19 MART DARBESİ VE TOPLUMSAL MUHALEFET

Söyleşi: Meltem Akyol
10 Nisan 2025
19 Mart darbesi sonrasında yüz binler günlerce Saraçhane'de, İBB binası önünde toplandı
SATIRBAŞLARI

18 Mart’ta diploma iptali, ertesi gün gözaltı kararı… Ardından, kitleselliği ve kararlılığıyla beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan protesto gösterileri, özellikle öğrenci-gençlik eylemliliği… Devamında hem İmamoğlu ve kurmaylarının hem de yüzlerce gencin tutuklanması… İktidar ne amaçladı bu hamlelerle? Ve ne oldu?

Can Atalay: Saray, 31 Mart seçim sonuçları sonrasında, 2024 yazı itibarıyla bir karar vermiş durumda. Kararın iki yönü var: İlki, ağırlıklı olarak DEM Parti’ye oy veren Kürt yurttaşların –en azından– nötralize edilmesi. Diğeri, toplumsal muhalefetin çok yönlü baskılanması. Yeniden açılan Gezi soruşturmaları üzerinden tehditler, el altında tutulan listeler ve gözdağı vermek için bu listelerden seçmece tutuklamalar…

Mevcut rejimin karşısında iktidara talip, kazanma olasılığı da hayli yüksek somut odakların darbedilmesi, darbelere karşı koyamaz, kendi canının derdinde aciz siyasal güçler durumuna gelmeleri ve yurttaşlarca da böyle görülmeleri…

Ekim ayından bu yana İstanbul merkezli “operasyon”lar bu planın uygulanması niteliğinde. İmamoğlu’na “bir iş” edileceği epey önce belli olmuştu, ancak 18 Mart’ta, akşam vakti diplomanın iptali ve bunun üzerinden 12 saat geçmeden sabahın köründe yapılan gözaltılar yurttaşlar açısından bardağı taşıran damla oldu.

Operasyonun kapsamının İBB’ye ve CHP’ye kayyum atanması, kayyum marifetiyle önseçimin engellenmesi, mevcut adayın aday olabilmesinin yasal koşullarının fiilen ortadan kaldırılması olduğu anlaşılıyor. Operasyon tamamlanamadı. Bir yönüyle iktidar bakımından başarısız oldu. Ancak, tutuklamaların ve kayyum atamalarının sonuçlarını azımsamamak gerekir.

Besbelli ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin son derece isabetle adayını belirlemesi, fiilen bir seçim kampanyası başlatması, kampanyanın ülkeyi hareketlendirmesi ve adayı önseçimle belirleme hamleleri muktedir açısından takvimi sıkışık hale getirmiş. Belli ki iktidar alternatifinin somutlanması, yurttaşları da hareketlendirmesi, operasyon takvimini öne çekmiş. İktidarın yavaş yavaş, koparta koparta yapacağı hamleler acilen ve topluca yapıldı.

Örnek olarak diploma konusuna bakalım. Yolsuzluk soruşturması ile diploma arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Bu ilişki ancak çok yönlü bir operasyonun değişik parçaları olarak bakılırsa anlaşılıyor. Başsavcılık’ın ısrarı, yazı üstüne yazı yazması sonucunda önce diploma iptali, ardından gözaltı/tutuklama, “Can Atalay Olayı”ndan kendilerince ders çıkardıklarını gösteriyor. Çünkü yalnızca “yolsuzluk” iddiaları adaylığın önünü kesmiyor. Hapishanede “meşru” bir aday olmaması gerekiyor. Operasyonun kapsamının İBB’ye ve CHP’ye kayyum atanması, kayyum marifetiyle önseçimin engellenmesi, mevcut adayın aday olabilmesinin yasal koşullarının fiilen ortadan kaldırılması olduğu anlaşılıyor. Operasyon tamamlanamadı. Bir yönüyle iktidar bakımından başarısız oldu. Ancak, tutuklamaların ve kayyum atamalarının sonuçlarını azımsamamak gerekir.

Terazinin kefesi toplumsal muhalefet yönünde eğilse de anlaşılan gündemde daha çok “turp/operasyon” var. Çünkü iktidar, tam anlamıyla iktidar bağımlısı. Her bağımlı gibi şöyle veya böyle her yola kararlı.

2022’de Gezi Davası’ndan 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Can Atalay 2023 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçildi, ancak açık anayasal hükümlere rağmen tahliyesi engellendi

Yeni olan, toplumsal muhalefetin 19 Mart’tan sonra en az iktidar kadar kararlı olduğunu ortaya koyması oldu. Tam burada önemli bir kayıt düşmek isterim: Eninde sonunda düğüm “seçim”de çözümlenecek. İktidar bütün hamlelerini “seçim” için yapıyor. Seçim yapılır mı, yapılmaz mı, yapılırsa hangi koşullarda yapılır analizleri de önemli. Bu başlıklar dikkat merkezimizde olmalı. Ancak, her ne halde ise düğüm seçimlerde çözümlenecek ve önümüzde kazanılması gereken bir seçim var. Her birimizin ve hepimizin bu bilinç ve sorumluluk ile düşünmesi, söylemesi, eylemesi gerekiyor düşüncesindeyim. Değilse “atı alan Üsküdar’ı geçer”.

Silivri’de nasıl ve ne kadar –dahası hangi duyguyla– takip edebildiniz olan biteni?

Bana, “günün birinde hiç aralıksız, 30 saatten fazla televizyon ekranına bakacaksın” denseydi, “hadi oradan” derdim. Ancak, kısa ihtiyaç molaları dışında hücreyi dört dönüp sürekli ekrana, olanlara baktım. Mahpusluk zor iş. Böyle tarihsel anda çok, çok daha zor…

Birinci soruya yanıtta tarif etmeye çalıştığım operasyonun boyutlarını CHP yönetiminin net olarak gördüğünü düşünüyorum. Odak noktası İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) savunmak olan bir tutum aldılar ve yurttaşa çağrı yaptılar.

Yurttaş, öncelikle de öğrenciler çağrıya hemen karşılık verdi. Saray’ın hesabını bozan önce Beyazıt’ta, sonra tüm Türkiye’de öğrenciler oldu. Dikkat çekmek isterim ki, Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi öğrencileri meydana gitmek için yürüyüşe geçip barikatları aştığında henüz durumun nasıl gelişeceği belli değildi. Alışılagelen ve belki de varsayılan, tepkinin sınırlı bir yurttaş tepkisiyle sınırlı kalabileceğiydi. Beyazıt örneğindeki gibi, her yaştan yurttaş engelleri aştıkça milyonlarca insanın kendisine güveni geldi.

Evet, karşılıklı bir etkileşimden söz ediyoruz. Kararlı siyasal sözcülük, çağrılar, öğrencilerin ve her yaştan yurttaşın katılımıyla milyonların itirazı ve bu itirazın belli bir meydanda, yollanmak üzere hazır edilmiş bir kayyumu engelleme kararlılığı ile yoğunlaşması Saray rejiminin hesabını bozdu.

Sokak sıradan yurttaşın, emeği ile geçinenlerin, öğrencilerin megafonudur. Bu kadar basittir bu. Onların envai çeşit ses yükselticisi var, bizim ise “megafonumuz” sokak… Bizler, Gezi üzerinden, yurttaşın demokratik itirazının suç olarak gösterilmesine boyun eğmediğimiz için hâlâ mahpusuz. Toplumsal kabarmayı içerden izliyoruz. Ancak bilinmeli ki, en az eylemlerin “içindekiler” kadar heyecanlıyız, coşku doluyuz. Belki de “dışardan” bakmanın etkisiyle haliyle biraz da abartıyoruz ve “dışardakilerden” daha fazla etkileniyoruz.

Bütün bunlar olurken iktidar kanadından, ama bazı “muhalif” çevrelerden de “Mahkeme kararlarına, hukukun işleyişine saygı gösterilmelidir, sonuçları beklenmelidir” yorumları yapıldı. Bir hukukçu ve hukuk dışı uygulamaların mağduru bir mahpus milletvekili olarak “yargının kararını bekleyin” açıklamalarını nasıl bir yere oturtuyorsunuz? Bu siyasal iklimde nasıl bir manası var bu açıklamaların?

“Mahkemelere saygılı olalım” bağırtıları yalnızca uyuşturma ve uyutma çabalarıdır. “Seçilmiş Milletvekili Can Atalay Olayı” bunun en açık seçik kanıtıdır. “Olay” üzerine Anayasa Mahkemesi’nin “yapamazsınız, edemezsiniz” diyen üç kararı var. Kim saygı duyuyor ve de kim takıyor? Üstelik, Anayasa’nın alenen çiğnenmesini ve askıya alınmasını “kitabına uydurmak” için Meclis bile yasadışılığa ortak edildi. Bir Meclis ki, seçilmiş üyesinin hapiste tutulmasını görmezden gelebiliyor.

“Mahkemelere saygılı olalım” bağırtılarının derdinin hukukun işleyişine saygı filan olmadığını yürürlükteki Ceza Kanunu’nun yazarlarından Prof. Dr. Âdem Sözüer’in “Can Atalay Olayı” üzerine sözleri ortaya koyuyor. Prof. Sözüer, “Can Atalay hapisten kaçsa suç işlemiş olmaz” diyor. “Çünkü onun durumu bir yurttaşın silahla kaçırılıp alıkonması ne ise odur” diyor. Üzerine daha ne söylenebilir? Bunu yapanlar kalkmış “mahkemelere saygılı olalım” diyorlar. Kötü bir şaka gibi, ama komik de değil.

Eninde sonunda düğüm “seçim”de çözümlenecek. İktidar bütün hamlelerini “seçim” için yapıyor. “Seçim yapılır mı, yapılmaz mı, yapılırsa hangi koşullarda yapılır” analizleri de önemli. Ancak, her ne halde ise düğüm seçimlerde çözümlenecek. Her birimizin ve hepimizin bu bilinç ve sorumluluk ile düşünmesi, söylemesi, eylemesi gerekiyor.

19 Mart eylemlerinde bir döviz vardı: “Yabancı savcı istiyoruz”. Maçlarda yabancı hakem talep edildiği, taraftarın bunu takımı için güvence gördüğü bir memlekette yurttaşın adalete bakışı da aynı seviyede. İşte size “yerli ve milli yargı”nın yurttaş penceresinden görünümü. Hukuka güven yerle yeksan olmuş, kurumlara güven kalmamış ve hâlâ “yargıya güven” demagojileri. Doğal olarak inandırıcılığı sıfırın bile altında.

Ülkemizdeki durumu “ikili hukuk/ikili işleyiş” olarak tanımlıyorum. “Mahkemelere saygılı olalım” diyenler “ben ne yaparsam yapayım razı olacaksın” diyorlar. “İkili hukuk”a göre, İBB’de bin küsur denetlemenin olumlu sonuçlanmasının hiçbir anlamı yok. Çünkü “İBB Olayı” artık iktidarın bekası için tehlike arz ediyor. İktidarın bekasına yönelik her tehlike gibi, derhal her yol ve yöntemle ortadan kaldırılmalı. Bu süreçte yasa, kural, kurum yalnızca araç. Amaç için istenildiği gibi kullanılabilir.

İmamoğlu örneğinde, Başsavcılık’ın yazı üstüne yazı ile İstanbul Üniversitesi’ni diploma iptaline zorlaması ve üzerinden 12 saat geçmemişken operasyona başlanması “hukuken” izah edilebilir mi? Ülkemizde “ikili hukuk”a son vermek en başta gelen siyasal hedeftir. Tam da burada, başkaca önemli başlıklar gibi, “ikili hukuk/ikili işleyiş” düğümünün de ne yönde çözümleneceğini “seçim”in belirleyeceğine yeniden dikkat çekmek isterim.

7 Nisan’da tutuklu öğrencilerle dayanışma için Kadıköy Rıhtım’da düzenlenen Gençlik Dayanışma Sahnesi mitinginden (kaynak: @_rojhattunc_)

“Çapulcuların çocukları geldi”, “Yeni gelmedik, geri geldik” gibi sloganlar ve bazı eylem biçimleri nedeniyle Gezi’ye bir hayli atıf yapıldı. Nasıl yorumladınız bu atıfları? Protesto gösterilerini Gezi’ye benzetenler de oldu, çok farklı diyenler de…

Gezi Direnişi’ne alanlardan gönderilen selamları, sahiplenilişi görüyor ve işitiyoruz. Gezi ile 19 Mart 2025 arasındaki en temel benzerlik, muktedirin “artık her şeyi yapabilirim” dediği bir anda, mevcut sistemden kaynaklanan, ancak birbirinden çok farklı talepleri, itirazları olan yurttaşların kendi talebini, itirazını alıp omuz omuza vermesidir. 

Halihazırda tarih yapılıyor. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i benzeri analizleri tarihi yaşarken yazmak Marx gibilere mahsus. Bu nedenle, Gezi ve 19 Mart 2025 karşılaştırmasını/analizini –en azından benim bakımımdan– çok erken buluyorum.

Tarih yapılırken onu yazmak epeyce zahmetli bir iş, acele etmememiz gerektir. Yine de bugünden kimi müşterek çıkarımlara varmak yararlı olabilir:

– Mart 2025, Gezi’den farklı olarak, doğrudan siyasal bir başlıkta ve siyaset hedefiyle ortaya çıktı. 

– Bir “siyasal çağrı” ile başladı. Operasyonun büyük bir siyasal projenin bir ayağı olduğunu gören –ve uzun süredir bir kanal arayan– toplumsal hareketler “çağrı”ya kendi meşreplerince katıldı, yaygınlaştırdı ve güçlendirdi. Bu iki yönlü karşılıklı etkileşim çok önemli. Gezi’de, yapısı ve öncelikleri gereği, böylesi bir etkileşim –belki de– beklenen bir durum değildi.

– Mart 2025’in siyaset gündemini takipte ısrar edeceği görülüyor. Derhal seçim talebi var, somut bir aday çevresinde birleşmiş özgürlükçü bir siyasal çerçeveye sahip. Çok farklı toplumsal ve siyasal hareketlerin böylesine açık ve kararlı “reel politiker” duruşu ender görülür.

– Gelelim, “olmazsa olmaz” ortak özelliğe: Gezi gibi, Mart 2025’in de gücü çoğulculuğunda, farklılıkların sözünü kendi usûllerince söyleyebilmelerinde ve farklarıyla bir arada durabilmelerinde.

Aslında Gezi ile benzerlik kurma ya da Gezi’ye atıf yapma yalnızca eylemlerdeki dövizlerle sınırlı değil. İstanbul Valisi Fatih’teki Şehzadebaşı Camii’nden görüntüler paylaştı ve “Cami ve hazirelere zarar vermek, halkın kutsalına yönelik açık bir provokasyondur. Bu alçakça eylemleri gerçekleştiren şahıslara hak ettikleri cezalar verilecektir” paylaşımında bulundu. Ve ardından, İBDA-C’den camiye çağrı yapıldı, sonra iptal edildi, ancak küçük bir grubun oraya geldiği görüldü. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalar, boykot tartışması sırasında “bunlar ekonomiyi batırmaya çalışıyor” demesi. Örnekler arttırılabilir… Protestolar sırasında da iktidar cenahından sürekli Gezi hatırlatmaları yapılması… Bu aynı retorik neyin alâmeti?

Yerinde saptamalar. Gezi ve Mart 2025’i aşarak dünyadaki herhangi bir özgürlükçü harekete muktedirlerin tavrına baktığımızda aynı demagojik saptırmaları görürüz. Hiç değişmez. Saptırma, yalan, iftira, korkutma, dini ve ulusal duyguları kışkırtma… Artık ne tutarsa, kamuoyunu protestolar aleyhine çevirmek için hangi uydurma gerekiyorsa o…  

Bunca yıldan, bunca yoldan ve bunca mahpusluktan sonra dahi, böylesi bir kötülüğü anlamlandırmakta zorlanırım. “Acaba bir sınırı olur mu” veya “artık tekrarlanmaz” diyorsun ve dediğinle kalıyorsun. İktidar bağımlılığı sınır, ölçü tanımıyor. Teorik bilgi pratikte tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. “Turp” söylemi de gösteriyor ki, arkası da gelecek. Diyelim, birisi ya da birileri sayılan örneklerdeki gibi kabul edilemez yanlışlar yaptı. Ancak nasıl olduğuyla, kasıtla mı, kusurla mı olduğuyla, fiille ve faille neredeyse hiç ilgilenmeyip milyonlarca insanın demokratik eylemlerini suçlaştırmaya, hatta şeytanileştirilmeye çalışılması bir yönetme tarzı oldu. Kendini korumak için kaçan kitlenin birkaç mezar taşını yerinden oynatması gibi… Hemen üzerine tarih, din, ahlâk… “İşte bunlar böyle” söylemi kuruluyor. Olaya bak iddiaya bak, bir bağlantı var mı? 

Bizi bir “toplum” olarak bir arada tutan şeylerden biri de “hakikat”tir. En azından hakikate hürmet gerekir. Muktedirin dert ettiği kusurlu/yanlış bir fiil ve fiilin tekrarlanmaması için önlem almak değil, “sorunu suça dönüştürüp” genellemek ve bütün kitleye mal etmek. Bu kadar. Maksat toplumsal kutuplaşmayı keskinleştirmek. Sonucu da bugün olduğu gibi toplumun çok önemli bir bölümünün güvenini tümden yitirmesi. “Hakikat” üzerinde bile birleşemeyen toplum nasıl bir ortaklık geliştirebilir?

Saray’ın hesabını bozan önce Beyazıt’ta, sonra tüm Türkiye’de öğrenciler oldu. Dikkat çekmek isterim ki, Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi öğrencileri yürüyüşe geçip barikatları aştığında henüz durumun nasıl gelişeceği belli değildi. Alışılagelen ve belki de varsayılan, tepkinin sınırlı bir yurttaş tepkisiyle sınırlı kalabileceğiydi.

Eylemlerde işkenceye varan görüntüleri, gözaltında kötü muamele ve işkence haberleri izledi. Yüzlerce genç hapis; aileler bayramı ya adliyede ya cezaevi yolunda geçirdi. Nedir bu öfkenin altında yatan şey?

Eskiden, kamu görevlisinin yurttaşa “bir şeyler” söyletmek için yaptığı kötü muameleye “işkence” deniyordu. Sistematik işkence kangren bir sorun haline geldiği için yeni Türk Ceza Kanunu’nda bu “suçunu söyletme” koşulu yer almadı. Günümüzde yürürlükteki mevzuatımıza göre, kolluğun “elindeki” yurttaşa kötü muamelesi işkencedir. Saydığınız davranışların, yaygın bir biçimde işkence iddialarının hortlaması işkencenin bir biçimi olan kötü muamelenin yeniden bir caydırma aracına dönüşebileceğini gösteriyor. Bunun artık “akut” bir hal olduğunu düşünüyorum. Belirtiler, kitlesel itiraz ile başa çıkılamayacağı görüldüğünden –zımnen, değişik yol ve yöntemle–, “kimi kolluk görevlilerine bu yönde yeşil ışık yakılmış olabilir mi?” sorusunu güçlendiriyor.

Ancak, işkence yasağı mutlak bir yasaktır ve her ne olursa olsun buna karışanlar kamu görevinde kalmamalıdır. Zaman aşımı yoktur. Ne zaman olursa olsun, takibi ve cezalandırılması demokratiklik iddiasındaki herhangi bir iktidarın ilk gündem maddesidir. İktidar bağımlısı iseniz bağımlılığınız ile aranıza girene, müdahale edene öfkelenirsiniz. Hapisteki gençlerimizi ve ailelerini bayramlarından mahrum eden işte bu öfkedir. Çaresi de bellidir.

25 Mart’ta Maçka’da buluşan öğrencilerin Nişantaşı-Osmanbey-Sıracevizler-Şişli Belediyesi güzergâhındaki yürüyüşüne katılım tarihe geçecek boyuttaydı

Gezi’ye benzer bir başka nokta da bir yandan “Çözüm” tartışmalarının sürüyor olması. Bu, Gezi günlerinde olduğu gibi bir ayrıştırma gerekçesi haline getirilmeye çalışıldı. Bir yazınızda “güçlü bir halk hareketi için, farklı katmanların önceliklerini ortaklaştırmak, birleştirmek de gerekir” demiştiniz. Bugün bu tartışmalara dair, geçmiş deneyimlerle düşünüldüğünde, nasıl bir uyarınız olur?

Demokratik ve/veya özgürlükçü her toplumsal ve siyasal hareket için otoriterlik tehdidi altında olduğumuz ve otoriterliğin daha da kalıcılaşma atılımı içinde olduğu tespitinin önemli olduğunu düşünüyorum. Doğu’da baskı-şiddet olduğu yıllarda nasıl Batı’da demokrasi yoktuysa, Batı’da otoriteliğin olduğu bir durumda Doğu’da da özgürlük olamaz. Zaten bu cümleleri birçok DEM Parti yöneticisinden de işitmekteyiz.

DEM Parti, eşbaşkanlar düzeyinde, anti-demokratik uygulamaların tam karşısında tutum aldıklarını ifade ettiler. Buradan, demokratik Kürt siyasetine bir haksızlık yapılmaması icap eder. Karşılıklı eleştiriler olabilir, ancak her hareketin de kendi somutlukları ve öncelikleri var. Ana sorun bu gündelik önceliklerin otoriterlik karşısında bir dağınıklığa neden olmaması. Eğer böyle olursa kazanan otoriterlik olur, oyalamaca ve şaşırtma için atılan adımlardan geriye hiçbir şey kalmayacağı gibi, daha beterleri hepimiz için hazırdadır.

“Mahkemelere saygılı olalım” bağırtıları yalnızca uyuşturma ve uyutma çabalarıdır. “Seçilmiş Milletvekili Can Atalay Olayı” üzerine Anayasa Mahkemesi’nin “yapamazsınız, edemezsiniz” diyen üç kararı var. Kim saygı duyuyor, kim takıyor? Üstelik, Anayasa’nın alenen çiğnenmesini “kitabına uydurmak” için Meclis bile yasadışılığa ortak edildi.

Söz konusu sürecin adını ne koyarsak koyalım, demokratik Kürt siyaseti “silahın, şiddetin siyasal ve toplumsal yaşamdan çıkarılması” olanağı üzerinden gelişen durumu sonuna kadar değerlendirmek istiyor. “Çağrı”yı çok önemli gördüğümü aynı günlerde açıkladım. Şimdi de yineliyorum. Şiddetten arınmış bir siyaset yalnızca demokratik Kürt hareketi için değil, eşitlikçi ve özgürlükçü hareketlerin tamamı için önemlidir, ön açıcıdır. Ana doğrultusu aynı olsa da farklı ağırlık noktaları olan siyasal gündemlerin günlük siyaset dillerindeki vurgular da bazen karşılıklı rahatsızlık yaratabiliyor. Öylesi günlük durumların bizleri yönlendirmesine izin vermemek gerekir.

Böylesi durumların panzehri de karşılıklı olarak eylemlerimizin muhtevasıyla demokratikleşme yönünde açık seçik siyasal bir hattın olduğunun görülmesi ve gösterilmesidir. Otoriterlik sonrası muhtemel iktidar alternatifleri demokratik Kürt siyasetinin talepleriyle ilgilendikçe, “süreçleri” olması gereken kanallarda sürdüreceklerinin garantisini verdikçe, karşılıklı güven ve işbirliği ortamları daha da güçlenecektir. 

Alıntıladığınız “Güçlü bir halk hareketi için, farklı katmanların önceliklerini ortaklaştırmak, birleştirmek de gerekir” yazımda, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, sınıfsal sorunlar ile farklı yaşam tarzları ve kimliklerden kaynaklı sorunların bir havuzda, hiçbirini yok saymadan uyumlaştırarak güçlenebileceğini yazdım. Mart 2025 eylemleri ile bu önermemin uyumluluk gösterdiği için memnunum.

Her yaştan yurttaşa çağrımız açık: Ülkemizde her toplumsal ve siyasal hareketin kendisini ifade edebileceği ve örgütlenebileceği bir siyasal ortam için farklılıklarımızla birlikte omuz omuza yürümeliyiz. Ben bir sosyalistim. Fikirlerimize ve önermelerimize güveniyorum. Her toplumsal ve siyasal hareketin kendisini ifade edebileceği ve örgütlenebileceği bir ortamda sol hareketin güçlenmesi için elimden geleni yapacağım. Siyasal iktidarda ve toplumsal yaşamda çalışanların ağırlığı için çaba göstereceğim. Bu bakımlardan genel olarak demokratikleşme ile eşitlik ve özgürlük mücadelesini bağlantılı, bir bütün olarak görüyorum. Çağrım açık: Herkes için demokratikleşme ve çalışanlar için güçlü bir kamuculuk/sosyal devlet.

25 Mart Şişli büyük öğrenci yürüyüşünden

Burada ekonomi için özel bir başlık açmakta fayda var. 19 Mart operasyonlarının ekonomik etkileri çokça konuşulacak gibi. Yine Gezi’ye dönerek sorayım. Erdoğan, örneğin faiz, enflasyon gibi ekonomik göstergelerin bozulmasının da Gezi’yle başladığını iddia ediyordu. Ekonomiyle Gezi direnişi arasında kurulan ilişki bugün boykotu ekonomik göstergelerin sorumlusu olmaya doğru götürüyor gibi…

Seyit Rıza “ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bana dert oldu” demiş ya, aynen öyle. Uluslararası para piyasasındaki daralmanın başlangıcını, inşaat ekonomisinin girdiği darboğazı ve sonuçlarını Gezi üzerinden açıklamaya çalıştılar. Elbette kurdukları Gezi anlatısının ve ekonomi ilişkisinin hakikatle bir ilişkisi yok. “Düğmeye basıldı” metaforu çok seviliyor. İktidarca her şey yolunda giderken “bir düğme” her işi berbat ediyor. Mehmet Şimşek görevi devralırken “rasyonel politikalara dönüşten başka yolumuz yok” diyor. Belli ki “irrasyonel” politikaları yazan ve uygulayan, Merkez Bankası’nı yöneten, ekonomi politikalarını belirleyen hep Geziciler. Ne güzel ki Mehmet Şimşek el koyuyor da “akla dönüş” gerçekleşiyor.

Gezi ile 19 Mart 2025 arasındaki en temel benzerlik, muktedirin “artık her şeyi yapabilirim” dediği bir anda, birbirinden çok farklı talepleri, itirazları olan yurttaşların kendi talebini, itirazını alıp omuz omuza vermesidir. Gezi gibi, Mart 2025’in de gücü çoğulculuğunda, farklılıkların sözünü kendi usûllerince söyleyebilmelerinde.

Belli bir kesime servet transferi yapabilmek için kural, kurul, kuruluş bırakılmadı. Yağmalanmadık kamu malı bırakılmadı. Yurttaşların büyük çoğunluğu ağır bir yaşam mücadelesi içinde. Elbette bir suçlu bulup ilan edecekler. Osmanlı’da gelenektir, işler bozulunca ortaya birkaç baş atmak gerekir. İktidar da bula bula demokratik yurttaş protestolarını buldu. “Faiz sebep-enflasyon sonuç dedik her şeyi batırdık” diyecek değiller ya.

19 Mart sonrasında kamu maliyesinin yaşadığı kayıplar iktidar için şaşırtıcı oldu. Çünkü siyasetle ekonomi arasındaki kuvvetli bağı en başta bilmesi gerekenler operasyona başlarken herhalde “nasıl olsa hallederiz” diye düşündüler. Bu nedenle maddi kayıpların doğrudan sorumlusudurlar. Eğer “düğmeye basıldı” ise düğmeye basan da onlardır. Bakalım yeni “turpları” uygulamaya koyarken bu deneyimlerinden ders çıkaracaklar mı? Yoksa “aslolan iktidardır, iktidar için önceden yaptığımız gibi, daha nice 128 milyar dolarlar yakarız” mı diyecekler? 

Gezi Direnişi görece ferah bir ekonomik döneme denk gelmişti. Oysa 19 Mart haftasını izleyen kolektif itiraz ekonomik koşullardan etkilenmiş görünüyor. Hal böyleyken, sürecin sınıfsal yanı hak ettiği şekilde öne çıkabildi mi sizce?

19 Mart’ta ortaya çıkan itirazda uzunca bir dönemdir süren ekonomik kriz; buna bağlı olarak yurttaşın yaşadıkları, öğrenciler açısından “gelecek korkusu” önemli bir bahis görünüyor. Ancak, tarihsel olarak Türkiye işçi sınıfının, nispi refah dönemlerinin aksine, iktisadi daralma yaşanırken daha az hareketli olduğunu akılda tutmak gerekiyor. “İş kaybetmeme” motivasyonu böyle dönemlerde çok etkili oluyor. Belki de başat sorunu, işçi sınıfının örgütlülüğünde aramak gerekiyor. Bu düzeyde düşük sendikalaşma oranlarıyla sendikal örgütler –üstelik doğrudan siyasal içerikli– bir toplu direnişi ne kadar başlatabilir ve sürdürebilir?

Gerçi mücadele tarihinde, işçi sınıfının bazı istisnai durumlarda örgütlülüğünün çok ötesinde etkili –üstelik doğrudan siyasal– genel grevleri başardığını görüyoruz. Bunların nesnel ve öznel hazırlıklarından dersler çıkarmak için özel çaba göstermeliyiz. Sınıf içinde sürekli bir siyasal aydınlatma ve örgütlenme olmadan büyük beklentiler karşılıksız kalıyor. 12 Mart 1971 darbesinden bu yana işçi sınıfının, çalışanların örgütlenmesi hem nicel olarak hem de nitel olarak baskılanıyor. Yani hem sendikalı işçi sayısı azalıyor hem de “sendika gibi sendika”da örgütlü işçi sayısı son derece sınırlı. Bu nedenle çalışanların kendiliğinden ve kendisi için harekete geçmesi güç gibi görünüyor.

Batı’da otoriteliğin olduğu bir durumda Doğu’da da özgürlük olamaz. Zaten bu cümleleri birçok DEM Parti yöneticisinden de işitmekteyiz. DEM Parti, eşbaşkanlar düzeyinde, anti-demokratik uygulamaların tam karşısında tutum aldıklarını ifade ettiler. Buradan, demokratik Kürt siyasetine bir haksızlık yapılmaması icap eder.

Öte yandan, yaşam tarzı savunuculuğu –kültürel savunma– ile emek mücadelesinin bozulan dengesinin sonuçlarını da yaşamaktayız. “Herkesi” bir bakıma kendi mevcut mahalleriyle sınırlayan kültür savaşları tam da muktedirin arzu ettiği bir durum. Saray’ın tahkimi için her yola başvurduğu kültürel duvarların aşılması için dengeyi halkın bütününe seslenmek yönünde yeniden gözden geçirmek gerekecek. Bu denli hiçe sayılan emekçilerin, emeklilerin bu denli hiçe sayılma halini artık tahammül edilemez bulması ile “çarık ayakları sıkıyor” feryadı ile daha çok buluşmak önemlidir. İçin için biriken sınıfsal tepkinin kendi mecrasını bulması için destek olmak gerekir.

CHP’nin 29 Mart’ta İstanbul-Maltepe’de düzenlediği “Cumhurbaşkanı Adayımız Ekrem İmamoğlu’na Özgürlük Mitingi”ne rekor katılım oldu, 2,2 milyon kişinin meydanda yer aldığı açıklandı

Tam da İmamoğlu operasyonunun yapıldığı gün gazeteci İsmail Saymaz Gezi’den gözaltına alındı, menajer Ayşe Barım 27 Ocak’tan beri Gezi’den tutuklu. İktidar yanlısı kalemler hâlâ ara ara “Gezi’den tutuklanacaklar” listesi açıklıyor. İktidarın, özelde de Erdoğan’ın Gezi’yi bu kadar gündemde tutmasının altında ne var?

Yine birinci sorunuza ve yanıta atıfta bulunmak isterim. Evet, Gezi özgürlükçü bir hareket olarak otoriterliğin hep gündemindeydi. Hem anısını karalamak hem halk protestoları için korkutucu bir örnek olması için yayınlar yaptılar, cezalar yağdırdılar. Yurttaşın demokratik itirazını olmadık komplo teorileri ile izah etmeye çalıştılar. Bu karalama, suçlulaştırma girişimine eyvallah etmediğimiz için de hâlâ mahpusuz.

Ancak, son aylarda olanlar biraz daha ileri noktada. Gezi Olayı, ilk sorunuza verdiğim yanıtta açıklamaya çalıştığım gibi, bugün potansiyel muhalif duruşları dağıtmak için güncellendi. Ortalıkta kasten sızdırılan listeler dolaşıyor. Listelerden seçilecek isimlerin anında bir davaya dahil edilebilmesi için davalar açılıyor, nerelere ve kimlere gideceğinin ucu açık bırakılıyor. Kısaca, sayısız aydın, sanatçı ve siyasetçi için günlük, anlık bir tehdit durumuna dönüştürülüyor. Hepimiz “Hepimiz Gezi’deydik” diyoruz. Tam da bu nedenle dava/soruşturma istedikleri herkesi istedikleri an içine atabileceklerini düşündükleri bir torba dava/soruşturma durumunda.

Elbette her toplumsal ve siyasal hareket sürece kendi meşrebince katılacak. Kendi meşrebince bir eylemlik ve kapsamı genişletme çabası içinde olacak. Bu hem hakkı hem de kendi çizgisine karşı görevi. Önerim, sıralamanın güncel çelişkiyi, otoriterliğin aşılmasını başa yazarak yapılması. Değilse, Mart 2025 halk hareketinin ortak paydası yok olur.

Ayşe Barım için önce “tekelleşme” falan deniliyorken, hızlıca “Gezi”ye dönüştürüldü. İsmail Saymaz ile ilgili de haftalarca olmadık haberlerle “mali suç” arandı, bulunamadı ve o da “Gezi”ye bağlandı. Şimdi altını kalınca çizerek Gezi Davası başladığında yaptığımız uyarıyı hatırlatmak isterim: Dava henüz başlarken bu davanın hukuken olmayacak işin zorlanması olduğunu, eğer önü alınmazsa herkesin Gezi’nin potansiyel sanığı olduğunu kamuoyuna anlatmaya çalıştık. Demek ki yeterince işittiremedik. Durum geldi buraya dayandı. Daha baştan kitlesel güçlü bir demokratik duruşla savuşturulacak saldırı bugün geniş bir kesimi tehdit ediyor. Öngörüler dönemini çoktan geçtik, “olur mu, olmaz mı” tartışması geride kaldı. Hapiste yatışımız herkes için uyarıcı olmalı. Tehdit somuttur. Her derdin çaresi ve Saray’ın en baş edemediği, yurttaşın doğrudan demokratik eylemidir.

Toplumsal muhalefet, emekçiler, doğasına sahip çıkan köylüler, kadınlar, öğrenciler… Bu kesimlerin her biri iktidar tarafından hedef alınıp teröristlikle, vandallıkla ve yeni bir Gezi çıkarma gayretiyle itham edildi, ediliyor. Belki biraz da bu baskı nedeniyle, kurumsal muhalefet en elverişli koşullarda dahi sokak siyasetine sırtını çevirmişti. Şimdi bu noktadan bakınca, bu yeni halk hareketi nasıl başarıya ulaşır? Toplumsal seferberlik nasıl süreklileşebilir?

Mart 2025 saydığınız her bir parçanın yerine oturması durumunda güçlü bir halk hareketinin hem ortaya çıkabileceğini hem de devam etmek için gerekli hedeflere sahip olabileceğini bize gösterdi. Mart 2025, yurttaşların yaşadığı ekonomik ve demokratik sorunlarını doğrudan otoriterliğe bağlaması nedeniyle siyasal temelli bir hareket oldu. Başarısı bu ana çelişkide ne kadar başarılı olacağına bağlı. Eğer “iktidar” sorununu çözemezse yeni açılımlar yapamaz.

Buranın altını ısrarla çizmek isterim. Elbette her toplumsal ve siyasal hareket sürece kendi meşrebince katılacak. Kendi meşrebince bir eylemlik ve kapsamı genişletme çabası içinde olacak. Bu hem hakkı hem de kendi çizgisine karşı görevi. Önerim, sıralamanın güncel çelişkiyi, otoriterliğin aşılmasını başa yazarak yapılması. Değilse, Mart 2025 halk hareketinin ortak paydası yok olur.

Diyeceğim, “hareketi ileri itmek” ince, nazik bir iştir, dikkat ister. Eninde sonunda, çok zor ve anti-demokratik koşullarda yapılacak dahi olsa kazanılması gereken bir seçim var önümüzde. Her birimizin ve hepimizin bu bilinçle, sorumlulukla düşünmesi, söylemesi, eylemesi gerekiyor. Bunu en önemli başlık olarak görüyorum. Demokratik itirazlarımızın suçlaştırılmasına boyun eğmemek, yurttaşlar arasında haklılığını savunmak ve yaygınlaştırmak da çok önemli bir başlık.   Öğrencilere haklı olarak özel bir vurgu yapıyorsunuz. Son sözüm bu mühim başlıkta olsun. Mart 2025, demokratik öğrenci hareketinin önemini hepimize, herkese gösterdi. Takdirle bahsettiğimiz, 300’ü aşkın tutuklu ile hareketin yükünü taşıyan demokratik öğrenci hareketini “Demokratik Öğrenci Hareketi”ne dönüştürmek başlı başına bir çaba, gayret gerektiriyor. Eşitlik ve özgürlük mücadelesinin en önemli bileşeninden söz ediyoruz. Üzerine düşünmeliyiz. Dilerim Mart 2025 Hareketi’nin önümüze koyduğu çoğulculuk, çok renklilik durumunu esas alır, “gençliğin iyi dostları” olarak bugünlerine ve geleceklerine katkıda bulunacak yaklaşımlar geliştirebiliriz. 

^