bilim böyle bir şey zaten, öyle değil mi? Şüphe barındırır. İşte bu emek dolu çalışmalarda da gezegenin dört bir yanından bilim insanları diyorlar ki, “burada hile olduğuna dair şüphemiz var”. Kimse bilimden üstün değil. Biz bu ülkenin insanları ise “şüphesiz” olarak şunu gördük, biliyoruz: AKP yüzde 7 geriledi, üzerine, özellikle Kürdistan’da, oyları sandık doldurma hilesiyle kabartılmış olmasına rağmen MHP’nin de yüzde 1 kaybı oldu; iktidar yüzde 8 oy kaybetti. Bunun üzerine hileyle kazanç hanesine yazdığı en az yüzde 3 oyu koyarsanız gerçek toplam kaybı yüzde 11’dir.
Bu seçimde oy verme süresi boyunca, sandık hâkimiyetiyle yapılan, “klasik” diyeceğimiz, sandığı keyfi olarak doldurmak ve seçmeni baskılamak yöntemlerinin yanısıra birbirlerini tamamlayan iki sahtekârlık daha yapıldı, hem de büyük hacimlerde: Seçmen sayısı artışı ile nüfus artışı arasında zaman içinde büyüyen açıklanamaz fark ve buna bağlı olarak sandıklara yazılan ikameti sahte seçmenlerin yaratılması.
Araştırmacı Füsun Sarp Nebil’in çalışmasına göre, 2007-2023 zaman serisinde seçmen sayısı, nüfusa göre 6,7 milyon daha fazla artmış. Bu 16 yıllık serinin son beş yılında ise 2018’den bu yana nüfusa göre daha fazla artan seçmen sayısı 1,8 milyon kişi. Adına “hayali” ya da “fazla”, ne dersek diyelim, var olmayan ya da başka seçmenlerin adreslerine yazılan bu seçmenler en az 2 milyon oy kullandılar. Bunlar bu sahtekârlık için vatandaşlık verilmiş insanlar da olur, bunun için kendisine kimlikler verilmiş insanlar da olur. Bunların sandık başında yakalanması, muhtarlar tarafından tespit edilmeleri TV haberlerine konu oldu. Sonuç olarak, adli seçim istatistik ölçümlerinin dışında kalan bu hayali seçmen yaratma sahtekârlığının da bir o kadar büyük katkısıyla iktidar bu seçimi “kazanmıştır”.
Muhalefet partileri ana hatlarıyla nihai sonuca etki etmediği gerekçesiyle, hilelerin üzerine gitmeyi her defasında bir aşamada bırakıyor ve seçim sonucunu kabul ediyor. Yüzlerce seçim bölgesinde çeşitli yöntemlerle hileye başvurulmuş olduğunun kanıtlanması bir seçimi gayrimeşru kılmaz mı? Bu hilelerin bütün sorumlularına karşı yasal ve siyasal yaptırım uygulanması talebinde ısrar etmek gerekmez mi?
Hilenin sonuca etki etmeyecek ölçüde az olduğu savı boş bir avuntudur. Bu seçim iktidar tarafından hile ile garanti altına alınmış, seçime öyle gidilmiştir. Bütün muhalefet sözcülerinin dilindeki deyimle bu “kader seçiminde” son on yılın en zayıf, “en kadersiz” seçim güvenliği vardı. Bunu biliyorduk; bunu iktidar da gayet iyi görüyor, biliyordu. İktidar hileyle kazandığını da muhalefetten iyi biliyor. Yapılan hile o denli büyüktür. Bu anlamda seçim tabii ki gayrimeşrudur. 2019 İstanbul yerel seçiminde “hiçbir şey olmadıysa da bir şey olmuştur” diye YSK’ya başvurup seçimi iptal ettiren iktidardı. Büyükçekmece’de kapı kapı dolaşıp hile aradılar, bulamadılar, yoktu. Bu seçimde ise olmayan yoktu. Ama muhalefet bunca kanıta rağmen YSK’ya tek bir iptal başvurusu yapmadı.
Nedeni şudur: Muhalefet 2017 referandumundan beri yapılan ve sonucu değiştiren her hileyi görmekle beraber, görmemeyi tercih ediyor. Bu sanki bir öğrenilmiş çaresizlik hali. Ya da tecavüze uğramış ve kronik olarak tecavüz edilen kurbanın bununla yüzleşememesi, itiraf edememesi gibi bir hal. O zaman tecavüzü örtersiniz, mahkemeye de gitmezsiniz. Bir de şu var: Millet İttifakı ve başta CHP seçim güvenliğini sağladıklarını söyleyip durdular, gerçeğin böyle olmadığını bile bile bunu yaptılar. Halkı ve kendilerini kandırdılar. Bir ödevinizi hakkıyla yaptıysanız, buna rağmen notunuz kırılmışsa çıkar itiraz edersiniz, mahkemeye gidersiniz. Ama millete çok iyi çalıştığınızı söyleyip vasatı bile bulamadıysanız ve misliyle notunuz kırılmışsa buna çıkıp itiraz edecek yüzünüz de olmaz.
Sonuçta, koskoca bir ülkeye yaşatılan bu felaketi böyle acayip göndermeler üzerinden açıklamak durumunda kalmak, insana ayrıca acı veren, akla ziyan bir hal, bir anlam yitimi sanki.
En itibarlıları da dahil, araştırma şirketlerinin seçimin hemen öncesine ait kamuoyu yoklamalarının hemen hepsi sonuç konusunda yanıldı. Bir-iki puanlık bir yanılma da değil, sonuç öngörülerin tamamen tersi çıktı. Bu durumun nedeni sözünü ettiğin “hileler” mi? Bu “yanılmayı” nasıl açıklamak gerekir?
“Yüz yüze, tesadüfi örneklem yapılmadığı sürece hata payı artar, bunun için yanılıyorlar” desem, bu lafın içinde bir teorik gerçeklik vardır, ama yapılan çalışmalar için biraz kestirmeden bir olumsuz hüküm de söylemiş olurum diye korkarım. Çünkü, az önce konuştuğumuz gibi, seçmen sayısı ve profili ile nüfus sayısı ve profili arasında, bir taraf lehine kullanılmak üzere açıklanamaz büyüklükte farklar yaratılmış ise, yapılan çalışmaların hemen hepsinde kullanılan tabakalı kota örneklemlerinde bu yaratılmış farkların sonuca etkisi ölçüm dışı kalır. Şimdi bundan hareketle “araştırmalar hilesiz doğruyu ölçmüş, ama ölçüm dışı hile sonucu belirlemiş” demek de işi biraz basite almak mı olur, bunu bilemiyorum gerçekten.
“Sandığa sahip çıkmak”tan, esas olarak, sandık görevlilerinin ve müşahitlerin ıslak imzalı tutanakları alıp partilere iletmesi anlaşılıyor. Hileleri önlemekte bu ne kadar yararlı, anlamlı bir çaba? Bu konudaki eksikler bize ne gösteriyor?
Sandığa sahip çıkmanın ıslak imzalı tutanakların toplanmasından ibaret bir iş olmadığını, evet, geçen söyleşide konuştuk. Sandık başında yeterince görevli ve müşahit bulunmasının mümkün olamayacağını da seçimden önce açık kanıtlarıyla görüyorduk, bunu da konuştuk. Hepsi de oldu. Her şey demek olmayan sandık tutanakları dahi ülke genelinde eksiksiz toplanamadı. On binlerce tutanak muhalefetin eline geçmedi. Yine on binlerce sandıkta muhalefetin görevlisi yoktu. Muhalefetin sandık korumada yetersizliği sadece kırsaldaki sorun değildi. Merkezlerde, yerel yönetimin muhalefette olduğu metropollerde de iktidarın sandık hâkimiyeti kuruldu. Çünkü muhalif sandık görevlilerinin önceden örgütlenmiş bir tanışıklıkları da çoğu seçim alanında yoktu ve eğitimleri de yetersizdi. İzmir Karşıyaka’nın göbeğindeki okulda dahi AKP ve MHP’li sandık görevlilerinin sandık başkanıyla birlikte kaba ve iş bilir tavırlarla yaptıkları usûlsüzlüklere CHP ve İyi Partili iki üyenin nasıl sessiz kaldıklarını, sonunda duruma itiraz edip oyunu bozmaya girişen o sandığın seçmeni arkadaşımdan dinledim. Binlerce örneği ortaya serilen bu nicel ve nitel yetersizlikler, seçim güvenliğinin halkın özne kılındığı bir halk hareketi olarak ele alınmamış, örgütlenmemiş olmasının sonucu.
Seçim güvenliği için halk hareketinin örgütlenmesi bir sokak örgütlenmesi işiydi. Ülke sathında eş-anlı yaygın eyleyiş meşruiyeti sorgulanamaz bir halk örgütlenmesi yaratırdı. Bunun yapılamamasının nedeni CHP’nin halkı atalete sürüklemeyi, sindirmeyi amaçlayan “sokaktan kaçış siyaseti” oldu. Bu seçim sürecinde halka karşı işlenen en ağır politik suç olmuştur.
Peki neden örgütlenmedi bu halk hareketi, eksiklikler bize neyi gösteriyor?
Bu soruyu cevaplamak, geçmişe dair bir sorgulamayı kaçınılmaz kılar, ama şimdi artık biraz bugünden ve yakın gelecekten konuşmamız lâzım. Onun için bu “seçim güvenliği neden bir halk hareketi olarak örgütlenemedi” sorusuna, ki bayağı ayrıntısı ve önemi var bu sorunun cevabının, çok özet olarak şu cevabı verip geçmekle yetineyim: Seçim güvenliği için halk hareketinin örgütlenmesi elbette bir sokak örgütlenmesi işiydi. Ülke sathında binlerce ilçede, meydanda, beldede gönüllü masalarını kurmak işiydi. Bu eş-anlı yaygın eyleyiş meşruiyeti sorgulanamaz bir halk örgütlenmesi yaratırdı, önünde durulamazdı. Bunun yapılamamasının nedeni CHP’nin halkı atalete sürüklemeyi, sindirmeyi, sürecin dışına itmeyi amaçlayan “sokaktan kaçış siyaseti” oldu. Bunun seçim sürecinde halka karşı işlenen en ağır politik suç olduğu açıktır. Bu “siyaset”, oy hakkını savunma esasına dayalı bir halk hareketini teşvik etme amacını güden Seçim Güvenliği Platformu’na da sirayet ettirildi. Platform amacı ve eylemi yok edilerek çürütüldü.
İttifakların ortak listeyle değil de ayrı listelerle seçime girmesi sonuca etki etti mi? MHP’nin ayrı listeyle girmesi Cumhur İttifakı’na, İYİP’in ayrı listeyle girmesi Millet İttifakı’na, TİP’in ayrı listeyle girmesi Emek ve Özgürlük İttifakı’na nasıl etki etti?
Cumhur İttifakı’nda partilerin seçime kendi amblemleriyle girmeleri başka bir şey. AKP-MHP blokunun seçim öncesinde planladıkları sistematik hilenin önemli bir unsuru, MHP’ye basılacak hileli oy hacminin küçük ortağı yüzde 10’a taşıması olarak iki taraf arasında anlaşılmış olmasıydı. MHP’nin kendi listesi ve amblemiyle bunu başardılar; onun için bunu bu bahiste bir tarafa bırakalım.
Muhalefet ittifaklarının kendi içlerinde seçime ayrı partiler olarak girmelerinin etkisi dendiğinde ilk akla gelen şey milletvekili sayıları nasıl etkilendi oluyor. Her iki ittifakı da olumsuz etkiledi. Millet İttifakı 229 vekil çıkaracağına 213 çıkardı; fark eksi 16 sandalye. Emek Özgürlük İttifakı 69 vekil yerine 65 çıkardı; fark eksi 4 sandalye. Her ikisi de tek parti temsili ile seçime girseydi, iktidar blokunun çıkarttığı 322 vekili 17 sandalye eksilerek 305’e düşecekti[1]. Ama bu sayılar da afaki, çünkü, seçmenin her iki muhalefet ittifakının da “parçalanmış” olduğu algısıyla tercihini belirlediği seçimin sonuç aritmetiği bu. Tek tek ele alacak olursak, Millet İttifakı kamuoyu nezdinde baştan beri gerilimli, gelgitli bir algıya sahip oldu. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın topluma vaat edebileceği devrimcilerin mücadele birliğinin bütünlüğü ve samimiyeti algısı çok kıymetliydi. O da berhava edildi. Eğer bu parçalanmayla değil, “ittifak gibi ittifaklar”la seçime gidilmiş olsa, iktidar blokunun Meclis’te azınlıkta kalmış olacağı apaçık.
Muhalefet ittifaklarının seçime ayrı partiler olarak girmeleri iki ittifakı da olumsuz etkiledi. Millet İttifakı 229 vekil çıkaracağına 213 çıkardı; fark eksi 16. Emek Özgürlük İttifakı 69 vekil yerine 65 çıkardı; fark eksi 4. Ama bu sayılar da afaki, çünkü, seçmenin iki muhalefet ittifakının da “parçalanmış” olduğu algısıyla tercihini belirlediği seçimin sonuç aritmetiği bu.
İlk akla gelen şey “sayısal etki” oluyor dedim ama, Meclis aritmetiği nasıl tecelli ederse etsin, esas kötülük, halka önümüzdeki süreç için ümit vaat edebilecek devrimci mücadele cephesinin yaralanmış olması. “Kürde oy vermeyecek seçmen” keşfi (!) ile kendini Kılıçdaroğlu-Akşener geri bilinciyle eşitlemiş olan kötülük buna sebeptir. Bu kötülük çok enerjimizi soğurduğu için artık şimdi burada uzatmayayım.
Mart 2024’teki yerel seçimlere sekiz ay var. Uzun bir süre değil, ama iyi değerlendirilirse, az bir zaman da sayılmaz. Yerel seçimlere nasıl yaklaşılmalı? Bugünden itibaren ne yapmalı?
2019 yerel seçiminden yedi ay önce gündeme gelmiş bir girişim vardı. Onun bugün için zamanı gelmiş iş olduğunu düşünüyorum. Girişimin başlangıcı bir toplantı çağrısıyla olmuştu:
Toplantıya “toplumsal ve demokratik muhalefetin” hemen bütün unsurları, örgütler, siyasi partiler, emek- meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, platformlar, çevreler, bireyler katıldı.
Çağırıcılar, Halkların Demokratik Kongresi ile Halkların Demokratik Partisi, çağırıcı olmak vasıflarının ötesinde kendilerinin katılımcılardan farksız, eşit bileşenler olduklarını baştan belirttiler.
İlk toplantıyı, girişimi ete kemiğe büründürmeyi amaçlayan iki toplantı izledi. Ortaya Demokrasiye Çağrı Girişimi adıyla bir kamuoyu açıklaması çıktı:
Bu tek yaprak çağrı metni, yerel yönetim seçimine giderken yerelde halkın iradesini, tercihlerini önceleyen söylemiyle dikkatimizi çekecektir. Ön yüzünde, girişim kendisini Demokrasiye Çağrı Grubu diye adlandırdı. Yerel Demokrasi Buluşmaları yapmayı hedefledi: “Birlikte umudu yerellerden kurmak için.” Yerel çağrı gruplarınca düzenlenecek demokrasi buluşmalarının “hepimize yeni bir heyecan vereceğini” öngördü. “Umudu böyle büyütebilir”dik.
Ve bu çağrı grubu öyle oluşmuş, olmuş bitmiş bir şey de değildi; “Bu coğrafyada yaşayan vicdan sahibi insanlar… etiyle, kemiğiyle, aklıyla, yüreğiyle süreçte var olmaya” çağırılıyordu.
Açıklamanın diğer yüzündeki başlık, Yerelde Buluşuyor, Demokraside Ortaklaşıyoruz oldu.
“Şimdi yüzümüzü yerellere, yerel mücadeleye dönme zamanı” idi. Ve şu çarpıcı ifadelerin tekrar altını çizelim:
“Yaşadığımız yerlerde hayatın akışını, gerçek ihtiyaçları en iyi o yerellerde yaşayanlar bilir. … Özgür irademizi yansıtan yerel yönetim yapıları kurmak katılımcı demokrasiye giden önemli bir adım. Ve şimdi tam zamanı.”
“Hayat bizim hayatımız, onu merkeze havale edemeyiz.”
“Yerel Demokrasi Buluşmaları, birbirimizden öğrenerek, en geniş toplumsal demokratik zeminlere birlikte ulaşmayı başarmamız için yan yana geleceğimiz toplantılara vereceğimiz isim. … Bu yönelim ortak akıl oluşturarak halkın demokratik iradesinin yerel seçimlere yansımasına önemli bir katkı sağlayacaktır.”
Evet, 10 Eylül 2018 toplantısının sonucu bu çağrı niteliğindeki kamuoyu açıklamasıydı. Şimdi burada biraz duralım, bu toplantıdan iki gün önce, 8 Eylül’de, Rıza Türmen’in Yerel Seçimde Halk Adayları başlığıyla yayınlanan makalesine bakalım.
Demokrasiye Çağrı Grubu’nun açıklamasıyla Türmen’in makalesi arasında bir ilişkilenme, bir örtüşme var mı, varsa ne ölçüde? Günümüzün yerel seçiminde muhalefetin yol haritası için bu metinler ne anlam ifade ediyor? Bu soruları soran bir düşünce sürecine kapı aralamak istiyorum.
Makalenin daha ilk paragrafında dile getirilen, iki ay önce yapılmış 24 Haziran genel seçimi sonrasında yaşanan moral çöküntü ile şu an, seçimden iki ay sonra yaşadığımız memleket tablosu arasındaki benzerlik dikkat çekici. Tabii bugün yaşadığımız çöküntü 2018’in misliyle üzerinde.
Rıza Türmen özet olarak şöyle diyor:
“… her şeyden önce insan onurunu, insan değerlerini koruyan bir demokrasi mücadelesini göze almak, bu konuda bir etik sorumluluğa sahip olmak gerekir. Ancak bu takdirde, kendi kendimize yabancılaşmayarak gerçek bir özne olabiliriz. Siyasete yeni bir yön verecek etik enerjiyi, tabandaki küçük halk gruplarında aramalıyız…”
İnsana değer vermek! Bu bizim için bugün çok anahtar bir kavram değil mi? Zaferinden sonra ormanından emeklisine kadar bütün canlıların üzerinden bir silindir gibi geçen ne dinbaz faşizm insana değer veriyor, ne de koca CHP’yi adeta esir almış Kılıçdaroğlu ve yiyici şürekâsının “insan değerlerine” sahip olduğunu görüyoruz. O zaman şu apaçık belli değil mi, önümüzdeki yerel seçimde metropollerimizi, kentlerimizi faşizme teslim etmemek, aksine faşizmi geriletmek için insana değer veren tarafın biz olduğumuzu göstermeliyiz. Çünkü, insana değer veren kazanacak.
Kimdir o biz? Aralarında bir örtüşme aradığım iki metinde sıralanan işlerin yapıcıları, kahramanları, buna emek verecek aktörleri.
Yapılacak olan nedir? Dinbaz faşizme karşı muhalefetin neresinde olursa olsun insanların, grupların örgütlerin, partilerin, yerellerde kendilerine rehber edecekleri demokrasi ile buluşmaları, birbirlerine omuz hizasından bakarak eşitlenmeleri, yerel seçimlerin ortak adaylarını her yerelin kendisinin belirlemesi. Faşizme karşı birleşik halk cephesinin böyle örülmesi, adaylarının ortaya çıkarılması, eş-anlı olarak seçim güvenliğinin bu sefer hakkıyla sağlanacağı halk örgütlenmesinin de yaratılması.
Makalenin eyleyiş çerçevesini şu ifadelerde buluyoruz:
Sistemin dışına çıkarak yeni bir demokratik yapı inşa etmek için yerel seçimler iyi bir fırsat. Bu fırsattan yararlanarak bazı il ve ilçelerde, siyasal partilerin adayları yanında ‘halkın adaylarını’ çıkarmak yolunda bir hareket yaratılmalı. Bu yola gidilirse, adaylar ilçelerde yapılacak forumlarda katılımcı, demokratik bir yöntemle saptanır.”
Bu eyleyişin günümüze uyarlanışında elbette “bazı il ve ilçeler” ile sınırlı kalmayan, ülke sathında bir hareketi tahayyül etmek uygun olacaktır. Ve elbette “siyasal partilerin adayları yanında ‘halkın adayları” diye bir ikilemi yaratmak değil, adayların siyasal partiler ile halk inisiyatiflerinin birbirleriyle bakıştıkları ortak demokratik yerel buluşmalarda belirlenmesi esas olacaktır.
Bu kadarla kalır, her iki metin için de “şurası şöyle olsun, burası böyle olsun” gibi başkaca bir detaya girmem. Bu, başlamasını umduğum düşünme sürecinin işi. Demokrasiye Çağrı Grubu girişimi de, Yerel Seçimde Halk Adayları makalesi de günümüzden beş yıl, son yerel seçimden yedi ay önce, halk iradesini önceleyen bir yerel seçim stratejisi üzerinde durmaktaydılar. Bugün ise, ufuktaki seçimin yedi buçuk ay öncesinde ve eğer bu seçim sonunda yerel yönetimler dinbaz faşizme teslim edilirse, neredeyse bir distopyanın eşiğindeyiz. Onun için bu girişimin ve metnin üzerinde gezindiği konularda derinleşecek bir düşünce sürecinin bu günden başlaması ve topyekûn bir eyleyişe erişmesi bence bir zihniyet devrimi olur ve ülke için hayati önemdedir. 10 Eylül 2018’de öne sürülen Demokrasiye Çağrı Girişimi bizim kıyısına geldiğimiz, ama girip de yıkanmadığımız sudur. Şimdi bu suda yıkanmak zamanındayız.
Peki o zaman ne oldu da yıkanılamadı bu suda? Bu soru tabiidir.
Bizim solumuzdaki kötü bir huy: Kendi sektimizden çıkmamış fikirler sevilmez. Kimi öyle “sınıfın öncüsü” sektlerimiz var ki, bunlar tarafından girişim “vay efendim bu çağrı neden HDK ile HDP tarafından yapılmıştır, onların işi olmakla sakat doğmuştur” mülahazasıyla karşılandı. Bunun, günümüzde yapılmış “Kürde oy vermeyecek seçmen” keşfinin altında yatan geri bilincin o günkü sürümü olduğunu düşünürüm. Kendisini düzenin fikriyatıyla eşitleyen kadim kötü geri bilinç: “Memleket hayrına gözükse dahi bunların fikirlerinden de uzak duracaksın”.
Girişim dört ay boyunca, ağırlıkla Kongre ve Partinin bileşenleri ile Demokratik Alevi Dernekleri, Doğu Güneydoğu Anadolu Dernekleri Federasyonu’nun çabalarıyla yürütülmeye, tutundurulmaya çalışıldı ve bu sürecin sonunda çağrıcıları tarafından sonlandırıldı. Bundan sonra seçime kadar kalan üç ay boyunca yaşanan ittifak/aday belirleme sürecinde biri olumlu, biri olumsuz iki şey yaşandı. Büyük merkezlerin kazanılması olumlu olan –şüphesiz HDP’nin alicenaplığı bu kazanımda en büyük etkendi. Belediye Meclisleri için aday belirleme işbirlikleri sürecinde ise, özellikle HDP açısından büyük bir olumsuzluk yaşandı. CHP’nin meclis adayları listesinde yer almak biçiminde yürütülen kapalı görüşmeler CHP tarafından neredeyse bir at pazarlığına dönüştürüldü. Bir ilçede listeye önerilen HDP adaylarının seçime iki gün kala CHP tarafından veto edildiğini dahi gördük. “Bu isimler olmaz, başka iki kişi söyleyin” tavrıyla. Burada HDP, belediye meclisi adaylıklarında CHP listesine isim vermek yerine her ilçede kendi meclis adaylarını tam liste olarak çıkartsa daha doğru olurdu. Meclis seçimi nezdinde yerel seçim HDP için bir genel seçim niteliğine kavuşurdu. Büyükşehir başkanlıklarında aday çıkarmayıp faşizmi geriletme tavrının partiye sağladığı toplumsal takdir, belediye meclisi seçimlerinde önemli bir tercihe dönüşür, örneğin İstanbul’da yüzde 14-15’e varan oy oranlarıyla bu tutum taçlanırdı.
Geçmişin bu detayına girip lafı uzatmamın sebebi, bugün, sadece HDP’nin değil, bütün muhalefet cephesinin, siyasi partisinden tekil bireyine kadar her şeyi iyi düşünmesi gerektiğine işaret etmek için.
Ne yapacağız? Bilmem kaç dönemdir vekil, CHP sözcüsü Öztrak, “yenilenmiş kadrolarıyla yerel seçimde zafer kazanacaklarını” söyledi. Bu zaferin peşine mi düşmeliyiz?
CHP’yi Kılıçdaroğlu ve çevresindeki statükocu düzen erkanına mı terk edeceğiz, buna seyirci mi kalacağız? Böyle olursa, haklı olarak “bu CHP ile bir şey yapılmaz” diyerek küçük kent, büyük metropol demeden kendi adaylarımızı çıkarıp kendi işimize mi bakacağız?
Geçen gün TV’de Rıdvan Uz’u dinledim, bir İyi Parti vekili. Analiz yapmışlar, şunu keşfetmişler: AKP merkeze yerleşmek istiyormuş. Ama halkın AKP karşısında merkezde görmek istediği parti İYİP imiş. Bunun için herkes yerel seçimde İYİP adaylarını desteklemeliymiş. Yoksa bu parlak fikre mi kulak kabartmalı? Peki bütün bu yolların dışında bir zihniyet devriminin peşine düşmeyi düşünmemeli miyiz? Evet, seçime yedi buçuk ay kala, sakin ama kararlı adımlarla.
Şu dikkati çekmiştir: Demokrasiye Çağrı Grubu’nun Yerel Demokrasi Buluşmaları’nda da, Türmen’in makalesinde de siyasi partiler ile halkın sivil, sendikal, demokratik örgütlenmeleri, inisiyatifleri arasında bir hiyerarşi değil, eşitler arası uyum ilişkisi var. Hatta bunun ötesinde, siyasi partilerin bünyelerinde bulunan ve bunun dışında onlarla örgüt bağı olmayan büyük halk kitlelerinin iradesini amir kabul eden, benimseyen bir konumları var.
Zaferinden sonra ormanından emeklisine kadar bütün canlıların üzerinden silindir gibi geçen ne dinbaz faşizm insana değer veriyor, ne de CHP’yi adeta esir almış Kılıçdaroğlu ve yiyici şürekâsının “insan değerlerine” sahip olduğunu görüyoruz. Önümüzdeki yerel seçimde kentlerimizi faşizme teslim etmemek için insana değer veren tarafın biz olduğumuzu göstermeliyiz.
Bu noktada, Hamit Bozarslan’ın 14-28 Mayıs seçim turları arasında İrfan Aktan’la söyleşisini anmak istiyorum. İlk diyeceğim, bu söyleşinin üst üste birkaç kez okunası kıymeti. Sonra, konumuz bağlamında, söyleşide bir alt başlık oluşturan şu yaklaşımı:
“Türkiye’nin geleceğini… perspektifi partiler mi, parti dışı mekânlar mı, direniş sahaları mı, sivil toplum kuruluşları mı ortaya koyacak; şu anda buna verebileceğim bir cevap yok… Belki de artık siyaseti ittifaklar dışında, hatta siyasi partiler dışında düşünmek gerekiyor. Yarınki siyasi hareketlerin ne olabileceği sorusu üzerine kafa yormalıyız.”
Bozarslan’ın bu yaklaşımının Eylül 2017’de başlatılan girişim ve yazılan makaleyle uyumlu olduğunu düşünüyorum. Ne Bozarslan ne de 2017’nin girişimi ve makalesi siyasi partileri önemsizleştiriyor, ama demokrasi mücadelesinin geliştirilmesinde partilerin ötesinde, onlarla birlikte yerelde, halk örgütlenmeleri nezdinde oluşacak iradenin önemine vurgu yapıyorlar.
Partilerin ötesinde, halk iradesinin önemi üzerine aynı vurgu ve beklenti, 14 Mayıs’tan bir yılı aşkın bir zaman önce, seçim güvenliği üzerine yazdığım yazılardan birinde de geçiyordu. Siyasi partilerin seçim güvenliği konusundaki sorumluluk alanları sayılıyor, nihayet bir halk hareketi yaratılmasını teşvik etmek sorumlulukları hatırlatılıyordu. “Sorumluluklarını üstlensinler, rollerini oynasınlar”dı. “Yoksa bu halk hareketini örgütlemek partilere bırakılmayacak kadar hayati bir görev olarak ortada durmakta” idi ve “O zaman bunu mesullenenler yapar” deniyordu. Neydi umulan? “Kadın, emek, doğa, temel haklar gibi tüm mücadele alanlarının birbirleriyle ortaklaşacağı çatıda, oy hakkını savunmak için bir araya gelmeleri”. Yazıda en son denen şuydu: “Bu çatı amaç için, tüm ezilenlerin bir araya gelmeleri, birbirlerine yapacakları bir çağrıya bakar. Bunu hangi dinamik yaparsa yapsın, şimdi mesullenmek zamanındayız.”
Ne yazık ki umulan çağrıyı hiçbir mücadele dinamiği yapmadı. Bunun yapılması için çalışmayı temel amaç olarak önüne koymuş Seçim Güvenliği Platformu da bu yazıdan kırk gün önce, 9 Ocak 2022’de, CHP pasifikasyonuna kurban edilmiş, kendi içinden ihanete uğramış, çürütülmüştü.
Şimdi bugünün sorusu bence şu: Hele ana muhalefet partisini de düzenin munis muhalefeti olarak ilelebet muhafaza etmekle görevli bir yönetim kliği esir almışsa, önümüzdeki kritik dönemde kimlerin, hangi mücadele dinamiklerinin önünde hangi mesuliyetler durmaktadır?
Uzak yakın mücadele geçmişimizi ne kadar çok irdeler, pratiğimizle ne kadar yüzleşir, kendimize ne kadar çok soru sorarsak, önümüzdeki yedi buçuk ayın sonunda faşizmi geriletecek bir yolu çizmemiz ve eylememiz o kadar mümkün olur, belirginleşir, yol alır diye düşünüyorum.
Söyleşisinde Bozarslan’ın üzerinde durduğu hiç aklımdan çıkmayan bir şey de “mücadele alanlarını meşrulaştırmak” ifadesi. Bu da söyleşide bir alt başlıktı: “Yeni perspektiflerin, söylemlerin geliştirilmesi, yeni meşruiyet alanlarının oluşturulması gerekiyor… İşe bu mücadele alanlarını meşrulaştırmakla başlamak gerekiyor.”
Yapılacak olan nedir? Dinbaz faşizme karşı muhalefetin neresinde olursa olsun insanların, grupların, örgütlerin, partilerin, yerellerde kendilerine rehber edecekleri demokrasi ile buluşmaları, birbirlerine omuz hizasından bakarak eşitlenmeleri, yerel seçimlerin ortak adaylarını her yerelin kendisinin belirlemesi.
Buradan benim anladığım şuydu: Akla gelip sayabileceğimiz bütün hak ve eşitlik mücadele alanlarını tanımlamak, bunlara işaret etmekle kalmayıp bunlar için mücadeleyi meşrulaştıracak bir zemini yaratacak yol ve yöntemleri bularak, kullanarak mücadele etmek. Mücadele alanlarını meşrulaştırmak. Bu anlamda oy hakkı vazgeçilmez temel bir hak ise, ki öyledir, oy hakkını savunmak da temel bir hak mücadelesidir. Bu mücadelenin şüphe götürmez bir meşruiyeti vardır. Bu mücadele alanının meşruiyetini görünür kılmak için ülke sathında eş-anlı olarak binlerce gönüllü masası kurmak oy hakkını savunma mücadele alanını bütün meşruiyetiyle dosta düşmana gösterir, mâleder, dokunulmaz bir meşruiyet olarak kabul ettirir.
Oy hakkını savunma mücadele alanını meşrulaştırmak için binlerce masa kurulması daha önce defalarca önerilmedi mi?
Evet, defalarca. Bunun sağlayacağı yarar, kazanç üzerinde de duruldu. Defalarca. Bu masaların kurulmasıyla bir halk hareketinin örgütlenmesine başlandı mı? Hayır. Eğer bu masalar kurulmuş olsa, seçimler kazanılsa da, kaybedilse de sokakta var olma için bir meşruiyet alanı yaratılmış olur muydu? Evet.
Bu meşruiyet alanı yaratılmış olsa, bunun eseri olacak özgüvenle bugün kan, ter ve akılla verilen Akbelen mücadelesinin eriştiği kitlesellik misliyle olur muydu? Evet.
Bugünden geçe kalmadan önümüzdeki yerel seçimde sandık güvenliği için metropollerin meydanlarında, her şehirde, ilçede, beldede binlerce gönüllü masası kurmalı mıyız, bunun için mesullenmeli miyiz? Evet.
Bunu sağlamak ve Eylül 2017 girişimini ve makalesini önemseyen bir düşünme, eyleme sürecini başlatmak için birileri mesullenerek bir çağrı yapmalı mıdır? Evet, yapmalıdır, iyi olur.
Kimler olabilir onlar? Herkes. Ama dört kişi saymak istiyorum, bunlara bir de Rıza Türmen hocamızın katılmasını dileyerek. Bu dört kişinin birisi hekim, birisi zamanın bir CHP parti meclisi üyesi hekim, birisi araştırmacı, birisi Demokrasi için Birlik’in bir emektarı. Adlarını anmaktan kıvanç duyacağım, ama izinlerini sormadığım için şimdi bende tutacağım dört kıymetli insanı önermemin sebebi şu: 2019 yerel seçiminden yedi değil, on yedi ay önce, zamanın Demokrasi için Birlik Meclisi haberleşme grubuna 3 Kasım 2017 sabahı bir e-posta mesajı düştü. Mesaj, on ay sonra Eylül 2018’de gündeme gelecek Demokrasiye Çağrı Grubu girişimi ile, bununla örtüştüğünü düşündüğüm Yerel Seçimde Halk Adayları makalesinde çizilen yol haritası ve bunlarda yapılan öngörülerle uyum içindeydi. Uzatmadan bu mesajın ilk üç cümlesini aktarayım:
“Eğer yapılacaksa, yerel seçimlere 17 ay var. Ülkede hiçbir yerel seçim üzerine bu kadar erken kafa patlatılmaya başlandığını hatırlamıyorum. Kokuyu en iyi alan Erdoğan. Başkanlık seçiminden önce yerel seçim başarısının hayati önemini biliyor, belediyelerini tanzim ediyor.”
Bu uzunca mesajın serencamını anlatmak için son iki parça daha aktarayım:
“Öneri: geç kalmadan bir bağımsız adaylar inisiyatifinin geliştirilmesidir. Bunu, parti angajmanı olmayan, ama bünyesinde partili partisiz faşizme muhalif bireyleri barındıran yapılar yapar. DİB, Bir Aradayız Buradayız, Hak ve Adalet Platformu, Hayır Meclisleri, Barış Bloku gibi”.
“Muhalif partiler buna bigane kalmazlar, kalamazlar. Ortaya konan halkın bağımsız adaylarına, bu inisiyatifin iradesine karşı aday çıkartmazlar, desteklerini açıklarlar.”
Şimdi bakıyorum, o zaman ne canlı bir etkileşim varmış ki, aynı gün içinde bir tane, ertesi gün üç tane olmak üzere, andığım dört kişi, bu mesaj üzerinde görüş bildirdi, katkıda bulundu. Sonra bir şey, bir gelişme oldu mu, hayır, olmadı. Şudur budur derken zaten dört ay sonra gelen ekonomik krize yakalanmamak için iktidar seçim takvimini değiştirdi; 24 Haziran 2018 genel seçimi baskın olarak öne alındı. Ama bende kalan şudur: O zaman bu mesaj üzerine yapılan dört katkı o kadar özenli ve kıymetliydi ki. “Bugünden itibaren ne yapmalı?” diye sordun bu bahsin başında. Eylül 2017’de öne sürülen iki fikriyatı derinleştirerek ortaya konacak bir düşünme ve eyleyişin geliştirilmesini diledim. İşte noktalayayım o zaman: Bu düşünme sürecini mesullenerek başlatacak, çağrıyı yapacak olanlar 2017’de katkılarıyla bu sürece fikir koymuş olan dört kişi olsun, aralarına dilediğim gibi Rıza Türmen Hocamız da katılsın, bu süreç başlasın. Bunu hayati önemde görüyorum.
2018’de öne sürülen Demokrasiye Çağrı Girişimi bizim kıyısına geldiğimiz, ama girip de yıkanmadığımız sudur. Şimdi bu suda yıkanmak zamanındayız. Uzak yakın mücadele geçmişimizi ne kadar çok irdeler, pratiğimizle ne kadar yüzleşir, kendimize ne kadar çok soru sorarsak, önümüzdeki yedi buçuk ayın sonunda faşizmi geriletecek bir yolu çizmemiz ve eylememiz o kadar mümkün olur.
Ve bu bahsi şimdilik nasıl toparlayıp noktalayalım?
Birkaç şey dileyebilirim. Önce, şu tekrara düşeyim: Bu ülkede kimse, ne iktidar ne majestelerinin muhalefeti halka, insana değer veriyor. Bunu tecrübe ettik, ediyoruz, görüyoruz. Bundan sonra insana, halka değer veren taraf kazanacak. CHP’lilerin, partinin başındaki devlet çetesini halletmeleri, göndermeleri önemlidir, diliyorum.
Başat dileğim HDP için: HDP, kurucu iradesinin baştan beri öngördüğü zihniyet devrimini yapsın, artık zamanıdır. Bunun için Gültan Kışanak’ın seçimden sonra burada yayınlanan değerli söyleşisinde belirttiği parti içi demokrasi fikriyatına da tamamen katılıyorum. HDP’de insana değer vermek öyle bir parti içi demokrasinin kurumsallaşmasıyla sağlansın ki, önümüzdeki kongrede “bir yer”de saptanmış iki eş başkan adayı delegelerin onayına sunulmasın. Konferansta kendisini öneren veya önerilen eş başkan adayları olsun. Delegasyon, diyelim ikisi erkek üçü kadın beş aday arasında hepsinin birbirinden kıymetini öne çıkarmakta, karar vermekte müşkülata düşsün ve nihayet ikisini seçsin. En üst görevlendirmede bu demokratik işleyiş sağlanırsa, bütün diğer görevlendirmelerde aynı demokratik işleyiş kurumsallaşır. Paradigmaya insana değer vermeyi içkin kılmak böyle olur. Bu zihinsel devrimi yapan HDP’nin halklara, ülkeye kazandıracağı kıymet büyük olur. İnsana değer veren yapı kazanacak.
Son olarak, parti içi bir olguymuş gibi lafı geçen bir densizliğe değinmek istiyorum. Faşizmin ölene dek tutsak etmeye kendisini mecbur hissettiği bir yoldaşımızı “sosyal medya fenomeni olmakla” yaftalama hadsizliğini gösteren zihniyetin, parti içinde varsa bir izi, bunun silinmesi zarurettir. HDP bu densizlikle bir arada anılmamalıdır.
[1] Sayısal veri Sertuğ Çiçek simülasyonundan alınmıştır.